Kitabı oku: «Çaresiz Yolcu»
Nоvruz Necefоğlu
1954 yılında Lеrik’te doğdu. Bаkü Devlet Ünivеrsitеsi Cumhurbaşkanlığı Yöneticilik Аkаdеmisini bitirdi. Hikâyeleri ve makaleleri, “Аzerbаycаn,” “Ulduz,” “Litеrаturnıy Аzerbаycаn” gibi dergiler yanında “525. Qezet,” “Kаspi” v.s gazeteler ile kardeş Тürkiye’deki “Kardeş Kalemler,” “Hece,” “Berceste,” “Çıngı,” gibi çеşitli edebiyat dergilerinde düzenli olarak yayımlanmaktadır.
“Bir Kış Günü Hаtırası,” “Yоllаrın Uzadığı Gün,” “Çаresiz Yоlcu” adlı edebi eserleri yanında, Avrupa ve Güneydoğu Asya ülkelerine seyahat notlarından hareketle yazdığı “Dünyа Durаcаk Yer Dеğil” “Singаpur: Büyük Dünyа Şehri/ İddiаlı Ülke” аdlı kitapların da müellifidir. Novruz Necefoğlu şiirler ve nağmeler müellifi olarak da tаnınır ki, bir dizi şiirleri bestelenmiştir.
Becerikli, yetenekli, liyakat sahibi aydın bir üst düzey yönetici olarak bilinen Novruz Necefоğlu, halen Şabran valisi olarak görev yapmaktadır.
ÖNSÖZ
Elinizdeki bu kitap, halen kardeş Azerbaycan’ın üst düzey yöneticilerinden biri olan, içtimai ve siyasi hizmetleri ile olduğu kadar; edebi ve kültürel faaliyetleri ile de tanınan Novruz Necefoğlu’nun, daha önce Azerbaycan’da yayımlanmış edebi eserlerinden seçilerek Türkçeye çevrilmiş hikâyelerinden oluşmaktadır.
Altmış yıla yaklaşan ömür serüveninde hem Sovyet dönemini hem de bağımsızlık dönemini farklı açılardan gözlemleyen, bu farklı siyasal yapıları derinlemesine idrak eden Novruz Necefoğlu, kendi hayat tecrübeleri ve dikkatli bir sanatçıya has gözlemleri temelinde oluşturduğu bu hikâyeler ile devrin/devirlerin toplumsal yapısını ve o yapılar içinde “insanı” ve insanın içinden geçtiği hayati olayları bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Seçilen konular ve insanın iç dünyasına yönelen bakış açılarıyla “Orta Kuşak Azerbaycan Nesri”nin bütün özelliklerini taşıyan bu metinler, Nevruz Necefoğlu’nun akıcı, yalın, doğal ve son derece samimi üslubuyla, insanı birdenbire saran sıcak, duygulu ve insanın her halini yansıtan hikâyelere çevriliyor.
Novruz Necefoğlu’nun bu kitapta topladığımız bütün hikâyelerinin ana ekseni,“toprak” ve “insan”dır.
Onun doğduğu topraklara karşı duyduğu büyük sevgi ve toprağa bağlılık hissi, hikâyeleri içinde olabildiğince geniş sınırlara ulaşıyor. Ait olduğu toprağı; ağacı, çiçeği, gülü, yaprağı, yaylası, dağı, kurdu, kuşu, köyü ve şehri ile seven yazarın bu hassasiyeti, hikâyelerinin satırları arasından bir volkan gibi patlayan “vatan” sevgisine dönüşüveriyor.
Novruz Necefoğlu sevgi ile bağlandığı bu toprağın “insan”ını anlatırken de, “insana sevgiyi” ve “merhameti” daima ön plana çıkarıyor. O, kendi bulunduğu mevkii ve makamı yerle bir edip halkı arasına karışabilen ve insana vicdani pencereden bakabilen bir yazardır.
Novruz Necefoğlu, doğduğu topraktan zoraki koparılan bir ihtiyarın şehirde yaşadığı dramı anlatırken de; çocuklarının geleceği için her türlü zorluğa katlanan, onlarca kilometrelik bir çölü geçerek obasına ulaşan bir göçebe “ana”yı anlatırken de; ölümle pençeleşen ahraz, dilsiz bir çocuğu anlatırken de okuyucuyu çetin bir merhamet sınavından geçiriyor. Onun hikâyelerindeki, genç, yaşlı, kadın, erkek ya da çocuk, bütün insanlar “merhamet” ve “sevgi” çemberi ile kuşatılıyor. Böylece Novruz Necefoğlu’nun hassas kalbindeki “insan sevgisi” de o toprağın bütün insanlarını kapsayarak “millet” sevgisine dönüşüveriyor.
Türk okuyucusunun beğeniyle okuyacağını umduğumuz “Çaresiz Yolcu” adlı bu kitabın gün ışığına çıkması için bize her türlü desteği veren Avrasya Yazarlar Birliği başkanı Yakup Ömeroğlu’na; bu hikâyeleri Türkçeye çevirirken bize yardımlarını esirgemeyen Ulduz Dergisi baş redaktörü Elçin Hüseynbeyli’ye; kitabın tasarımını yapan İbrahim Sağlam’a teşekkürü borç bilirim.
İmdat AVŞAR08/05/2012
ÇARESİZ YOLCU
“Şüküfe hanım kendi derdini unutmuş, bir haftadır telaşla, torunu küçük Behruz’a yün yorgan ve yün döşek hazırlıyor… Bu hikâyeyi, evlatları için bütün çilelere katlanan analarımıza ithaf ediyorum.
Sıcak yaz güneşinin dağı, ovayı, dereyi, düzü yakıp kavurduğu günlerdi. Kıztamam,1 insanı canından bezdiren bu sıcakta, canını dişine takıp yola düşmüştü. Güneş yakıyor, Kıztamam sanki alevler, közler içinde yürüyordu ama buna rağmen telaşla ilerliyor; bir an önce menzile varmak için can atıyor; ileriye, hep ileriye doğru atılıyordu. Yıllardır üstünden geçen yolcuların ayakları altında ezilerek sertleşmiş yoldan biraz kenara çıkınca, ayağının altında ufalanan keseklerden kalkan toz zerrecikleri yüzüne doğru geliyor, nerdeyse gözleri içine dolan tozlar, gözbebeklerini sızlatıp yakıyordu. Terin, suyun içinde kalmıştı. Biraz önce yüzünün terini ve gözünden akan yaşları köyneğinin ucu ile silmişti ama artık bunu yapmıyordu, köyneğinin ucunu kaldırıp yüzüne, gözüne götürmeye bile dermanı kalmamıştı. İşaret parmağı ile kâh sağ, kâh sol yanağını yukarıdan aşağıya doğru siliyor, ter damlalarını alnından sıyırıp yanağından aşağı akıtıyordu. Her ne kadar sakin olmaya, acele etmemeye çalışsa da, bunu bir türlü beceremiyordu.
Kıztamam, bir haral yünü kışlakta bırakmış, sabahleyin göçe yüklemeyi unutmuştu. Az da değildi, tamı tamına altmış kilo, bir haral dolusu yündü. Kışlakta, evlerinin önüne kamıştan yaptıkları ağılda duruyordu, nasıl olmuşsa, yünü oradan alıp yaylaya giden hayvanlardan birinin sırtına yüklemeyi unutmuştu. Yaylaya göçen ahali ile birlikte, büyükbaş hayvanları ve koyun sürülerini haylayarak sonsuz gibi görünen ovayı geçip asfalt yola çıkmışlar ve hayli ilerlemişlerdi. Kıztamam, bu yerlerdeki göçerlerin çala dediği düzlükten geçen kadim kervan yoluna düştükten sonra, birazcık dinlenmek, nefeslerini toplamak için mola verdikleri yerde, yük çatılmış hayvanların üstündeki heybelerden, çocukları için ekmek ve katık çıkarırken, birdenbire yün haralının denkler arasında olmadığını farketmişti. Eyvah! Diye dizlerine vurmuştu ama iş işten geçmişti. Yün haralı kışlakta, obada kalmıştı.
Kıztamam: “Vay! Yünü unutmuşum, şimdi ben ne yapayım, bu başıma hangi derenin külünü dökeyim,” diye, dizlerini dövüyor, suç işlemiş bir insan gibi, mahzun gözlerle çevresine bakınıyor, sanki birilerinden yardım bekliyordu. Göç ahalisinde yer alan herkes kendi derdinde, işinde gücündeydi. Kıztamam biraz nefes almak için durdukları konaklama yerine; çevresinde, kendi işiyle uğraşan yol yoldaşlarına bir kez daha göz gezdirdi. Gördü ki, o anda, kendi derdiyle meşgul olan bu insanlardan yardım istemeye bile değmezdi. Aralarında ikişer yaş fark olan çocukları Arzuman, Tazehan ve kızı Gülgez’e doğru dönüp:
“Siz sakın göçten ayrılmayın, ben geriye, kışlağa kadar gidip tekrar geleceğim,” demiş, koşar adımlarla göç kervanından ayrılmış; kocasının deli gibi bağırarak: “Heey! Nereye gidiyorsun! Neyi yitirdin?” diye sorduğu sorulara da cevap bile vermeden ve hiç zaman kaybetmeden, geldiği yoldan geriye dönmüştü…
…Kıztamam, çala denilen düzlüğü dolaşıp asfalt yola indi. Hayli ilerlemişti. Kocasının bağırtısı ise hâlâ onun bulunduğu yere kadar ulaşıyordu. Kocası, Kıztamam’ın yedi sülalesine sövüp sayıyor; Kıztamam’ın anası, babası, kardeşi, bacısı, hısımı, akrabası… bu sövüşten nasibine düşeni alıyordu. Memiş’in ağza alınmayacak kadar çirkin sözleri, bu cefakar kadının ardı sıra zamansız bir rüzgar gibi uğulduyordu.
Kocasının, ahaliyle birlikte göç yolunda ilerleyen çocuklarına el kaldırmayacağını, onlara dokunmayacağını, çocukları dövmeyeceğini bildiğinden, Kıztamam’ın içi rahattı. Çünkü Bağır kişi2 yani bu göç ahalisinin aksakalı3 da oradaydı. Demirkır4 atı ile göçün en önünde Bağır kişi gidiyordu.
… Kıztamam, artık göç ahalisinden hayli uzaklaşmıştı. Kocasının sesini de işitmiyordu. Ancak menzile kadar geçip gideceği o uzun yolu düşündükçe, kocası Memiş’in geçen günkü yaramazlıkları gözleri önünde canlanıyor, onun yaptıkları, gittiği yol boyunca Kıztamam’ı takip ediyor, Memiş’in ağza alınmayacak derecede kötü sözleri, ağır bir şelek gibi omuzlarından asılıyordu…
… Yediğini beynine değil de şişkin ensesine yığan, akıldan piyade, kalas burunlu kocası Memiş, her zaman olduğu gibi, dün de yaylaya göçmek için eşyaları toplayan Kıztamam’a zulmetmiş, bir hiç yüzünden dövüş kavga çıkarmış; ortalığı birbirine katmıştı. Zavallı kadının eli kolu yanına düşmüş, işten, güçten soğumuştu. Bütün hüneri acı dilinden, tüm cesareti de yanındaki hendekten öteye geçmeyen ensesi kalın Memiş, dün, göç ettikleri yaylaya kadar sürecek olan bu ağır yolculuğun, çekilmez yol yorgunluğunun acısını daha yola düşmeden önce, zavallı Kıztamam’dan çıkarmıştı…
Kıztamam bir yandan yürüyor, yürürken de içinden konuşuyor, kendisi ile dertleşiyordu: “Zalim herif, ne elden utanıyor, ne de hısım akraba dinliyor. En küçük şeyleri bahane edip dövüşe, kavgaya başlıyor. Ona kızan, yaptıklarına karşı gelen, öğüt veren biri çıkınca daha da coşuyor, kendinden geçiyor, öfkeden deliye dönüyor. Bağırtısı, nerdeyse köyden köye duyuluyor… Allah bu Memiş’in sesinden kesip de aklını biraz fazla etse ne olurdu? “Kısmete karşı gelinmez,” diyenlere, ben ne deyim,” diye toprağa, taşa söz söyleyip yakınıyor, kara bahtına sitem ederek ilerliyordu.
… Kıztamam, bir susup bir konuşuyor, sanki birilerinden bir şeyler umuyor, birilerine de küsüyor, derdini açıp yakınıyordu. Keremine şükür ama, Tanrı’nın bir çoban, üstelik doğuştan yeteneksiz, beceriksiz bir çoban olarak yarattığı bu beli kırılasıca, niye onun alnına yazılmıştı, niye onun bahtına çıkmıştı? Ayıplamak, kınamak, lanetlemek istiyordu, ama kimi? Tanrı’yı mı? Kısmetini mi? Talihini mi? Yoksa başka birisini mi? Kimi? Kimi?…
Bu sorulara kendisi de cevap veremiyordu. Aklı, fikri dünkü yaşananlardaydı. Dün olup bitenleri, hayalinde yeniden yaşıyordu.
Gülgez, kapının önünden bağırmış, odada eşyaları toplayan anasına seslenmişti:
“Ana, babam geliyor.”
“Ne!? Boyu devrilesice ne çabuk geri döndü? Öğlen oldu mu ki? İşe güce dalıp babanın çayını, yemeğini de hazırlamadık,” dedi, eli ayağına dolaştı, sonra da kızına dönüp:
“Gülgez, anan kurban olsun, çabuk ol, kuş gibi git, çaydanlığı doldur, getir, ben de ocağı yakayım,” dedi ve sonra alel acele dışarı çıktı.
Koyunların önü sıra eve doğru gelen Memiş, değneğini evin duvarına dayayıp elini yüzünü yıkamadan odaya doğru geçti ve geçerken de:
“Nerde benim çayım! Yoksa çay pişirmediniz mi?” diye bağırdı.
Kıztamam suçunu itiraf edercesine, sesini kısarak ve adeta yalvararak:
“Memiş, kadanı alayım, yaylaya göçeceğiz diye eşyaları toparlamakla meşgul oldum, üstelik böyle çabuk döneceğini de beklemiyorduk. Biraz sabret, ocağı yaktım, şimdi çayın da, yemeğin de hazır olur, merak etme…” dedi ve sonra da Gülgez’in getirdiği ve ocağın isinden kapkara olmuş çaydanlığı, yenice alevlenen ocağın üstüne koydu.
“…Evet! Öğlen oldu mu? Ha! Benim, yazıda yabanda ineğin koyunun ardı sıra koşturmaktan canım çıksın, siz de evde oturun, üstelik Allah’ın çayını da hazırlamayın, öyle mi!?” diyen Memiş, duvara dayadığı değneğe doğru yöneldi ve: “Ben, senin yedi sülalenin…” diye ağza alınmayacak sözler savurup göçün ardında kalan hünersiz köpek gibi hırıldaya, hırıldaya küfür etmeye başladı.
Memiş böyle durumlarda, eğer evden birini eline geçiremezse, bu eve kendisinden daha fazla hayrı dokunan ahırdaki eşeği ya da kapıdaki köpeği döver; acısını bu zavallı hayvanlardan çıkarırdı. Değneğini alıp bu hayvanların başına çökünce; eşeği anırana kadar, köpeği de ulayana kadar döverdi.
Ertesi gün uzak bir yolculuğa çıkacaklardı. Bir kaç gün sürecek olan yolculukta, ağır yüklerini taşımak için eşeğe ihtiyaçları vardı, eşeği Memiş’in cengine vermek olmazdı, onu korumak lazımdı. Evdeki iki oğlan, zavallı eşeği, sebepsiz yere öfkeye kapılan babalarının gazabından kurtarmak için önlerine katıp obadan uzaklaştırarak, ucu bucağı görünmeyen ovaya doğru kaçırmışlardı. Memiş’in, yaylada adeta sağ kolu olan kocamış köpeği ise bu kış, hayvanlar arasındaki bulaşıcı bir hastalıktan dolayı ölmüştü.
Kıztamam, Memiş’in kopardığı bu “fırtınadan” kurtulmak için canını alıp kızı Gülgez’i de kucağına bastırarak komşuları Gülsümgile kaçmıştı. Kıztamam, Memiş’in, Gülsüm’ün kocası ve obanın hatırı sayılan büyüğü olan Bağır kişinin korkusundan Gülsümgile yaklaşmaya cüret edemeyeceğini iyi biliyordu. Şimdi Memiş, önüne ilk kim çıkarsa, bir bahane bulup sövecek, sonra da eve geçip Kıztamam’a ver yansın edecekti.
Kıztamam, yanında Gülgez ile Gülsümgilin evinin penceresinden dışarıyı seyrediyor, bundan sonra daha nelerin olacağını kestirmeye çalışıyordu ki, tahmin ettiği şey oldu: Ağılların arasından çıkan Mehrab adındaki genç bir oğlan:
“Memiş dayı! Ne oldu? Bu göç vaktinde yine ne diye bağırıp çağırıyorsun, niye ortalığı velveleye veriyorsun?” diyerek onu sakinleştirmek istedi.
Memiş, demirci körüğü gibi fısırdayarak: “Sana ne?” dedi, “Sen işine baksana, yoluna devam etsene!”
Mehrab yüzünü Memiş’e doğru çevirip:
“Ay kişi, ben sana ne dedim ki? Niye ortalığı velveleye veriyorsun, dedim? İşte, bak, çocuklarını da esir etmişsin. Zavallı çocuklar, telaşla kaçışıyorlar,” dedi ve sırtını dönüp oradan uzaklaşmak istedi.
Memiş ayaklarını sürüye sürüye genç oğlana doğru yürüyüp: “Ede! Şimdi sen bana akıl mı öğretiyorsun? Senin baban Şamil’in, göç yolunda Şehretük’ten geçerken ölen dedenin…” diye bağırarak değneğine sarıldı.
Mehrab: “Memiş dayı, küfür etme,” dedi, öfkesini güçlükle yenerek: “Ay domuzun…” demek istedi ama kendisini zor zaptetti. “Hava almış yayık gibi pis pis guruldayıp durma…” diye, bu ağzı bozuk adamı susturmak istese de, olmuyordu.
Memiş sövüyor, ağzına geleni diyor, Mehrab’ı, “seni öldürürüm” diye tehdit ediyor, değneğini ikide bir havaya kaldırarak ona vurmak istiyordu.
O anda olanlar oldu, Memiş ile Mehrab birbirine girdiler. Kıztamam onları izlediği pencerenin gerisinden:
“Gözüne kurban olduğum Mehrab, hışmaladı ha! Bırak canını alsın!” diye içinden mırıldandı. Mehrab, üstüne gelen Memiş’i bir hamlede yakalayıp ellerini birbirine doladı ve onu güçlü kollarının arasına aldı. Memiş’in kaburgasını kıracakmış gibi sıkıyor:
“He, ne oldu? Haydi, vursana?” diye bağırıyor, kendinden yaşça büyük, babası yerindeki olan Memiş’in küfürlerine karşlılık vermiyor, sabrediyordu. Üstelik mengene gibi sıktığı rakibine el kaldırıp vurmaya da kıyamıyordu. Memiş yine ağzına geleni saymaya başlayınca, Mehrab onu dürüp büküp kucağına aldı ve götürüp evin içine fırlattı. Memiş kendine gelemeden, kapının sürgüsünü de dışardan kilitleyerek:
“Evet, Memiş dayı, bak işte böyle, şimdi istediğin kadar söv. Çok acıkmışsın, biliyorum. Kıztamam hala tabağı, kaşığı da henüz yüke sarmamış. Yiyecek, içecekler de ortalıktadır. Şimdi gönlünce ye, iç, tuluğunu gönlünce doldur ki, başındaki cinler cirit oynamasın. İstersen Kıztamam halaya seslen de kapının kilidini açsın…”
Mehrab, bu yaptığı işten kendisi de memnun olmuştu. Bir kahkaha atıp güldükten sonra, yüksek sesle:
“Memiş dayıyı zararsız hale getirmenin kolayını bulmuşum. Sövmesini engellemek, sesini kesmek için de bir yol bulacağım,”
deyip ağıldan çıkardığı koyunların arkasına düşüp ovaya doğru yol aldı, uzaklaştı.
***
…Kıztamam, bu gün sabah erkenden, daha güneş doğmadan çıkıp; öğleye kadar gittiği yoldan geriye dönüyordu. Kışlağa varması için daha hayli yol vardı. Asfalt yoldan kışlağa kadar olan on sekiz kilometrelik mesafenin, olsa olsa beş altı kilometresini katetmişti. Sabahtan beri kat ettiği yol ise, alması gereken mesafenin tam iki katıydı. Güneş yaktıkça yakıyor, Kıztamam’ın nefesi tıkanıyordu. Ancak gitmeliydi, üstelik bir an önce obaya, kışlağa ulaşmalıydı. Eğer onlar obadan ayrıldıktan sonra birileri gelip almamışsa, bin bir eziyetle topladığı ama kışlakta unuttuğu yünü alıp; o yolu tekrar katederek yaylaya götürmeliydi. Tabi ki, her zaman olduğu gibi, göç yola düştükten sonra, çevredeki obalardan gelip yurt yerini dolaşan, unutulmuş işe yarar eşyaları toplayıp götürenler Kıztamam’ın yününü de almamışlarsa!…
Elbette bütün bu dertlerinin, cefaların sebebi kocası Memiş’ti… Birden duraksadı. Sanki evlatları, beş oğlu ve bir kızı, melul melul ona bakıyorlar, sanki: “Ana, biz ne olacağız? Bizi de mi terk edeceksin? Biz ne yaptık ki,” diyerek incinmiş bakışlarla onu süzüyorlardı. Bahtına isyan ettiğinden dolayı, evlatlarını düşünüp mahcup oldu. İçinden, çok şükür, çocuklarımın aklı başında, güçlü kuvvetliler, sağlıkları da yerinde, diye Allah’a şükretti. Büyük oğlu, Gence’de, Ziraat Fakültesi’nde okuyordu, oğlan Zootekni bölümü ikinci sınıf öğrencisiydi. Kıztamam her türlü meşakkate katlanıyor, büyük emekler sarfediyor, kıt kanaat geçinip gidiyorlardı. Oğlunun okuması için evdekilerin boğazından kesiyor, bin türlü çileye boyun eğerek Balahan’ı okutuyordu.
Memiş denen evi yıkılası ise, Balahan tatile geldiğinde de ortalığı birbirine katıyordu. Zor geçen sınavlardan sonra, yarı yıl tatilinde köye gelen oğlunu, geldiği günden gidene kadar çalıştırıyor; mal davar otlatmak bir yana, ahırın temizliğini de Balahan’a yaptırıyor, akademide okuyan bir öğrenciye yakışmayan işleri yapmaya mecbur ediyordu. Kıztamam ağzını açıp: “Oğlan beş günlüğüne misafir geldi, biraz dinlense, ne olur,” dediğinde ise ortalık savaş alanına dönüyordu. Memiş, eğer karısı yakınında, elinin yettiği yerde ise değnek ile onun dallarını buduyor; eli yetişmiyorsa yedi göbek sülalesini, gelmişini, geçmişini bir bir sıralayıp ağzının dolusunca sövüyor; oğlunu da karısını da el aleme karşı rezil rüsva ediyordu.
Kıztamam, tatil bitip Balahan’ı okula gönderirken, onun için gizli gizli biriktirdiği harçlığı, Memiş’ten uğrun oğlunun cebine koyuyordu. Oğlu Balahan:
“Ana, benim çalışıp para kazanıp size yardım etmem gerekirken, sizin işinizi daha da zorlaştırıyorum, dilekçe verip açıktan okuyayım, size yardımcı olayım,” diyordu.
Kıztamam da duygulanıyor:
“Herkes bizim gibi oğlum! Kıt kanaat geçinip gidiyorlar, bunun için kendini sıkma,” diyerek oğlunu bağrına basıp yola salıyor, arkasından da bir kova su serpiyordu.
… Evet, su! Su içmek istiyordu Kıztamam. Susuzluktan içi yanıyordu. Denizin dalgası gibi bir su kütlesi, onun üstüne doğru geliyordu. Kollarını iki yana açtı. O su kütlesini kucaklayıp, avuç dolusu içmek istedi ama elleri havada asılı kaldı. Kan ter içindeki gözlerini açtı. Biraz daha dikkatle ön tarafına baktı, su değildi. Çocukları da yok olmuşlar, ortalarda görünmüyorlardı. Gördüğü seraptı, aldandığını, gördüğü hayali, su sanıp o suya doğru gittiğini anladı.
Güneşin yakıp kavurduğu kuşotları ayakları altında hışırdıyor, tabanları göyünüyor, ayakları zonkluyordu. Ayakları, ayakkabılarının içinde alev alıp yanıyordu. Mutlaka su toplamıştı parmakları, yolun sonu ise görünmüyordu. Çevresine bakınıyor, göçü sabahleyin katarladıkları, yıllardan beri kışladıkları, kendilerine yurt bildikleri obaya ne kadar mesafe kaldığını kestiremiyordu. Burada dere, tepe yoktu… Dere, tepe, kaya, meşe ocağı türlü işaretler; bir haftadır hazırlık görüp, bu gün sabah erkenden yola düştükleri dağlardaydı. “Burası Muğan dedikleri yer, burası Acıdüz”? diye geçiriyordu içinden.
Evet, gerçekten de acı bir düz idi. Güzel isim koymuşlardı bu araziye. Obada unuttuğu, geçen güzden beri tel tel, kelep kelep topladığı, özenle sarıp bağlayıp harala koyduğu, yıkayıp temizleme işini de özellikle yaylaya sakladığı bir haral yün içindi bunca çile. “İnşallah yerinde duruyor,” diye geçirdi içinden Allah’a yalvarıyor, bu öğle vaktinde, güneş tepesini dövse de umutla yol alıyor, aceleyle obaya doğru gidiyordu.
İçini gam, keder bürüdü, kaygılarından uzaklaşmak için türkü söylemek istedi. Yok, dili, damağı, güneşin kızgın diliyle yaladığı sahra gibi kuruydu, kupkuru… Sesi çıkmıyordu. Dertlerini diliyle dişi arasında, dudakaltından mırıldandı:
Nerden geldi bilmediğim,
Gam suyuna dökülmüşüm.
Sarıp içimi,dışımı
Keder olup bükülmüşüm.
Biraz daha ilerledi. Gerçekten de bükülmüştü, uzun, servi kameti eğilip kısalmıştı. Yakıcı sıcaklık takatini kesiyordu. Gözlerinin içi tutuşup yanıyordu. İçine bir keder doldu o an, yine dudaklarına hazin fısıltılar kondu:
Gözünün önünden yine bir su dalgası geçti. Dudağı ıslandı. Diliyle dudağını yalamak istedi, diline tuz tadı geldi. Yanağından aşağı süzülen tuzlu su, toza toprağa karışan teriydi.
Bedeni, bin yerinden sızlasa da hayali onu alıp yaylaya, bu yıl konacakları, çadırlarını kuracakları “Cam Bulağı”na götürdü. Sanki yüzüne, dağ başından esen hafif bir yayla meltemi dokunuyordu. Birden kendini toparladı. Etrafına bir göz gezdirip baktı. Yok, henüz o uçsuz bucaksız düzlükte, çölde idi. İyice tepeye dikilen güneş, adeta kafasını deşiyor, beynini eritiyordu.
Kurudere’ye ulaşmıştı. Buralarda, yerden biraz yükselen, başını indirip saçakları ile toprağı tarayan şahsöğüt çalıları göze çarpıyordu. Elbette bunlar da bu arkın su ile dolu olduğu zamanların yadigarıdır, diye düşündü. Sıcaktan boğuluyordu. Başındaki şalı açıp elinde silkeledi, sonra da başına örtüp çenesinin altından, boğazından çarpaz bağladı. Birden, kulaklarının sağırlaştığını, hiçbir şeyi duymadığını sandı, yağlığını bir daha açıp başından sıyırdı. Yazmasını kulaklarından yan tarafa doğru çekti, kulaklarını dışarıda tuttu ki, hem yel değsin, hem de işitebilsin. Rüzgardan iz, nişan yoktu, muğan rüzgarının esmesine de hayli vardı. Şimdi öğle zamanıydı. Sıcak rüzgar ise öğleden sonra çıkacaktı. Çöldeki şahsöğütlere dikkatle bakmaya başladı. Baktı ve meşe, çam, çınar ağaçlarını hatırladı. Bir küçük dalı ile nerdeyse bir günlük mesafeye gölge salan ulu çınar dallarını düşündü. Savaşta yitkin düşen, yüzünü dahi görmediği babasının evinde yaşadığı yıllarda, ekin biçerken, başak toplarken bir kırık meşe dalının gölgesinde o kadar zaman geçirmişti ki…
Gözü alabildiğince ileri bakıyordu, önündeki ise şahsöğüt çalısı idi yani tuzlu toprağı kucaklamış sahranın yeşilli gelini… Düşünüyordu: “Ben zavallı, ucu bucağı görünmeyen bu susuz çöllere, kuru sahraya kara günlü oluşumdan düştüm. Acaba şahsöğüdün ne derdi vardı ki, böyle sahraya düşmüş? Bu yeşil dalı beğenip seçmiş, kendi adına yakıştırıp, “şahsöğüt” demiş?” Burnuna, ocakta yanan şahsöğüdün hoş kokusu geldi sanki. Yok, güneşin sıcaklığı, harareti idi, söğüdü yakan.
Güçlükle de olsa adımlarını atıp yürüyordu. İlerledikçe biraz önde ağ kangal ve deve dikenlerinin kurumuş gövdeleri görünmeye başladı. Buralar önceki yıllar kondukları kışlaklardan biri olmalıydı. Bu bitkiler, buralar kışlak olarak kullanıldığı için burada bitmişti.
Birden bir hırıltı duydu. Kurumuş ağ kangal dallarının arasında bir şey kıpırdadı. Gözlerini güçlükle de olsa birazcık geniş açıp dikkatle bakmaya başladı. Yanılmamıştı, hareket eden kuru kangal dalları arasından gelen o sesi çıkaran bir yılandı. Korkmuş, korkudan taş kesilmişti. Sıcaklığın hararetinden adeta pişen, başına gelenlerden ve yıllar boyu çektiklerinden dolayı yorgun düşen yüreği, delice çarpıyor, yerinden kopmak istiyordu. Yılana doğru gitmesi mümkün değildi, Allah’a yalvarıyordu, içinden kopup çıkmak isteyen yüreği, bir anda coşan beyni ile “Allah’ım yılan bana doğru gelmesin,” diye yalvarıyordu.
Bu yılan Gürze8 ise üstüne doğru sıçrayabilirdi. Dikkatle sesin geldiği yere doğru bakıyor, birdenbire karşısına çıkan bu “sahra avcısı”nın ne tür bir yılan olduğunu öğrenmek istiyordu. Evet! Galiba gürze idi, yok yok efi9 yılana da benziyordu… Gürze öğle vaktinin yakıcı sıcağında güneşlenmek için can atar, adeta güneşle kucaklaşır, kızgın toprağa sarılır. Şimdi de vakit öğle ve yakıcı bir sıcak olduğu halde neden kangal dikenlerinin arasına sokulmuştu? Gürze ki, açık arazide, kuyruğu üstüne dikilerek gezerdi. Kendini toparlayıp biraz daha dikkatle baktı. Yılanın rengi kırmızydı. Kızıl yılan! Evet, kızıl yılandı, şükür Allah’a… Derinden bir nefes aldı. Büyüklerin: “Kızıl yılan, yılanlar içinde en mert olanıdır, sen dokunmazsan, o da sana dakunmaz, asla zarar vermez” dediklerini duymuştu.
Yere eğilip avuçlarını, üstüne kurumuş yavşan otları da dökülmüş, ateş gibi yanan, kızgın toprakla doldurdu ve yeniden doğruldu. Bir kaç metre ötede, bedenini yarıya kadar yukarı kaldırmış kızıl yılan duruyordu. Gördüğü, sanki kızıl yılan değil, alev alıp yanan bir ipti. Yılan çekip gitmiyor, ona bakarak uzun çatal dilini çıkarıp oynatarak tıslıyordu.
Kıztamam, darda kaldığı o an, “nine” diye hitap ettiği anası Balanaz’ın, beş bacının tek kardeşi, ata ocağını söndürmeden devam ettiren kardeşi, evin tek oğlu Süceddin’e: “Ocağımızı söndürme, ata yurdumuzu terk etme, yerimizi yurdumuzu viran koyma. Viran olan yurtta ya baykuş öter ya da yılan meler…”diyerek yalvarmasını hatırladı.
Bir şeyler yapmalıydı, kayıtsız kalamazdı çünkü karşısındaki ne de olsa yılandı. “Yılanın ağına da, karasına da lanet” demiş atalar. Şimdilik sakince bekleyen yılandan bir an önce uzaklaşmalıydı. İleri gidemezdi çünkü yılan üstüne atılabilirdi. Avuçlarındaki kuru toprakla, daha doğrusu tozla, yılana ne yapabilirdi ki? Önceki yıllarda kondukları, şimdi ise harabe olan yurd yeri, Kıztamam’ın gözüne korkunç yılanların yuvası gibi görünüyordu. Adım adım, yavaş yavaş geri çekilmeli, oradan uzaklaşıp yılanın sağ tarafından geçerek gitmeliydi. Böyle yaparsam daha iyi olur, diye düşündü ve kendi kendine:
“Evet, öyle yapmalıyım,” deyip ağır ağır gerilemeye ve sonra da sağ omuzu üstünden yılana baka baka, yılanın yan tarafından hızla geçerek oradan uzaklaşmaya başladı.
Renk! Elbisesinin rengi! Şimdi de sırtındaki elbiselerin rengi, onu korkutmaya başladı. Çocukken ninesinden, kızıl yılanın, bir rengi çok sevdiğini işitmişti. Kızıl yılanın sevdiği o rengi hatırlayamıyordu, acaba hangi renkti? Köyneğine, elbisesine göz gezdirdi:
“Ey Allah’ım, sen bana yardım et! Elbisemde hangi renk yok ki…”diye sızlandı.
Kendini biraz daha kenara çekip arkasına dönerek yılanın durduğu yere doğru baktı. Yılan görünmüyordu. Kuru kangal dallarının kıpırdadığını mı hissetmişti? Kızıl yılan ona hücum mu ediyordu? İçindeki vesvese büyüdü, korkuları arttı. Allah’ım, imdadıma sen yetiş, diyerek uzaklaşmaya çalıştı. Arkasından gelen bir ses duydu, sanki bir şeyler, ona doğru sürünerek geliyordu. Yılan olduğunu düşündü. Farkında olmadan adımları hızlanmıştı. Ancak şimdi dönüp arkasına bakamıyordu. Arkasına bakacak durumda değildi. Sadece kulağını geriye vermiş, gelen sesleri dinliyordu. İleriye doğru olabildiğince hızlı adımlarla giderken, arkasından gelen sese de kulak kesilmişti. Yok, artık ses gelmiyordu, belki de o duymuyordu. Yürüdükçe başmaklarının altında ezilen kuru otların, çorak toprağın kesekleri ezilip hışırdıyordu, başka bir ses, seda yoktu.
Gördüğü yerden hayli uzaklaşsa da, içinde kızıl yılanın korkusu vardı. Öyle bir korkuydu ki, hâlâ ardından sürünerek geliyordu. Önünden seraplar hücum ediyor, arkasından ise korkular geliyor, onu haklamak istiyordu. Ama Kıztamam, kışlakta, obalarında unuttuğu bir haral dolusu yünün, ondan önce obaya varan başka birine kısmet olmaması için var gücüyle ilerliyor, kendi helal malına ulaşmak için acele ediyordu. Vücudunun bütün azaları sızlıyor, bin yerden ses çıkarıyor olsa da hâlâ aklı yerinde, hâlâ kendindeydi.
Kıztamam dünyanın bin bir türlü derdini, kavgasını dile getirip düşüne düşüne, alevin, ateşin içinde yana yana, yolculuğun son deminde ise artık sürüne sürüne, en sonunda kışladıkları yurda; sakinleri bu gün sabahleyin erkenden yaylaya göçmüş olan obanın yakınlarına gelip çatmıştı. Gözlerini tez tez kırparak, gözbebeklerine akan ter damlalarını kovdu. Bütün kışı, ilkbaharı geçirdikleri sığınağı, sığınağın karşı tarafındaki yurt yerini açıkça görüyor, oraya ulaşmak için acele ediyordu. Acaba gördüğü serap mıydı? Serap gözünün önünü kesiyordu. Kıztamam ise şimdi gördüğü o seraba doğru yürüyordu. Gözleri kararıyor, gördükleri: Kışlak, sığınak, yurt yeri… bir anda yok oluyordu.
Evet, görüyordu. Gördüğü oba idi, kendi obaları. Artık tükenmekte olan gücünü son kez toplayıp hareket etti…
…Bu ovanın sakinleri, yayladan obaya, obadan yaylaya göçen ahali ile ticaret yapan, onlarla alış veriş eden Süphan, çoluk çocuğun “univermak” diye isim taktığı demir kasalı kamyonu geniş arazinin tam ortası olduğundan, Kıztamamgilin, yani Bağır dayının evinin yakınına eğlemişti. Süphan, bu obanın sabah erkenden yola düşeceğini dünden biliyordu. Veresiye mal verdiği, mal aldığı adamlardan, parası olanlarla, eline para pul geçenlerle aralarındaki hesabı burada kapatmıştı. Yayladan dönünce koyunlarını, keçilerini iyi bir fiyata satmak ümidi ile göçenlerle ise daha sonra hesaplaşacaktı. Bu obanın ahalisi çalışkan oldukları kadar da hakkı gözeten, sözüne sadık, dürüst adamlar olarak bilinirlerdi. Sorsan, bundan on yıl önceki borçlarını ne zaman alıp ne zaman verdiklerini günü gününe, saati saatine söylerlerdi. Süphan ile bu ahali arasında karşılıklı güven ve itibara dayanan samimi ilişkiler vardı. Birbirlerini sayıp severlerdi.
Süphan birkaç kilometre ötede, kendi köylülerinin yanında yerleştiği obadan sabahleyin erkenden çıkıp bu gün yaylaya göçen obanın yanındaki demir köşküne gelmişti. Kendisi de eşyalarını toparlamalıydı. İki haftadır, birbiri ardınca kafileler halinde yola düşen göçlerin sonuncusu da yarın, yayla yoluna düşecekti. Arkadaki beş altı oba ile, yarın sabah erkenden, o da yola çıkacaktı.
Süphan yapayalnızdı, oba göçmüştü, etraf sessiz, sakindi. Kulağının alıştığı, koyun, kuzu, inek, dana sesi gelmiyordu. Kedi bile miyavlamıyordu. Sıkıldı, buradan gitmek için acele etmeliydi. Hemen toparlanıp götürülmesi gereken küçük parça eşyaları torbaya doldurdu ve demir köşkünün duvarına dayayıp kapının kilidini yerine asıp kilitledi. Birden ne düşündüyse, göçü yola dizilmiş obayı bir daha gezip dolaşmak geldi aklına. Belki de bir kimsenin, aceleyle unuttuğu, yaylaya götüremediği gerekli bir eşya kalmıştır, diye obada ne var, ne yok bir kez daha gözden geçirmek istedi.
Obanın içerisinde dolaşıp etrafı kolaçan etti. Birbirine benzeyen kamıştan yapılmış el yerlerinden birinin açık kapısından içeri baktı, içeride duvara dayalı büyük bir haral gördü. Önce saman veya otla dolu olduğunu, bu nedenle de duvara dayalı olarak bırakıldığını sandı. Yine de emin olmak için haralın içine bakıp yoklamak istedi. Uzunca boyunu azca eğip içeri girdi. Haralı kurcalayıp baktı, haral yün ile doluydu. Kiminse, unutmuştu. Haralı, kapısı, kilidi bile olmayan kamış damda bırakıp gitmek olmazdı, sürüyerek dışarı çıkardı, sürüye sürüye, demir köşküne getirdi, kapıyı açıp içeri yuvarladı. Sonra da tekrar kapıyı kilitledi. “En iyisi buradır, sahibi bulunursa, veririz,” diye söylendi.