Kitabı oku: «Sultanlığın Sonu», sayfa 2
“Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor, anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı:
“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi, “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”
“Bununla beraber asilsiniz.”
“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont…”
“Marki, marki…”
“Evet, marki.”
Nermin Bey:
“Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim!”
Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:
“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil.. Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”
Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:
“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”
Efruz Bey, bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:
“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi, “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”
....
Zırtaf’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslam’la Arap imparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyine nasıl girip çıkarsa şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilat-ı mahsusalara, cemiyet-i hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor, kumarda, sefahatte harcettiği paraların membasını kimse, hatta kendi bile bilmiyordu.
“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşîler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini, gizli bir kabileciktir. İddiası, bütün Araplardan, büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Malezya, Türkiye dâhil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelitarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt, cihanı baştan başa istila etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaf’tır.”
Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semî hatırasıyla:
“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt…” dedi.
“Hayır efendim, Zırtaf… Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaf’tır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta Muallakat’ta bile telmih olunmuştur.”
Efruz Bey:
“Rica ederim, bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.
“Peki anlatayım. Hicret’ten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı.
Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki havan topu gibi patlayan bir seda ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti, bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf ‘secf’in cemidir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu seda ‘Sücufüzzırtaf’ diye evvela kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”
Efruz Bey:
“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi.
Prens Eternel Kâmuran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
“Pek bedii bir levha… Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey uyuyor, yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir seda, bütün bu sakin ufku dolduruyor: ‘Zırt…’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzusu olamaz.”
Vakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu. Zırtaf’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca, besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabii bir sedanın hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı.
Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.
Nermin Bey: “Asaletmeaplar!” dedi, “Vakit geçti, artık dağılsak…”
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Circle’si” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta, garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar:
“Yarın Perapalas’ta…” diyorlardı.
Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi ta kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu.
Prens Zırtaf: “Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim…” dedi.
“Emredersiniz prens… Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf’la kapının sağındaki salona döndü.
“Buyurunuz efendim?..”
…
Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:
“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.
Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:
“Ne zararı var efendim?”
“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”
…
Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazaret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:
“Bin lira kadar bir şey!”
Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi, lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Efruz Bey mazeretini saklamadı:
“Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için Profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti… Üç ay sonra gelecek… Burada olsaydı, vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”
Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:
“Şimdi yüz lira verseniz?”
“Aksi şeytan!” dedi, “O da yok!”
“Bir lira lütfetseniz?”
Efruz Bey, birdenbire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazareti pek makbuldü:
“Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa hepsini sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”
“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”
Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avcuna koyarak:
“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi, “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”
Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak; para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı, şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:
“Küçük bey, küçük bey!” diye haykırdı, “Anneniz, ‘Beni görmeden gitmesin!’ dedi, “Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”
***
Efruz Bey, Zırtaf’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet, hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah”, bir de “Muhammet” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.
“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu, bu sert Çerkez hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlatlığı, dadısını çağırdı:
“Şimdiden sonra Despina’dan başka hiçbiriniz bana lakırtı söylemeyeceksiniz!” dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:
“Küçük beyim! Niçin bize darıldın?”
“Bak hâlâ ‘küçük bey’ diyor.”
“Ne diyeyim a beyciğim?”
“İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”
Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” der gibi baktı.
“Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”
Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:
“Benim unvanım ne?”
Sonra annesine döndü:
“Söyle anne, benim unvanım ne?”
Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.
“Benim unvanım: Prens… Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”
Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:
“A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan…” dedi.
“Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan…”
“Her neyse… Bari İslamca olsa.”
“İslamcası han ama böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”
Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:
“Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘prens bey’ deriz.”
“ ‘Prens’ dedikten sonra ‘bey’ demeye hacet yoktur.”
Efruz Bey, Despina’ya döndü:
“Söyle beni nasıl çağıracaksın?”
“ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”
“Yalnız o kadar mı?”
“ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”
Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı, ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.
Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylemesinden dolayı, ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra, yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder, “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi, yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tahaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevk-i tabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.
“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.
“Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.
Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.
Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı. Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu, altın kanepe ve billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok marki, kont, lord, veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında, şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.
Hele Prenses Zırtaf…
Efruz Bey tabii asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey’in üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi. Silah, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.
“Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”
Müsyü lö Prens zenapları derhâl yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf’ın aşkıyla, ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.
“Ah prenses, prenses…”
“Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil!..”
…
…
…
Bu esnada sofadan geçen hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor?” diye, vurmadan, habersizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kızoğlankız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren prens:
“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.
Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:
“Dışarıda ne halt yersen ye… Burası bildiğin yer değil… Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok…”
Despina’yı hemen kovdu.
Ana oğul işi azıttılar. Kavga az kalsın dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki, Marki Nermin, otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:
“İşte Efruz Bey!” diye döndüler. Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:
“Asaletmeaplar beni tanımıyorlar…” dedi.
Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens Zırtaf hemen intikal etti:
“Prens Hazretleri, dün bize ailelerinin ismini söylemedi.”
“Hakkınız var. Unuttum.”
“O hâlde şimdi lütfediniz.”
“Prens Efruz dö Kızıl…”
Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar.
“Beni mi bekliyordunuz?”
“Evet, evet…”
“O hâlde niçin girmiyoruz?”
“Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü, Perapalas’ta içtimamız münasip değil.”
“Niçin?”
Marki cevap verdi:
“Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilahare tanıyacak olan asiller ilk içtimamızı burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.”
Prens dö Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.
“İyi? Fakat nerede toplanacağız?” dedi.
Prens Eternel:
“Nerede olursa olsun, hususi bir yerde…” dedi.
Kendi evi pek uzakta, Fatih’te olduğu için dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimi, hakiki teessüfler izhar etti.
Prens Zırtaf:
“Benim apartmana buyurun!” dedi.
Kabul ettiler. Yavaş yavaş Cadde-i Kebir’e doğru yürümeye başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul’da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeye yüz tutmuş bir Rum’un geçen sene yaptırdığı büyük “Megalo İdea” apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayını bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz dö Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına layık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda, kesik kır bıyıklı ihtiyar bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:
“Oriste!” dedi.
Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyaların zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli, açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.
Prens Zırtaf:
“Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok memnunum.” dedi, “Tüm içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tabiyim.”
“Teşekkür ederiz.”
“Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimayı benim evimde yapma şerefini… Bana… Müşerref olmak… Çünkü…”
“Teşekkür ederiz.”
“Bin teşekkür…”
“Mersi.”
“Asaletiniz....”
Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi.
Prens Eternel: “Vakit nakittir.” diye söze başladı, “Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız, pek alidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramaya, bulmaya çalışacağız.”
“Haydi çalışmaya başlayalım.”
“Evet.”
“Haydi.”
“Hemen…”
Prens Eternel:
“Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvela bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
“Rey-i hafi ile mi?”
Marki Nermin:
“En iyisi kura ile.” dedi. “Vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız, asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.”
“Hayhay… Kabul ederim.”
Teşekkürler, takdirler, hayretlerden sonra, Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdıyla büyük fış kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı.
Prens Zırtaf:
“Götür bunları.” dedi, “Şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir.”
Kumar alatını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf prenslerin, markilerin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:
“Ne var?”
“Hiç…”
“Bu gürültü…”
“Uşak bir şey devirmiş olmalı…”
“Fakat…”
“Bu sesler…”
…
Zırtaf’ın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı:
“Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Prens Efruz dö Kızıl’ın aklından binbir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilatı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi, zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke revolveri yanında olsaydı… O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi, istemeye istemeye yukarı kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu. En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükûmet de karışmış! Demokrat hükûmet, asilleri yakalamak, programlarını filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.
Komiser olması icap eden memur:
“Fişleri, kâğıtları filan hep getiriniz?” dedi.
Anlaşıldığına göre işi kumar baskını hâlinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay…
Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtaf’a sordu:
“Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım?”
…
“Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam!’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki…”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç…”
“Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal’i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane…”
“Vallahi Komiser Bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.”
“Ne yapıyordunuz?”
…
Zırtaf cevap veremiyordu. Prens Efruz’un ödü koptu. Ya hakikati söylerse işte o vakit işleri yamandı. İhtilalcilikle, inkılapçılıkla itham olunacaklardı.
Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.
…
“Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?”
“Konuşuyorduk.”
“Ne konuşuyordunuz?”
“Şuradan buradan…”
“Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelsi gece, pazar sabahı hep şuradan buradan mı konuştunuz?”
…
“Hem Mihal’le ortak olmuşsun.”
“Haşa.”
“Bu apartmanı da o tutmuş.”
“Olabilir.”
“Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?”
“Burada kirayla bir oda tutuyorum.”
Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı hâlde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:
“Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.”
“İndiriniz, indiriniz.”
…
Sonra, Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye, işi kısaca kesti:
“Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.”
Komiser hemen Zırtaf’a döndü:
“İşte arkadaşın itiraf ediyor.”
“Yalan.”
Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telakki etmedi. Tekrar:
“Yalan değil!” dedi.
Komiser biraz tereddüt ediyordu:
“Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?”
Para lafı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:
“Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
“Paralarımız bankada durur.”
“Ha, işte, ben de o bankayı soruyorum.”
“Size söylemeye bir mecburiyetim yok.”
“Karakolda bülbül gibi söylersin.”
…
Sonra komiser, adını “Mihal” olarak bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böylece asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak, hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. “Tanin”de “Prens Uzun Hasan”ın nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtaf’ın Beyoğlu’nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:
“Zavallı prens!” dedi, “Asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükûmete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtaf’ın ‘azametli ruhu’ şüphesiz yine içinde yaşıyor.”
***
Politika ve asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılap, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucak’a yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucak’a atardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.