Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Külah», sayfa 2

Yazı tipi:

MÜJDE

Sabaha yakındı. Arkamızda bıraktığımız tepelerin üstü morlaşıyordu. Genç şairlerle bizi siperlere doğru götüren arabalar, karanlığın içinde, birbirinden, intizamsız kafilelerle ayrılmış tıpkı bir “dargın seyyahlar” kervanı gibi ilerliyordu. Sağımızda siyah körfezin denizi, uyanık dalgalarıyla ötüyor, sazlığa benzeyen karaltılar ta sahile kadar uzanıyordu. Yarımadanın berzahındaki bu geniş yol biraz tehlikeliydi. Sigara içilmeyecek, kibrit, fener yakılmayacaktı. Ömründe ilk defa harp mıntıkasına giren acemi bir asker heyecanı duyuyorduk! Gözlerimiz görünmeyen ufuklarda kruvazör, torpido hayalleri arıyordu. Araba arkadaşım şairlerin gözlüklüsü, “Bakın!” diye açık perdeden parmağını uzattı, “Bir ziya var. Hafif bir ziya…”

“Nerede?”

“Denizin ortasında…”

Öteki şairle beraber ben de onun gösterdiği tarafa dikkatle baktım. Hiçbir şey göremedim. Bu genç gündüz bile çok uzağı görmüyordu. Gülüştük. Sanki şosenin kenarında bizi dinleyen bir kulak varmış gibi yavaş bir sesle konuşmaya başladık:

“Torpido falan olsa zaten ışık yaymaz.”

“Ama bacasından bir kıvılcım çıksa yine görünür.”

“Tutalım ki kenarda bir torpido var. Yoldan geçen her arabaya ateş eder mi?”

“Eder ya…”

Şairlerin en genci bana, “Niçin edecek?” diye sordu. Latife etmek istedim:

“Düşman her arabayı cephane farz etmeye mecburdur.”

“Yok canım…”

“Ya arabadakiler yaralılarsa?..”

“Yaralılar geceleyin fenerleri söndürülmüş arabalarla gizlice götürülmez”

“Eee?..”

Yolun birkaç kilometre süren sahil kısmını, konuşurken nasıl geçtiğimizi duymadık. Yine denizin sesi sustu. Yine küçük tepelerin mahmur sükûnu başladı. Göğün morlaşan kenarı eriyor, menekşe rengine giriyordu. Etrafımızdaki çalılar uyumuş seyirci gölgeler gibi göründü; arabamız durdu. Eğildim. “Ne oldu?” diye arabacıya soracaktım. Bize refakat eden nazik zabiti fark ettim.

“Artık yine toplu gideceğiz. Yol mahfuzdur, sahilden görünmez.” dedi. Geridekilerin yetişmesi için küçük bir mola verilecekti. Hemen aşağı atladık. Her gelen arabayı sanki uzak bir gurbetten dönüyormuş gibi karşıladık. Yarım saat geçmeden kafilemiz yine hareket etti. Göğün menekşe renkli kenarı pembeleşiyor, küçük yıldızlar siliniyordu. Bütün ufuk şimşek çakmış gibi ansızın aydınlandı; havada büyücek bir ateşin parladığını, doğuya doğru yeşil, sarı, sincabi alevler saçarak düştüğünü gördük.

“Top güllesi!”

“Bomba!”

“Tayyareden atıldı!”

“Gece tayyare uçar mı?”

“Ya bu ne?”

“Şahap.”

“Hayır…”

Ben, “Hacer-i semavi olmalı.” dedim. Gülle, bomba, tenvir tabancası olmadığına şüphe yoktu! Pek yükseklerden tutuşmuş, pek uzaklara, pek uzak ufuklara düşmüştü. Ama şahap da değildi. Çok büyük, çok renkli, çok ihtişamlıydı. Ardında bir müddet sönmeyen altın bir iz bırakmıştı. Genç şairler arabalardan atlıyorlar, gördükleri şeyin ne olduğunu münakaşa ediyorlar, bizi götüren zabitin landosuna koşuyorlardı. Düz yolda arabalar yavaş yavaş gidiyordu. Bilmem ne kadar gittik. Göğün deminki harikası unutuldu. Artık sabah olmuştu. Hafif, şeffaf bir sis fundalıkları dolanıyor, güneşin damlaları yaprakları yaldızlıyordu. Arabalar sabah molası için durdu. Asker kıyafetine girmiş, kabalaklı muharrirler, genç şairler şoseye indiler. Sanki hepsi arabalarda oturmaktan, yatmaktan yorulmuşlar, şimdi ayakta durmak, dolaşmak, dinlenmek istiyorlardı. Ben daha arabadaydım. Bir ses işittim:

“Havaya bakın, arkadaşlar, havaya bakın!”

Eğildim. Gözlerimi yukarı kaldırdım. Hava gayet parlak, gayet açık mavi, gayet saftı. Bulut filan yoktu.

Aynı ses tekrar haykırdı:

“Bakın, ‘fethün karib’ görmüyor musunuz?”

“Ne, ne?”

“Ne tarafta?..”

?..

!..

Herkes yukarı bakıyordu. Ben de aşağıya atladım. Onların yanına gittim. Gökte dolaşmış, şeffaf bir kurdele gibi ince, belirsiz bir duman yığını vardı.

“ ‘Fethün karib’ değil mi?”

“İşte ha!”

“İşte ‘Kaf’ın başı.”

“Vallahi!”

“Vallahi ‘fethün karib’ işte…”

Hakikaten havadaki bu ince duman yığını tıpkı girift bir sülüs yazıya benziyordu. Benim gözüm de -bana rağmen- “fethün karib” terkibini okuyordu.

“Deminki ‘hacer-i semavi’ hadisesinin bıraktığı iz olacak!” dedim. Kimse işitmedi bile… Hepsinin gözü gökteydi. Hepsi, Allah’ın işaretini gören müminler gibi dalgındı. Müphem bir vect içindeydi. Yalnız kafilenin genç doktoru bu büyük manevi işarete, görmeyenleri de sonradan inandırmak için minimini Kodak’ını havaya kaldırmış, “fethün karib” müjdesinin fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Bu ince, bu şeffaf duman yığını epey müddet gökte durdu. Yavaş yavaş silinirken bile şekli bozulmuyor, sarih bir katiyetle okunuyordu: Fethün karib…

***

Genç şairler karargâhlarında kumandanlara, siperlerde zabitlere, neferlere hep parlak, mavi göğün -o gelirken gördükleri- büyük müjdesini; büyük bir imanla, büyük bir samimiyetle anlatıyorlar, onları da kendileri gibi bu büyük mucizeye inandırıyorlardı. Orada, Çanakkale’de ezeliyet fecrine giden gizli manevi yollara benzeyen uzun, nihayetsiz siperler içinde benim de -bilmem nasıl oldu- gelirken gördüğüm şeyin Tanrı eliyle yazılmış “fethün karib” müjdesi olduğuna şüphem kalmadı! Hatta yavaş yavaş “Hacer-i semavi izinden kalan duman!” dediğime bile pişman oluyor, sanki ağır bir küfür ettikten sonra mabedine giren küstah bir günahkârın vicdanındaki azapları duyuyordum.

TERAKKİ

Tekellümî Hikâye

Fantezi

Yaz… Ramazan! Hava öyle sıcak ki… İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi’yle Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, sigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:

“Evet.”

“Olur iş değil!”

“Bu kadar az zaman içinde!”

“Bu kadar terakki!”

“Bu kadar değişiklik!”

“Âdeta insan gözlerine inanmayacak.”

“Sekiz on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla.”

“Telefon yoktu be!”

“Elektrik var mıydı?”

“Ya sinema?”

“Ya otomobil?”

“Ya gramofon?”

“Yalnız o vardı işte…”

“Vardı ama nasıl?”

“Nasıl?”

“On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hadise karşısında imiş gibi hayretle dinlerdim.”

“Tayyareye ne diyeceksin?”

“Olur iş değil.”

“Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?”

“Zeplin?”

“Vay anasını. Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu.”

“Bu muhakkak.”

“Pekâlâ. Ama pahalılığa ne diyeceksin?”

“Tabii her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.”

“Para çoğaldı mı azaldı mı?”

“Azaldı mı çoğaldı mı?”

“Vallahi bilmiyorum.”

“Ben de bilmiyorum.”

“Bilmediğimiz şeye karışmamak…”

“Bu doğrudur ama…”

“Ama?”

“Bizim elimizden gelmez.”

“Fakat şunu itiraf etmeli ki her gülün bir dikeni olur.”

“Tabii…”

“ ‘Terakki’nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.”

“Ne gibi?”

“Mesela…”

Niyazi, misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir:

“Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde. Kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne hâldir?”

Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayriihtiyari, sârî bir hareketle, tellenmiş sigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:

“Bu ne?”

“Bilmem…”

Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belagatle devam eder:

“… Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere. Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”

Neşet, bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi, alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:

“Bu ne be?”

“Saçma…”

“Ama ne güzel ne yanık söylüyor…”

“Gayet muktedir bir hatip olacak.”

“Şüphesiz.”

Sokaktan gelen ses:

“(…) Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm. Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak; demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır. Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”

Neşet ayağa kalkar. Der ki:

“Bu bir feylesof!”

“Hem derin…”

“Hem pek derin feylesof!”

“Bak, bak, bak, ne diyor…”

Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:

“(…) Merhamet, şefkat, elalem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz. İçiniz. Keyif ediniz. Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah nerede fazilet?” Niyazi oturduğu yerden, “Hem sosyalist be!” der.

“Ne demek?”

“Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…”

“Bakalım bir başına mı?”

Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar. Bir kahkaha atar.

“Olur iş değil be!”

“Ne?”

“Gel de bak!”

Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arkasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına, yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek, “Allah rızası için bir dilim ekmek!” der.

Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar:

“Ne dersin?”

“Olur iş değil…”

“Dilenci be!”

“Feylesoftan dilenci!”

“Yok, dilenciden feylesof!”

“Hem hatip.”

“Yalnız hatip mi?”

Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır.

“Bizim Darülbedayi’de böyle gür sesli bir hatip yok…”

“Yok vallahi…”

Gülüşürler:

“Hem ne şiddet!”

“Evet, öyle…”

Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın şimdiye kadar görülenlerini hiç andırmayan yeni dilencisi susmaz:

“Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazan… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm! Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… İlh, ilh…”

Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi, yine sigaralarını tellendirirler:

“Sekiz on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?”

“Hâlbuki şimdi…”

“Bir dilencideki bu belagat!”

“Daha doğrusu bu küstahlık!”

“Olur iş değil!”

“Olur iş değil vallahi!..”

VELİNİMET

 
“Akıl, insa nın külahında bir çividir.
Yumruk yemeden kafasının içine girmez…”
 
Arnavut meseli

Geçen gün hava ne güzeldi! Logaritmacı Hasan’la Hürriyet Tepesi’ne gittik. Bomonti’ye kadar uzandık. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane’ye, mavi mahmur Haliç’e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lale Devri’ne dair hikmetler yumurtlamaya başladı. Damat İbrahim Paşa’nın rakam bilmediğini, hesap hassasından mahrumluğunu, Kırk İki İsyanı’nı evvelden tahmin etmek şöyle dursun hatta kuşbaşı parçalandığı ana kadar anlayamadığını söylüyordu.

“Hocam, bırak şu geçmişi!” dedim, “Hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenebilecek miyiz?”

“Kâğıthane’de mi?”

“Evet.”

Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak siyah gözleri sanki derinlerden dışarı çıktı. Küçük, kalıpsız fesinin altında daha büyük görünen ağır kafasını salladı:

“Sen deli olmuşsun!” dedi.

“Niçin?”

“Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lale soğanından daha pahalı.”

….

Hasan on beş sene evvel benim riyaziye hocamdı. Mektepten çıktıktan sonra arkadaşım oldu. Şimdi onunla konuşurken kübistlerin yaptığı tuhaf levhalar karşısında hissettiğimiz o “yarı bedii, yarı hendesi” zevke benzer bir tat duyarım. Onun nazarında her şey vazıhtır. Mazi, hâl, istikbal… Dimağının meçhule tahammülü yoktur. Riyazi mantığıyla en karışık, en mudil şeyleri hemen hallediverir. “İki kere iki dört” kadar kati hükümler verir. Sonra, aynı zamanda çekilmez bir nasihatçidir de… Neden bahsetseniz, sizin yahut bahse kahraman olanın hayatına ait makul bir tarz bulur. Nasihat şeklinde bir prensip ortaya çıkarır. Yanlışa kızar. Hâlbuki ona göre bütün hayat yanlıştır! Zira düşünüşünün sistemi tabiatta yoktur. Tabiatta onun kafasındaki mantık yoktur, hesap yoktur, rakam yoktur!

Bununla beraber ben onun çok tuhaf görünen fikirlerini severim. Mücerret mefhumların haricî hakikat karşısında nasıl “hacer-i muallak” gibi sallandıklarını seyretmek pek hoşuma gider. Bugün de İngilizlerin “amal-i erbaa” bilmediklerini söylüyordu. Muharebeyi uzatan sebep hep yanlış bir hesaptı! Ara sıra itiraz eder gibi görünüyor, tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordu. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah, ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billur camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri tıpkı bir hayal gibi sakin duruyordu. Sonra keskin bir benzin kokusu… Arkamızdan bir ses geldi:

“Hasan Bey!”

İkimiz de aniden döndük.

!..

Otomobil durmuştu. Kesik bıyıklı esmer bir genç bize doğru gülerek koşuyordu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltosunun şıklığı, yakasındaki ağır “lutr”un parlaklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi, Hasan’ın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.

“Nasılsın velinimetim!”

“Çok iyi…”

“Ne arıyorsun buralarda?”

“Biraz hava alıyoruz, işte…”

Ben şaşırmıştım. Birdenbire Logaritmacı’nın tüyleri dökülmüş kahverengi paltosuna bakarak bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.

“Nasıl bir milyon yapabildin mi?”

“Yapamadım vallahi…”

“Ee, şimdi ne kadarlıksın?”

“Ehemmiyetsiz vallahi… Dört yüz bin liram var.”

Kulaklarıma inanamayacağım geldi. Hasan zaviyeleri görünen müstatil bir gülüşle çırpınıyordu. Soğukkanla, “Çalış, daha çalış!” dedi.

“Çalışacağım. Sen benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım!..”

“Estağfurullah.”

“Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin ben yine eskisi gibi sürünecektim.”

“Canım, senin talihin varmış! Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?”

“Bir söz ama pir söz…”

…..

Hayretten aptallaştım. Dilim tutuldu. İleride duran otomobilin arka penceresinde bir kadın hayalinin kımıldadığını fark ediyor, şık gencin Logaritmacı’yla konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi. İstanbul’un en kibar, en eski, en yüksek ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış… Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Gülerken azı dişlerinin platin kaplı olduğu gözüme çarptı. Esmer cildi çok rahat içinde yaşayan her mesut zengininki gibi taptazeydi. Parlaktı. İnce kaşlarının altında gülen gözlerinin içinde, vakıa büyük bir zekâ şulesi tutuşmuyordu. Fakat o kalın, o küt burun… Sahibinde tos vuracak bir koç azmi olduğunda şüphe bırakmıyordu. Hasan’la vedalaştı. Bana da başıyla bir selam verdi. Bekleyen otosuna hızla yürüdü. Arkasından bakıyorduk. Ben hâlâ kendimi toplayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültü ile kaçtı.

“Bu kim?” dedim, “Sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?”

“Anlatayım…” diye güldü. Tenha şosede deminki gibi yine yavaş yavaş yürümeye başladık.

?..

“Riyaziyede olduğu gibi hayatta da bazı mütearifeler vardır. Doğruluklarına hiç şüphe yokken yine de kimse iltifat etmez. Mesela, ‘Herkes, kendi işini kendi kendine görürse kimsenin kimseye ihtiyacı kalmaz!’ ”

“Allah aşkına hikmeti bırak!” diye yalvardım, “Bu zengin kim? Onu anlat.”

“İşte onu söyleyeceğim.”

“Söyle bakalım.”

“Bu genç, benim Selanik’teyken uşağımdı!” dedi. Durdum. Bir adım geri attım.

“Uşağın mıydı?” diye haykırdım. Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığıyla, elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:

“Evet, uşağımdı. Ben Balkan Harbi’nden sonra İzmir’e gitmiştim. Bir sene sonra İstanbul’a geldim. Bir gün Meserret Apartmanı’nın önünden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet… Öpmek için elime sarıldı, üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum. ‘Hiç…’ dedi, ‘Boştayım.’ Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi.

Tekrar niçin, ne sebeple para vereceğimi sordum. ‘Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım.’ dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacir gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. ‘İki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı?’ diye sordum. ‘Evet.’ dedi. Üç gün evvelinden, bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini sordum. Cevap vermedi. Yere baktı. O vakit ona Koton’u hatırlattım.”

“Koton ne?” diye sordum.

“Koton, benim Selanik’teki küçük köpeğimin adı… Bu köpekte en bariz, en kuvvetli seciye ‘istikbal endişesi’ idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider, bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol, en neşeli zamanda bile ‘yarın’ kendisine bir şey veremeyeceğimiz ihtimalini aklından çıkarmaz, hep ‘yarın’ı düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedik. Ahmet’e: ‘Senin Koton kadar hissin yok muydu?’ dedim. Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. Eyüp’te bir ip fabrikasının müdürü sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. ‘Al bunu götür. Çalış, para kazan, ye… Kimseden para isteme!’ dedim. Teşekkür etti. Ama yine yakamı bırakmadı. ‘Bana iki kuruş verin. Şimdi ekmek peynir alayım. Açlıktan ölüyorum.’ dedi. Az kalsın daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir muavenet halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp ‘bir sayin mukabili olmayarak’ muavenet edersek onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. ‘Şuradan sap, soluna gelen ilk sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova Oteli vardır. Sahibi ahbabımdır. Benden selam söyle, de ki: Ben şimdi bütün oteli süpürmeye, yıkamaya hazırım. Bütün abdesthaneleri temizleyeyim, bana beş kuruş ver. O, bu pazarlığa razı olur. Razı olmazsa ben Valide Kıraathanesi’ndeyim. Gel. Beni gör. Sana bugün ekmek parasını getirecek başka bir iş bulurum.’ dedim. Reddedemedi. Açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı. Dudakları bembeyazdı. Baygın baygın bakıyordu. Yarım saat kadar Valide Kıraathanesi’nde bekledim. Gelmedi. Ona altı gün sonra yine rast geldim. Hemen elime sarıldı. Öptü. ‘Eğer bana o gün ekmek parası vereydin, ben fabrikaya gitmeyecektim. Bana ağır bir iş gördürdün ama çalışmayı öğrettin. Çok minnettarım!’ dedi. Çabucacık ilerlediğini, ustabaşı olduğunu, günde yarım lira aldığını söyledi. Zaten müstaitti. Yalnız azminin uyanması için Hanya’yı Konya’yı anlaması icap ediyordu, ben ona anlattım. Her rast gelişimde onu daha değişmiş, daha akıllanmış, daha şıklaşmış, daha kanlanmış, daha semizlemiş gördüm. Sonra sa’yini karşılık koyarak bir zengine ortak oldu. Fanila, çorap fabrikası açtı. Sonra muhtelif dairelere müteahhit oldu. Faaliyetiyle, doğruluğuyla, namusuyla kendini tanıttı. Zenginleştikten sonra kibirlenmedi de… Şimdi beni nerede görse koşar, ‘Velinimetim!’ der. Sermayenin esası olan ‘azim’i benden aldığını hiç unutmaz…”

....

Yavaş yavaş yaklaştığımız Hürriyet Tepesi’nin yapraksız ağaçları, uzak kıtlık kâbuslarını hatırlatan çelimsiz, siyah, gamlı iskelet gölgeleri gibi görünüyordu. Logaritmacı’nın azme, iradeye, saye, hesaba dair söylediği hendesi hikmetleri dinlerken artık göğsümün, görünmez kesme kaya yığınları altında ezildiğini duyuyordum. Rüştiye tahsili bile görmemiş, yalın ayak başı kabak bir uşak yamağının ip ameleliğinden ustabaşılığa, ustabaşılıktan fabrikatörlüğe, fabrikatörlükten müteahhitliğe sıçradığını, müteahhitlikten otomobille milyonerliğe doğru yürüdüğünü görmek -bilmem niçin- bana acı geliyordu. Kıskanıyor muydum? Evet, kıskanıyor muydum?.. Ama niçin? Amerika’nın en meşhur, en büyük iktisat kralları da on parasız işe başlamamışlar mıydı? Muhakemem, mantığım hissiyatımı düzeltemiyordu. Uzanamadığı ciğerin karşısında “Pis!” diye yalanan sıska bir kedi kadar zavallıydım. Kendimi tutamadım. Sanki bu zenginliğe, bu saye hiç ehemmiyet vermiyormuşum gibi istihkarla yüzümü ekşittim. Başımı salladım.

“Yeni zengin işte…” dedim. Logaritmacı durdu. Döndü. Derin siyah gözlerini açtı.

“Ne o? Beğenemiyor musun?” diye güldü, “Kuruntuyu bırak. Zenginlik bu! Şarap değil yavrum! Eskisi de bir yenisi de!”

DAMA TAŞLARI

Halk Edebiyatından

Deli pazarı ....

Atalarsözü

Ali Dânâ Efendi, Edirnekapısı semtinde dedesinin dedesinden kalma eski viran evde oturur, kırk yılda bir dışarı çıkardı. Son zamanlarda birtakım genç âlimlerin binbir rica, yüz bir teşekkürle gezip yıkık sakatlarının, eğrilmiş camsız pencerelerinin, düşük kapılarının resimlerini aldıkları bu harabe iki yüz yaşını çoktan doldurmuştu. Beş dönüme yakın bahçesi kable’t-tarih bir ormanı andırırdı. Büyük çitlembik, çınar ağaçlarının altında isimlerini kimsenin bilmediği irili ufaklı yüzlerce ağaçlar, otlar, baldıranlar, deve dikenleri, yılanyastıkları arapsaçı gibi yer yer karışmıştı. Ağustos böceklerinin ninnileri, dızdızların ahenkleri sanki bu karanlık gölgelerde saklı haşeratı uyuturdu. Çitlembik çalmak için, yüksek duvarlardan aşarak bu bahçeye bir defacık girme kabadayılığını gösterebilen küçük külhanbeyler; bir daha buna cesaret edemezler, benizleri sarararak “sık ağaçların içinde, karanlık kovuklarda ayılar, kurtlar, kaplanlar, hatta devler” gördüklerini yeminlerle anlatırlardı. Baykuşlar o kadar çoktu ki kahkahaları gündüz bile işitilirdi. Dânâ Efendi bu evin, ceddi Mahmut Ağa tarafından yapıldığını bilirdi. Bu Mahmut Ağa, Kara Mustafa Paşa’nın kethüdalarından biriydi. Evi gezmeye gelen meraklıların önlerine çok eski bakır kaplar, kazanlar, cezveler, sahanlar yığar; bunların kenarlarındaki “kargacık burgacık” stilinde okunmaz bir mührü göstererek “Bakınız, mimi görüyorsunuz ya? Kefin ucunda da kaf var. Tı, fe… rı silinmiş, eskiden şına nokta koymazlarmış. Dikkat ediniz. Okuyamıyor musunuz? Efendim, gayet açık: ‘Veziriazam Kara Mustafa Paşa kethüdası Mahmut Ağa!’ ” derdi. Hâlbuki Dânâ Efendi’nin içinde su gibi bir satır yazı okuduğu bu mühürcüğün nısf-ı kutru ancak yarım santimetreydi. Gören genç âlimler bu mührü “hat sanat-ı nefisimiz”in tespih böceği büyüklüğünde emsalsiz bir abidesi telakki ederlerdi. Eski ev, eski eşya, eski kitap, eski esvap, eski kundura, eski halı, eski şarap meraklısı olan Dânâ Efendi evinin kırılan çerçevelerini tamir ettirmez, eski çamaşırlarını değiştirmez, eski dostlarından vazgeçmezdi. Tam evvel zamankârî bir rint hayatı sürüyordu.

Eski bir merakı da dama oyunu idi. Kışın çini ocaklı odasında, yazın bahçesindeki yıkık, suyu yosunlu eski havuzun kenarına serdiği hasırın üstünde eski dostlarından biriyle dama oynamak yegâne zevki, yegâne eğlencesiydi.

Yine bir gün, bu eski hasırın üstünde uzanmış, çubuğunu çekiyordu. Evin camları kırık tepe pencerelerinden girip çıkan serçelere gözleri dalmıştı. Hızlı bir rüzgâr esti. Geniş saçaktan bir tahta parçası koptu. Yere düştü. Dânâ Efendi sevgili evinin bu kışı nasıl geçireceğini acı acı düşündü. Her şey gibi içinde doğup büyüdüğü, içinde evlendiği; dedesinin, babasının, annesinin, kardeşlerinin, birbiri arkasına aldığı karılarının, çocuklarının, kızlarının ölülerini içinde kefenlediği bu uğurlu ev de yıkılacaktı… Dünyada zaten ne bakiydi? Hiç, hiç… Evet hiç! Gözlerini saçaktan ayırdı. Havuza dikti. Orada gayet iri, kart bir kurbağanın kendisine baktığını gördü. Dikkat etti.

“Süphanallah, ne benzeyiş…” diye başını salladı. Şimdiye kadar hiç farkına varmamıştı. Bu kurbağa, kendisiyle tam kırk sene boyunca her gece dama oynadığı Cabi Efendi’ye benziyor, tıpkı onun gibi bakıyordu. Kaybolan eski dostlarından biri de bu Cabi Efendicikti. Geçen sene delirmiş, tımarhaneye gitmişti. Dânâ Efendi’nin beyaz kaşları çatıldı. Soluk dudakları büküldü.

Doğruldu. Ayağa kalktı. Terliklerini giydi. Havuzun kenarına eğildi. Bu kurbağayı tutmak, öpmek istiyordu. Elini uzatırken kurbağa daldı. Havuzun durgun, koyu yeşil derinliğinde görünmez oldu. O vakit kalbine keskin bir sızının saplandığını duydu. “Ah Cabi, Cabi!” dedi. Bu ne eski, ne iyi, ne hoş, ne hakim, ne tatlı bir arkadaştı. Âdeta bir feylesoftu. O kadar akıllıydı. Dânâ Efendi’nin havuza dikili gözlerinden yaşlar yuvarlanmaya başladı. Beyaz sakalını tuttu. Birdenbire kaçırmış gibi haykırdı…

“Gidip onu görmeliyim. Ölmeden onunla bir oyun olsun oynamalıyım…”

***

Dânâ Efendi, vakıa çok sakin bir adamdı. Lakin en ehemmiyetsiz bir arzu onu en şiddetli hırs gibi sarsardı. Sabırsızdı. Aklına geleni hemen yapardı. Hasırın üstünden Şam hırkasını almadan eve koştu. Çabucak giyindi. Aceleden yüreği çarpıyordu. Dama kutusunu koltuğunun altına aldı. Tenha sokaklardan tramvay caddesine çıktı. Aksaray’da tramvaydan indi. Arabaya bindi. Köprü’ye yetişti. Üsküdar vapuruna nefes nefese kendini attı. Vapur pat, pat, pat diye sümüklü böcek süratiyle yürürken o, duramıyor, dar güvertenin yolcu dolu kanepeleri arasında yumruklarını sıkarak dolaşıyordu. Nihayet Üsküdar’a çıktı. Rastgele bir arabaya atladı.

“Çabuk, çabuk…”

“Nereye efendim?”

Acelesinden arabacı çocuk şaşırmıştı.

“Çabuk diyorum!..”

“Peki… Nereye?”

“Toptaşı’na. Sana iki mecidiye.”

“Ama o kadar çabuk olmaz.”

“Dört mecidiye.”

“Pekâlâ…”

“Aman çabuk!..”

Sarsıla sarsıla yokuşları çıkarken sabırsızlığından patlayacaktı. Arabacının ensesinden atların hareketlerine bakıyor, “Ha gayret, ha gayret… Biraz daha çabuk!” diye durmadan söyleniyordu.

Tımarhanenin önünde indi. Parayı arabacının kucağına fırlattı. Bir kanadı aralık büyük kapıdan hızla içeri girince beyaz gömlekli, koyu esmer, iri bir kapıcı onu karşıladı. Aceleyle kendisinin “Edirnekapısı eşrafından Dânâ Efendi” olduğunu, yine Edirnekapısı eşrafından Cabi Efendi’yi görmek istediğini anlattı.

Kapıcı, “Efendi, bunları tohtura deyivir. Biz garişmayuz.” diye onu yokuşlu küçük meydanın köşesindeki tek katlı, sarı boyalı bir binaya götürdü. Nöbetçi doktor orada, odasında idi. Sarı saçlı, mavi, baygın gözlü bir genç! Âdeta bir çocuk! Dânâ Efendi bu çocuğa derdini anlattı. Yalvardı. Yakardı. Fakat onu razı edemedi.

“Efendim, göremezsiniz. Bu adam zırdelidir!” diyordu. Dânâ Efendi boynunu bükerek, ak sakalıyla çocuk gibi ağlayarak tekrar rica etti:

“Bey oğlum, bu zat benim en aziz, en eski refikimdir. Bana bir şey yapmaz. İhtimal beni görünce sevincinden aklı başına gelir.”

Genç doktor kanmadı.

“Hayır efendim, biz mesuliyet altına giremeyiz.” dedi, “Size tekrar söylüyorum. Bu adam zırdelidir. Onu öteki hastalardan ayrı, tek başına bir odada tutuyoruz. Akıllılara değil, diğer delilere bile tecavüz ediyor.”

“Bana etmez efendim.”

“Ne biliyorsunuz?”

Dânâ Efendi şal yeleğinin üstünden iman tahtasına vurdu:

“Dinim gibi biliyorum efendim.” dedi, “Ah kırk senelik refik… Unutmasının ihtimali yoktur.”

“Olamaz, olamaz, olamaz!..”

Doktor kızmıştı. Elleri cebinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Dânâ Efendi hüngür hüngür ağlamaya başladı.

“Beni de tımarhaneye koyun. Ben buradan bir yere gitmem!” diye bağırdı. Kapının yanındaki sandalyeye çökmüş, hıçkırıyordu. Doktor nihayet bu küçük ihtiyarın hâline dayanamadı. Acıdı. Baktı… Baktı… Başını salladı. Razı oldu.

“Pekâlâ!” dedi, “Susunuz. Hadi refikinizin yanına gidiniz. Fakat bir zararı dokunursa biz karışmayız!”

“Karışmayınız…”

“Lakin o koltuğunuzun altındaki ne?”

“Dama kutusu.”

“Onu da mı beraber götüreceksiniz?”

“Evet. Kendisiyle bir oyun yapacağım.”

Doktor cebinden çektiği iki eliyle beraber başını yukarı kaldırdı.

“Yo… yo… İşte bu katiyen olamaz!” dedi, “Onun yanına biz bir çöp bile sokamayız.”

“Fesüphanallah! Niçin?”

“Bir fenalık yapar.”

“Ayol bunlar küçük küçük taşlar! Top değil, tüfek değil, kılıç değil, kama değil…”

“Ne olsa yasaktır vesselam!”

Dânâ Efendi içini çekerek, dama kutusunu doktorun üstü boş masasına bıraktı. Onun yanına kattığı gardiyanla oradan çıktı. Büyük kapıdan girdi. Beyaz badanalı koridorlardan geçti. Taş merdivenlerden çıktı. Küçük, yüksek pencerelerdeki kalın demir parmaklıklar sinirlerine dokunuyor, derinden ağlamalar, kahkahalar, naralar, eninler duyar gibi oluyordu. Gardiyan yeşil boyalı demir bir kapının önünde durdu.

“İşte burası…” dedi.

Anahtar ağır kilidin içinde dönerken Dânâ Efendi’nin yine hıçkırması tuttu. “Ah zavallı Cabi Efendi… Tıpkı bir kâtil gibi! Hâlbuki bu adam bir melekti. Bir melaikeydi…”

Kapı açılınca Dânâ Efendi eski arkadaşını sakalı bıyığına karışmış, beyaz bir gömlek giymiş, köşede derin derin düşünüyor gördü. Zayıflamamıştı. Yine yusyuvarlaktı. Haykırdı:

“Cabi Efendi!”

Deli döndü. Kapıya baktı. Eski arkadaşını hemen tanıdı. Akıllı akıllı güldü. Başını salladı. Yavaş yavaş ayağa kalktı.

“Vay sen misin Dânâ! Kardeşim! Şükür bizi dünya gözüyle görüştürene!”

“Ah zavallı kardeşim!”

Birbirlerine sarıldılar. Hüngür hüngür ağlaşarak öpüştüler. Bu acılığı kadar akilane olan sahne gardiyanın da kalbine dokundu. İşte zırdeli, sevdiği adamı görünce akıllanıvermişti. Dânâ Efendi konuşmak için kendisini arkadaşıyla yalnız bırakmasını gardiyandan rica etti. Elini saltasının cebine soktu. Bahşiş çıkardı. Gardiyan bu vazifeye bir gün evvel girmiş, iyi yürekli, saf, merhametli bir Anadolu evladıydı:

“Pekâlâ, beraber oturagoyun. Yarenlik idin. Ben üzerinizden kapıyı kitleyeyom. Yimek yiyeceğim. İyarım saat sonra gelir açarım. Emme sakın korgmayasın…” dedi.

Dânâ Efendi delinin boynuna sarılarak:

“Ah, kardeşimden mi korkacağım!” diye derin derin hıçkırdı, “Haydi git. Ne vakit istersen gel.”

“Benden korkacaksın ha… Benden? Benden? Ben seni canıma sokarım. Senin için canımı veririm.”

Gardiyan birdenbire akıllandığını gördüğü bu deli ile bu deliyi deli gibi seven akıllının üstünden demir kapıyı kilitledi. Yemeğini yemeye gitti. Odada yalnız kalınca iki eski arkadaş bir müddet daha ağlaştılar. Öpüştüler. Gözyaşları bitip hıçkırıklar dinince Dânâ Efendi:

“Ayol, sen deli değilsin. Seni niçin burada tutuyorlar?” dedi, “Senin benden ne farkın var?”

“Hiç, kardeşim, hiç… Doktorların garazı… Lanet olası çoluğumun çocuğumun iftirası… Damayı çok oynamamı çekemediler. ‘Deli’ diye iftira attılar. Beni tımarhaneye verdiler.”

“Vah vah…”

“Ya…”

....

İki arkadaş ağlaşarak dertleştiler. Dânâ Efendi’nin heyecanına Cabi Efendi de dayanamadı, feylesofluğuna yakışmayacak bir ümitsizlikle hıçkırıyordu. Bahçede oynadıkları oyunları, unutulmaz matları, hileleri, on saat yemek yemeden, su içmeden oyuna devam ettiklerini hatırlıyorlar, acı acı gözyaşları döküyorlardı. Dânâ Efendi dedi ki:

“Seninle yine bir oyun yapmak için dama kutusunu getirdim. Ama doktor buraya bırakmadı.”

Delinin gözleri parladı. Ellerini dizlerine vurdu.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺47,50
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
11 temmuz 2023
ISBN:
978-625-6485-46-4
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap