Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Pembe İncili Kaftan», sayfa 2

Yazı tipi:

İRTİCA HABERİ

Bir Zabitin Cep Defterinden

1 Nisan 1325, Köprülü

Akşam taliminden sonra gülüşerek aşağıya indik. Hava biraz rüzgârlı idi. Ben arkadaşları sattım. Selanikli Akil’i buldum. Bu, kırmızı saçlı, çalışkan, faal bir çocuk. Üç gündür kendisini tanıyorum. Gazetesinin işi için buraya gelmiş. Görüştük. Fakat bu akşam vapurdumanı gözlüğü altında parlak ve faal gözleri sanki biraz gölgelenmiş, daha ziyade koyulaşmıştı. Üç gündür ne güzel hasbihâller ettik. Tam benim fikrimde! Bu akşam yine konuşmak için onu tenha bir yere çekmek istedim.

“İstasyona gidelim.” dedim, “Hava fena değil.”

Kabul etti. Koluna girdim. Sarı boyalı yeni otelin dairevi ve fakir burnundan inerek soldaki bozuk kaldırımlı, dik ve kısa yokuşa saptık.

Dönerken, “Haberin yok mu?” dedi.

Hayret ettim, “Neden?”

“Yirmi dört saattir İstanbul’la muhabere münkatı.”

“Acayip!”

Ve düşündüm. Tam Vardar’ın kenarına çıkan dar yolun üstündeki şimendifer köprüsünün önünde süvari mülazımı Emin Bey’e rast geldik. Yanında eşraftan iki üç kişi, bir de Bulgar vardı. Selamlaştık. Emin Bey gülerek, “Siz de Ahrar’dan mısınız?” dedi. Ben ve Akil “Evet, evet…” diye gülüştük ve geçtik. Vardar’ın çamurlu, yıkık sahilini takip ederken maktul Serbesti muharririnden, alçak Murat Bey’in deni taassubundan bahsediyorduk. Demir yolunun etrafında bihaber çocuklar oyunlarını bırakıyorlar, “Bu yabancı kimdir?” der gibi Akil’e bakıyorlardı. Müphem bir sıkıntı hissediyordum. Laf olsun diye ona çocukları gösterdim.

“Saçlarına bakıyorlar!” dedim. O katiyen kırmızılık kabul etmiyor, saçlarının gayet sarı, gazetesindeki müstearı gibi “asfar” olduğunu iddia ediyordu. Ben bilakis kırmızı olduğunu ve onun için dikkati calip olduğunu hatta bütün Köprülü’de bir eşi bulunmadığını söylüyordum. Nehrin demir yoluyla ayrıldığı yerdeki mezarlığın içine girdik. Tarladan dönmüş birkaç rençber orada oturuyorlardı. Onlar da sanki yine Akil’in saçlarını seyretmek için gözlerini diktiler. Bunu yine ona söyledim. Gülüştük. Tozlu yollardan geçtik. Güneş renksiz bulutlar altında batıyordu. Sincabi dağlar, dağların arkasındaki mavi ve müphem sisler gittikçe koyulaşıyor, yakınlaşan görünmez gölgeler gibi dağılarak yükseliyordu. Çamur rengindeki sefil ve hasta Vardar’ın sedası akşamın sükûtu içinde duyuluyor, bahçelerin üstündeki süvari ahırlarının gübreliklerinden kalkan karga sürüleri ratıp havada ani bir maça onlusu hayalini uyandırarak süratle geçiyorlar, karşı sahilin sık ve yeşil yapraklı ağaçları arasında kayboluyorlardı. İstasyona geldik. Kimse yoktu. Kahvenin bahçesinde memur oturmuş rakı içiyor, kahvecinin köpeği karşısında onun mezeleri nasıl yediğini seyrediyordu. Oturduk. Akil bira istedi. Ben bir gazoz. Ve onun mezelerini yedim. Gelen gece serindi. Ben pelerinime daha ziyade büründüm. Ayaklarım üşümeye başladı. Ruhumuzdaki müphem azabı unutmak için istikbal ve edebiyattan bahsettik. Ben belki onuncu defa ona emellerimi anlattım. On iki sene askerlik ettikten sonra istifa edecek ve hoca olacaktım. Gençliğimi orduda geçirdikten sonra ihtiyarlığımı mektepte, dershanelerde geçirmek istiyordum. En birinci emelim tarih okutmak, muhakeme etmesini öğretmek; mütebeddil ve fâni hakikatleri kati bir surette ihsas ve talim etmekti. Akil, müstakbeli pek aciz ve mütevazı düşünüyor yahut öyle görünüyordu. Bir saat sonra geldiğimiz yollardan dönerek, bu sıkıntılı gecenin kuru ve muzlim gölgeleri içinden geçerek aşçı dükkânına geldik. Bizden başka kimse yoktu. Birkaç dakika sonra bir süvari zabiti geldi, selamlaştık. Akil ile gülüşüyorduk. Süvari müteessif bir tavırla:

“Mutlaka haberiniz yok.” dedi. İkimiz de hayret ettik:

“Neden?”

Lokmalarımız boğazımızda kaldı, iştahımız birdenbire kesildi, zabitin cevabı pek müthişti:

“Harbiye nazırıyla sadrazamı vurmuşlar. Ahmet Rıza tehlikeli surette mecruh…”

Hemen yerimizden kalktık. Otelin altındaki büyük kahveye girdik. Köşeye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin azasından olan yahut olması lazım gelen eşraf ve başıbozuklar toplanmışlardı. Aralarında birkaç zabit vardı. Çehrelerde soğuk bir ihtizar sükûtu hüküm ferma idi. Ne yapacağımızı şaşırarak muhterem bir ölü karşısında bulunan sebepsiz bir tereddüt ve bir ihtiram ile kapının yanına oturduk. Köşedekilerin hepsi bir haber bekliyorlarmış gibi kapıya bakıyorlardı. Biz de sustuk. Beş on dakika öyle kaldık. Nihayet köşedekilerin arasından telgraf müdürü -bu gayet sevimli ve sahih bir Selaniklidir- kalktı. Yanımıza geldi. Felaketi anlattı. Zaten dünden beri böyle bir haber bekleniyormuş. Cemiyetin kaza merkezi, Merkez-i Umumi ile muhabere ediyormuş, ordu ve ahali ile İstanbul’a gidilecek ve Meşrutiyet iade olunacakmış. “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” avcı taburu efradını iğfal etmiş. Onlar da “Şeriat isteriz!” diye meclise hücum ederek adliye nazırını falan katletmişler…

Birden o kadar derin ve muzlim bir ümitsizlik duydum ki ihtiyarsız:

“Eyvah azizim, mahvolduk! Bu sefer mutlaka mahvolduk!” dedim. Kalbimde sarih bir acı sızlamaya başladı. Artık konuşamıyor, Akil’le müdürün konuştuklarını duymuyordum. Gözlerimin önüne dumanlı bir Balkan haritası geliyor. Türkiye’nin parçalandığını, bu müthiş ve namevcut haritanın kırmızı ve ateşin çizgili hudutlarının hafi ve çirkin bir el ile bozulduğunu, değiştirildiğini görüyor gibi oluyordum. Izdırap dakikaları her felaket zamanında olduğu gibi yine bir azap ifriti uzunluğuyla geçiyor; aklıma iki üç sene evvel okuduğum Roland de Mares’ın “Mal Ottoman” makalesi geliyor. Bazen biraz kehanet taslayan ve ekseriya sözleri çıkan bu bedbin, bununla beraber meşhur muharririn; bizim için, zavallı Türklerin istikbali için verdiği insafsız ve kati hükümleri derhatır ediyordum. Kahveye her girenin yüzüne “bir havadis” gibi umumiyetle bakılıyordu. Akil sabredemedi. Müdürle beraber telgrafhaneye gitmeye kalktı.

“Bana müsaade…” dedim, “Kışlaya gideceğim.”

Onlardan sonra ben de çıktım. Yalnız ve yavaş yavaş tenha ve karanlık sokaktan yürüyordum. Şehrin saati dördü vuruyordu. Çeşmeyi geçtim. Büyük Kavaklı Meydanı’nda her vakitki gibi köpekler yine havlamaya başladı. Köşenin öbür tarafında bir dükkânın peykesine oturmuş olan bekçi, yıldızlarla aydınlanan bu kamersiz gece içinde bir karanlık yığını hâlinde duruyor, ara sıra çektiği sigarası yetim ve muhtazır bir ateş böceği gibi parlıyordu. Mezarlığın arasından geçiyordum. Beş altı ay evvel irtica ve taassubun feveranıyla bir saat içinde öldürülenleri nasıl alayla buraya gömdüğümüzü hatırladım. Daha hâlâ katiller, müşevvikler tecziye olunmadı. Belki affolunacaklar. Evet, doğrudan doğruya, sarahaten, amden Meşrutiye’te kasteden, payitahtı ayağa kaldıran “Kör Ali”ye ilişmeyen hatta bu haini okşayan adalet eli onların mı canını yakacaktı? Heyhat!.. Zavallı Remzi… Şimdi acaba ruhun, seni ümit ve şebabının en hisli ve acınacak bir anında söndüren o galeyanın, o müstekreh pişdarın kısm-ı küllisini İstanbul’da kanlar akıtırken görüyor mu? Yoksa… Yavaş yavaş yürüdüm. Mezarlığa girilen yolun karşısındaki fener sönmüştü. Ebkem mezar taşları sanki fikren meşgulmüş gibi vehmî bir hayatla sakin ve muzlim duruyorlardı. Yavaş yavaş yürüdüm… Aşağıdan tarih-i mukaddesin icat ve ızlal edemediği meçhul asırların bilinmez bir gününden beri akan Vardar, değinilen setlerine çarparak çağlıyor ve çarpıntısı bu matemî geceyi görünmez ürpermelerle titretiyordu. Artık kışlaya yaklaşmıştım. Çingenelerin boş demirci dükkânları tuhaf bir hayat arz ediyordu. Peykelerinin aralarından kuvvetsiz aydınlıklar akıyordu. Evet, Allah’ın bütün peygamberlerine vatan olan, bütün dinlerine cidal sıtması yağdıran bu memleketin, Türkiye’nin Çingeneleri bile mutaassıptır! Yarın cuma… Hepsi örslerinin üzerine birer mum yakmışlar, pederlerinin ruhunu şad ediyorlar!..

Odaya geldim. Masanın üzerindeki lamba kısılmış, yüzbaşım kırmızı velensesi altında, Şişman Galip köşede karyolasında, nöbetçi zabiti yatağında uyuyorlardı. Onları uyandırdım. Vakayı anlattım. Heyecanla biraz mübalağa ettim fakat yine pek ehemmiyet vermediler. İşte daha bir saat olmadı. Ben şunları yazarken onlar müsterih ve asude uyuyorlar. Hâlbuki ben… Sinirlerim o kadar müteheyyiç ki bu gece uyuyabileceğimi ümit etmiyorum, yalnız Arnavutçanın Latin hurufatıyla yazılması fikrinde bulunan yüzbaşım ihtiyarsız:

“Ah bu hocalar!” dedi, “Bizim harflere de mâni olan onlar değil mi ya?..”

Nöbetçi zabiti Hüsnü sesini çıkarmadı.

Şişman Galip uzun ve okkalı bir küfür salladıktan sonra:

“Ah bu softalar… Asker kaçağı …ler. Hepsini kesmeli…” dedi ve gözlerini kapadı. “İşte hepsi şimdi uyuyor!”

Ben, zavallı defterciğim, yine seni kitaplarımın altından bulup çıkarıyorum. Altı aydır boş duruyordum. İhtimal yine sana tevdi edilecek mühim vakalar hudus edecek. Bir “sui tefehhüm” korkusuyla kimseye, en genç fikirli, en yeni kafa bir arkadaşa söylenemeyecek şeyleri senin bitaraf ve taassuptan ari, pak ve beyaz sahifelerine yazabilir ve müteselli olurum. Yüzlerce sahifelerin doldu. En kanlı ve feci sahneleri sana yazdım. Müteessir olmak için seni okudum. Yaşadıkça benim refikim olacaksın. Öldükten sonra bir mutaassıbın, bir vatandaşın eline geçersen tahkir etmek için, tekfir etmek için beni bulamayacak, belki seni parça parça edecektir!.. Gece yarısı geçti. Artık yatıyorum. Bakalım sabah ne olacak?

....

2 Nisan 1325

Henüz yatmış ve uyumamıştım. Kapı açıldı. Süvari Yüzbaşısı Arif Bey içeri girdi. Bu; şişman, daima şen, alaycı bir arkadaştır. Herkese karşı “Hayatım!” diye hitap eder. Lakabı, “hayatım” kalmıştır. Benim yatağıma doğru yürüdü ve müteheyyiç bir sesle:

“Haydi canım kalk, çabuk!” dedi, “Zabitler kulüpte toplanıyorlar. Müzakere olacak, giyin. Arkadaşları da uyandır. Ben süvarileri uyandırmaya gidiyorum.”

Hemen kalktım. Arkadaşları uyandırdım. Galip kalkamadı. Nöbetçi Zabiti Hasan’la beraber Süvari Beşinci Bölük odasına gittik. Orada zabitlerle beraber kulübe indik. Geceleri kapalı olan kulübün şık ve biraz kibarca salonu aydınlanmıştı. Kapıdan girince soldaki oyun odasında kumandan paşa ayakta duruyor, erkân-ı harbî yanında şifre hallediyordu. Salonda yirmi kadar zabit vardı. Hepsi birbirleriyle konuşuyor, Sultan Hamit’in ismi diş gıcırtıları arasında sık sık geçiyordu. Anladım ki sabahleyin miting akdolunacak, protesto olunacak; redif taburu toplanacak, Hristiyanlardan gönüllü yazılacakmış.

Neler konuştuk… Saatler geçti. Sabahı bekliyorduk. Kimse uyumasını düşünmüyordu. Kapı açıldı. Akil ile belediye doktoru geldi. Çay içtiler. Akil de hiç uyumamış, postanede, mitingde müdürün okuması için nutuk yazmış. Yavaş yavaş zabitler gelmeye başladı. Kumandan yukarı çıktı.

Süvari alay kumandanıyla bizim taburun kumandanı Erkân-ı Harp Müfit Bey de geldiler. Lafa Müfit Bey başladı. Bu zaten asabi ve zannedersem isterik, maahaza kuvvetli ve müteşebbis, çekinmez bir adamdır. Doğrudan doğruya Sultan Hamit’i itham etti:

“Arkadaşlar!” diye başladı, “Emin olunuz ki Meşrutiyet’e, milletin ümidine vurulan bu yeni ve tahammül olunmaz darbe Sultan Hamit’tendir! Başka cani, başka katil aramayınız! Meşrutiyet onun için ölümdür; o zulmetmeden, öldürtmeden, ağlatmadan, kan ve gözyaşı döktürmeden yaşayamaz, ölür.”

Ve daha şedit devam etti. Miralaylığına kadar İstanbul’dan çıkmamış olan paşa, şüphesiz eskiden geçirdiği sakin ve tatlı ubudiyet günlerini derhatır ediyordu, susuyordu. Müfit Bey: “Hallini isteyelim, ısrar edelim, bu seferki hareketimiz son ve kat’î olsun!” diye, hiddet ve teessüften muhakemelerini kaybetmiş olan genç zabitleri tehyiç ettikçe o sıkılıyor ve şu müteheyyiç mevkiyi teskin için bir “idare-i maslahat”, bir “üslub-u hâkimane” mucizesi düşünüyordu.

Müfit Bey’in lafı bitince Akil ve doktor -sivil oldukları için- kalkıp gittiler. Kısa, bununla beraber şedit münakaşalar oldu. Paşa sükûneti tavsiye ediyor, acele işe şeytan karışacağını söylüyordu. Temmuz inkılabında mühim bir rol oynamış olan Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey’in mitingde askerler namına nutuk irat etmesi kararlaştırıldı ve herkes dağıldı. Belki birçokları oyuna gittiler. Ben Yeni Otelin bahçesine geldim. Orada Akil’i buldum. Telgrafhaneye gittik. Müdür, nutkunu iyi okumak için şimdi gözden geçiriyor, okuyamadığı yerleri Akil’den soruyordu. Memurlar telgraf odasında mütemadiyen meşgul idiler. Ben pencerenin kenarında oturuyordum. Karşıdaki evin kızları henüz çıkan güneşin tatlı ve serin hararetleri karşısında birbirleriyle konuşuyorlar, kapılarının önünden geçen diğer kızları da tutuyorlardı. Dün geceden beri devam eden heyecanın ne olduğunu şüphesiz anlayamamışlardı. Fakat bir fevkaladelik hissettikleri hâllerinden belli idi. İki tanesi başlarına, saçlarının arasına “hürriyet kurdelesi” dediğimiz beyaz kırmızı şeyleri takmışlardı. Konuşuyorlar hatta gülüşüyorlardı: “Acaba ne var?” der gibi itimatsız İslav gözleriyle bana bakıyorlardı. Bir telgrafçı odaya girdi:

“Miting başladı.” dedi. Müdür geç kaldığımızı söylerken biz hızla ayağa kalktık, dik yokuşu biraz şiddetle indik. Sırp mektebinin önünde müdür:

“İyi okumak için iki konyak atmalıyım!” diye bizi bıraktı ve Merkez Otelinin yanından saptı. Biz yavaş yavaş hükûmete doğru ilerledik. Küçük ve intizamsız meydan tamamıyla dolmuştu. Köprüden zor geçtik. Ahalinin en arkasında duran kazanın tahrirat kâtibi genç bir çocuk, hükûmet kapısının yanındaki sütunun kenarında bir sandalye üzerine çıkmış, avazı çıktığı kadar bağırarak elindeki kâğıdı okuyor, istibdada lanetler ediyordu. Ondan sonra bir genç ve sevimli avukat mevki-i hitaba çıktı… Pek uzun söyledi. Bazen cebinden çıkardığı kâğıda bakıyor ve münasebetsiz bir yerde, mesela istibdat kelimesi geçerken alkışlar içinde kalıyordu. Ahalinin bir kısmı hakaret ve lanet makamında da el çırpıyordu. Hatipler teakup etti. Siyah gözlüklü bir Bulgar çıktı. Sonra bir şapkalı, ondan sonra bir daskal…1 Bunlar da uzun ve mübalağalı söylüyorlardı. Yalnız nutuklarından “Çarigrad” kelimesini anlıyordum ki “İstanbul” demektir. Daha sonra kaza kaymakamı çıktı. İrticai ile söylemeye başladı. Taşra Rumeli şivesiyle oldukça kıymettar, haykırıyordu. Dinin, mezhebin, cinsiyetin hükûmetle hiç münasebeti olmadığını; hükûmetlerin din, mezhep, cinsiyet için değil, menfaat üzerine tesis edilmiş olduğunu ve hükûmetlerin diyanet ve kavmiyetle değil menfaatle kaim bulunduğunu çekinmeden tekrar ediyordu. Hakkıyla alkışlandı. Jandarma karakolunun pencerelerinden ihtiyar zaptiyeler kaymakamlarının bu talakatine gülerek bakıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Kaza Merkez-i İdaresi’nin pencereleri kapalı idi. Yanındaki medrese odalarından ihtiyar ve genç hocalar, sarıklı adamlar bozuk çehrelerle bu kalabalığı seyrediyorlar, katiyen alkışlara iştirak etmiyorlardı. Güneşin harareti tezayüt etmişti. Arkadan gazozcu çocuk el arabasını kalabalığa sokmaya çalışıyor, nutukları iyice işitmek isteyen bir arabacı atlarını daha ileri sürmeye gayret ediyordu. Medrese pencerelerinden bakan sarıklıların neşesizlikleri bende edebî bir hatıra uyandırdı. On sene evvel Pierre Loti’nin eserlerini tetebbuya yeltenirken “Aziyade”yi de okumuştum. İlk Osmanlı Meşrutiyeti’ne dair orada birkaç sahife vardır. Yağmurlu bir gün tasvir olunur. Sözde Beyazıt Meydanı’nda toplar atılır. Loti eski bir Türk kahvesine girmiş. Oradaki sarıklı ihtiyarlar Mithat Paşa’nın Kanun-i Esasi’si ile eğlenmişler, atılan toplara karşı müsterihane çubuklarını çekerek gülmüşler… Belki vehmin tesiri… Fakat ben de medrese odasından bakan sarıklılarda Meşrutiyet’e ve içtima-ya karşı aynı tahkir ve garazı gördüm. Zaten tarih bize göstermiyor mu ki hürriyet ve serbestinin her tarzına ancak rahipler karşı gelmiş ve nihayet mağlup olmuşlardır.

Kaymakamdan sonra Süvari Alay Kumandanı Hasan Bey çıktı. Biraz tutuk ve pek resmî idi. Elinde beyaz eldivenleri vardı. Kılıcına dayanıyor ve ikide bir haricî bir vaziyetle “Efendiler…” hitabını tekrar ediyordu. Kaymakamdan daha serbest söyledi. Bu hükûmeti her ne kadar Türkler teşkil etmiş ise de tevsi ve terakkisi için bütün bu memleketteki kavimlerin yani Arnavutların, Arapların, Bulgarların, Rumların, hasılı bütün unsurların çalıştığını, vatanın bütün unsurlara ait olduğunu söyledi. Hatta, “Bizim vatanımız, efendiler!” dedi, “Bağdat’tan ta Viyana’ya kadar olan yerlerdir. Orada bizim ecdadımızın kemikleri vardır. Biz terakki edip hatta oralarını istirdat etmeye gayret etmeliyiz. Bunun için mutlaka Meşrutiyet, müsavat lazımdır…”

Birkaç kişi daha çıktı, güneşin harareti yakmaya başladı. Akil’e, “Haydi gidelim.” dedim. Kalabalığı yararak çıktık. Küçük köprünün üzeri tenha idi. Oradan geçtik. Ben kışlaya gelmek üzere onu terk ettim çünkü şimendifer hattındaki karakollar toplanacak. İhtimal bizim tabur da hareket edecek. Kışlaya geldim.

Odada kimse yoktu. Hepsi dışarıda oturuyorlardı. Üsküp’ten tren-i mahsus gelecekmiş. Burada bir manastır var! Onun günü imiş… Ben içeride bugünkü intibaları yazdım. Şimdi onların yanına giderek zairlerin geçişini seyredeceğim. Hava o kadar sıcak o kadar sıcak ki ceketle oturamıyorum.

3 Nisan 1325

Bugün cuma… Gönüllüler geliyor. Redif taburu toplanıyor. Emsalsiz bir faaliyet! Bütün tabur arkadaşları hareket edeceğimizi ümit ediyorlar. Neferlerimiz hep beyaz külah giydi. Depodaki beyaz dolakları dağıttık. Biz de beyaz külah giyeceğiz. Çarıklarımız yağlandı. Ben kitapları, kâğıtları topladım. Büyük sandığa yerleştirdim. Bir kat çamaşır, esvap ayırdım bavula. Beş senedir bir gün yanımdan ayrılmayan sevgili köpeğim Koton’u, Baytar Mazlum Bey’e bırakacağım. Tamamıyla hazırım. Cuma namazından gelen tabur imamı gayet mühim bir haber verdi. Camide hutbe okunurken Sultan Hamit’in ismi okunmamış. Müftünün emri varmış. Artık onun ismi katiyen hutbelerde geçmeyecekmiş… Bu tuhaf emir beni düşündürdü. Düşündüm ki şimdi İstanbul’da ne kadar vezirler, ne kadar müşirler, ne kadar ferikler, ne kadar paşalar, ne kadar yaverler, ne kadar askerler selamlık resmini ifa ediyorlar; ona, o meşum ve yıkılmaz kuvvete, Allah’ın memleketimizde otuz iki senedir sönmeyen o korkunç ve kırmızı gölgesine perestiş ve tekâpu ediyorlar.

....

PRİMO TÜRK ÇOCUĞU

Yeni Lisan’la Hikâye
 
Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…
 
Ziya Gökalp

Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve musdarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi baygın ve sakin uyuyordu.

Rıhtım tenha idi… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazı yavaşlayarak bazı coşarak devam eden haris tanini karanlıklara yayılıyor, altınlı iktisat ve menfaat rüyaları gören müsterih Yahudi mahallelerinin üzerinde dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu. Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, hava gazlarının donuk ziyalarından uçan ölüm renginde tenevvürlerin içinde, keder ve elem sedaları çıkararak ağlıyor; sanki bu nihayeti görünmeyen, bu, sabahın açık ve mavi utkusunu, beyaz ve mor sisli Olimp Dağları’nı, o mazi ve esatir vatanını yutan, yok eden muvakkat ademin, bu siyah ve müfteris gecenin gizli kinlerini faş etmek istiyordu… Biraz ötede, tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz ve mücessem bir gölge dimdik duruyor; önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde fennin, bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun’un projektörünü seyrediyordu. O kadar dalgındı ki… Bekçinin İkinci Cadde’deki yaya kaldırımına intizamsız fasılalarla inen sopasını, geç vakit yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların acul arabalarını duymuyor; lastik tekerlekli landolar içinde geniş ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım gecelik sarhoş âşıklarıyla dudak dudağa öpüşerek geçen artistlerin, medeni ve necip Garp’ın vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz hâlinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu kesif ve umumi karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu müphem bir yokluğa döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem ve hissiz, kaybolurken Karaburun projektörünün birden zuhuru uyuşuk dimağında yeni ve beklenilmez lemalar alevlendiriyor, onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı mütefekkir gölge, gayet muhterem bir genç, Mühendis Kenan Bey’di… Ecnebi ve levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On on bir sene evvel memleketine dönünce -her Paris’ten gelen gibi o da- dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti…

***

İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa Depo’daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi, tekrar arabaya atladı. Döndü, lanetlerden kaçan bir hain, arkasından koşulan bir mücrim gibi karanlık sokaklarda kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı… Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam tavrıyla, “Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?” diye sayıklıyor; işittiklerinin, gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının sahih olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kâbus mu idi? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet şakaklarını yakıyor, ateşli bir sıtma insafsız ve görünmez birer zehirli kelepçe gibi bileklerini sıkıyordu. Yirminci asrın orta yerinde; fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu beklenilir miydi? Bu ne kadar şeni bir cinayetti… Düşüncelerini daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor, görmek için bir şey arıyormuş gibi karanlıklara bakıyordu.

O harbi hiç sevmezdi. “Harp, hayattır!” diyen feylesofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olamayacağını iddia eder, uzviyetteki “mücadele” fiilinin içtimaiyatta, insanlıkta da lazım ve mecburi bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darwin’den nefret ederdi. Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, “insaniyet” hülyası onun mezhebi idi. Asıllarını, menşelerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü “fazilet” hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi yükselir; bu ismi var cismi yok ilahların karşısında o daima ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu… Müfrit ve muhakeme kabul etmez bir saliki olduğu farmasonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanırdı. Irk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı. Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, “fazilet ve insaniyet” fikri, muayyen ve sabit manası olmayan bu umumi ve müphem iki kelime; bütün mantıklara, bütün muakalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset hâlinde bırakmıştı. Evet o, dörtte üç buçuğu Yahudi ve levanten olan sadık kardeşler ve kamarad’ları arasında mühim bir nüfuz ve itibara malik, gayet mutaassıp bir masondu! Yakında “grandmetr” bile olacaktı!

Birden, “Oh…” dedi. Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason Locası’na mensuptu… Bunu hatırlamak bütün mevcudiyetini sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hâl ve tarih birbirine karışarak hezeyan hâlinde dimağına hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldanıyormuş gibi rabıtalı rabıtasız birçok vakalar aklından geçiyor; birden ruhu, hissi, fikri, vicdanı, idraki değişiyor, tutuşturucu bir humma nöbeti varlığını eritiyor, “Ah, insaniyete hizmet eden Avrupalılar!” diye söyleniyordu. Avrupalıların evvelden ehemmiyet vermediği hatta bazı pek tabii bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa Fransa’yı hatırladı. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, sahranın silahsız, saf, masum, munis, haluk ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, asude şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor hiçbir kabahati olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu. Cezayir, Tunus, Sahra-yı Kebir, Senegambia, Madagaskar ve ilh… Son fethettikleri yerle, zavallı Fas’la Avrupa’daki kendi vatanlarının yirmi mislinden ziyade bir araziye sahip olmuş bulunuyorlardı. Bu gaddar Avrupa’nın sathı ancak on milyon kilometre murabbasıydı. Hâlbuki Afrika’daki Fransız müstemlekesi on milyon üç yüz bin kilometreyken insaniyete Fransızlardan daha ziyade hizmet etmek fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki müstemlekesi on milyon kilometre murabbasından biraz eksikti. Bir vakitler, umumi sulhtan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete malik en muntazam idareli, küçük fakat gayet namuslu hükûmetçeğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transvaal’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması!.. Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da cesim müstemlekeleri vardı. İşte Afrika taksim olunmuştu. Bu, o kadar aşikârdı ki… Koca kıtada ancak Habeşistan ve Liberya gibi bir iki yerli ve müstakil hükûmetçeğiz kalmıştı. İtalya’ya da müstemlekesi dar gelmişti… Şimdi beklenilmeyen, ümit ve tahayyül olunmayan bir dakikada Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı Latinleştirmek” faciasının son perdesini açıyor… Yahut kapıyordu! Bu nasıl insaniyet idi? Bu insaniyetin vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı!.. Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar; Asya’yı da paylaşıyorlar, bu tecavüzlerine soğukkanla, “Şark Meselesi!” diyorlardı. Milyonlarca adamı insan yerine saymıyorlar, onlara hayvanlardan daha aşağı muamele ediyorlardı. Kendi memleketlerinde yalancıktan gülünç insaniyetler gösteren, şefkat pazarları, şefkat müesseseleri tesis hatta hayvanları himaye cemiyetleri teşkil eden bu dolandırıcı, alçak Avrupalılar; zavallı Çin ahalisinin sıhhat ve afiyetini, neslinin istikbalini muhafaza için afyonu menedince, birden kuduruyorlar, bütün alacalarını meydana çıkarıyor, “Ticaretimize ziyan gelir!” diye bu talihsiz hükûmeti sıkıştırıyor, korkutuyorlar, tekrar afyonu müsaade ettiriyorlardı… Ticaretlerini üç yüz milyon insanın sıhhat ve afiyetinden, istikbalinden daha kıymetli görüyorlar, üç yüz milyon Çinliye memleketlerindeki köpekler kadar ehemmiyet vermiyorlardı. İngiltere; Hindistan’ın kanını emiyor, bütün hazinelerini Avrupa’ya taşıyor, iki yüz doksan beş milyon insanı hizmetçi hayvanlar, yani at ve eşek gibi her haktan mahrum, kendi hesabına çalıştırıyor; Rusya, Türk yurdunu akla gelmez gaddarlıklarla çiğniyor; İngiltere ile üç bin senedir yaşayan kadim bir milleti, viran olan İran’ı haritadan silmek, yeryüzünden kaldırmak için ittifak ediyordu… Türkiye’nin taksimi de muhakkaktı! Çünkü Asya yağmasına onu engel görüyorlardı. Evvela onu zayıf bırakmak, mahvetmek lazımdı. Hemen bir asır evvel Avrupalılar aleyhimize kalkmışlar, Navarin’de donanmamızı yakarak Yunanistan’ı icat etmişlerdi. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Şarki Rumeli; Cezayir, Tunus, Kıbrıs, Mısır, Sudan yağmaları birbirlerini takip etmiş, nihayet son idam kararımız Reval Mülakatı’nda verilmişti. Meşrutiyet ilan edilince sözde bu karar tehir edildi. Hâlbuki bu tehir tamamıyla yalandı… Bizi dünya yüzünden kaldırmak için çizilen plan duruyordu; Bosna-Hersek zorla alındı. Meseleler yine bakiydi: Makedonya meselesi, Arnavutluk meselesi, Girit meselesi, Boğazlar meselesi, Şarki Anadolu meselesi, Mezopotamya meselesi, Irak meselesi, Suriye’nin istiklali meselesi, Arabistan meselesi ve ilh… Bu meseleleri Avrupalılar birer birer halledeceklerdi. Yalnız hepsinin münasip vakitlerini bekliyorlardı… Bunları süratle düşünmek beynini donduruyor, onu asılmak için ipe doğru yürüyen, celladın satırı altında başını uzatan masumun duyduğu o mütevekkil, ümitsiz fakat necip korku ile titretiyordu. Vücudunda hiç kuvvet kalmadığını hissediyor, sebepsiz gözyaşlarıyla ağlamak, denize, bu erimiş adem gecesine atılmak, mahvolmak istiyordu, işte Trablus meselesinin halli zamanı gelmişti. O da herkes gibi bunun farkında olmamış, uyurken hançerlenen bir adamın uyanarak, lakin ne olduğunu anlamayarak ölmesi gibi, his ve muhakemesini birden kaybetmişti. Başı fena hâlde ağrıyor, şakaklarından kanlarının uğuldayarak geçtiğini işitiyor, karşısındaki kuzguni ve nihayetsiz karanlığa bakıyordu. Karaburun’un projektörü tekrar doğdu. Bu, uzun ve münevver bir hattı. Seri bir daire çizdi. Olimp’e dikildi. Şimdi gözleri bu ufki nura dalıyor, bu nurun içinde mavi deniziyle, açık semasıyla, sevimli kalesiyle, beyaz minareleriyle, latif ve sade evleriyle, yüksek hükûmet sarayıyla, Münşiye Mahallesi’nin sağındaki yeşil hurma ormanıyla Trablus’un hayalini görüyordu.

Alçak düşman bu güzel memleketi topa tutmuş, zapta kalkmıştı. Ve ortada hiçbir sebep yoktu. Bu derecede kaba ve deni bir tecavüze kimler cesaret ediyorlardı? Bu milletin içinde namuslu insan yok muydu? Bu millet baştan aşağıya kadar korsan mıydı? Hükûmetleri bir ahlaka, bir vicdana sahip insanlardan mürekkep değil miydi?.. Düşünüyordu… Projektörün nuru tekrar söndü. Ufki ve beyaz Trablus hayali kayboldu. Gözleri yine karanlıklarda kaldı… İtalyan Başvekili Gioletti, Hariciye Nazırı San Julianos da Avrupa’da hükûmet adamlarının çoğu gibi mason değil midirler?.. Şöhretli grandmetr’leri, mason hükümdarları, mason prensleri, mason lordları, mason milyonerleriyle “Yalnız insaniyet, başka bir şey yok!” diyen farmasonluk şimdi neredeydi?.. Başı dönüyordu. Düşeceğini zannetti. Biraz geri çekildi. Yukarı doğru yürümeye başladı. Yanından geçen devriye polisi, “Kimdir bu?” der gibi yüzüne bakıyordu. Bütün hayatında ne kadar yanlış ve çürük fikirlerle aldandığını, kavmiyetsizliğin, milliyetsizliğin, “beynelmileliyetçilik ve masonluk” hülyasının biraz düşünebilen bir adamı hüngür hüngür ağlatacak derecede gülünç bir budalalık olduğunu anlıyor, istemeyerek içinden, “Ben neyim?..” diye kendi kendine soruyor fakat “Türk’üm!..” demeye cesaret edemiyor, şimdiye kadar ruhu zapt olunmuş kıymetsiz bir cesetten başka bir şey olmadığını idrak ile hiddetinden ve utanmasından ağlamak istiyordu. O da Türkleri dünya yüzünden kaldırmak için birbirleriyle tamamıyla ittifak etmiş olan Avrupalıların naçiz bir kulu, muti bir hizmetçisi, memluk bir kölesi değil miydi? Avrupalılara, Avrupalıların âdetlerine, ananelerine, terbiyelerine, muaşeretlerine, muhitlerine, cemiyetlerine tapmıyor muydu? Ecnebilerden aldığı ehemmiyetsiz bir nişan, bir madalya onu nasıl deli gibi sevincinden çıldırtır ve iftihar ettirirdi?..

1.Bulgarca “erkek öğretmen”

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6485-34-1
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu