Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kaşağı»

Yazı tipi:

KAŞAĞI

Çocukluk Hatıralarından

Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz, iç çitin büyük kestane ağaçlarının arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu adam, babamın seyisi, ihtiyarca bir Çerkez’di. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la beraber onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek ne doyulmaz bir zevkti! Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, ahırı süpürmek, gübreleri kaldırmak en eğlenceli oyundan ziyade bizim hoşumuza gidiyordu. Hele tımar… Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı tık, tıkı tık… Tıpkı bir saat gibi… Yerimde duramaz, “Ben de yapacağım, ben de yapacağım!” diye tuttururdum. O vakit Dadaruh beni Tosun’un sırtına kor, elime kaşağıyı verir:

“Haydi yap!” derdi. Bu demir aleti hayvanın çıdağusuna sürter, fakat o ahenkli tıkırtıyı çıkaramazdım.

“Kuyruğunu sallıyor mu?”

“Sallıyor.”

“Hani bakayım.”

Eğilirdim, uzanırdım. Lakin atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

***

Her sabah ahıra gelir gelmez:

“Dadaruh, tımarı ben yapacağım.” derdim.

“Yapamazsın.”

“Niçin?”

“Daha küçüksün de ondan.”

“Yapacağım.”

“Büyü de öyle…”

“Ne vakit?”

“Boyun at kadar olduğu vakit…”

At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boynum karnına bile varmıyordu. Hâlbuki en keyifli, en eğlenceli şey bu idi. Sanki kaşağının muntazam tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, oynar, o zaman Dadaruh:

“Höyt, kerata…” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben de bir gün ahırda yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etme hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz, küçük odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok. Yatağın yanında yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az kalsın sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta evvel İstanbul’dan gönderdiği hediyeler içinde çıkan fakfon kaşağı, parıl parıl parlıyordu. Hemen kaptım, Tosun’un yanına koştum. Karnına sürmek istedim. Rahat durmadı. Dönüp burnuyla bana vurdu. Öteki atlar da durmuyorlardı.

“Galiba acıtıyor.” dedim. Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz körletmek için duvarın taşlarına sürmeye başladım. Dişleri bozulunca tekrar tecrübe ettim. Yine atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerideki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabileceğim en ağır taşı bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, ihtimal Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.

(…) Babam her sabah dışarı giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün yine ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Galiba yıkanacaklardı. Babam çeşmeye bakarken yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü. Dadaruh’a haykırdı:

“Gel buraya.”

“Çıkar bakayım şunu.”

Nefesim kesilecekti. Bilmem neden, çok korktum. Dadaruh da şaşırdı. Kırılmış kaşağı meydana çıkınca babam bunu kimin yaptığını sordu.

Dadaruh: “Bilmiyorum.” dedi.

Babamın gözleri bana döndü. Daha bir şey sormadan:

“Hasan.” dedim.

“Hasan mı?”

“Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.”

“Niye Dadaruh’a haber vermedin?”

“Uyuyordu.”

“Çağır şunu bakayım.”

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının hiçbir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı.

Hasan’a dedi ki: “Eğer yalan söylersen seni döverim.”

“Söylemem.”

“Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?”

Hasan Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı. Sonra sarı saçlı başını sarsarak: “Ben kırmadım.” dedi.

“Yalan söyleme diyorum.”

“Ben kırmadım.”

Babam tekrar:

“Doğru söyle, darılmayacağım, yalan çok fenadır.” dedi. Hasan inkârında inat etti. Babam hiddetlendi, üzerine yürüdü. “Utanmaz yalancı!” diye yüzüne bir tokat indirdi. Hasan avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı.

Babam Dadaruh’a: “Götür bunu eve. Sakın bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun!” diye haykırdı. Dadaruh ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü.

Artık ahırda hep yalnız oynuyordum.

Hasan evde mahpustu. Yalan söylediği için babam yüzüne bile bakmıyordu. Annem geldikten sonra da affetmedi. Fırsat düştükçe “O yalancı!” derdi. Hasan yediği tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal veremiyordu.

“Acaba aptal Dadaruh atlara ezdirmiş olmasın!” derdi. Ertesi sene yazın annem yine İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını, tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderdik, doktor geldi. “Kuşpalazı.” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağının dibinden hiç ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

“Niye ağlıyorsun?” diye sordum.

“Kardeşin hasta.”

“İyi olacak.”

“Olmayacak.”

“Ya ne olacak!”

“Kardeşin ölecek.” dedi.

“Ölecek mi?”

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor, “İftiracı, iftiracı!” diye karşımda ağlıyordu. Küçük muhayyilem o vakitki dinî terbiyenin dehşetiyle dolmuştu. Yarın ahiret… Kim bilir kardeşim o haksız yediği tokadın hakkını benden nasıl çıkaracaktı? Pervin’i uyandırdım.

“Ben Hasan’ın yanına gideceğim.” dedim.

“Niçin?”

“Babama bir şey söyleyeceğim.”

“Ne söyleyeceksin?”

“Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.”

“Hangi kaşağıyı?”

“Geçen seneki… Hani babamın Hasan’a darıldığı…”

Lafımı tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem Hasan da duyacak, belki beni affedecekti.

“Yarın söylersin.” dedi.

“Hayır, şimdi gideceğim.”

“Şimdi baban uyuyor. Yarın sabah söylersin. Hasan da duyar. Onu öpersin. Ağlarsın. Hakkını sana helal eder.”

“Pekâlâ!”

“Haydi şimdi uyu.”

Sabaha kadar yine gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktık. Ben içimdeki zehirden azabı boşaltmak için acele ediyordum. Fakat heyhat, zavallı masum kardeşim o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük.

Babamın dışarı çıkmasını bekliyorlardı!

YEMİN

Ah, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı! Yaşamanın, eğlenmenin hoş bir zevki, güzel bir şekli vardı. Kadınlar başka, erkekler başka, ruhlarımız başkaydı. En büyük günahlar bile “din, iman, terbiye, namus, nezaket” perdesi altında hiç sezdirilmeden yapılır, masumluğun mukaddes füsunu asla kaybedilmezdi. Ben o vakitler Doğancılar’daki Hacı Hafız Sıdıka Molla’nın meşhur evine dadanmıştım. Matlûbe isminde bir kızı çıldırasıya seviyordum. Son yangınlarda yanan o kırmızı aşı boyalı viran ev, duvarları hanımelleriyle, sık sarmaşıklarla örtülmüş kûhi bahçe, yeşil çıkrıklı, mermer bilezikli kuyu hâlâ gözümün önünde… Hacı hanım çok sofu bir kadındı. Bütün şişman vücudunu kaplayan kocaman başörtüsünün içinden gök mavi gözleriyle -tıpkı bulutların arasında kalmış ihtiyar bir melaike gibi- bakar, ağzından hiç kötü söz çıkmazdı. Abdest, namaz, oruç en önde gelen merakıydı. Yanındaki kızlardan birisine tutulanı mutlaka ibadete başlatırdı. Sokağa bakan alçak tavanlı odacığı tıpkı minimini bir mescitti. Kıble tarafında mihraba benzer bir girintisi bile vardı. Buraya serili pamuk doldurulmuş yazma seccadesinden, mutfağa, ateşi hiç sönmeyen gusülhaneye bakmak için sık sık kalkardı. Kızlarının da hepsi sofuydu. Hiçbirisine alafranga esvap giydirmez, korse taktırmaz, yüzlerine allık, pudra sürdürmez, gözlerine sürme çektirmezdi. Dört peşli mavi basma entarisiyle, fes rengi oymalı yemenisiyle, tombul Matlûbecik ne şirindi. Ben gelir gelmez, şimdiki zamane kızları gibi hemen boynuma atılmaz, “Haydi gusülhaneye aslanım!” diye, yavaşça yukarı çıkarır; beni yıkar, temizler, abdest aldırtır, çamaşırlarımı değiştirirdi. Sonra, hacı hanımın elini öpmek için odasına inerdim. Ne kadar vakit namazlarını onun odasında yan yana kılmıştık. Hele Ramazanları… Bir sene, bütün bir ramazan, Matlûbe’yle kapanmıştım. Sahurdan bir saat evvel, hacı hanım kapımızı vurarak bizi uyandırıyordu. Suyu ısınmış gusülhaneye koşuyor, soyunup abdestimizi alıyor, sofranın başına, temiz temiz, saçlarımızın nemiyle geliyorduk. Yemekten sonra imsak topunu beklemek ne ulvi bir neşeydi! Bazen sabah namazını kılar, öyle yatardık. Gündüz, öğle namazından sonra hacı hanım kızlarını camiye vaaza götürürdü.

“Matlûbe evde kalsın! Ben yalnız ne yapayım hacı nine!” diyecek olsam:

“Nafile namazı kıl, aşir oku, hiç canın sıkılmaz yavrum.” cevabını verirdi. Benden başka eve gelen erkekler hep hısım akraba, hep süt oğul, ahiret evladı filandı. Matlûbe, benden başka hiçbir erkeğe çıkmıyor, en yakın akrabalarından, hatta erkek kardeşinden bile kaçıyordu.

***

Bir gün, ikindi namazından sonra hacı hanımın odasında oturuyorduk. Matlûbe çamaşır ütülüyor, diğer iki kız, Kadriye ile Firdevs yorgan kaplıyorlardı. Hızlı hızlı kapı çalındı. Matlûbe cumbaya koştu. Sonra birdenbire döndü:

“Hacı anne… Sabri…” dedi.

“Sabri mi?”

“O, vallahi…”

Birbirlerine bakıştılar. Hacı hanım seccadesinden kalktı. Matlûbe sararmıştı. Öteki kızlar da şaşkın şaşkın kapladıkları yorganı topluyorlardı.

“Bu Sabri kim?” diye sordum. Hacı hanım:

“Matlûbe’nin teyzesinin oğlu…” dedi. Sonra afal afal bakan Matlube’ye döndü:

“Haydi git, kapıyı aç…”

“Ee ben…” dedim, “Burada duracak mıyım?”

Hacı hanım:

“Hiç öyle şey olur mu?” diye güldü, “Sabri çok sofudur. Senin burada olduğunu sezerse hiçbirimizi sağ komaz!”

“Ee, ne yapacağız?”

“Haydi şu yüke giriver!..”

“Ya ararsa?..”

“Aramaz.”

“Şüphelenip arayacağı tutarsa?”

“Bana inanır, diyorum, yavrum, haydi çabuk gir. Yalnız öksürme, çıtırtı filan yapma!”

Yerimden kalktım. Öteki kızlar da yorganları, çamaşırları dışarı çıkardılar. Yüke girdim. Burası zifirî karanlıktı. Nefesimi kestim. Şahmeran masalında kuyuya düşen Bülkıya gibi yükün kapısındaki bir budak deliğinden giren aydınlıktan başka bir şey görmüyordum. Bir dakika geçmeden Sabri odaya girdi. Ben hemen uzandım, budak deliğine sağ gözümü uydurdum. Bu, iri yarı, pala bıyıklı, siyah fesli, kabadayı bir gençti. Hâl hatır sorduktan sonra:

“Hacı anne! Matlûbe başka birisine çıkıyormuş! İşittim. Bugün buraya onu temizlemeye geldim!” dedi.

Hacı hanım hiç istifini bozmadı:

“Hayırdır inşallah… Sen rüya görmüşsün. Geçen hafta teyzesinin oğlu geldi de hem süt kardeş oldukları hâlde, ben yine göstertmedim. Sen benim nasıl kadın olduğumu bilmiyorsun galiba?”

“Biliyorum ama…”

“Ee ne?”

“Diyorlar ki seviştiği herif şimdi bile bu evin içindedir.”

“Sen vallahi deli olmuşsun! Kim diyor?”

“Kimse kim…”

“Gözleri kör olsun iftiracıların! İşte sen, işte ev!.. Her tarafı kalk, ara.”

Sabri biraz durakladı. Dişlerinin gıcırtısını duyuyordum. Kırmızı muhacir bezi örtülü boy minderine yan oturmuştu. Sarı şayak ceketinin altından saldırmasının ucu görünüyordu. İçime soğuk bir ürperme geldi. Yanımda toplu iğne bile yoktu. Silahlarımın hepsi Matlûbe’nin yastığının altında idi. Hacı hanım sükûtu bozdu:

“Yook Sabri! Ben böyle şüpheye filan gelemem!” diye başını salladı. “Benim namusum var. Sana darılırım. Yüzüne bakmam. Şimdi seccadeden kalktım. Taze abdestimle sana yemin edeyim. Yalancıların gözleri kör olsun. Sürüm sürüm sürünsünler inşallah…”

Sonra ayakta divan duran solgun, perişan Matlûbe’ye sordu:

“Abdestin var mı kızım?”

“Var hanım nine.”

“Şu duvardaki Kur’an-ı Kerim’i alıver.”

Matlûbe yürüdü. Daima mihrap gibi yerde asılı gördüğüm, yeşil ipek bir bohçaya sarılı Kur’an-ı Kerim’i aldı, öptü, başına koydu. Hürmetten memeleri hizasında tutarak getirdi. Hacı hanım, Kur’an-ı Kerim’i tuttu, öptü, başına koydu. Sonra sol elinin avcuna aldı. Sağ eliyle üstüne basarak:

“Vallahi, billahi, tallahi, bu kitap beni çarpsın; eğer senden başka Matlûbe’nin yüzünü kimse gördüyse…” dedi.

“Nasıl, şimdi inandın mı bana?”

“İnandım.”

“Bir daha müzevirlerin sözüne uyup üstüme gelme, Sabri!”

“Affet hanım nine…”

“Yok… Ben böyle rezalete gelemem.”

Tekrar Kur’an-ı Kerim’i öptü. Başına koydu. Matlûbe’ye verdi. Matlûbe aynı öpme ayinini icradan sonra yeşil bohçalı kitabı duvardaki çiviye astı. Ben yükün içinde yıldırımla vurulmuşa dönmüştüm. Yüreğim çarpıyor, belimin aşağısı uyuşuyordu. O vakit çok dindardım, öleceğim sandım. Sanki beni yalan yere edilen bu yemin tutuyordu. O vakitler yemin çok büyük bir şeydi! Binlerce lira verilse bir yalancı şahit bulunamazdı. Eskiden yalan yere yemin insanı olduğu yerde tutar, hiç kımıldatmaz, öldürüverirdi! Zamanımızın ne İspanyol nezlesine ne tifüsüne benzerdi. Sabri, hacı hanımın yeminine inandıktan sonra kalktı. Elini öptü. Aşağı indi. Sokak kapısı örtülür örtülmez yükün kapısını ittim. Dışarı fırladım. Hacı hanım hâlimi görünce gözlerini açtı:

“Çok mu korktun yavrum?”

“Yok…”

“Ee, o ne öyle… Betin benzin sapsarı!”

“Yemin tutuyor!” dedim.

“Hangi yemin?”

“Yalan yere senin ettiğin yemin!”

“Benim mi?” diye güldü.

“Evet… Abdestli abdestli Kur’an-ı Kerim’e el bastın. Matlûbe’yi kendisinden başka kimsenin görmediğine dair o herife yemin ettin. Hâlbuki her gece, onunla beraber, bir yatakta yattığımızı bilmiyor musun?”

“Sus, sus. Böyle terbiyesiz, hayâsız laflar istemem. Şuraya otur bakayım. O senin ahiret kardeşin…” diye elimden çekti. Sonra kapıdan giren Matlûbe’ye:

“Haydi, o Kur’an-ı Kerim’i getir de yiyelim kızım!” dedi.

“Peki anneciğim!”

....

Ben bu emirden bir şey anlamadım. Aptallaştım.

Matlûbe mihrap gibi yere koştu. Yeşil bohçaya sarılı kitabı aldı. Getirdi. Bu sefer memelerinin hizasında tutmuyordu. Minderin üstüne benimle hacı hanımın arasına koydu. Tombul elleriyle bohçayı çözdü. Bohçanın içinde kahverengi ikinci bir bohça daha vardı. Onu da çözdü. Ortaya çıkan pembe kutunun kapağını birdenbire açtı. İçi, sarı sarı, gayet nefis kuru incirle doluydu. Bir şey söyleyemedim. Başımı salladım. Güle güle bu incirleri yedik.

Hacı hanım: “Ettiğim yeminin kimseyi tutmayacağına aklın erdi ya oğlum.” diye yanağımı okşadı.

“Erdi…”

Sonra Matlûbe’ye döndü:

“Haydi kızım, ağabeyini yatak odana götür. Korku damarlarına bas! Sabri budalasından biraz ürktü galiba…”

***

Heyhat! Artık İstanbul’da ne Matlûbe gibi körpe, temiz, oyasız, masum, süssüz yosmalar kaldı ne de Sabri gibi dostunu kesmeye gelen saldırmalı, yemine inanır kabadayılar!.. Ben bilmem niçin, kutu incirlerinde bile o eski lezzeti bulamıyorum. Ah, evet, on beş yirmi sene evvel hayat ne tatlıydı!

TÜTÜN

Cabi Efendi artık bahçeye çıkamaz olmuştu. Zira mutfaktan geçmek icap ediyordu. Aşçı Şulever Bacı kendisini görür görmez eteklerine yapışır:

“Beni tütünü bitti efendi, tütün ister ben…” diye tuttururdu.

Bu leblebi kadar küçük kafalı, dal gibi ince ihtiyar Arap, Cabi Efendi’nin doğduğunu görmüştü. Parlak, abanoz renkli cildini, geçirdiği yetmiş senenin elemi bozamamıştı. Hâlâ otuz yaşında gibi görünür, hâlâ bir genç halayık gibi dinç, atik, hamarattı, bütün evin yemeğini vaktinde pişirirdi. Ömründe hastalık yüzü görmemişti. Altmış yıldır bu kubbe gibi geniş kemerli evvel zaman mutfağında boğaz tokluğuna hizmet eder, evin içinde doğanlarla ölenleri görmek için senede bir iki defa ocağın başından ayrılırdı. Yalnız tütüne iptilası ailenin canını sıkıyordu. Eğer verilse günde bir okka tütün içebilirdi. Cabi Efendi bu hâline kızar:

“Hınzır fellah! Sigaradan ne keyif duyuyor…” derdi… Son zamanlarda en adi tütünün paketi bile sekiz on kuruşaydı. Ayda altı yedi lira yalnız Şulever’in tütününe gidiyordu. Hem musibet, her tütünü beğenmez, “Bunun içimi fena, bunun içimi zehir gibi…” diye söylenip dururdu. Bir gün Cabi Efendi onu ocağın başında uyumuş gördü. İçinden, Hah, antre vermeden geçebileceğim, dedi. Ayaklarının ucuna basarak bahçe kapısına yaklaştı. Tam açacağı zaman Şulever uyandı:

“Beni tütünü yok… Ne olacak böyle efendi…” diye doğruldu.

“Sokağa çıkamadım Bacı… Yarın alır gelirim.”

“Benim kafa yerinde değil.”

“Canım yarın yerine gelir…”

“Şimdi sizin tütünden verin bir parça…”

“Pekâlâ…”

Cabi Efendi tabakasını açtı. Baktı ki hiç tütün kalmamış. Aç bir hayvan gibi ateş saçan gözleriyle ellerine bakan Arap’a:

“Dur azıcık, sokağa çıkıyorum. İçeri girince yukarıdan sana gönderirim.” dedi. Açtığı kapıdan çıktı. Sünbüli bir hava büyük bahçeyi gölge içinde bırakmıştı. Biraz dolaştı. Kendi ana lisanını unutan, Türkçeyi öğrenemeyen bu Sudanlı ihtiyar, dokuza kadar sayamadığı hâlde nasıl tiryaki, nasıl keyif sahibi oluyordu? Bunu düşündü. Demek keyif yalnız akıllı insanlara mahsus değildi. Düşünürken gözü yerdeki kurumuş patlıcan yapraklarına ilişti. Mesela vaktiyle Avrupa’dan içmek için tütün yaprağı getirilecek yerde patlıcan yaprağı getirilseydi acaba insanlar bunun da tiryakisi olacaklar mıydı? Mihaniki bir hareketle birkaç yaprak kopardı. Kokladı. Hiç kokusu yoktu. Sonra kuyunun yanındaki kanepeye oturdu. Cebinden çıkardığı sedef kaplı çakısıyla bu yaprakları tütün gibi kıydı. Rengi hakikaten tütüne benziyordu. Tabakasından bir yaprak kâğıt çıkardı. Bir sigara sardı. Çakmağı çaktı. Yaktığı sigarayı bir nefes çekti. Azıcık daha öksürükten boğulacaktı. Sigarayı yere fırlattı.

“Hay Allah belasını versin!” dedi, “İşte tam Şulever’e layık tütün…”

Gülümsedi. Kıydığı yaprakları boş tabakasına doldurdu. Kalktı. Mutfağa girdi.

“Bacı sana kendi tütünümden vereceğim, ama her vakit istemeyeceksin.” dedi.

“Niçin her vakit vermeyeceksin?”

“Çünkü çok pahalıdır. Bundan yalnız padişah içer…”

Tabakayı Şulever’e uzattı. Arap hemen bir sigara sardı. Eğildi, maltızdaki tencerenin altından yaktı. Fosur fosur içmeye başladı. Fakat hiç öksürmüyordu. Cabi Efendi gülmekten katılıyordu.

“Nasıl Bacı?”

“Ne gozel, ne tatlı… Padişah tütünü… Ne olacak…”

Ağır koku fışkırtan dumanları savuruyordu… Cabi Efendi tabakasındaki patlıcan yapraklarının hepsini, sevincinden eteklerini öpen aşçısının meşin kesesine boşalttı.

***

Artık birkaç ay geçti. Cabi Efendi: “Hınzır fellahın bir şeyden anladığı yok. Nafile yere para sarf ettiriyor…” diye ona verilen tütünün miktarını azaltmıştı. Ama günler geçtikçe Şulever fenalaşıyor, bütün bütün zayıflıyordu. Nihayet bir sabah yatağından kalkamadı.

Getirilen doktor: “Ayol bu bitmiş! Nabzı yirmi beş atıyor. Yarına çıkmaz!” dedi. Veda için bütün aile zavallının yatağı etrafında toplandılar. Kilerden zemzem testisi de çıkarıldı. Cabi Efendi dalgın yatan aşçısına hazin hazin baktı. Çok üzülen gelinine döndü:

“Ne olacak, yaşamanın sonu hep ölüm işte…” dedi. Sonra ilave etti:

“Herhâlde seksen yaşından ziyade… Ben doğduğum vakit otuz yaşında imiş! Hastalığı ihtiyarlık…”

Bu sözleri işiten Şulever birdenbire gözlerini açtı, ademden aksediyor sanılan keskin, derin bir sesle:

“Hayır, hayır, ben ihtiyarlıktan değil, tütünsüzlükten ölüyor…”

“Tütünsüzlükten mi?”

“Ya…”

Cabi Efendi yatağa eğildi:

“Niçin öyle söylüyorsun Bacı? Sana her gün sekiz kuruşluk bir paket tütün vermiyor muydum?”

“Veriyordunuz. Ama ben o paketleri hep bahçedeki boş kazanın içine attı.”

“Niçin içmedin?”

“Padişahın tütününden içtikten sonra onlar zehir gibi geliyordu. İçemiyordum.”

Cabi Efendi gözlerini açtı:

“Hangi padişahın tütününden?” diye sordu.

“Hani bir gün bahçeden girince bana vermiştiniz…”

“Ayol onlar patlıcan yaprağıydı.”

“Yalan, yalan…”

“Vallahi, billahi Bacı…”

“Yalan, ben tütünden anlar çok. O şeker gibi bir şeydi…”

***

Cabi Efendi aşçısını verdiği şeyin patlıcan yaprağı olduğuna bir türlü inandıramadı. Kızlar koşup bahçede boş kazana baktılar. Hakikaten açılmamış paketlerle doluydu. Doktorun dediği aynıyla çıktı. Ertesi gün Şulever ölüyordu.

Ağzına uzatılan zemzem fincanını kurumuş, pörsük dudaklarıyla itti.

“Bana padişahın tütününden bir parça verin!” dedi. Ev halkının hepsi bu son arzuyu yerine getirmek için bir tarafa koştu ve civar bostanlara dağıldılar. Bir tane olsun kurumuş patlıcan yaprağı aradılar, fakat bulamadılar. Çünkü mevsimi değildi…

₺29,96
₺46,09
−35%

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-07-5
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu