Kitabı oku: «Diyet», sayfa 2
Medeniyet, insaniyet, merhamet gibi boş, manasız olmaktan ziyade, muzır olan yalanlara inanmayacağız. Kalbimizle, sinirlerimizle değil; dimağımızla, fikrimizle hareket edeceğiz. Bakınız İspanya’ya, işte onlar vatanlarını kurtardıkları zaman içlerinde hiçbir yabancı unsur bırakmadıklarından bugün ne kadar rahat yaşıyorlar. Bir Arap tehlikesi onları asla tehdit etmiyor, etmeyecek çünkü İspanya’da numune için müzeler için olsun bir tek Arap bırakmamışlardır. Sonra Türklere bakınız. Bu heriflerin aptallıkları o derecededir ki yalnız etnografyanın esaslarını kabul etmemekle kalmazlar, dünyada ‘kavmiyet, milliyet’ gibi bir şey olduğuna da inanmazlar. Kendilerinin milliyetçilerini bile şiddetle inkâr ederler. Tarihleri, Cengiz gibi, Hülagu gibi en büyük imparatorlarına küfürlerle doludur. Bu milliyetsizlik yüzünden edebiyatsız, sanatsız, medeniyetsiz, kuvvetsiz, ailesiz, ananesiz kalan Türkler, tabii en basit hakikatlere de akıl erdiremiyorlardı. Nasılsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onları yutmadılar. Türk yapmadılar. Hatta ‘reaya’ diye en vâsi hürriyetleri verdiler. Hristiyanlara verdikleri bu reaya kelimesinin manası ne demekmiş biliyor musunuz? ‘Hürmet edilecek adamlar’ demekmiş. Asırlarca evvel yaptıkları budalalıkların cezasını bugün görmeye başlayan bu sersem Türklerin hâli, işte bize bir derstir. Onların şimdiden sonra da bir şey anlamayacakları bu derslerden biz istifade edeceğiz. ‘Kavmiyet, milliyet’ diye bir şey olduğunu Türklerin sözde en büyük adamları olan Mithat Paşa bile bilmiyordu. İlk Bulgar ihtilallerindeki kavmî iştiyaka, millî manaya akıl erdiremiyor, bu ali hareketi iktisadi müzayakalar gibi şeylere atfederek Anadolu’nun parasıyla bizim topraklarımızı imar etmeye, caddeler, mektepler, kiliseler açmaya çalışıyordu. Hâlbuki bizim en küçük köy hocamız bile etnografya hakikatine vakıftır.”
Dimço Kaptan pek iyi anlayamadığı bu sözlere kulak vermeyerek soyulmuş bir kaplumbağaya benzeyen yuvarlak elinin kalın, kambur parmaklarıyla beyaz sakalını karıştırıyor; ötekiler, fen, hakikat ilahının zekâ ile muaşakasından doğmuş yeni bir mesihi dinleyen genç, dinç havariyyun gibi ciddi, sakin duruyorlardı. Radko Balkaneski, evet, bu yeni mesih; büyük, parlak gözlerini kırpmadan yeni bir hakikat İncil’ini ezberden okuyordu. “Kuvvet” dinini havarilerine anlatıyordu: Hak yoktu. Her şey kuvvetti. Ezemeyen ezilecek, öldüremeyen ölecekti. Tabiatın değişmeyen, asla gizli kapaklı olmayan ali kanunu zayıfın düşmanıydı. Bütün kâinat bir mücadeleden ibaret değil miydi? Ölümden hayat çıkıyordu. Yutulan zaaflardan kuvvet doğuyordu. Avrupalıların yalanlarına, boş nazariyelere, sosyalistlik hülyalarına aldanmamalıydı. “İnsaniyet” fikri dünyanın en büyük, en münasebetsiz, en eski, en rezil saçmalığıydı. Hristiyanlıktan evvel, bir veba gibi bazı dimağlara girmiş, birçok milletin, birçok cemiyetin mahvına sebep olmuştu. Bugünkü Avrupalılar laf söylerken başka, iş yaparken başka idiler. En büyük Avrupalı, en büyük Alman, Prens Bismarck harp zamanında ne yapardı? Fransız köylülerini doldurduğu evleri ateşe verdirerek hepsini canlı canlı yakar, onların çığlıklarını en latif konser gibi dinler, sonra etrafa savrulan alevli dumanları koklayıp gülerek piposunu çeker, “Bu Fransız köylüleri kavrulmuş soğan kokuyor!” diye eğlenmez miydi? Beyaz bayrak çeken kalenin üzerine top atmadılar bahanesiyle generallere darılmadı mıydı? Teslim olan Fransız askerlerini açlıktan öldürtmez miydi? Onları sularda boğdurtmaz mıydı? “Fransızı biraz kazıyınız, altında Türk bulacaksınız.” diye düşmanlarını tahkir eden Bismarck, bu, hakikaten bir dâhi olan büyük adam, sulh zamanlarında da harp zamanlarında da yalnız kuvvete inanıyordu. Dimağında merhamet, insaniyet gibi marazi, muzır hâller yoktu. Muntazam Fransız askerlerine hiç aman verilmemesini, sivil ahaliye de mümkün olduğu kadar fenalık yapılmasını emrederdi. Kendi büyük ruhunun büyük kuvvetini bütün milletinde aynıyla göremediği için canı sıkılır:
“Ah bu bizim Almanlar! Fransızları öldürüyorlar ama iştahla, istekle öldürmüyorlar!” derdi. Fransızların Almanlardan aşağı kalır yanları yoktu. Afrika’da esir aldıkları Arapların kafalarını tıraş ediyorlar, boğazlarına kadar kuma gömerek güneşte, öğle güneşinin şuaları altında bırakıyorlar, çabuk ölmesin diye ara sıra üzerlerine su döküyorlardı. İngilizlerin yaptığı katliamlar sayılamazdı. Bu ciddi, akıllı millet, bıçağının altına giren mağlubun hiçbir şeyine, ne asaletine, ne güzelliğine, ne ihtiyarlığına, ne çocukluğuna bakardı. Bu sayede değil miydi ki şimdi dünyaya, bütün dünyaya hükmediyorlar.
Evet onlar… Onlar da Yela’nın eski ve hüzünlü payitahtı olan “Kandi” şehrindeki yüksek ve tarihî mabedin içinde, güzellikleri masallara geçen minimini Modeliya prensçiklerini bıldırcın keser gibi kesmemişler miydi? Sonra işte Çin seferi. Oraya hem Alman, hem Fransız, hem İngiliz, hem Rus fırkaları gitmişti. Ne yaptılar? O kadar ki resmen ordunun arkasından bir sürü Yahudi geliyor, bu Avrupalıların yağma ettiği şeyleri satın alıyordu. Medeni Avrupalılar evleri boşaltıyor, mabetleri yıkıyorlar, binlerce, binlerce yıl yerlerinde uzun ve vakasız asırların geçtiğini görmüş, rahat rahat uyuyan tunç putları kırıyorlar, arkadan gelen Yahudilere satıyorlardı. Bu sefer esnasında Avrupa ipekli kumaşla dolmuştu. Altın ve gümüşe dair yürüdükleri yerde hiçbir şey bırakmadılar. Pekin ve civarında kızoğlankız kalmadı. İstila muharebesi edilmediği hâlde kendilerini hiç müdafaa etmeyen zararsız ahali süngüleniyor; asker, süngülemekten yorulup şikâyet edince bu ömründe eline silah almamış, kör bir tavuk kadar korkak ahalinin nehirlere atılıp boğulması için emirler veriliyordu. Bu sefere iştirak eden bütün askerlere yağma edilen şeyler esmanından yüzer frank verildi. Sonra İtalyanlar… Uzağa gitmeye hacet yok. Bunlar daha geçen gün Trablus vahasını nasıl birkaç saat içinde temizleyivermişlerdi. Radko nutkunu uzattı. Söyledi, söyledi. İnkâr edilmez bir tarzda en akli ve maddi delillerle, tarihî ve ilmî misallerle insaniyet fikrinin boşluğunu, fenalığını, bir cemiyet için ne kadar korkunç ve müthiş bir tehlike olduğunu anlattı. Avrupalıları hiç sevmiyor, onlardan nefret ediyordu. ve “Ah bunlar…” diyordu, “Kendilerinden başka kimsenin kuvvetlenmesini çekemezler…” Onun için konsoloslardan çekinmek lazımdı. Konsoloshanelerin kıyafetleri değiştirilen, Türk esvabı giydirilmiş nöbetçileri saptanacak, daima bunlar göz altında bulundurulacaktı. Zira, mutlaka bir fitne yapmaya çalışacaklardı. Vakit geçiyordu. İşte Serez’e gireli iki saat olmuştu. Daha işe başlanmamıştı.
“Haydi kardeşler!” dedi, “Çabuk olalım. Defterlerinizi çıkarınız. Bugünkü programımızı yazalım. İntizam ve birlik hem işimizi kolaylaştırır hem bizi yormaz.”
Dimço Kaptan’ın dışında hepsi çantalarından birer kurşun kalem ve birer defter çıkardılar. Radko kendi defterine evvela bir maddeyi yazıyor, sonra okuyarak onlara yazdırıyordu:
1- En büyük iki fırın yarım saate kadar yakılıp hazırlanacak. Buna Dimço Kaptan memur. Ali mahkemeye lazım olan şeyler orada bulunacak.
2- En zenginler yarım saat içinde ayrı bir binaya toplanacak. Bu binayı merkez taburundan bir takım bekleyecek.
3- Camilerin içindeki bütün eski halılar, antika seccadeler, kıymetli levhalar büyük ve cesur çarımıza, Ferdinand’a aittir. Hepsi ilk vasıta ile Sofya’ya gönderilmek üzere merkez kumandanlığına getirilecek.
4- Şehrin en meşhur ve büyük camisi olan Sultan Camisi’nin mümkün olduğu kadar süratle minaresi yıkılacak ve kapısına “Prens Boris Kilisesi” levhası asılacak. Kubbenin üzerindeki hilal indirilerek yerine Bulgar arması takılacak. Gazi Evrenos Camisi’ne halkalar mıhlanarak ordu mekkârelerine ahır, Halil Paşa Camisi domuz pastırmalarına depo olacak. Katakoz, Süleyman Efendi ve Tarhuncu Muhiddin camileri, lüzumları olmadığından, ta temellerinden yıkılacak. Yarın sabah duası papazlar tarafından bu yeni “Prens Boris Kilisesi”nde yapılacak.
5- Her çeteye muavin olarak ikişer manga asker ve birer süvari posta neferi verilecek.
6- Yukarıdaki maddeler icra olunmadan evvel Türk mahallelerinden çabucak yetmiş seksen kadar kadın istintak için toplanacak ve ilk yanan fırına getirilecek.
Radko ayağa kalktı:
“Haydi kardeşler, çabuk olalım, vakit nakittir!” dedi. Komitalar da kalktılar. Radko ayakta, çağırttığı, genç bir Çingene kadar siyah suratlı yaverine, çetelere karıştırılacak mangalar ve süvariler için emrini verdi. Dimço çıkarken döndü:
“Kusura bakma Gospodin Balkaneski.” diye gülümsedi, “Kadınlara ne soracaksınız? Zenginlerin kimler olduğunu biz biliyoruz. Biz hepsini toplarız. Paralarını bizden saklayamazlar.”
Radko hiddetlenerek cevap verdi:
“Sen bunamışsın! Sen bir tarafa çekil de rahatına bak. Kadınları para tahkiki için toplamıyorlar. Orduda generaller, miralaylar, kumandanlar var. Onlara yarın gece kız lazım, kadın lazım, eğlenme lazım. Neferler, onbaşılar, çavuşlar, zabitler keyif çatsınlar da onlar Katolik papazları gibi pineklesinler mi? Şehrin en güzel kızları onlara ayrılacak. Şehrin en güzel kızlarının hangileri olduğunu nasıl bileceğiz. Her mahalleden gelecek kadınlara soracağız. Ona göre ayırıp tertip edeceğiz. Tabii her şeyde intizam, her şeyde sıra ve saygı gerek.”
Dimço Kaptan sesini çıkarmadı. Selam verdi, kapıdan çıktı ve yavaş yavaş vazifesinin başına, fırını yaktırmaya yollandı.
Radko yalnız kalınca yine yaverini çağırdı. Ona birçok emir yazdırdı. Muavinine haber gönderdi. Onu da askerlerin, kışlaların emniyet altına alınmasına memur etti. Sonra şapkasını giydi. Kılıcını sürükleyerek sol elini kalçasına götürdü. Dışarı çıktı. Merdivenlerden indi. Koridordaki neferlerin verdiği selamları görmüyordu. Caddeden geçti. Hükûmete girdi. Yaveri çamurlu ve tozlu bir gölge gibi daima arkasından geliyordu. Kumandanın yanına gitti. Serez’in yeni mutasarrıfı, kendisi kadar meşhur Rayef’in yanı sıra, yeni jandarma kumandanı, çete reislerinden Zankof ve Polis Müdürü Lapof da orada idiler. Katliamın programını hep birlikte kararlaştırdılar.
Teşrinievvelin yirmi sekizinde mutasarrıf Rayef, On sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar tüm Müslümanlar, akşamüzeri alaturka on buçukta hükûmete müracaatla isimlerini kaydettirsinler. Kaydolmayanlar ceza görecek, diye sokaklara bir ilan yapıştırtacak ve tellal çağırtacaktı. Katliamdan şüphelenmeyen ahali hükûmetin avlusuna ve caddeye toplanacaktı. Toplananların mevcudu dokuz on bini geçince bir silah patlatılacak ve hemen:
“Türkler bir Bulgar zabiti vurdular.” şayiası çıkarılacaktı. Ondan sonra parolayı bilen askerler, jandarmalar, polisler bahçenin içindekileri hep kurşuna dizecekler, sokaktakileri köşelerden çevirip kılıçla, bıçakla mahvedeceklerdi. Çünkü birer birer toplayıp konsoloslar görmesin diye gizli gizli kesmek -vakıa muvafık ise de- başa çıkılacak bir iş değildir. Radko, arkadaşlarıyla bütün kararlarını birleştirdikten sonra durmadı, oradan çıkıp merkez kumandanlığı dairesine dönerken kapıda dimdik, iri bir süvari neferi karşısına geldi. Eli şapkasında:
“Dimço Kaptan’ın yaktırdığı fırına elli tane kadın getirildi.” dedi, “On dakikadır sizi bekliyorum kumandan…”
Radko daima arkasından gelen yaverine döndü, atını istedi. Zaten hayvanlar kumandanlık binasının köşesinde duruyor, önlerine dökülen bir çuval arpayı yiyorlardı. Önüne getirilen ata bir cambaz çevikliğiyle atladı ve süvari neferine:
“Haydi ileri geç… Fırına… Dörtnala…” dedi. Hükûmet Caddesi’nden, Maarif Kahvesi’nin önünden dörtnala geçtiler. Yoldaki eşkıyalar, askerler duruyorlar, pek iyi tanıdıkları Mayor1 Balkaneski’yi selamlıyorlardı. Kapalı Çarşı’dan çıktılar. Bazı dükkânları açık olan caddeden sola saptılar. Süvari neferi büyük bir kapının önünde atını durdurdu. Hemen yere indi.
Daima eli şapkasında:
“Burası, kumandan…” dedi. İçeriden ince iniltilerle karışık acıklı bir uğultu geliyordu. Radko hayvandan atladı ve kapıdan girdi. Bu fırın hiç çarşı fırınlarına benzemiyordu. Genişti. Yüksek tavanları sarıya boyanmıştı. Büyük ve yüksek ocağı ta nihayetinde idi. Üst kısımları açılmış kepenklerden bol bir aydınlık taşıyor ve her tarafı dolduruyordu. Türk kadınları alacalı bir ipek kumaş gibi köşeye birikmişlerdi… Yaşlılarını ayırıyorlardı. On bir tane kırk yaşından büyük kadın çıktı.
Bu yaşlıları kapının arkasına yığdılar. Geriye kalanların içinde on sekiz yaşında kızlar, kundaktaki çocuklarına meme veren genç ve taze analar bulunuyordu. Radko, bunlara gülerek tekrar ve yavaş yavaş:
“Görüyorsunuz be hanımlar!” dedi, “İçerisi sıcak. Size bazı şeyler soracağım. Terlemeyesiniz. Haydi hepiniz esvaplarınızı çıkarınız. Soyununuz. Fistanlarınızı, gömleklerinizi, donlarınızı, çoraplarınızı atınız. Çırçıplak kalınız. Hamama girecekmiş gibi… Ağanızın koynuna girecekmiş gibi… Üzerinizde yalnız saçınız kalsın… Çırçıplak, çırçıbıldak. Haydi, haydi…”
Ömürlerinde kocalarından, babalarından ve kardeşlerinden başka kimseye yüzlerini açmamış olan bu kadınlar bu korkunç emre itaat edemiyorlardı. Komitalar dipçiklerle vuruyorlar, çarşaflarını, yeldirmelerini yırtıyorlar, fakat bir tane olsun soyamıyorlardı. Bu münasebetsiz mukavemete Radko’nun canı sıkıldı. Hiddetlendi. Fırlak ve al yanakları titremeye başladı. Niye yoruluyorlardı? Yorulmaya ne hacet vardı? Mademki fırın yanıyordu. İçlerinden bir tanesini yakınca öbürleri korkacak ve asla karşı gelemeyeceklerdi.
“Durunuz, boşuna uğraşmayınız, vakit geçiyor.” dedi. Ve komitalar kendinden tarafa dönünce ilave etti:
“Soyunmaya razı olmayanlardan bir tane çekin, buraya getirin.”
İzbandut gibi iki iri komita, kümeden tuttukları bir kadını sürüklediler. Radko’nun karşısına getirdiler. Bu, balık etinde, kumral ve genç bir hanımdı. Ancak yirmi yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi. Yırtılan yeldirmesinin altından kurşuni yünden yapılmış alafranga esvapları görünüyor ve kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. Radko bir yıldırım gibi gürledi:
“Eziyet etme be karı!”
Komitalar geriye çekildiler. Masanın önünde yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor, sıkılan ve ürken çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Bu çocuğun gürültüsü Radko’yu büsbütün hiddetlendirdi. Ayağa kalktı. Kadının karşısına giderek sordu:
“Söyle, soyunacak mısın?”
Kadın yere kapandı. Öpmek için ayaklarını tutuyor, gözyaşıyla ıslanmış yüzünü, dağılan saçlarını onun boyasız ve tozlu çizmelerine sürüyordu. Çocuk daha şiddetli haykırıyor, fırının içini gürültüye boğuyordu. Radko dayanamadı. Ani bir hareketle eğildi. Bu susmayan çocuğu anasının kucağından kopardı. Fırına doğru döndü. Gözleri dönen kadın Radko’nun beline sarılıyor:
“Allah’tan kork, Allah’tan kork!..” diye yalvarıyordu. Radko, bu narin kadının başına dehşetli bir yumruk indirdi. Yere devirdi ve:
“Allah benden korksun…” diyerek hâlâ susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı. Birden çocuğun sesi kesildi. Fakat fırının içindeki kadınların hepsi birden ağlamaya, bağırmaya başladılar. Evladının alevler içinde kaybolduğunu gören ana yaralanmış dişi bir kaplan süratiyle Radko’nun boğazına atıldı. Zayıf parmaklarıyla onun yakasını yırttı. Komitalar susturmak için kadınların arasına girerek kafalarına, gözlerine vuruyorlar, hepsini al kana boyuyorlardı. Radko kuvvetli kollarıyla boğazına sarılan, kendisini boğmak isteyen bu naif kadını büktü. Altına aldı. Komitalardan üçünü adlarıyla çağırdı. Bunlar yere yatırdıkları kadının esvaplarını, gömleklerini, donunu yırttılar, kopardılar. Çırçıplak bıraktılar. Ve ellerini arkaya bağladılar. Sonra Radko hâlâ soyunmayan kadınlara dönerek zehirli bir sesle:
“Dikkat ediniz be karılar!” diye haykırdı, “Bize boşuna eziyet vermeyin. Laf dinlemeyen idam olunur. Şimdi bakın soyunmayan ve karşı gelen bu kaltağı nasıl pişireceğiz. İbret alınız. Sonra hepiniz böyle olursunuz…”
Bu sesin tüyleri ürperten dehşeti kadınları, hatta komitaları bile buz gibi dondurdu. Dimço Kaptan ocağa bakmıyor, yüzünü kapı tarafına çeviriyordu. Radko, masanın üzerinden bir ustura aldı. Kebap yapılacak kestaneleri nasıl çatlamasın diye yararlarsa o da fırında yakacağı adamın vücudunu öyle yarardı. Yarılmamış bir adam çabuk yanmazdı. Hâlbuki yarılırsa tatlı bir cızırtı çıkararak, çabucak tutuşur, mavi ve sincabi bir buhar bırakarak kül oluverirdi. Bu mavi ve sincabi buhar… Radko onun manzarasından ziyade kokusunu severdi. Ve bu koku, yakılan adamın milliyetine göre değişiyordu. Radko çok dikkat ve tecrübe etmişti. Hatta şimdi yakılan bir adamın uzaktan kokusunu duysa hangi milletten olduğunu yanılmadan söyleyebilirdi. Bulgar köylüleri kavrulmuş sarmısak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türkler… Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi.
Mahkûmu soyup bağlayan komitalara:
“Arkasını çeviriniz.” dedi, “Kımıldamasın, sıkı tutunuz.”
Elleri bağlı ve çıplak kadın, gözleri kapalı, inliyordu. Kendini kaybetmişti. Arkası çevrilince Radko elindeki ustura ile çatlatacağı bu canlı yemişe baktı. Gür ve dağınık saçlarla örtülü sırt kısmı geniş kalçalarının üzerinde küçük ve nispetsiz kalıyordu. Tüysüz ve lekesiz bacakları beyaz ve parlaktı. Ocağın alevleri satıhlarına aksediyor, pembe ve uçucu gölgeleri titretiyordu. Radko usturayı bu pembe akislerin üzerine vurdu. İki büyük haç yaptı. Belden başlayan haçların sapı baldırların üstüne kadar iniyordu. Kadın etine giren, sinirlerini koparan, kemiklerine dokunan keskin ve müthiş usturanın acısıyla haykırdı. Çırpınmak istedi. Lakin katilleri onu sımsıkı tutuyorlardı. Fışkıran kanı yere akıyor, Radko esvapları kirlenmesin diye geri çekiliyordu.
“Çeviriniz, çeviriniz, karnını çeviriniz.” dedi. Gözleri fırlayan mahkûm son kalan kuvvetini kısık sesine veriyor: “Allah, Allah, Allah!..” diye kıvranıyordu. Radko gülerek:
“Allah benim, Allah benim…” diye kurbanına cevap veriyordu. Kanlı usturayı şiş ve süt dolu memelerin üstünden ufki olarak geçirdi. Sonra daha çabuk bir hareketle bu keskin ve kırmızı aleti zavallı kadının rahmine soktu. Ve yukarıya doğru o kadar hızlı çekti ki bir anda yarılan karnından mide ve bağırsaklar, kırmızı ve kalın ip yumakları hâlinde dışarı fırladı. Radko iki adım geriledi, cebinden çıkardığı mendille ellerine bulaşan kanları silerek haykırdı:
“Haydi çabuk, içeri!”
İki komita, mahkûmu kollarından ve bacaklarından tutarak fırına soktular. Alevlerin binlerce kırmızı ve görünmez ejderha dili gibi sardığı canlı et yığınından pembe bir buhar, mavi ve sincabi bir duman çıktı. Feci ve acul bir cızırtı başladı. Radko sandalyesine oturarak gözlerini ocağa dikti. Sincabi duman vücudu göstermiyordu. Ve o koku… O süt ve yağ kokusunu Radko şimdi duyuyor, gayet tatlı ve hayalî bir sütlü kahve içiyormuş gibi derin derin kokluyordu.
Cızırtı bazı azalarak, bazı yeniden, birdenbire ateş alıp şiddetlenerek devam ediyordu.
Bu cehennemî sahneyi gözlerini kapayarak görmeyen kadınlar cızırtıyı işitmemek için kulaklarını, boğucu kokuyu duymamak için burunlarını kapayamıyorlardı. Hepsi akıllarını, dillerini kaybetmişler, hepsinin sesi kesilmişti. Radko tekrar soyunmalarını emretti. Bu sefer kimse karşı gelemiyordu. Bütün bu kadıncıklar mihaniki tereddütlerle, yavaş yavaş soyundular. Çırçıplak kaldılar. Radko bu kati itaatten memnun ve müsterih, masasına dayandı. Cebinden bir kâğıt çıkardı. Bu kâğıda üç müvazi çizgi çekti. Baştaki haneye “beyaz”, ikinciye “kumral”, üçüncüye “esmer” yazdı. O daima “Rakam yalan söylemez.” der, bütün Bulgarlar gibi, bütün mütemeddin ve ciddi adamlar gibi en büyük hakikatin ancak nispet ve istatistikte bulunacağına itikat ederdi. Selikavi ve şuursuz bir ısrar ile ellerini tesettür yerlerine örtü yapan kadınlar onar onar, karşısına getiriliyor ve yanyana diziliyordu. Evvela hepsinin kollarını yukarı kaldırtıyor, bacaklarını sağa sola açtırıyordu. Sonra her birine, ayrı ayrı şehrin en güzel kızlarından üçünün adını soruyordu. Mahallelerini, evlerinin numarasını, babalarının kim olduğunu öğreniyordu. Bu âlâ Pompei tahkikat bir saatten ziyade sürdü. İfadesini verip söyleyeceği bir şey kalmayanlar fırının arkasındaki geniş ambara, sarhoş komitacıların kucağına gidiyordu. Komitacılar bu meme, karın, bacak, baldır, saç tufanının içinde şaşırıyorlar, ne yapacaklarını bilmiyorlar, korkunç bir “sadizm” hezeyanına uğrayarak en şeni, akla gelmez fanteziler icat ediyorlardı. Bu fantezilerden “canlı çukur” dedikleri en müthişiydi. Evvela yere şişman bir kadın yatırıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını, sırtüstü ve çapraz uzatıyorlardı. Bu kadının da ellerinden, ayaklarından birer kadına tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisine gelen komitacı yaklaşıyor, çıplak ve fırlak karnının ta ortasına, göbeğin biraz aşağısına küçük kasaturayı saplıyor ve hemen çıkarıyordu. Sonra koyu kırmızı bir kan fışkıran bu küçük deliğin üzerinde nefsini körletiyor; çırpınan, haykıran zavallı kadının karnında, kanlı bağırsaklarının arasında, hayvanlığının en şeni, en pis, en çirkin ateşlerini söndürüyordu.
Ve karınlarına delik açılan kadınlar hiç yaşayamıyorlar, bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölüveriyorlardı.
Radko en güzel kızların isimlerini yazdığı cetveli dikkatle süzdü. Beyaz hanesinde adı en ziyade tekrarlanan “Lâle Hanım, Hacı Hasan Bey’in kızı” idi. Kumral hanesinde “Naciye Hanım, Müderris Ahmet Efendi’nin kızı”, esmer hanesinde “İclal Hanım, Kadri Ağa’nın kızı” Hangisini intihap edecekti? Bir kere esmer istemiyordu. Çünkü hemen bütün Bulgar kızları esmerdi. Kumraldan da bıkmıştı. Sofya’yı dolduran şantözlerin de hemen hepsi kumraldı. Beyaz… Beyazı düşündü. En güzeli bu beyaz hanesindeki Lâle olmalıydı. İşte en çok onun ismi tekrar olunmuştu. Hatta bir kadın “Dünya güzeli Lâle Hanım.” demişti. Bu kim bilir nasıl bir kızdı? Hayalinde ansızın masalların anlattığı bir harem dairesi canlandırıyor, orada büyük ve ipek perdeler arasında, yumuşak, divana uzanmış, beyaz ve çıplak bir kız görüyordu. İşte her yabancı ve ecnebi gözden uzak, gölgeler ve ipekler içinde âdeta bir peri gibi büyümüş olan bu nefis Türk kızı bir saate kadar kendisinin olacaktı. Kollarını masanın üzerinden çekti. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Sırıttı. Bacakları, göğsü, koltuklarının altı, her tarafı kaşınıyordu. Bir an öyle durdu. Bu tatlı ve şedit kaşıntıları dinledi. Bir saat sonraki saadetin hülyası sanki damarlarındaki bütün kanları fışkırtmış, altüst etmişti. Cebinden çıkardığı sol eliyle burnunu kaşıdı, sonra saçlarını, ensesini… Ve birden ocağın dibinde bitmez tükenmez çubuğunu çeken Dimço’ya döndü:
“Kaptan, haydi kalk, gayet çabuk, Hacı Hasan Bey’i benim yanıma getireceksiniz. Ben merkeze gidiyorum. On dakikaya kadar evinin kapısına iki nöbetçi bırakacaksın. Kimse dışarı çıkmayacak. Haydi, gayet çabuk…”
Hızla ayağa kalktı. Arkadaki ambardan gelen haykırışları hiç işitmiyor gibiydi. Kapıya yürüdü. Dışarı çıktı ve bekleyen atına bindi. Demin koşa koşa geldiği yerlerden şimdi yavaş yavaş geçiyordu. Birçok dükkân açılmıştı. Ahali duruyor ve kendisini selamlıyordu. Fakat o hiç etrafını görmüyordu. Gözlerini eyerin kuburluklarıyla atın doru boynundan hasıl olan gölgeli çizgiye dikmişti. İçinden duyulmaz bir seda damarlarına yayılıyor, dimağında, kalbinde, “Bir saat sonra… Bir saat sonra…” diye tatlı bir akis bırakıyordu. Merkez kumandanlığına geldi. Şehrin saati alaturka altıyı vuruyordu. Atından indi. Fırındaki kaşıntıları artık uyuşmuştu. Şimdi bütün vücudu katılaşmış, sanki kaskatı olmuştu. Dalgın ve habersiz, yukarı çıktı. Odasına girdi. Jandarma Kumandanı Zankof’la Polis Müdürü Lapof kendisini bekliyorlardı. Oturur oturmaz konuşmaya başladılar. İşler yolunda gidiyordu. Hatta konsoloslardan bazıları mutasarrıf Rayef’e, işgal esnasında gösterilen intizam ve adaletten dolayı teşekkür bile etmişlerdi. Civardaki ve ovadaki İslam köylerinde nasıl temizlik yapılacağını müzakereye koyuldular. Karar verdiler. Katliamcılar tayin edildi. Zankof’la Lapof emirlerini vermekte gecikmemek için durmadılar, gittiler. Radko yalnız kalmadı. Dimço’nun çetesinden dört haydut, Hacı Hasan Efendi’yi getirmişlerdi. Bu; abani sarıklı, rahat ve saadetinden, hareketsizlikten kalınlaşmış, tombul, nazik, orta boylu bir adamdı. Koyu kumral top sakalının üstünde pembe ve şiş yanakları parlıyor, çizgisiz yüzünde sarı bir korku gölgesi beliriyordu. Düşman kumandanından, ümit ettiği iltifatı görmemekten şaşırmış gibiydi. Radko, kendisini oturtmamıştı bile…
“Adın ne?”
“Hacı Hasan…”
“Bankada ve evinde kaç liran var?”
Hâli ve mevkiyi takdir edemeyen Hacı Hasan Efendi, cevap veremedi. Aptal aptal karşısındaki Bulgar zabitinin yüzüne baktı. Eğer böyle şeyler olacağını bilseydi, ordu ile çekilmez, Selanik’e kaçmaz mıydı? Ama Balkan ordularının medeniyet, meşrutiyet getireceğini ümit etmişti.
“Söyle, kaç lira?..”
“Susuyorsun. Mahkemeye havale edeceğim, orada bülbül gibi söylersin. Evinde kaç kişi var?”
“Altı…”
“Adlarını söyle, yazacağım.”
Hacı Hasan Efendi tekrar şaşaladı. Buna ne lüzum vardı? Bu münasebetsizlik değil miydi?
“Raciye…”
“Kadın mı, erkek mi, senin nen?”
“Kadın, kaynanam.”
“Bir… Sonra?”
“Fatma, karım.”
“İki… Sonra?”
“Tarık, Zeynel Abidin, Halit, erkek çocuklarım.”
“Beş… Sonra?”
“Lâlî… Kızım.”
“Lâle… Altı.”
Hacı Hasan Efendi tecvit ve Arapça gayretiyle “ayın” harfini şiddetle çatlatarak tashih etti:
“Lâle değil, Lâlî, efendim.”
“Lâle, Lâlî, her ne ise… Başka kimse yok mu?”
“Dört tane hizmetçi var.”
“Başka?”
“Bir de ihtiyar uşak. Hepsi bu…”
“Senin evin güzelmiş. Bize lazım. Sen mahkemeye gidersin, paralarını söylersin. Lâle haricinde çoluğun çocuğun başka yere çıkarılacak. Lâle evin temizliğine bakmak için kalacak…”
Hacı Hasan Efendi kulaklarına inanamıyordu. Böyle şey olur muydu? Bu kadar konsolos varken… Cevap vermedi. Yutkundu. Başı dönüyor, elleri titriyordu. Radko ayakta, asker vaziyetinde duran komitacılara isimleri yazdığı pusulayı uzatarak Bulgarca emrini verdi:
“Bu adamı fırındaki mahkemeye teslim ediniz. Beni beklemesinler, istintakına devam etsinler. Parasını saklıyor. Sonra evi bize lazım. Evinde on iki kişi var. Yalnız Lâle ismindeki kız kalacak. Öbürleri beş dakikaya kadar evden çıkarılacak. Bu çıkanlar serbesttirler. Boyunlarına hemen hürriyet kurdelesi bağlayınız…”
“Hürriyet kurdelesi bağlayınız.” demek, “Kafalarını kesiniz.” demenin komitacasıydı. Radko biraz durdu. Ve elini masanın üzerine vurdu:
“Haydi çabuk, söylediklerimi Dimço Kaptan’a anlatınız. Dikkat edin, kız kaçmasın! Evin kapısından nöbetçiler ayrılmasınlar. Hızlı bir süvari ile bana haber gönderiniz. Gelip gezeceğim. Haydi, marş! Çabuk!”
Hacı Hasan Efendi bir şeyler söylemek istedi. Lakin komitacılar onu dışarı çıkardılar. Kapı kapanınca Radko ayağa kalktı. Bir aşağı bir yukarı gezinmeye başladı. İşte nihayet yarım saate kadar Lâle, Serez’in en güzel kızı, kendisinin olacaktı. Yine hayalinde, fırındayken dalga geçtiği o harem köşesi, mor ve parlak halelerle karışık hâlde canlanıyor, bir esatir şiirinin rüyalara giren müphem akisleri zihninde büyüyor, uzuyor, derinleşiyordu. Hafif, mavi hareli ziyaların akıcı gölgeleriyle görülmemiş çiçeklerden yapılmış bir bahar yatağını andıran ipek sedirde bir çıplak kız, baygın ve yorgun geriniyor, yüzükoyun dönüyor, bacaklarını geriyor; dağınık, siyah saçlarıyla örtülen beyaz ve sivri memelerinin üzerine abanarak, sarıldığı menekşe rengindeki yumuşak yastığı sıkıyordu. Ve dışarıdaki süvari kollarının gürültülü nal seslerini, hükûmete toplananların uğultusunu asla duymayan Radko, hülyasının karşısında kalbinin çarpıntılarını pekâlâ işitiyordu. Yarım saat geçmemişti. Kapı vurulunca durdu ve uyandı. Giren süvari evin hazır olduğunu ve içinde yalnız bir kız bırakıldığını söylüyordu. Radko yaverini çağırdı. Ona üç saate kadar bir yere gideceğini, bu üç saat esnasında mutlaka aranması lazım gelirse Dimço Kaptan’a sorulmasını, kollardan ve inzibat memurlarından gelecek raporları okumasını, gayet mühim ve müstacel olanların da Dimço Kaptan’a gönderilmesini tembih etti. Sonra yavaş yavaş aşağı indi. Süvari ile yine yavaş yavaş, etrafını görmeden, sokaklardan geçiyordu. Atını biraz koşturursa deminki hayalinden ruhunda, dimağında, sinirlerinde kalan o sarhoşluğa benzer lezzet bozulacak sanıyordu. Yüksek duvarlı dar sokaklar… Beyaz minareli, küçük ve sakin mahalle camileri… Servili mezarlıklar… Minimini sel köprüleri… Fena ve intizamsız fakat temiz ve beyaz taşlı kaldırımların üzerinde gezinen tavuk ve kaz sürülerine serçeler de karışıyorlardı. Bu evvel zaman yolu Radko’nun hoşuna gitti. Bu yolun serin ve aydınlık sessizliği içinde ilerledikçe kendisini, hakiki ve canlı bir Şark masalının esrarına dalmış ecnebi bir masal kahramanı sanıyor; kalbi, büyük fatihlerin kaçamamış ve sağ kalmış mağluplarını çiğnerken duydukları o hiç kanmayan tatlı ve susamış heyecanıyla çarpıyordu. Önünden geçtiği sarı badanalı, uzun ve yüksek bir duvarın ortasındaki büyük ve yeşil kapıyı görünce, “Burası olacak…” dedi. Kapının önünde bir askerle iki komitacı durmuş, konuşuyorlardı. Hem bu kapı… Bulgaristan’daki Türkler bile Allah’larının Arabistan’daki evine gidip hacı oldukları vakit dönüşlerinde kapılarını yeşile boyamazlar mıydı? Mutlaka Hacı Hasan’ın konağı bu olacaktı. Arkasına döndü. Süvari neferine sordu:
“Burası mı?”
“Evet gospodin…”
Ve şuursuz bir acele ile mahmuzlarını atının karnına vurdu. Bir anda kocaman kapının önüne yetişti ve yere atladı. Komitacılar ve nöbetçi, zaten onu bekliyorlardı. Hayvanın dizginlerinden tuttular. Radko aralık duran kapıya yürüdü. Kenarda bir fincan tabağı büyüklüğünde kaba bir çan düğmesi beyaz, kör ve tek bir göz gibi parlıyordu. Eliyle bu düğmeye dokundu, uzaktan zor işitilir bir zil sesi aksetti.
“İçeri kimse girmesin.” dedi Dimço, “Gelirse buna basarsınız, ben çıkarım.”
Başı yine yere eğik, sol kolu yine kalçasındaydı. Aralıktan girdi. Sağ omzu ile kapıya dayandı ve kapattı. Fakat öyle kaldı. Kımıldayamıyordu. Birdenbire önünde bir cennet açılmıştı. Zümrütten bir cennet… Kamaşan gözleriyle baktı. Baktı. Ferdinand’ın sarayını, Avrupa’nın en güzel ve meşhur parklarını bilirdi ama hiçbirinde bu hayalî sükûtu görmemişti. Büyük ağaçların neftî gölgeleri çiçeklerin üzerine ağır ve kadife halılar gibi yayılıyordu. Ve balıksırtı, kumlu bir yol mermer bir havuza doğru gidiyor, ta nihayette gene mermer basamaklarla çıkılan kapıda bitiyordu. Radko sağ eliyle gözlerini ovuşturdu. İki tarafına döndü. Dışarıdan bir kale gibi yükselen duvarın içeriden bir taşı olsun görünmüyordu. Sık sarmaşıklar ve hanımelleriyle örtülmüştü. Yavaş yavaş yürüdü. Adlarını bilmediği, hatta ömründe ilk defa gördüğü çiçekler gölgeli tarhlarda henüz doğmamış peri yavruları gibi uyuyorlar, sarhoş edici, keskin ve tatlı kokular çıkarıyorlardı. Havuzun yanına geldi. Kumlu yol sağdan ve soldan gelen öbür yollarla birleşerek burada meydanlaşıyordu. Ve yine adını bilmediği büyük ve asırlık ağaçlar tarhların köşelerinden yükseliyor, iri ve sarkık yapraklarından görünmeyen dallarıyla havuzun üstünde yeşil ve geniş bir kubbe kuruyorlardı. Durdu. Havuzun mermer fıskiyesinden çıkan şeffaf sütuna baktı. İki metre yukarıda, mavi toz hâlinde tekrar havuza dağılarak suyun üzerinde aksini ürperten bu billur sütunun içinde, gölgelerden kaymış güneş damlaları birikiyor ve parça parça açılan minimini eleğimsağmalar da bütün renkler kaynaşıyordu.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.