Kitabı oku: «Aşk Dalgası»
AŞK DALGASI
Vapur dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy’e gidiyorduk. Nihayeti leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara’nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları hâlinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerleşmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, muharrik, şuh ve fettan bir şey katıyordu.
Uzak ve bilinmez esatir adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyor, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış; kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, o hakikatten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyordu. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor; ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık duvarlarıyla uyutarak dimağımdan bütün etrafımın, muhitimin akislerini siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömründe her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın o tuhaf ve marazı iptilasıyla etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıbbiye Mektebi’ni1ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.
Hakikatte olmayan, yalnız kendi hayalimde vücut verdiğim bu levhaya, bu âli ve büyük manzaraya bakarak: “Ah, aşk yeri… Ah, işte aşk yeri!” diyordum. Martıların: “Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına… Orada sizi beyaz çiçekler, ezelî ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var. Geliniz haydi, oraya…” diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, âdeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kız Kulesi’nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuğunu ve gidilse elle tutulabileceğini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu. Döndüm.
“Yahu, nedir bu hâl, bu dalgınlık ne?”
“Hiç…”
“Beni tanıyamadın mı?”
“Şey…”
“Uyan yahu. Ver elini bakayım!”
Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.
“Sen ha…”
“Ben ya!”
Bu, en sevdiğim mektep arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene… Aman Yarabbim! Dün gibi… Hayat, hakikaten en uzun vakalarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Mektepte herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese ad takan şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri… Ne olduğunu bilmediğimiz, hakikati mahut “birinci sebep” in insan zekâsına ebedî bir surette kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak uzuvlar… Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan maziden bir simaya rastlayış beni mesut etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idik. Kanepelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes sebepsiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar, şişmanlar cigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar; son moda esvaplı şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Amma hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılacaktı. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi ekşitiyorlar, rüzgârdan kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı. Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım:
“Bir kederin mi var?” dedi. “Buraya çıkınca seni gördüm. O kadar dalgındın ki yanına sokulduğumu duymadın. Ne’n var kuzum?”
“Hiç, hiç.. Dalga geçiyordum.”
“Ne dalgası?”
Gülerek cevap verdim:
“Aşk dalgası…”
“Daha bekâr mısın?”
“Bekârım!”
Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve mütevekkil bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti ve cebine soktu. Biraz döndü ve ciddileşen gözlerini gözlerime dikti:
“Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha!..” dedi. “Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin… Mektepten çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başından geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz hakikatin farkına varmamışsın. Ve mademki hakikate bu kadar yabancı kalmışsın, mesut değilsin ve ölünceye kadar mesut olamayacaksın.”
“Hangi hakikat?” diye gülümsedim.
“Hangi hakikat mi dedin? İçtimai hakikat… Eğer sen bu hakikati sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın.”
Anlamıyor ve hep gülümseyerek: “Ama niçin?” der gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
“Her yerde başlı başına bir muhit, bir içtimai vicdan vardır ki bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin hilafına olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak… Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez. O hâlde kimi sevecek? Hiç. Bu muhitin, bu içtimai vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi feylesof, Allah’ın insanlar üzerindeki tesirinden, insanlarla münasebetinden, ahlakından bahsederken: ‘O, içtimai muhitten başka bir şey değildir…’ diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski mukaddes kitaplarıyla bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Evvel zamanda Galile’yi2yakan kuvvet, bugün Galile’nin o büyük ve korkunç kabahatini ders diye okuyan milyonlarca mektep çocuklarına aldırmıyor. İspanya’da Ferer’in3 kafasını delen kurşunlar, Fransa’da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz. İşte bu feylesof da Allah’ımızın, ezelî kanununu işletmek için, hep muhiti, hep muhitin içtimai vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu ezelî ve mukavemet olunmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor.
Buradaki fazilet orada cinayet, oradaki yararlık burada fenalık sayılıyor; mukaddes kitapların bütün tabiat, uzviyet tekâmül kanunlarına inat olarak hiç değişmez kalması lazım gelen emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hristiyanlık Avrupa’da başka, Amerika’da başka, Afrika’da başka… İslamlık da böyle! Hindistan’da başka, Liverpool’da başka, Buhara’da başka, Türkiye’de başka… Arabistan’a ve Acemistan’a git, oralarda bütün bütüne başka… İşte Allah’ımızın Türkiye’deki ezelî ve karşı gelinmez kanunu, yani içtimai vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye’de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek… Çünkü sevmek için evvela görmek lazım. Hâlbuki genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar bahtiyar yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişme değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek imkânsız… Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin4yahut eski zamandaki dinsizlerin akıbetine uğrarlar. İçtimai ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesici gibi bıkmazlar… Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki manasız kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme… Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan’dan, yeni edebiyata Fransa’dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve bariz bir tarzda, dehşetle yasak olan bir muhite zıt ve ecnebi muhitlerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayalî romanların kahramanları yerine korlar. Tabii edebî mecmualardaki birçok şiiri okuyorsun. Mevzu: Gece ve kadın… Hâlbuki Türki ye’de ikisi de yoktur. Türk muhi tinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. ‘Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ girer.
Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah… yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi muhitlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola umumi bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, malum manasıyla, bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller? İstanbul’da Terkos’tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Hususiyle Terkos’un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarıyla, arşın manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan…
Şairin bir sevgilisi var. Lakin nerede? Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Lakin nerede? Ah, ancak hayalinde… Hakikatte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk muhitinde, balıkların sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söylemek, hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün… Seyir yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, muhitin içtimai vicdanına ve mahut yedi başlı mutaassıp ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin mebusansız ve âyansız semavi bir kral kadar salahiyetleri vardır. Kız kardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola… Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz yine talihiniz varmış demek. Muhitimizin dininden, ananelerinden, âdetlerinden, ulemalarından, ihtiyarlarından, mürtecilerinden, hükûmetin zabıtasından ziyade bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları… Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi kavminden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki zabıtanın en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu tenli, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey… Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha ziyade çirkinleştirmek için hususi bir maharetleri, hususi bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol esvap giydirirler. ‘Etrafa dökülüyor!’ bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlarlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. ‘Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin, kolların açık, çorapsız yanına girmeyeceksin… ilah.’ tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken: ‘Çalışkan, temiz, atik kız amma, ağzı burnu yerinde.’ derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affolunmaz bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından ‘evlenmek’ meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere ‘görücü’ giderler. Ve erkeklerin birçoğu hâlâ bilmez ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar… Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. ‘A kardeş, çok güzel amma şeytan gibi çok bilmiş. Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz…’ derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusur bulurlar. Gayeleri tombul, beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rast geldiler mi: ‘Ah, işte bir melek!’ diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya… Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında ‘Adınız ne efendim?’ sualine cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir ‘nâme’si yakalanır yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa, hepsi birden ona darılır ve dehşetle aforoz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi, yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar; en insaflıları biraz acır: ‘Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş.’ der. Muhitimizde ‘Bir kadının en birinci vazifesi güzel olmaktır.’ sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten menederler. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları nasihatin değişmez modelidir: ‘Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma. Aşüfte diyecekler, önüne bak. Frenk karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş yavaş… Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın ilah ve ilah…’ Sonra tanışan, görüşen her aile sanki birbirlerinin tabii müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanları tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan, göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır: ‘Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor!’ diye ondan iğrenirler.
Bazı yeni romanlarda gösterilen Türkiye’deki mahut, kibar âlemine gelince… Bu âlem, bütün bütün bir hülya mahsulüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de imtiyazlı bir sınıf yoktur. Vakıa büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri suni bir kibar âlemi yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Garplılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün muhit onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikâh düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela: ‘Kötüler!..’ lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle dekadan5ailelerin etraflarından yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün saadetleri söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, hücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar, Garp romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden, taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul’da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur sanatkârlarımızdan Kel Hasan’ın ve Abdi’nin6hususi ve muharriri bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe mugayirdir. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt çıkması, ‘Oh kaymak!’ diye süt ninelerin göğüslerini sıkması hakikatte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazı dekolte, yabancı erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, hakikate taban tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.
Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, ananeleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükûmetiyle, zabıtasıyla, aile teşkilatıyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden; nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir muhitte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir muhitin içtimai vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükûmetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hülya ile uğraştığını gördüğüm için canım çok sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığınına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin… Ve ancak böyle mesut olabilirdin.
Hâlbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir yeis çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun… Bilsen sana ne kadar acıdım.”
Vapur Kadıköy’e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena hâlde uyuşmuştu. Yere basamıyordum.
“Biraz dur kuzum.” dedim. “Ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız.”
Gülüyor:
“Ayağın değil, galiba beynin uyuştu.” diyordu. Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi mahzunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir cemiyetin sonunun ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz ve sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir hepsi erkekti. Elimle dizimi ovuşturarak:
“Vapurda hiç kadın yokmuş.” dedim.
Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
“Sabırlı ol… Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar.”
Vapur tamamen boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.
Artık şimdi kadınlar da her tarafları örtülü, koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmesin diye pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz heyulalar gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altından bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.