Kitabı oku: «Forsa», sayfa 2
TESELLİ
Eski Kahramanlar
Batıdan gelen büyük düz yolun ta ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüda, yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipahiler yüksek beyaz duvarlara, geçici bir gölge kâbusu hâlinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek siliniveriyorlardı.
***
Bu türbede yatan ölü Erzurum Kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzu ile “salatüselam” çekerek beklediği, geç kalan Azrail’di. İşte tam otuz gün… Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kâhyasını çağırırdı:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Bir gelen mi var?”
“Hayır efendim.”
....
Sadık genç araladığı kapıyı çekince yine birden kararan sanduka sükûnu içinde İskender Paşa galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vakıa korkak bir adam değildi. Ama muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek… Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek ya boğulacaktı! Düşündükçe ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi olurdu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş… İskender Paşa’nın yerde sürünen ölüsü!
Titrer, gözlerini ovuşturur, yine salatüselamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvi hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetli idi ki çocukluğunun saf muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, huri gılman alaylarını, tuba ağacını, sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile… Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca korkunç, muazzep rüyalarla uyanırdı. “Ölümünden sonra”sı havsalasına sığamıyor, adem tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman’ı Türk bayrağını Viyana surlarına doğru dalgalandırırken, er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar derebeyleri en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu. Şahın oğlu İsmail Mirza hile ile Erciş’e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim’in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, “vire” ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Hâlbuki İsmail Mirza haini daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken o, acemi bir asker dalgınlığıyla aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdar kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmut Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de… Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı… Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!
İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Bir gelen mi var?”
Kâhya kapının aralığından cevap verdi:
“Birkaç zabit gelmiş efendim.”
“Defterdara gönder. Onunla konuşsunlar.”
“Başüstüne efendim.”
....
Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, “Bizim artık dünya gailesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır.” demişti. Hâlbuki bozuk ordunun erzakını, intizamını, zapturaptını temin edemeyen defterdar yine ara sıra zabitleri kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle bekleyen, kapı halkı artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgâr, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.
***
Fakat İskender Paşa bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, süluke varmış bir derviş tevekkülüyle muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı. Pek gençken Hüsrev Paşa’nın yanındaki silahşorluğu, sonra kapıcıbaşılığı, daha sonra çavuşluğu hayalinden geçti. “Orta defterdarı” iken evlenmişti. Karısı, çocukları… Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler! Ne olacaklardı! Bir vakitler Van Kalesi’nin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede ümeradan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havalisinde de namı düşmanları titretmiyor muydu? Lakin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümera maiyetine “Kışın Erzurum Kalesi’nde çok adam barınamaz.” diye izin vermiş, Mirza İsmail’in zuhurunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız ümera ile kapı halkından ibaret gibiydi. Sonra, Mirza ile karşılaşmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya… İşte hatırlıyordu; kendi siyah at üstünde dar, çalılık bir yoldan giderken önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümera ile ulemaya bunu anlatmış, biri:
“Yılan tutmak zehir tutmaktır. Gam ile gussa suretidir.” demiş, ihtiyar bir hoca da:
“Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız.” diye tabir etmişti.
İşte o bu hayırlı tabire inanmış, Mirza’nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Vakıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında on iki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah serhadde o kadar asker tayin etmişken o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahati büyüktü! Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi…
Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul’dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızadan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sediri, köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyadan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı ve titreyerek dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti. Sonra sedire uzandı. Kâhyasını çağırdı:
“Fazıl!”
“Efendim.”
“Gel içeri.”
Uzun, dar cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi:
“Buyurunuz efendim?”
“Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken cellat aldığı emri yapsın. Hasekilere de söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?”
“Anladım efendim.”
Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kâhya dışarı çıkınca odanın eski sanduka sükûtu sabahsız bir bela gecesi gibi yine karardı.
***
Bir gün, akşama doğru, bu abus karanlıkta İskender Paşa tövbe istiğfar ederken kâhya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı.
…
“Ne var oğlum?”
…
“Söylesene…”
“Geliyorlar!”
Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.
“Pekâlâ.” dedi, “Vasiyetimi aynıyla icra et. Sakın namazımı lafla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah’la beraberim.”
Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı.
“Bana hakkınızı helal ediniz efendim.”
“Helal olsun oğlum, inşallah muradına eresin. Sakın bana laf söyletme… Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç.”
Ağlayan kâhya haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiğ bir aydınlık boşandı. Uzaktan kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşanın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. Zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, masivaya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden, Allah’la beraber olayım! dedi. Sureleri okuyor, rükûya, secdeye varıyordu. İki rekât kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.
Yukarı çıkıyorlardı!
En hafif bir patırtı dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kâhyasının fısıldayan sesini bir nara gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:
“Sakın namazını bozmayın.”
“Olur, olur.”
“Ne emir almış iseniz hemen yapın.”
“Peki! Peki!”
“İşte burada! Gelin…”
Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. “Eşhedü enla…” derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarf etti. Kaldıramadı.
Kuvveti yoktu. Ettehiyyat’ın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kitlendi. Gözleri kararıyordu. Beklediği soğuk teması ensesinde şiddetle duydu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat… Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:
“Esselamu aleyküm ve rahmetullah…”
Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
“Ne durursunuz, haydi!” diye son nefesini çıkardı.
….
“Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam!”
….
Tanımadığı bir ses!.. Başını arkaya çevirip yalın kılıç yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç… Üçüncüsüne göz attı, murassa bir topuz… Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isticalle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı. Açtı. Padişahının yazısını tanırdı:
“(…) İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu, askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı vücut ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusret ve hezimet hod meşiyyet-i hüdaya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın…”
Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah eski kahramanlıklarını hatırlatıyor, uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir hilat, bir altın kılıç, bir murassa topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi tesliyetnameyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince İskender Paşa o kadar hafifledi ki tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta, öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassa topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.
Kâhyasına: “Fazıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz.” dedi. Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kâhyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki cansız İskender Paşa ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvani bir hilat… Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin başparmağıyla namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun ta nihayetinde yarım batmış güneş tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı. Bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu; bu ordu, mert Turan’ın ortasındaki şımarık İran’a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de -onlarla beraber kendisi de- şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!
ÇAKMAK
“Ulan İboş, sen be!”
“Vay Mıstık, sen ha?”
“Ben ya…”
....
İki hemşehri hemen kucaklaştılar. Makedonya’dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleye inleye akan çakıllı dereciğin başında böyle karşı karşıya gelmek, onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terk ettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Yılın her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan’a geçerler; at, katır, eşek alır; kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan’dan zahire taşırlardı. Vakıa hiç ortaklık etmemişlerdi ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz, canlı birer mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:
“Ne yapıyorsun bakalım?”
“Hiç…”
“Burada ne arıyorsun?”
“Hiç. Geçiyorum. Ee sen?”
“Ben de.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Daha belli değil. Sen nereye?”
“Benim de belli değil.”
“Ne vakitten beri buradasın?”
“Bir ay var…”
“Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım!”
....
İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşaklarıydı. Anadolu’da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için toprağa, zanaat sahibi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üç yüz kâr bırakacak bir ticaret yeri…
İboş:
“Gözünü sevdiğimin Rumeli’si…” dedi, “Nerede o günler?”
Mıstık başını salladı:
“Nerede?.. Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burada on kuruş gündelikle eşek gibi çalış…”
…
Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gölgeliklerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt kumlu bir çölü andırıyordu.
“Çökelim şuraya, be can…”
“Çökelim be…”
Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:
“Ah, nerede bizim Mesta?” dedi. Sonra Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz, insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor; yanaklarından kan damlarken, Anadolu’ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bir keseyi Mıstık’a uzattı:
“Yap bakalım bir sigara…”
Mıstık keseyi daha açmadan zayıf, tıraşı uzamış, pis suratını fena hâlde ekşiterek:
“Tütün değil mübarek, tezek!” dedi.
“Ah bizim tütünler!”
“Dilber saçı sanırdın…”
“Tutam tutam sırmaydı…”
....
Sigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçakçıların aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyade Anadolu’nun ahlakından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikâyet ediyorlardı.
Mıstık:
“Tövbe! Tövbe!” dedi, “Hele yalan yere yemin etmeleri…”
“Evet, bu en fena tabiatları…”
“Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak…”
“Batacak, batacak…”
“Batacak!”
Tutulacak işleri, hükûmetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular… Belki bir saatten ziyade… Beğenmedikleri tütünden, birbiri arkasına, onar sigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık’a baktı:
…
“Ne var?”
“Ver diyorum.”
“Ne istiyorsun?”
“Bilmiyor musun?”
“Yooo…k!”
“Çakmağı ver diyorum.”
“Hangi çakmağı?”
“Ulan, inkâr mı ediyorsun?”
“Neyi be?”
…
İboş dişlerini sıktı. Açılan yumrukları titremeye başladı. Bu, âdeta insanı eşek yerine koymaktı! Sakin bir tatlılıkla sordu:
“Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi?”
“Hayır.”
“Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?”
“Çıkardın.”
“Sigaralarımızı o çakmakla yakmadık mı?”
“Yaktık.”
“Buradan kalkıp bir yere gittik mi?”
“Hayır.”
“Öyleyse çakmak nerede?”
“Ben ne bileyim?”
“Sen aldın…”
“Haşa…”
İboş üstünü başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar tekrar aradı. Çakmağı Mıstık’ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşehriliğe yakışmayacağını söyledi. Yalvardı yakardı. Mıstık “Haşa… Kabul etmem vallahi…” diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş’un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona “Bir pire için yorganı yakan” derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa, eşyasını taşıdığı bir müdde-i umumi, bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşçuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin müfettiş-i umumiliğine, dahiliye nezaretine, vilayete tam beş yüz kuruşluk şikâyet telgrafı çekmişti.
Bu vaka bütün Rumeli’nce meşhurdu.
“Sen beni bilirsin Mıstık…” dedi, “Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı.”
“Almadım vallahi…”
“E, sen almadın, ben de almadım, ecinliler mi gelip aldı?”
“Bilmem.”
“Ben senden bu çakmağı çıkarırım.”
“Almadım ki, ne çıkaracaksın…”
…
?..
....
İboş mahkemeye müracaatla dava ecinniler söyledi. Hiddetle, kasabaya doğru giden yola atıldı. Hâlbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.
İçinden: Görmeden aldım. Şahit yok sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim. dedi. Dışından -bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına- acı acı haykırdı:
“Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim.”
“Haydi gel…”
Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yan yana yürümeye başladılar; ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.
***
Yarım saat sonra…
Hükûmet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan, azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği, tepindiği işitiliyor; açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar giriyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında, çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.
Ak sakallı hâkim, enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.
İboş’a sordu:
“Bu adamın çakmağını çaldığına şahidin var mı?”
“Yok.”
Mıstık’a döndü:
“Sen de çalmadım diyorsun.”
“Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.”
“O başka mesele… Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?”
“Ederim.”
“Öyleyse evvela, senin istediğin dava görülmüş olur, yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.”
“Pekâlâ!”
Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti!
(…) Tam dışarı çıkarlarken sevinen Mıstık’a hâkim:
“Oğlum, sen on kuruş vereceksin!” dedi.
Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:
“Niçin? Ben davayı kazanmadım mı?”
“Kazandın.”
“Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?”
“Çıktı.”
“Öyleyse ne parası istiyorsun?”
“Mahkeme masrafı…”
!..
Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş’a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.
!..
?..
“Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını uğursuz…” diye, biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.