Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kara Özek», sayfa 2

Yazı tipi:

Duvarın köşesine kederle çöküp sözlerine devam etti:

“– Burada hukuktan, haktan anlayan ne bir akrabam var ne de arayan, soran. Sınıf arkadaşlarımın elinden gelir mi ki şu köpeklerle konuşmak? Hey Allah’ım! Ne vardı o lanet meydanda? İlla gideceğim diye tutturdum. Ölürlerse ölsünler. Dövüp mü öldüreceksiniz, yararak mı, keserek mi, benim için fark etmez deyip kaçmak lâzımdı. Geberirlerse gebersinler, bana ne! Ne yaparlarsa yapsınlar! Birbirlerini döverek mi, keserek mi öldürecekler, öldürsünler! Tabana kuvvet kaçmalıydım. Şimdi halime bak. Kaymak yiyen kurtulur, dibini yalayan tutulur diye boşuna dememişler. Yala dibini beyinsiz, ahmak! Allah’ım! Anam duyarsa ne olacak? “Hayatta inandığım sendin, yavrum. Nasıl düştün bu hale? Kaç kere söyledim sana? Kimseye bulaşma, yalnız yürü, demedim mi,” diyecek. “Şimdi ne yapacağız?” diye üzülürse canım çıkacak! Çok zor kazandığım okuldan atarlarsa halim ne olacak? Allah’ım! Böylesi de olurmuş hayatta. On sekizimde hapsi boylarsam, kalan ömrüm ne olacak? Cehennemin dibi bu karanlık! Of Allah’ım!”

Haknazar’ın kendi kendini tüketip bitirmesi ve başı sonu olmayan, sınırsız kaygısı şakaklarını sıkarak başını ağrıtmaya başladı. O küçücük nezarethane odasının içinde dudaklarını ısırarak, elini eliyle yumruklayarak, bir o tarafa, bir bu tarafa, hiç durmadan gitti geldi, gitti geldi.

* * *

Ertesi gün o subay dedi ki:

“– Evet, Şıgayev, seninle tartışacak veya iddialaşacak hiç zamanım yok. Zaten tüm kıymetli vakitlerim senin şu işlerinle heba olmakta.”

Soruşturma süreci tamamlanmış görünüyordu. Hiddetle konuştu:

“– Sen, dünkü gibi bölük pörçük sözlerle karşı çıkmayı bırak! Neden yaptığını üzerine almıyor diye başkan bile sana sinirleniyor. O yüzden işi uzatmadan ellerine yaptığını…”

Sözüne ara verdi, içtiği sigarasını küllükte ezdi, son dumanı tüterken üzerine tükürüp söndürdü. Konuşmasına devam etti:

“– Ellerinde yaptığını şu kalın boynunla kaldır artık. Seni kendi yerime koyup söylemekteyim. Bizim bölümde suç arama grubu var. Eğer sivil polisi dövdüğünü itiraf etmezsen “adam öldürdü” der, üzerine cinayet suçunu atarız.”

Derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti:

“– İşte bundan hiçbir şekilde kurtulamazsın. Subay olarak yemin ediyorum. Bu suçun önemli bir şey değil. En çok üç sene hapis yatar çıkarsın veya sadece bir sene yersin. Bana güven. Bana kolay mı geliyor sanıyorsun bunlar? Şu olayların tamamı?”

Ardından parmağı ile yukarıyı gösterdi:

“– Sizlerle uğraşan biz değil, onlar.”

“Onlar”ın anlamı hükumettekilerdi.

“– Düşünsene, çocuk değilsin artık, dedi sonra. Hükumete karşı çıkarsan hangi hükumet affedecek ki seni? Kimse affetmez. Sizler tarihteki Dekabristler gibi oldunuz. Ha ha ha! Sizler yerel Hükumete sokaklara dökülüp şiddet uygulayarak karşı çıktınız. Sovyet Hükumetini yok etmek istiyorsunuz. Bizi, yani, başka ulusları kovmak istiyorsunuz. Öyle değil mi? Hiç boş yere başını sallama. Hepinizin fikriniz bu! Elinizden gelse kafamızı kesmeye hazırsınız. Neyse, neticede meydana çıkıp miting düzenlemeniz, eylemleriniz, Hükumete karşı yaptığı konuşmalarınız siyasete giriyor. Bu suçlarla ilgili açılan davalar kolay kolay kapatılmaz. Bunu hatırında tut! O yüzden sen bu suçla kurtulduğuna sevin.”

Burnunu kaşıyıp konuşmasını sürdürdü:

“– Tutanakları imzalayıp karşı çıkmazsan yasal olarak kolaylık sağlarız. Hapiste sadece bir sene yatarsın. Belki de şartlı tahliye olur, mahkeme salonunda özgürlüğüne kavuşursun. Durum bundan ibaret. Artık okulu da farklı konuşuruz seninle. Okuluna mı devam edersin, başka yere mi, kendin bilirsin. Hayat senin hayatın. Aksi halde seninle çok farklı konuşmak zorunda kalacağız.”

O mavi gözlü subay bıyıklarını ısırarak pek çok öneride bulundu. Soruşturma sırasında ilk kez bu kadar samimi konuşmuştu.

Haknazar konuşmanın kimi sözlerini duydu, kimi sözlerini de duyamadı. Çünkü aklı başka yerdeydi. Hem kendisine bağırılıp hakaret edilmiş hem de çok kötü bir şekilde dayaklar yemişti. Yarım yamalak uykuyla, azıcık yemekle geçirdiği beş-altı günden sonra bayağı sersemlemişti.

* * *

Subay iki genci içeri getirdi. Duvara dayalı bankı gösterip konuştu:

“– Oturun, gençler!”

Ardından da Haknazar’ı oturttu. Hemen bir açıklama yaptı:

“– Şimdi şahitler gelip üçünüzün içerisinden suçluyu bulacak. Kimse konuşmasın.”

Sonra da sorgulama odasına orta yaşlı tombul kadını getirdi.

Şahidin ifadesini almaya başladı:

“– Vatandaş şahit! Şu oturan üç kişinin içerisinden 18 Aralık’ta Brejnev Meydanında olan olaya katılan, sadece katılan değil, Zyavingtsev’i, yani sivil polisi döven, yere vurup kolunu kıran suçluyu bulun. Bunların içerisinde yoksa onu da söyleyin. Haydi!”

Ama yanlış bir şey söylemiş gibi durakladı. Ardından hemen açıklama yaptı:

“– Bir dakika, bekleyin, bekleyin! Yalan şahitlik yapan vatandaş yasalara göre suç işlemiş olur. Bunu biliyorsunuz değil mi? O zaman şurayı imzalayın. İşte! Oldu. Şimdi şunlara bakın. Hangisini meydanda gördünüz?”

Orta yaşlı tombul kadın subayın gösterdiği gençlere baktı. Hemen sağ tarafta, pencereye yakın yerde oturan Haknazar’ı parmağıyla gösterdi:

“– İşte, bu genci… Gördüm.”

“– Hangi gün gördünüz,” diye sordu subay.

Şahit bir an tereddüt etti:

“– Hangi gün mü gördüm?”

Sonra mendiliyle gözlerini silmeye başladı:

“– Tam hatırlamıyorum.”

“– Neyse, dedi sorgucu subay.

Şahit kadınla Haknazar’ın ortasında durmuş, ayaklarını aralamış, Haknazar’a bakıyordu:

“– Şimdi… Siz bu gencin koluna kırmızı kumaş bağlayan sivil polisinin kolunu kırdığını itiraf ediyor musunuz?”

Kadın yorgunluktan, halsizlikten, dayaktan perişan olan Haknazar’ı görünce gözlerini başka tarafa çevirdi. Çaresizce konuştu:

“– Evet. İtiraf ediyorum.”

“– Harika! Haydi, artık burayı imzalayın burayı!”

Ne olursa olsun subay işinin uzmanıydı. Kadından sonra kıvırcık saçlı, otuz yaşlarında bir şahidi daha getirdi. O da işaret parmağıyla Haknazar’ı gösterip suçu onun işlediğini itiraf edince galiba çok rahatladı ki keyifle ellerini durmadan ovuşturup tutanağı doldurmaya başladı.

İşin nereye gittiğini anlayan Haknazar en son çareye başvurdu:

“-Vatandaş Sorgulayıcı, Bu şahitler ne derlerse desinler. O gün yanımda arkadaşlarım vardı. Onlar olayın tamamını gördüler. Onlara hadisenin nasıl olduğunu sorabilirsiniz.”

Tutanağı doldurmakta olan subay hemen başını kaldırdı. Sinirli bir gülüşle konuştu:

“– Sen, Şıgayev! Meydana yalnız gittim demiştin. Hatırladın mı? Tutanağa öyle yazılmıştı. Artık ne desen de kıymeti yoktur.”

“– Ne olursa olsun. Ben Mahkemede kendi şahitlerimi çağırırım,” dedi Haknazar.

Subay elindeki dolma kalemi masanın üzerine koydu:

“– Tamam, dedi. Al tutanak kâğıdını. O gün olanları yeniden yaz. Şahitlerinin isimlerini de ilave et!”

* * *

İki gün sonra Haknazar’ı tekrar çağırdılar. Sorgucu subay son ümidine sımsıkı sarılan gencin önüne beş-altı mektubu attı:

“-Haydi! Oku şunları!”

Haknazar hepsini bir solukta okudu. Çok şaşırdı, iyice sinirlendi. Ardından büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Kalbi sıkıştı. Hiçbir yere sığamadı. Hemen hayata küstü.

Arabaya bindirilip Savcıya götürülürken “Artık iş olacağına varıyor,” diyordu kendi kendine.

Basarov adındaki Savcı Haknazar’ı içeri almadı. Ama dosyasını alelacele inceleyip tutuklanmasına karar verdi.

Artık Haknazar için “üç gün sonra insan köre de alışır” sözü gerçekleşiyor, üç saat geçmeden kendi kaderini kendine itiraf ediyordu.

* * *

Mahkûmların ve tutukluların götürüldüğü cezaevi aracına kaşla göz arasında oturtulduğu, demir kapıların gürültüyle kapatılarak cezaevine girdiği o gün dün gibi hatırındaydı. Güvendiği dostları ifadelerinde “Meydana gitmedik, Haknazar’ı da görmedik” demişlerdi.

Göçebe hapishane oldu mu? Her şey yerleşik yurttan gelmiş ya. Geçici hapis, hapishane ve zindan.

Asırlarca yaşanan hapis ve sürgünün çeşit be çeşidi görüldükçe hep hatırlanan ve daima söylenen şu atasözü nasıl da gerçekti: “Hapis ile dilencilik sana sorarak gelmez.”

Yine bu atasözü kaynar kazanda derin acı ve yoğun ıstıraplarla kaynatılan hayatlardan alınmış bir hakikatti ve imparatorluğun hegemonyası altında ezilen halk da artık zindanın nasıl olduğunu çok iyi biliyordu.

İli nehri Alatau’ın ortasında bulunan Nayzakara ve Demirşın’ın gölgeli tarafında olan Köktöbe’nin eteğindeki topraklara 1854’den itibaren Vernıy kalesi inşa edilmeye başlamış, sonradan buraya bugünkü Almatı hapishanesinin temeli atılmıştı. Tarihi sabıkası olan Bastille, Matrosskaya Tişina Butyrka, Taganka, Lefortovo gibi meşhur hapishaneler gibi olmasa da bir asırdan fazla geçmişi olan Almatı hapishanesinde yaşananlar hiç de az değildi.

Burada yer altı siyasi mahkûmları XX asırdaki XVI asrın, 1929’un, 1937’nin, 1951’in siyasi mahkûmlarının dört gözle sürgünü beklemişlerdir.

Hayatında ilk defa girdiği koğuşta ne yapacağını şaşırmıştı. İki gece gözaltında tutulduktan sonra bu yerde nereden ve nasıl yatak bulacağını bilemeden öylece ayakta kalmıştı. İçeride ekşi ter kokusuyla karışık berbat bir koku vardı.

Ağzı hayretle açık, dikilip dururken bağdaş kurup oturan bir mahkûm:

“– Gel buraya, dedi. Hangi maddeden ceza yedin?”

O adamın koğuştan sorumlu olduğunu sonradan öğrenmişti.

“– Bu ne gösteri?” Dedi Haknazar ona durumunu kısaca anlattı.

“– Mmm, eveeet, tamam, dedi adam. O köşedeki yer senin olacak. Oraya git. Yerleş”

Peşinden hemen eğilip kulağına fısıldadı:

“-Dur, fener var mı?”

“-O ne?”

“-Yanında paran var mı, diyorum.”

“-Hayır,” dedi Haknazar.

Gerçekten de yoktu. Küçücük kafesli pencereleri olan cezaevi aracında silahlı koruyucularla birlikte Soruşturma İzolatörünün görevlileri de mahkûmları baştan aşağı aramışlardı.

Sovyet hapishanelerinde uygulanan cezalardan biri de kafes cezasıydı. Mahkûmların içine tıkıldığı bu kafes daracıktı ve ahşaptan yapılmıştı. İçine sadece bir kişi sığıyordu. Seksen cm eninde, yüksekliği iki metre olan bir cendereydi. Mahpus dizini bükemezdi, sağa sola hareket etmede de çok zorlanırdı.

İşte bu kafesin karşısında çırılçıplak soyulup bekletilmişti. Bütün bu olanlardan sonra üzerinde nasıl para olacaktı?

Bu açıklamadan sonra adam emretti.

“– Tamam, gidebilirsin.”

Haknazar’a denk düşen döşek mahkûmlar için özel yapılmış yatağa serili, her yeri delik deşik, pamukları çıkmış, kalın, kötü kapitoneli, pis bir şeydi. Demiri de kalçasına batıyordu. Ama ona aldıracak zamanı yoktu. Nerdeyse ayakta uyuyordu. Çok yorgundu. Montunu yastık yaptı. Yatağa uzandı.

Ertesi gün hapishanenin üst kısmındaki gezinti yerinde temiz hava alıp gelen koğuş sorumlusu Adik ona bazı şeyler anlattı:

“– Sen şöyle yap. Evvela döşeğini toplamalı, düzene sokmalısın. Sonra karnını düşünmelisin. Öyle değil mi?”

“– Öyle.”

Sonra Adik Haknazar’ın yanında yatan üç- dört genci gösterdi ve dedi ki:

“-Herkesin kendi yağında kavrulduğu böyle bir yerde kişi sadece kendi başının çaresine bakmalı, yemek ve giyim konusunda ortaklık yapacağı kişilerle yani semeyka ile ilgilenmelidir. Senin “semeykan” işte bu adamlardır. Onlarla birlikte gezeceksin. Birlikte yemek yiyeceksiniz. Kaygı ve hüznünüz aynı olacak. Hücre koşullarını, buradaki gidişatı onlardan teferruatlı şekilde bir öğren. Benim ismimi ver onlara. Her şeyi sana ince ince anlatsınlar.”

Soruşturma İzolatöründe sadece “şilte” oluyormuş. Yorganı, battaniyeyi, yastığı dışarıdan aldırmak lâzımmış. “Dışarı” kelimesinin anlamı da şuymuş: Bazı mahkûmlar muhafızlar tarafından korunuyormuş. Bu mahkûmlar aracılığıyla giysi, gıda, yemek gibi gereken ihtiyaçları getirtebilirmişsin. Mahpus diliyle bu mahkûmlara “dubak” deniyormuş.

Bu siparişler elbette parayla yapılmaktaymış. Asgari ücretle çalışan bu dubak kısmı böylece ek işi yaparak para kazanıyormuş. Galiba bu işler kolay gözüküyor ki bu sebeple Kızıl Ordunun içişlerinde görevli askerler başka yerlerde iş bulamayınca Soruşturma İzolatörüne gelip yerleşiyormuş. Asıl amaçları bu yoldan kolay para kazanmakmış.

Bunlar mahpuslara çay, sigara, uygun gelirse bazen yasak olan şeyleri, meselâ içki ve eroini, gizli gizli getirip satıyor, bayağı para kazanıyorlarmış.

Bütün bu malların dışında akrabalardan para falan da aldırabiliyormuşsun. Ama getirdiği paranın bazen üçte birini bazen yarısını alıyorlarmış. Yani gardiyanla anlaşmaya bağlı imiş.

Hapishanede cebinde para olursa halin iyi demekmiş. Hem hücredeki mahpusların hem de semeykandaki kişilerin karşısında da değerin oluyormuş.

Haknazar bu durumu yavaş yavaş kavramaya başlamıştı artık. İlk zamanlarda gardiyanla nasıl konuşulması gerektiğini, onların dilini anlamanın, gözüne girmenin yollarını bilememişti.

Hapishanedeki gardiyanlar çeşit çeşitti. Mayın, inşaat gibi ağır işlerden kaçıp, elinde copla dolaşarak zaman geçiren, böyle kolay işlerde çalışan ve çoğu rahat para kazanmak için orada bulunan gardiyanların yanında her şeye rağmen ya adalet ya da belli bir fikre hizmet için çalışmaya gelenler de vardı. Ama onlar da zaman geçince bu kolaycılara dâhil oluyorlardı.

Çünkü “ayağa çekerse başa, başa çekerse ayağa” yetmeyen maaşları isteseler de istemeseler de onları bu hale sürüklüyordu. Elbette eroin gibi yasak malları satıp neticede gözetlediği hücrede kendisini bulan gardiyanlar da vardı. Bu yüzden dubaklar gardiyanlardan, gardiyanlar da dubaklardan çekiniyordu. “Satış” işlerini birbirinden gizleyerek bitiriyorlardı.

Almatı’da kimsesi olmayan Haknazar sınıf arkadaşlarına yalvarmak zorundaydı. Çünkü burada döşek olmadan, giysisiz, yemeksiz yaşamak imkânsızdı. Üstelik yanında koğuşu ve aynı kaderi paylaştığı mahkûmlar da vardı.

Sonuçta hiç arzu etmediği halde sınıf arkadaşlarından yardım istemek mecburiyetinde kaldı. Yardımın geleceğinden o kadar da emin değildi. Ama bu hal başına geldiğinde kaçıp giden, soruşturmada kendisini satan arkadaşlarından bu kez güzel bir hediye geldi. Belki de bu hediye ile duydukları vicdan azabından kurtulmak istiyorlardı.

Her neyse, onlara dört katlanmış, küçücük mektubu tanıdık dubak ile gönderdi. Çok geçmeden hem yanıt hem de istedikleri geldi.

Biraz para yollamışlardı. Haknazar önemsemese de Adik “böyle kertenkeleler seni destekleyip, yolunda kurban olmalı, yemek getirip, sofra sermeli,” demişti.

Yapacak bir şey yoktu Adik söyleyince. “İş karışmadan herkes kendi başını kurtarsın derseniz “falanca miktar” para gönderiniz,” diye bir daha mektup yazmıştı.

“Abaktı sıra sıra boladı eken, işine jaman jaksı toladı eken…” (Odalar sıra sıra olurmuş, içine iyisi de kötüsü de dolarmış) sözleriyle söylenen şarkıyı kimin söylediğini bir türlü hatırlayamadı Haknazar.

Yüksekliği üç metre duvarla, dikenli tellerle birkaç defa sarılarak dış dünyadan bağı iyice koparılmış hapishanede yaşam özgür insanlar için büyük bir bilinmezdi ve bu kesin bir gerçekti.

Elektrik sarfiyatının en yüksek olduğu yerlerden biri de Soruşturma İzolatörüydü. Burada gece gündüz ışık yanmalıydı.

Mahkûmlara verilecek üç öğün yemek de Hapishane Müdürünün denetimindeydi.

Çoğunlukla yulaftan kaynatılan lapa veriyorlardı. Mahpuslar bu yemeğe “paraşa” diye isim takmışlardı. Yani,” hiç yoktan iyidir.”

Ekmek her gün geliyordu. Arada bir de et, patates gibi sıcak şeyleri dişliyorlardı. Yani, kimse açlıktan ölmüyordu. Ama evden gönderilen veya dışarıdan satın alınan yemekler bambaşkaydı. O yüzden mahkûmlar dışarıdan geleni tercih ediyordu. Tabii ki ellerinden gelirse veya paraları varsa.

Dışarıdan aldırılan yemekler kurutulmuş et, sucuk, soğan, sarımsak, peynir gibi bozulmayan gıdalardı. Sonra elbette sigara. Kendin içmezsen de yanındakilere veya dubaklara veriyordun. Ama Haknazar’ın kendisi de sigara içiyordu. O yüzden sigara aldırmayı tercih ediyordu. Mahkûmlar birbirilerine sırlarını asla söylemiyordu. Mahpuslarla mücadele eden İçişleri görevlisi olanların gizli ajanları içlerine sızmış olabilirdi. Kim kimin kalbini biliyordu ki? Ama Haknazar’a olan şüphe ortadan kalkmış gibiydi. Hem Adik hem de diğer mahkûmlarla arası iyiydi.

İlk önceleri “bundan sonra ne olacak” diye Soruşturma İzolatörüne endişeyle giden Haknazar gün geçtikçe buraya da alışmıştı. Özellikle son gelen parayı “ortak kasaya benim de katkım olsun” diye Adik’e verdiğinden beri kendisini rahat hissediyordu.

Daha evvel zindana düşen açıkgözlü mahkûmlar Haknazar’ın davasını merak ediyor, duruşmada “şunu de, bunu de” diye artık akıl veriyorlardı.

Böyle durumlarda sessiz oturan Adik, “bence Haknazar’ın durumu ağır. Çünkü onun suçu sıradan bir kişinin yaptığı suç gibi değil. Hükumet’in kahrına girdi. O yüzden kendisini zindan hayatına alıştırmalı,” diyordu.

Haknazar bu sözleri duyduğunda kalbi titriyordu. Gece yarılarında bir sağa, bir sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu.

Üstelik o zamana kadar hep karanlıkta uyumuştu. Şimdi yoğun kaygı ve hüznüne sürekli açık kalan elektrikli lambasının ışığı da eklenmişti. Bu durumda uyumaya alışmak çok zordu.

Hem sigara dumanının ve ekşi ter kokusunun sindiği havasız koğuşa hem de pis tuvalete oturmaya alıştı.

Baskın ve aramalarda dubakla bu görevi yerine getiren görevlilerin alıp gitmemesi için para, çay, bıçak gibi yasaklanmış şeyleri her deliğe gizlemeyi de öğrendi.

Koğuşun dört köşesini de incelemiş, kendine ait özel eşyaları saklamak için delik kazmayı da öğrenmişti. Yan hücreden gerekli olan herhangi bir şey alınmak istenirse bu gizli deliklere ipler bağlanıp eşyalar bu iplerle aktarılıyor, iş böylece hallediliyordu.

Bundan sonra da “kon” adı verilen, özel olarak yapılmış, ucunda yarım karış boyunda bir kancası olan iple bazı eşyaları bir koğuştan ötekine, pencereden pencereye aktarmayı da belledi.

Yapılan bu işe hapishane dilinde “yol yapmak” diyorlardı. Bütün hapishanede bunun gibi pek çok değişik yol vardı.

Şayet gardiyanlar bu ipleri fark ederlerse söküp atıyorlardı. Ama “anahtarını düşünen gardiyana göre mahpuslar kendi demir ızgaralı pencerelerini çok daha fazla düşünürler” diye yazmamış mıydı Stendal?

Evet, onun yazdığı gibi gardiyanlar bu yolu, bu yol üzerinden geçen yükü ya da yükü çeken özel ipi istedikleri kadar takip etsinler, ne yaparlarsa yapsınlar, mahkûmlar bu yoldan asla vazgeçmiyorlardı.

Arada sırada dubaklar ve gardiyanlar merhamete geliyor, mahkûmları bir saat dinlendiriyorlardı.

Haknazar da yarım saat “dinlenme avlusuna” çıkıp hava alıyordu. Onun dışında bütün zamanını dar koğuşta geçiriyordu. Bir yerde devamlı yatınca kalçada yara çıkabiliyordu. Bunu engellemek ve vücutta kanın dolaşması için koyu çay içiyordu.

“Şifer” adını verdikleri çayı içenler de vardı. Bu sıcak, kopkoyu demli çayı içen insanın vücudunda kan daha iyi dolaşır, sıkışan şakakları rahatlar, daracık kafese benzeyen koğuştaki havayı unutup gevşerdi. Bu dar yerde sıkışan mahpusların bedenine güç, vücuduna kuvvet verecek tek şey sadece bu çaydı. Belki bu sebepleydi ki çayın kudreti hapiste çok başkaydı.

Ayrıca “Misafirliğe gitmek” diye bir deyim vardı. Bunun anlamı muhafızlardan izin alıp başka hücreye gidip gelmekti. Bu misafirlik dubaka, gardiyana veya nöbetçi gardiyana ücret ödedikten sonra yapılabilmekteydi. Elbette nöbetçi gardiyan ikna edilip gönlü yapılabilirse. Bu misafirlik genellikle gece yapılıyordu. Sorgulama İzolatörü başkanının nöbetçi yardımcısı’nın morali iyi olursa, bir de verilecek para hoşuna giderse istenilen hücreye gidilip birkaç saat değil, hatta şafak sökünceye kadar kalınıp tanıdıklarla sohbet edilebilirdi.

Ayrıca gece yarısında da “misafirliğe gitme” geleneği vardı. Bu gece gezmelerini en çok da parası bol olan koğuş ağaları yapıyorlardı.

Adik de komşularına gitmeye pek hevesliydi. Her gittiği hücrede el üstünde tutuluyordu. Geri geldiğinde ağzı içki kokuyordu. Misafirliğe izin verdikten sonra onun ağzının içki koktuğunu anlayınca onlarla irtibata geçmemeye çalıştı.

Mahkûmların dilinde bir bölüm daha vardı, adı da “Mahpuslarla Mücadele Eden İçişleri Bölümü” idi. Bu bölümün hapishanede soruşturma, denetleme hakkı vardı ve mutlaka her koğuşta kendi ajanları olurdu. Bu ajanın kim olduğunu mahpuslar bilemezdi elbette.

Bu bölüm eğer misafirliğe gidildiğini tespit ederse, hele hele de bu fırsatı sağlayan dubak öğrenilirse gereken işlemi derhal yapardı.

Operasyon bölümünün elemanları Hapishane Müdürünün güvendiği temsilcileriydi. Onlar Müdüre hapishanede koşandan düşene kadar her türlü bilgiyi veriyordu.

Kamptaki mahpuslarla mücadele eden Mişa Lıçkin adlı İçişleri görevlisi biri vardı. Tam bir jandarma gibiydi. Judo ustasıydı. Mişa. Voronej Polis Yüksek Okulunu üstün başarıyla bitirmişti ve gençti. Hapishaneye ilk geldiği günden beri herkes ona “Bizim Mişa” diyordu. Eğitimli, bilinçli bir uzman olarak dikkati çekmişti. Demir kapıyı yavaşça açıp sesini çıkartmadan, hızla, fark ettirmeden gelebildiğinden “kedi” lakabını almıştı.

Üstelik Mişa cezaevinde çalışan kadınlardan hiçbiriyle yüzgöz olmamıştı. Votkaya, sigaraya hevesli değildi. İşini çok iyi yapan bu orta boylu, yakışıklı genci herkes seviyordu. Sebebi pek de belli değildi. Ama Mişa’dan hem mahpuslar hem de gardiyanlarla dubaklar çekinirdi. Sanki bu iş için yaratılmıştı. Bugüne kadar hiçbir gardiyana ve dubaka bağırmamış, hiçbirine uyarıda bulunmamıştı. Kimse onun hakkında bir şikâyet olduğunu asla tahmin edemezdi.

Kameracı diyen böyle mi olur?

Gecenin bir yarısında herkes uyurken Lıçkin elinde dosyasıyla gülümseyerek gezerdi. Durup dururken, hem de yok yerde “şu koğuşu aç ve içindeki mahpusları dışarı çıkar, oturt” diye emir verir, kendisi “korpusnoyu” göndererek mahpusların kartlarını aldırtırdı. Yoklama yapıldığında bir mahpus misafirlikte çıkardı. Böylece misafirliğe gideni hemen yakalardı. Bu yöntem sayesinde dubakların hemen hemen hepsi Lıçkin’in tuzağına düşerdi.

Görevlileri ve dubakları koğuştaki adamının yardımıyla mı tuzağa düşürüp düşürmediğini kim bilebilirdi ki? Her neyse, Lıçkin’in karşısında suçsuz olan hapis sakinleri yoktu elbette.

Böylece günler geçip gidiyordu.

Ama bir gün Haknazar’ın koğuşuna İçişleri görevlisi Mişa girmiş, onunla güya sohbet etmişti. Adam “Ortakların kim, aranızda neler konuşuluyor,” diye soru sormuş, benzer sualleri tekrarlayıp durmuştu. Daha geniş, konforlu koğuşa aldıracağını, böylece rahat edeceğini söyleyip ona vaatlerde bulunuyor, aklınca onu kurnazca aldatıyordu.

Bu yalancı sohbet Haknazar’ın aklında kalmıştı. Özellikle odasından çıkarken “milliyetçi isen kampta çürütürüm seni” demişti. O tehdit dolu sesi kulağından hiç gitmiyordu.

İşte o Lıçkin’in aradan yedi yıl geçtikten sonra bu hapishanenin müdürü olduğunu duymuştu.

İçişleri görevlisine yakalanmamak için dubaklar “kazancını” çok sekem alarak yaparlardı. Meselâ, içki satmak suçtu. Ama fark ettirmeden yapılabilirse hapishanedeki fiyattan beş kat daha pahalıya giderdi bu içkiler. Hatta bazen on katına kadar yüksek satıldığı oluyordu. O yüzden dubaklar böyle satışlardan kolay kolay çekinmezler, güvenli “müşteri” ile gece özel olarak konuşurlardı.

Yine de üst rütbeli subayların “kazancının” yanında dubaklarınki devede kulak bile değildi. İzolatör adına yapılsa bile ziyaretçilerle birkaç saat yüz yüze görüşmek, içeriye çuval çuval gıda sokmak gibi işler elbette Cezaevi Müdürünün izniyle yürütülürdü.

Televizyonu olan iki kişilik, dört kişilik “lüks” hücreler de mevcuttu. Paralı mahpuslar buralarda yatıyordu. Dedikoduya bakılırsa Müdür de haftalık “kazancını” şıkır şıkır sayıyormuş.

Bunun gibi daha pek çok alışverişler vardı.

Dört ay süresince Soruşturma İzolatöründe bulunan Haknazar bunların birkaçına şahit olmuş, hepsini görmüş, incelemiş, hapishanenin altın tabak olduğuna inanmıştı. O Altın tabaktan yemlenen, derisi parlayanların biri de üst subay Üsenov’tu.

Söylentiye göre Üsenov’un babası hayatı boyunca bu hapishanede çalışmış, Sorgulama İzolatörü Başkanının nöbetçi yardımcısıyken kalpten ölmüş, böylece bu hapishaneden cesedi çıkmıştı.

Üsenov çok acımazsızdı. Kazakça bir kelime bile bilmeyen bu gaddar adam hapishanenin düzenini denetleyen, mahkûmların günlük hayatından sorumlu olan, hava almaya çıkaran ve içeriye sokan, bu ve benzeri işleri yürüten bölümün başkanlığını yapmıştı.

Babadan evlada geçen mesleğin sahibi Üsenov geliyor dense hem mahpuslar hem gardiyanlar hem de dubaklar titrerdi. Ağzından alev çıkan, kısa boylu bu adamın görünüşü farklıydı. Ona ne zaman bakarsanız bakınız, kabağı düşük, hayattan memnun olmayan birini görürdünüz. Gençliğinden beri hapishanede günlerini geçiren ve buranın neredeyse her noktasını, her halini, olup biteni adı gibi bilen Üsenov mahkûmları soketle acımasızca döver, canlarını çıkartırdı.

Mahkûmlar onun gözüne görünmemeye, eline düşmemeye çabalarlardı. İster cezalı olun ister olmayın bir yakalanırsanız işiniz bitti demekti. Gözünüzün yaşına bakmadan doğrudan daracık hücreye tıkılırdınız.

Bu hücreye döşek verilmezdi. Gündüz açılmayan karyolaları ile insanın iliklerini titretecek kadar soğuktu ve çok daracıktı. Hapishane kurallarına aykırı gelen mahkûmlar burada kalıyorlardı.

Bu hücrede dubaklarla anlaşılırsa ancak üç kez sıvı gıdaya izin veriliyordu. O soğuk hücreye düşmekten ancak para vererek kurtulabiliyordu mahkûmlar.

Düzen görevlileri hem hücreyi hem de başka koğuşların düzenini denetliyordu. Aynı zamanda mahpusların sağ ve sağlıklı olup olmadıklarını anlamak için pencere demirlerinden içeriye bakıp gözetliyor, tereddüt ettiklerinde bütün koğuşu arayıp yasaklanan eşyaları alıyorlardı. Eğer demir, biz, bıçak gibi şeyleri bulursa hücreden sorumlu kişi sorguya çekiliyordu.

Bu baskınlar sırasında bir de Üsenov’e yakalanırlarsa bu gaddar adam mahpusları dövüyordu. Eğer tepesi atarsa, baskında sinirlenilecek bir hal varsa, bir de yanına “yüz gram içki” adı verilen patates veya tahıllardan yapılan çorba bulunursa, mahkûm bir tarafa, yükümlülüğü altında çalışan gardiyanı dahi çata pata dövmekten çekinmeyen Üsenov, kendi adamlarının hapishane içerisinde satış yapmasını görmezden gelip hiçbir şey olmamış gibi yanından geçip gidebiliyordu. Kim bilir, belki de “benim kuzgunlarım da az biraz nasiplensin,” diyordu.

Gece gündüz daracık hücrede kalan mahkûm için en mutlu an dışarıya çıkıp temiz hava alma anıydı. Gardiyanlar koğuştakileri yüksek duvarlarla çevrili avluya çıkartıyor, üstlerine kapıları kilitliyordu. Genişçe olan avluda mahkûmlar aşağı yukarı yürüyerek volta atıyor, zıplayıp rahatlıyordu.

Haknazar da temiz havayı seviyordu, özellikle açık gökyüzüne bakmayı.

Mahkûmlar dışarıya çıkıp, volta atmaktan çok hoşlansa da bodrumdaki banyoyu hiç kimse sevmiyordu. Banyo dediğiniz de geniş, içinde duşu olan, sıcak sudan çıkan buharla dolu karanlık bir odaydı. Ama çaresizdiler. Kir, pasak içinde kalmamak ve bitlenmemek için mecburen o karanlık odanın yolunu tutuyorlardı.

Mahkûmların pek çoğu havası koğuşlara göre çok daha iyi olan, “sıhhi bölüm” diye adlandırılan revirde kalmak istiyorlardı. Hastane de aynı binadaydı. Koğuşlara çok benziyordu. Demir kafes, dökme demir kapı… Yani aralarında pek de bir fark yoktu.

Ancak revirde birkaç gün kalmak mahkûmlar için büyük tatildi. Zira eli coplu hapishane düzen görevlileri buraya gelmiyorlardı ve azda olsa bir serbestlik, özgürlük vardı. İnsan sayısı da azdı. Havası temizdi. Doktorlar sağlık konusunda dikkatliydiler. Ancak buraya gelebilmek için mutlaka hasta olmak gerekiyordu.

Ama para nelere kadir değildi ki… Artık buralar da güçlü, hali iyi vakti yerinde olan mahkûmların tatil durağı olmuştu. Her şeye rağmen mahkûmlar için en değerli kişi doktordu.

Sağlık bölümünün başkanı orta yaşı geçen Albay Kuravlyev idi. Biraz telaşlı bir adamdı.

O gün yanından geçtiğinde sürekli soğan, ispirto, sigara ve ter kokan, gözlerinin altı şişmiş stamotoloğa girişte bağırdı:

“– Hey! Sidorenko!”

“– Dinliyorum, Pyetr İliç.”

Yankılanan sesi ile bağıran Kuravlyev Rusça küfrederek sözlerini bitirdi:

“– Lanet olası! Şu raporu doldur dememiş miydim sana! Hâlâ mı geziniyorsun? İş saati bitse de 100 grama ulaşsam diyorsundur.”

Her ne kadar dışarıdan hilesiz, dalgın görünse de yaşamının yarısını hapishanede geçirmiş bu adam mahkûm psikolojisini çok iyi biliyordu.

Genç doktorlara çay içerken demişti ki:

“-Kamburu sadece kör düzeltir” diye boşuna denmemiştir. Bunlar da az değil, ha!”

Bir gün aniden karnı ağrıyıp midesi rahatsızlanan Haknazar’ı acildeki doktor revire yatırdı. Revirde satranç oynayan Haknazar’ı gören Kuravlyev seslendi:

“– Sen! Haydi gel!”

Onu kendi odasına getirdi. Sonra uzun satranç saatleri başladı.

Albay bir kere kazanıp “sonu ne olacak artık” diye düşünen Haknazar’a baktı, konuştu:

“-Hey, delikanlı! Bence sen bu oyunu bir zamanlar güzel oynuyormuşsun, belli.”

Onun turlara katılmayan satranççı olduğunu öğrenince başını salladı:

“-Bir zamanlar biz arada senden yeniliyorduk. Meğerse sen hiç kolay biri değilmişsin.”

Bir sonraki turun galibi Kuravlyev’di. Ama üçüncü turun taşlarını dizdi ve sakin sakin konuştu:

“– Bu oyuna kanamadım. Bir daha oynayalım.”

Haknazar mecburen bir oyun daha oynamak zorunda kaldı.

Kuravlyev dikkatini satranca verirken sordu:

“– Revirde daha kaç gün yatacaksın?”

Ama “neyin var,” demedi.

Haknazar:

“-Bilmiyorum, dedi. Kaç gün kalacağıma doktorlar karar verirler.”

“-Ben çözeceğim. Doktoruna öyle dersin,” dedi beyaz saçlı Albay.

Satranç oyununda yediği yemeğini unutan Albay Haknazar’ın iyileşmesine rağmen onu göndermedi. On gün revirde tuttu, durmadan satranç oynadılar.

Bilgisi güçlü olsa da satranç turlarına katılarak deneyim kazanamayan Haknazar, tüm oynadığı oyun sayısını hesapladığında toplamda Albaya mağlup olmuştu.

Revirde sağlığına iyice kavuşup hücresine dönerken Albay dedi ki:

“– Haydi, dekabrist, yakın zamanda mahkemen olup bir sonraki aşamada gidivermezsen seni yanıma aldırırım. Yine birlikte satranç oynarız.”

Haknazar onun mahkûmları tedavi ettiğini görmemişti. Ama Kuravlyev’in birkaç defa eroin bağımlılarına baktığını fark etmişti. Meğerse onun uzmanlık alanı nöroloji imiş. O yüzden adam bunları denetliyor, analiz ediyormuş.

Albay satranç oynarken ara sıra başını sallıyor:

“– Bunların iğne bağımlılığı olup kanını bozduktan sonra eski hallerine kavuşması çok zor” diyordu.

* * *

Mahkeme yazın başlandı.

Mahkemeye giderken mahpus milleti giysilerini temizleyip düzeltir, sakalını, bıyığını keser, kendilerini iyice toparladıktan sonra dışarı çıkardı.

Haknazar mahkemesinin olacağı gün erkenden kalktı. İyice yıkandı. Sıkıntı ve heyecandan kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Hüznüne, derdine ortak olan koğuş arkadaşları, can dostları koğuşta bulup buluşturdukları düzgün bir giysiyi ona giydirmişler, şakalaşarak, destekleyerek uğurlamışlardı.

Hava güzeldi. Ortalık yeni aydınlanıyordu. Mahkûmları taşıyan cezaevi aracının demir kafesli penceresinden şehre bakan Haknazar’ın kalbi ferahladı. Yazın nefis kokusunu koklayarak, meyve dolu dallara, tanıdık sokaklara, orada yaşayanlara, okula gitmekte olan öğrenciye, gülerek giden kızlara bakarak rahatladı.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.