Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Dorian Gray’in Portresi»

Yazı tipi:

Önsöz

Sanatçı, güzel şeyler yaratandır. Sanatı öne çıkarmak ve sanatçıyı gizlemektir sanatın amacı. Eleştirmen, güzel şeylerin kendisinde bıraktığı intibayı farklı bir surete veya yeni bir cisme dönüştürebilendir.

Eleştirilerin -en evlasından en bayağı olanına kadar- her biçimi otobiyografik tarzdadır. Güzel şeylerde çirkin manalar bulanlar, cazibeden nasibini alamamış, pespaye kişilerdir. Bu tutum bir hatadır.

Güzel şeylerde güzel manalar bulanlar, irfan sahibi kişilerdir. Bunlar umut vadederler. Bu kişiler güzel şeylerde sadece güzelliği gören seçkin kişilerdir.

Ahlaki veya gayriahlaki kitap diye bir şey yoktur. İyi yazılmış veya kötü yazılmış kitaplar vardır. Konu bundan ibarettir.

On dokuzuncu yüzyıldaki realizme yönelik nefret, Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.

On dokuzuncu yüzyıldaki romantizme yönelik nefret ise Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.

İnsanın ahlaki yaşantısı sanatçının ana fikrinin bir kısmını teşkil eder; ancak sanatın ahlakı, kusurlu araçların kusursuz biçimde kullanılmasından müteşekkildir. Hiçbir sanatçının herhangi bir şeyi ispat etmek gibi bir arzusu yoktur. Özünde doğru olan şeyler bile ispat edilebilir. Hiçbir sanatçı ahlakiliği kayıran görüşlere sahip değildir. Bir sanatçının ahlakiliği kayıran görüşlere sahip olması, mazur görülemez bir üslup yanılgısıdır. Marazi sanatçı yoktur. Sanatçı dilediği her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil sanatçı için sanat yaratmakta kullanılan araçlardır. Günah ve erdemler sanatçının sanat yaratmakta kullanacağı malzemelerdir. Biçim bağlamında, tüm sanatların cinsi müzisyenin sanatı gibidir. Hissiyat bağlamında ise emsal, aktörün hüneridir. Tüm sanatlar aynı anda hem dış yüz hem de semboldür. Dış yüzün ardını irdeleyenler, kendi kendilerini riske atarlar. Aynı şekilde, sembolü okumaya çalışanlar da kendilerini riske atarlar. Sanat aslında izleyeni yansıtır, hayatı değil. Bir sanat eseri hakkındaki fikir ayrılıkları, bu eserin yeni, karmaşık ve canlı olduğunun işaretidir. Eleştirmenler ihtilaf hâlinde ise sanatçı kendisi ile uyum içindedir. Ürününe hayranlık duymadığı sürece, faydalı bir ürün ortaya koyan kişiyi mazur görebiliriz. Faydasız bir ürün meydana getirmeyi mazur görmeyi mümkün kılan tek bahane ise bu ürüne karşı yoğun bir hayranlık beslenmesidir.

Tüm sanatlar ziyadesiyle faydasızdır.

OSCAR WILDE

1. BÖLÜM

Güllerin yoğun kokusu atölyeyi doldurmuştu, hafif bir yaz rüzgârı bahçedeki ağaçların arasında kıpırdadıkça leylakların şiddetli ve hoş kokusu ve pembe çiçekler açan akasyanın çok daha zarif rayihaları açık kapıdan girerek içeriye ulaşıyordu.

Lord Henry Wotton, üzerine uzandığı, küçük Acem kilimleriyle örtülü divanın köşesinde oturmuş, âdeti olduğu üzere arka arkaya sigara içerken titrek dalları alevlenen bir güzelliğin yükünü zar zor taşıyormuş gibi görünen sarısalkım ağacının bal tadında ve rengindeki hoş çiçeklerinin parıltılarını görebiliyordu. Bazen de büyük pencerenin önüne çekilmiş, ham ipekten uzunca bir perde boyunca, havada uçuşan kuşların masalsı gölgelerinin oluşturduğu şöyle bir Japon havası estirerek, ona hareket etmesi mümkün olmayan bir sanat türü aracılığıyla hızın ve devinimin sunduğu hissi aktarmaya çalışan Tokyo’daki soluk ve yeşilimsi suratlı ressamları hatırlatan o görüntüyü yakalıyordu. Uzun süredir biçilmemiş otlar arasında yol alan veya perişan hanımelilerinin altın sarısı uzantıları etrafında tekdüze bir ısrarla uçuşan arıların kasvetli uğultusu sükûneti daha da arttırıyordu. Londra’nın boğuk uğultusu, uzaklardaki bir orgdan gelen kalın bir notanın melodisine benziyordu.

Odanın tam ortasında, dik duran bir tuval sehpasına yerleştirilmiş, olağanüstü güzelliğe sahip genç bir adamın tablosu duruyordu ve onun biraz önünde ise tabloyu resmeden sanatçının ta kendisi -Basil Hallward- oturuyordu. Sanatçı birkaç sene evvel aniden ortalıktan kaybolduğunda halk arasında bir telaş ve birçok tuhaf söylenti peyda olmuştu.

Muazzam bir hünerle sanatına döktüğü zarif ve alımlı surete bakarken ressamın yüzünde memnuniyetten kaynaklanan bir tebessüm belirdi ve orada kaldı. Fakat ressam, birden ayaklandı, gözlerini kapattı ve sanki uyanmaktan korktuğu ender bir rüyayı zihninin içinde hapsetmeye çalışıyormuş gibi parmaklarını göz kapaklarının üzerine koydu.

“Bu senin en iyi işin Basil, şimdiye kadar yaptığın en muhteşem şey.” dedi Lord Henry baygın bir şekilde. “Önümüzdeki yıl bunu mutlaka Grosvenor’a1 göndermelisin. Akademi ziyadesiyle büyük ve bayağı. Oraya ne zaman gitsem ya insanlarla dolup taştığı için resimlere bakamıyorum -bu bir rezalet- ya da o kadar çok resim oluyor ki insanları görmeye fırsat bulamıyorum; bu daha da kötü. Cidden, bu resmi göndermen gereken tek yer Grosvenor.”

Ressam, tuhaf bir şekilde başını geriye savurarak -Oxford’dayken bu hareketi arkadaşlarını güldürürdü- “Bana kalırsa resmi hiçbir yere göndermemeliyim.” diye cevap verdi. “Hayır, hiçbir yere göndermeyeceğim onu.”

Lord Henry kaşlarını kaldırdı ve bolca afyon kattığı sigarasından kıvrım kıvrım çıkan, mavimsi ve tuhaf halkaların arasından şaşkın bir ifadeyle ressama baktı. “Hiçbir yere göndermeyecek misin? Ah canım arkadaşım, neden? Bir sebebin var mı? Siz ressamlar ne kadar tuhaf adamlarsınız?! Bu hayatta yaptığınız her şeyi itibar kazanmak için yapıyorsunuz. Ve itibar elde ettiğinizde ise bu itibarı sanki üstünüzden atmak istiyorsunuz. Bu tutumunuz çok gülünç, nitekim dünyada insanların bahislerine konu olmaktan daha kötü bir şey varsa o da hiçbir bahse konu olmamaktır. Bunun gibi bir portre İngiltere’deki tüm gençleri geride bırakmanı ve tüm ihtiyarları da kıskandırmanı sağlayabilir; tabii ihtiyarlar hâlâ bir şeyler hissedebiliyorlarsa.”

“Bana güleceğini biliyorum.” dedi. “Ancak resmi gerçekten sergileyemem. Ona kendimden çok fazla şey kattım.”

Lord Henry divanın üstünde gerindi ve güldü.

“Evet, güleceğini biliyordum ama bu böyle, aynen söylediğim gibi.”

“Kendinden çok fazla şey mi kattın?! İnanamıyorum sana Basil. Bu kadar kibirli olduğunu bilmezdim ve ben, o kaba, sert yüzün ve kömür karası saçlarınla senin ve sanki fildişi ile gül yapraklarından yaratılmış bu genç Adonis’in arasında herhangi bir benzerlik göremiyorum. Dinle, sevgili Basil; o bir Narkissos, öte yandan senin yüzünde bilgelik taşıyan bir ifade yok diyemem. Fakat güzellik, yani gerçek güzellik bilgeliğin başladığı yerde son bulur. Bilgelik başlı başına bir mübalağadır, yüzlerdeki ahengi yok eder. Her kim oturup düşünmeye başlasa anında yekpare bir burun veya alın hâline gelir veya bir çirkinlik abidesine dönüşür. Bilgelikle başarı kazanmış meslek erbaplarına bir bak. Ne karda çirkinler! Tabii ki, kilisedekiler hariç. Ama ne var ki, kilisedekiler de düşünmezler. Bir papaz, on sekiz yaşında bir çocukken kendisine anlatılanları, seksen yaşında anlatmaya devam eder ve bunun doğal bir sonucu olarak, her daim kusursuz bir letafete sahiptir. Bu, ismini bir türlü benimle paylaşmadığın ancak resmi beni benden alan gizemli genç arkadaşın hiç düşünmüyor. Bundan adım gibi eminim. Kışın çiçeklerden mahrum kaldığımızda, yazın zihinlerimizi serinletmeye ihtiyaç duyduğumuzda yanımızda olması gereken, akılsız ve güzel bir yaratık o. Kendini methetme Basil, ona bir nebze olsun benzemiyorsun.”

Sanatçı “Beni anlamıyorsun Harry.” diye cevap verdi. “Tabii ki ona benzemiyorum. Bunun farkındayım. Açıkçası, ona benzemek beni kahrederdi. Sen istediğin kadar omuzlarını silkebilirsin. Sana doğruyu söylüyorum. Bedensel ve zihinsel tüm üstünlükler, musibeti; tarih boyunca kralların tereddütlü adımlarını izleyip duran bir musibeti peşinden sürükler. İnsanın hemcinsleri arasında sivrilmemesi daha iyidir. Çirkinler ve aptallar, bu dünyanın sefasını sürerler. Rahatlarını bozmadan, ağızları açık bir şekilde dönen oyunları izlerler. Zafere dair hiçbir şey bilmiyor olabilirler ama aynı zamanda yenilgiden de haberdar değildirler. Hepimizin aslında yaşaması gerektiği gibi yaşarlar; rahatsız edilmeden, sivrilmeden ve huzurlarını hiç bozmadan. Ne başkalarına eziyet verirler ne de yaban ellerin hoyratlığına maruz kalırlar. Senin statün ve servetin Harry, benim -eh değer her ne ise-aklım ve sanatım, Dorian Gray’in güzelliği… Hepimiz Tanrı’nın bize bahşettiği şeylerin cefasını ziyadesiyle çekeceğiz.”

“Dorian Gray mi? İsmi bu mu?” diye sordu Lord Henry, atölyenin öbür yanında oturan Basil Hallward’a doğru yürürken.

“Evet, ismi bu. Aslında ismini sana söylemek gibi bir niyetim yoktu.”

“Peki neden?”

“Ah, bunu açıklayamam. Birisini çok sevdiğimde onun ismini kimseyle paylaşmam. Bunu yapmak, sanki o insanın bir parçasından vazgeçmek gibi benim için. Mahremiyeti sever oldum zamanla. Bu, günümüz yaşantısını gizemli ve fevkalade kılan yegâne şeymiş gibi geliyor bana. Birisi onu sakladığında, en aleni şey bile latif bir hâl alıyor. Artık ne zaman şehir dışına çıksam, etrafımdaki insanlara nereye gittiğimi hiç söylemiyorum. Söylesem, yaşadığım tüm keyif yok olacak. Bu saçma bir alışkanlık, bunu söylemekten çekinmiyorum; ancak bana öyle geliyor ki, insanın hayatına fazlasıyla romantizm katıyor bence. Sanıyorum bu yüzden benim bir aptal olduğumu düşünüyorsundur?”

“Hiç de değil.” diye cevap verdi Lord Henry. “Hiç de değil sevgili Basil. Evli olduğumu unutmuş gibi konuşuyorsun; ayrıca evlilik kurumunun cazibelerinden biri de yalana dayalı bir hayatı taraflar için mutlak biçimde gerekli kılmasıdır. Ben eşimin nerede olduğunu asla bilmem ve eşim de benim neler yaptığımı bilmez. Bir araya geldiğimiz zamanlarda -ki ara sıra bir araya geliyoruz- beraber yemek yediğimizde veya dükü ziyaret ettiğimizde, en ciddi tavrımızı takınıp birbirimize duyabileceğin en saçma hikâyeleri anlatıyoruz. Eşim bu konuda oldukça iyi ve doğruyu söylemek gerekirse benden çok daha başarılı. Randevu tarihlerini asla şaşırmaz ama ben bunu hep yaparım. Yine de ne zaman beni yakalasa hiç mesele çıkarmaz. Bazen tartışma çıkarmasını isterim, ama o buna gülümseyip geçer.”

Bahçeye açılan kapıya doğru yürürken “Evliliğin hakkında bu şekilde konuşman hiç hoşuma gitmiyor Harry.” dedi Basil Hallward. “Bana kalırsa sen gerçekten çok iyi bir eşsin ama kendi erdemlerinden çok utanıyorsun. Sen sıra dışı bir adamsın. Asla ahlaki bir söz söylemez ve yanlış bir iş de yapmazsın. Alaycı tavırların bütünüyle bir maske.”

“Tabii olmak başlı başına bir maske ve benim gördüğüm en rahatsız edici maske!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.

İki adam birlikte bahçeye çıktılar ve büyük bir taflanın gölgesi altında duran, bambu ağacından yapılmış, uzunca bir banka kuruldular. Güneş ışığı parlak yaprakların arasından sızıyordu. Ürkek, beyaz papatyalar çimenlerin arasında titriyorlardı.

Lord Henry, biraz durup saatini çıkardı. “Korkarım gitmem gerekiyor Basil.” diye mırıldandı. “Gitmeden önce, biraz evvel sorduğum bir sorunun cevabını vermen konusunda ısrar edeceğim.”

Gözleri yere sabitlenmiş bir şekilde “Nedir o?” dedi ressam.

“Gayet iyi biliyorsun.”

“Bilmiyorum Harry.”

“Peki, sana ne olduğunu söyleyeceğim. Dorian Gray’in resmini neden sergilemeyeceğini açıklamanı istiyorum. Gerçek nedenini söylemeni istiyorum.”

“Sana gerçek nedenini söyledim.”

“Hayır, söylemedin. Bana, resme kendinden çok fazla şey kattığın için sergilemeyeceğini söyledin. Ve bu çocukça bir açıklama.”

“Harry!” dedi Basil Hallward, doğrudan adamın yüzüne bakarak. “Duygularla resmedilen her portre, sanatçının portresidir; modelin değil. Model sadece bir tesadüf, bir vesiledir. Ressamın açığa vurduğu model değildir. Ressam o renkli tuvalin üzerinde aslında kendi tecellisini yansıtır. Bu resmi sergilemeyecek olmamın nedeni, korkarım onun üzerinde kendi ruhumun sırlarını göstermiş olmamdır.”

Lord Henry güldü. “Peki nedir o?” diye sordu.

“Sana söyleyeceğim.” dedi Hallward, fakat yüzünde bir tereddüt ifadesi belirdi.

Gözlerini ona çevirdi ve “Pürdikkat bekliyorum Basil.” diye devam etti ahbabı.

Ressam “Ah, aslında anlatacak çok bir şey yok Harry.” diye karşılık verdi. “Ve korkarım anlatacağım şeyi pek anlamayacaksın. Belki de inanmakta güçlük çekeceksin.”

Lord Henry tebessüm etti ve eğildi, pembe taç yapraklı bir papatya koparıp incelemeye başladı. “Anlayacağım konusunda hiç şüphem yok.” diye cevap verdi, çiçeğin ortasındaki küçük, beyaz tüyleri olan, altın rengi kısma bakarken. “Ve inanmak konusuna gelecek olursak; ben, tamamen inanılmaz olması şartıyla, her şeye inanabilirim.”

Rüzgâr, ağaçları sallayarak kimi çiçeklerini döktü, bir araya toplanmış yıldızları andıran yapraklarının ağırlığıyla leylak çiçekleri sakin havanın içinde ileri geri sallandılar. Duvarın hemen yanında bir ağustos böceği cırlamaya başladı, mavi bir ipliği andıran, ince ve uzun yusufçuk böceği, şeffaf kahverengi kanatlarını çırpıp süzülerek, geçip gitti. Lord Henry bir an için Basil Hallward’ın kalp atışlarını duyar gibi oldu, kendisini neyin beklediğini çok merak ediyordu.

Biraz sonra ressam “Hikâye özetle şöyle.” dedi. “İki ay evvel Leydi Brandon’lardaki büyük bir davete katıldım. Biz fukara sanatçıların, arada bir topluma kendimizi göstermemiz gerektiğini bilirsin; onlara bizim birer yabani olmadığımızı hatırlatmak için yaparız bunu. Koyu renk bir ceket giyip beyaz bir kravat takmıştım, hatırlarsın, bir seferinde bana herkesin, hatta bir borsa simsarının bile bu kıyafetlerle medeni bir imaj yaratabileceğini söylemiştin. Her neyse, odalardan birinde on dakika takıldım ve kocaman abartılı elbiseler içindeki gösteriş meraklısı kadınlarla ve insanı canından bezdiren akademisyenlerle konuşurken aniden birinin bana baktığını fark ettim. Yana doğru döndüm ve Dorian Gray’i ilk kez o an gördüm. Bakışlarımız buluştuğunda elimin ayağımın boşaldığını hissettim. Üzerime nadiren hissettiğim bir korku hissi hücum etti. İzin verdiğim takdirde, sadece kişiliği ile benim tabiatımı, bütün ruhumu, bizzat sanatımı istila edebilecek kadar büyüleyici bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayatımda hiçbir haricî tesire yer vermek istemezdim. Sen de bilirsin Harry, ben yapım gereği bağımsız bir adamımdır. Her zaman kendi kendimin efendisi olmuşumdur, en azından Dorian Gray ile tanışana kadar bu böyleydi. Ama sonra… Bunu sana nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Sanki bir şey bana hayatımda korkunç bir buhranın eşiğinde olduğumu söylüyordu. Kaderin benim için muazzam zevkler ve acılar hazırladığına dair tuhaf bir his kapladı içimi. Dehşete kapılıp odayı terk ettim. Bunu bilinçli olarak yapmamıştım: Bu bir tür korkaklık refleksiydi. Kaçmaya çalışmamın yükümlülüğü bana ait değil.”

“Şuur ve korkaklık aslında aynı şeyler Basil. Şuur sadece vitrindeki ismi. O kadar.”

“Buna inanmıyorum Harry, senin de inandığını düşünmüyorum. Gelgelelim, o anki dürtülerim her ne ise -ki bu gurur olabilir, nitekim o zamanlar çok mağrur birisiydim- beni kesinlikle kapıya doğru yöneltmişti. Orada, hâliyle, Leydi Brandon engeline takıldım. ‘Bu kadar erken ayrılmıyorsunuz değil mi Bay Hallward?!’ diye bağırdı. Onun o tuhaf tiz sesini biliyorsun, değil mi?”

Lord Henry uzun ve sinirli parmaklarıyla papatyanın yapraklarını koparırken, “Evet, o kadın güzelliği hariç her yönüyle tavus kuşuna benziyor!” dedi.

“Ondan bir türlü kurtulamadım. Beni asilzadelerin, yüksek rütbeli insanların ve devasa taçlar takmış, papağan burunlu yaşlı kadınların yanlarına sürükledi. Benden sanki en yakın arkadaşıymışım gibi bahsetti. Onunla ömrümde sadece bir defa karşılaşmıştım, ama o beni herkesle tanıştırmayı kafasına koymuştu. Sanıyorum o zamanlarda bazı resimlerim ciddi başarı elde etmişti, en azından ucuz gazetelerde eserlerin bahsi geçmişti ki bu on dokuzuncu yüzyıl standartlarında ölümsüzlük demektir. Şahsiyetiyle çok tuhaf bir biçimde heyecanlanmama neden olan bu genç adamla bir anda yüz yüze geldim. Çok yakındık, neredeyse birbirimize değecektik. Bakışlarımız tekrar buluştu. Pervasızca davrandığımı biliyorum ama yine de Leydi Brandon’dan bizi tanıştırmasını istedim. Her şeye rağmen, belki o kadar da pervasız bir hareket değildi. Âdeta kaçınılmazdı. Hiçbir girizgâha ihtiyaç duymaksızın muhabbet etmiştik. Bundan şüphem yok. Daha sonra Dorian da bana aynısını söyledi. Tanışmamızın kaderimizde yazılı olduğunu o da hissetmiş.”

“Peki Leydi Brandon bu fevkalade genç adam için neler söyledi?” diye sordu arkadaşı. “Tüm misafirleri hakkında çabucak özet geçmek için can attığını biliyorum. Beni, her tarafı nişaneler ve rozetlerle kaplı, zalim ve kırmızı suratlı bir beyefendinin karşısına dikip, odadaki herkesin duyabileceği bir tonda, adam hakkındaki dehşet verici detayları kulağıma tısladığını hatırlıyorum. Resmen kaçmıştım. Ben insanları kendi kendime tanımayı tercih ederim. Fakat Leydi Brandon’ın misafirlerine karşı tutumu, bir müzayedecinin sattığı mallara karşı tutumundan farksız. Ya onların neyi var neyi yoksa ortaya döker ya da sana onlar hakkında öğrenmek istediklerin haricindeki her şeyi anlatır.”

Hallward, “Zavallı Leydi Brandon! Çok üstüne gidiyorsun Harry!” dedi kayıtsız bir ifadeyle.

“Sevgili dostum, o kadın bir salon sahibi olmak istedi ve sadece bir restoran açmayı başardı. Onu takdir etmem nasıl mümkün? Lütfen anlatır mısın? Dorian Gray hakkında neler söyledi?”

“Ah şöyle bir şeydi: ‘Yakışıklı bir genç adam; sevgili anneciği ve ben hiç ayrılmayız. Ne yaptığını hep unuturum, korkarım hiçbir şey yapmıyor, ah, evet piyano çalıyor, yoksa keman mı çalıyordunuz saygıdeğer Bay Gray?’ İkimiz de kendimizi gülmekten alıkoyamadık ve anında dost olduk.”

Başka bir papatya koparırken “Gülmek bir dostluk için hiç de fena bir başlangıç değil ve hatta en iyi nihayettir.” dedi genç lord.

Hallward başını salladı. “Sen dostluğun ne olduğunu bilmiyorsun Harry.” diye homurdandı. “Ve dolayısıyla düşmanlığı da bilmiyorsun. Sen herkesi seversin; başka bir deyişle, senin için kimse diğerinden farklı değil.”

Şapkasını geriye atıp, parlak beyaz renkte, sökülmüş bir ipek kumaşın çilelerini andıran, yaz mevsimine özgü turkuaz mavisi gökte sürüklenen küçük bulutlara bakarken “Çok haksızlık ediyorsun!” diye bağırdı Lord Henry. “Evet son derece haksızsın. İnsanlar arasında ziyadesiyle fark gözetirim. Dostlarımı hoş görünümlü insanlardan, tanışlarımı iyi karakterli insanlardan ve düşmanlarımı ise zeki insanlardan seçerim. İnsan düşman seçerken yeterince temkinli davranamaz. Benim hiç aptal bir düşmanım yok. Hepsi belli bir zihinsel kapasiteye sahip ve sonuç olarak hepsi benim kıymetimin farkında. Bu beni kibirli biri yapar mı? Bence fazlasıyla yapar.”

“Haklı olabilirsin Harry. Fakat senin sınıflandırmana göre ben senin için sadece bir tanışım.”

“Ah sevgili Basil, sen bir tanıştan çok daha ötesisin.”

“Ve bir dosttan daha azısın. Bir tür kardeş gibi, sanırım?”

“Ah, kardeşler! Kardeşlerden hoşlanmam. Ağabeyim ölmek bilmiyor ve küçük kardeşlerim ise ölmekten başka bir şey yapmıyor.”

Hallward kaşlarını çatarak, “Harry!” diye haykırdı.

“Sevgili dostum, beni bu kadar ciddiye alma. Yine de akrabalarımdan tiksinmek konusunda elimden bir şey gelmiyor. Sanırım bunun altında yatan neden, hiçbirimizin kendi hatalarımızı başka insanlarda görmeye dayanamamasıdır. İngiliz demokrasisinin yüksek sınıfın ayıpları dedikleri şeye karşı beslediği öfkeyi gerçekten anlayabiliyorum. Avam kesimi ayyaşlığın, aptallığın ve ahlaksızlığın kendilerine özgü hasletler olarak kalması gerektiğine inanıyor, ayrıca bizlerden biri kendini gülünç duruma düşürdüğünde onların çöplüğüne izinsiz girdiğimizi düşünüyorlar. Zavallı Southwark boşanma davası için mahkemeye çıktığında, avamın öfkesi görülmeye değerdi. Hem zannetmiyorum ki işçi kesiminin onda biri dürüst bir hayat sürüyor olsun.”

“Söylediklerinin bir kelimesine bile katılıyorum diyemem, ayrıca Harry, bence sen de kendi söylediklerine inanmıyorsun.”

Lord Henry sert, kahverengi sakalını okşadı ve püsküllü, fildişi bastonuyla rugan ayakkabılarının topuklarına vurdu. “Tam bir İngiliz’sin Basil! Aynı görüşü ikinci kez belirtiyorsun. Şayet gerçek bir İngiliz beyefendisi bir fikir ileri sürerse -ki bu çok cüretkâr bir davranıştır- bu fikrin doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna dair bir değerlendirme yapmayı aklından bile geçirmez. Değerlendirme yapacak kadar önem atfettiği tek husus, bu fikre kendisinin de inanıp inanmadığıdır. Yani, bir fikrin taşıdığı değer ile o fikri beyan eden adamın samimiyeti arasında hiçbir bir ilişki yoktur. Doğrusu, bir adam ne kadar samimiyetsiz ise beyan ettiği fikir o denli irfan doludur; bu şartlar altında fikir, adamın istekleri, arzuları veya ön yargıları ile kirletilmemiş olur. Ne var ki, benim amacım siyasi, sosyolojik veya metafizik konuları seninle tartışmaya açmak değil. Ben ilkelerden ziyade insanları severim ve özellikle de ilkesiz insanları bu dünyadaki her şeyden daha çok severim. Bana Dorian Gray hakkında biraz daha fazla bilgi ver. Onu ne sıklıkla görüyorsun?”

“Her gün. Onu her gün görmezsem rahat edemem. Ona resmen ihtiyaç duyuyorum.”

“Ne kadar tuhaf! Sanatından başka hiçbir şeyi umursamadığını sanıyordum.”

Ressam usulca, “Bana göre artık benim bütün sanatım ondan ibaret.” dedi. “Harry, bazen düşünüyorum, bence dünya tarihinde önem arz eden sadece iki an mevcut: Birincisi sanat için yeni bir aracın ortaya çıkışı ve ikincisi de yine sanat için yeni bir şahsiyetin ortaya çıkışıdır. Venedikliler için yağlı boyanın icadı ne anlama geliyorsa, Antinous’un çehresi son dönem Yunan heykelciliği için ne ifade ediyorsa, bir gün Dorian Gray’in yüzü de benim için aynı anlamı ve ifadeyi taşıyacak. Yaptığım şey onu resmetmek, çizmek veya onun eskizlerini yapmak değil sadece. Elbette bunları da yaptım. Ama o, benim için bir modelden çok daha fazlası. Sana onunla ilgili çalışmalarımdan memnun olmadığımı veya sahip olduğu güzelliğin sanatla ifade edilemeyeceğini söyleyecek değilim. Sanatın ifade edemeyeceği hiçbir şey yoktur, ayrıca Dorian Gray’le tanıştıktan sonra yaptığım işlerin gayet başarılı çalışmalar, hayatımdaki en iyi işler olduğunu biliyorum. Beni anlayabilir misin bilmiyorum, ama tuhaf bir biçimde, onun kişiliği bana tamamen yeni bir sanat tarzı, yepyeni bir üslup kazandırdı. Her şeyi daha farklı görüyor, daha farklı idrak ediyorum. Artık benden şimdiye kadar saklanmış bir üslupla hayatı yeniden yaratabiliyorum. ‘Efkâr günlerinde bir suretin hayali’ sözünü kim söylemişti hatırlamıyorum ama Dorian Gray, bu ifadenin bendeki karşılığıdır. Henüz yirmili yaşlarında olmasına rağmen gözümde bir çocuktan farklı değil ancak bu delikanlının gözle görülen, evet sadece görünen varlığı benim için böyle bir anlam ifade ediyor! Acaba bu söylediklerimin manasını idrak edebiliyor musun? Bu delikanlı, bilinçsiz bir şekilde benim için yeni bir akımın sınırlarını çiziyor; aşkın ruhunun bütün tutkusunu, Yunan ruhunun bütün mükemmelliğini içinde barındıran bir akım… Ruh ve bedenin ahengi; bu ne muazzam bir şeydir! Bizler aptallığımızdan ötürü bu ikisini ayırdık ve gerçekçilik adı altında kabalığı, idealcilik kisvesi altında anlamsızlığı icat ettik. Harry! Dorian Gray’in bana ne ifade ettiğini keşke anlayabilseydin! Agnew’u2 teklif ettiği yüksek meblağa rağmen vazgeçmediğim manzara tablomu hatırlıyor musun? Bu yaptığım en iyi şeylerden birisiydi. Peki neden? Çünkü ben o tabloyu yaparken, Dorian Gray yanımda oturdu. Ondan bana, idrak etmesi çok güç bir etki geçti ve hayatımda ilk defa, düz bir ağaçlık arazide hep aradığım ve her zaman hasretini çektiğim o mucizeyi gördüm.”

“Basil bu olağanüstü bir şey! Bu Dorian Gray’i mutlaka görmem lazım.”

Hallward oturduğu yerden kalktı ve bahçede bir aşağı bir yukarı yürüdü. Bir süre sonra geri geldi. “Harry…” dedi. “Dorian Gray, benim için sadece sanat yapmamda itici güdü. Sen onda hiçbir şey görmeyebilirsin. Ben ise onda her şeyi görüyorum. Onun mevcudiyeti, eserimde sureti yer almadığında olduğundan daha fazla değil. Daha önce söylediğim gibi, o yeni bir tarzın telkini. Onu belli birtakım çizgilerin kıvrımlarında, kimi renklerin güzelliğinde ve ince detaylarında seziyorum. Hepsi bu.”

Lord Henry “O hâlde neden portresini sergilemiyorsun?” diye sordu.

“Çünkü kasıtsız da olsa tüm bu tuhaf, sanatçı putperestliğinin ifadesini o portreye aktardım. Pek tabii, şimdiye kadar bu husustan ona bahsetme zahmetine hiç girmedim. Bundan hiç haberi yok. Bunu hiçbir zaman öğrenmemeli. Fakat dünya bu çıkarımı yapabilir ve ruhumu onların meraklı gözlerine ifşa etmeye niyetim yok. Gönlüm asla onların mikroskoplarının altına koyulamaz. Bu eserde kendimden çok fazla şey var Harry; bunda çok fazla ben varım!”

“Şairler senin kadar evhamlı değiller. Onlar, tutkunun yayıncılık için ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilir. Bugünlerde kırık bir kalp çok baskı yapıyor.”

“Bu yüzden onlardan tiksiniyorum!” diye bağırdı Hallward. “Bir sanatçı güzel şeyler yaratmalıdır, fakat ona kendi hayatına ait hiçbir şey katmamalıdır. Yaşadığımız devirde, insanlar sanata sanki bir tür otobiyografiymiş gibi bakıyor. Soyut güzellik algısını unuttuk resmen. Bir gün dünyaya bunun ne olduğunu göstereceğim ve bu nedenle dünya Dorian Gray portremi asla görmemeli.”

“Bence yanılıyorsun Basil, ama seninle tartışmayacağım. Her kim tartışırsa orada entelektüellik kaybeder. Söyle bakalım, Dorian Gray senin üzerine titriyor mu?”

Sanatçı birkaç dakika düşündü. Biraz duraksadıktan sonra “Beni sever.” diye cevap verdi. “Beni sevdiğini biliyorum. Tabii ki onu fazlasıyla methediyorum. Söylediğim için pişman olmam gerektiğini bildiğim şeyleri ona söylemekten tuhaf bir zevk duyuyorum. Çoğu zaman bana çok sevimli geliyor, atölyede oturuyoruz ve bir sürü konudan bahsediyoruz. Ne var ki, bazen inanılmaz derecede düşüncesiz biri oluyor ve bana acı vermekten ciddi manada keyif alıyormuş gibi görünüyor. Ardından Harry, ruhumu tamamen, sanki ceketine taktığı bir çiçek, sattığı cakayı sevimli göstermek için kullandığı bir süs, yaz günü taktığı bir aksesuar muamelesi yapan birine teslim ediyormuş gibi hissediyorum.”

“Basil, yaz günlerini de arkamızda bırakmak üzereyiz.” diye mırıldandı Lord Henry. “Belki ondan evvel bıkacaksın. Bu düşünmesi elem verici bir şey fakat dehanın güzellikten daha uzun ömürlü olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Bu gerçek, o kadar acı verdiği hâlde neden kendimizi bu denli eğitime verdiğimizi de açıklıyor. Bu çetin varoluş mücadelesinde, sürüp gidecek bir şeylerin peşinde koşuyoruz ve yerimizi tutmak gibi beyhude bir umutla zihnimizi saçmalıklarla ve olgularla dolduruyoruz. Ciddi manada irfan sahibi olmuş bir adam; işte modern ülkü bu. Ve ciddi manada irfan sahibi olan kişinin aklı dehşet verici bir şey. Tıpkı bir süs eşyası dükkânı gibi, her yerde canavarlar ve tozlar, her şeye hak ettiğinin üzerinde bir değer biçilmiş. Ne olursa olsun, önce sen sıkılacaksın. Bir gün arkadaşına bakacaksın ve o taslağın biraz dışına çıkmış gibi görünecek veya o anki rengin tonunu beğenmeyeceksin yahut herhangi başka bir neden olacak. Acı bir biçimde onu kendi gönlünde ayıplayıp gerçekten sana çok kötü davrandığına kanaat getireceksin. Sonrasında seni aradığında tam anlamıyla buz gibi ve kayıtsız kalacaksın. Gerçekten yazık olacak, nitekim bu seni değiştirecek. Bana anlattığın şeyler gerçek bir aşk, sanat aşkı diyebiliriz. Ve ne çeşit olduğu fark etmeksizin aşkın tezahürünün en kötü yanı, bittiğinde muhatabını aşksız bırakmasıdır.”

“Harry, böyle konuşma. Yaşadığım müddetçe, Dorian Gray’in şahsiyeti üzerimdeki hâkimiyetini sürdürecek. Sen benim hissettiğim şeyi hissedemezsin. Sen sürekli bir değişim hâlindesin.”

“Ah sevgili Basil, tam da bu sebepten hissettiklerini hissedebilirim. Sadıklar, aşkın sadece değersiz kısmından haberdardır: Aşkın felaketlerini sadakatsiz olanlar bilir.” Ve Lord Henry, sanki tüm dünyayı bir kalıpla özetlemişçesine kendini bilen ve tatminkâr bir edayla zarif, gümüş bir tabakadan sigarasını çıkarıp tüttürmeye başladı. Parlak yeşil sarmaşık yapraklarının arasında cıvıldayan serçelerin çıkardığı hışırtıları vardı ve çimlerin üzerinde, kırlangıçlar gibi birbirlerini kovalayan bulutların mavi gölgeleri geçiyordu. Bahçede muazzam bir huzur hâkimdi! Ve diğer insanlar çok latif duygular içindeydi! Ona göre, akıllarından geçen düşüncelerden çok daha güzeldi bu duygular. Kişinin kendi ruhu ve dostlarının tutkuları; hayattaki büyüleyici şeyler bunlardı. Kendi kendine, sessiz bir keyifle Basil Hallward’ın yanında çok uzun kaldığı için atlattığı sıkıcı öğlen yemeğini düşündü. Eğer teyzesine gitseydi, muhakkak Lord Goodboody ile karşılaşacaktı ve orada sadece fakirleri beslemek ve kiralık evlerin gerekliliği hakkında muhabbet edeceklerdi. Her sınıf, kendi hayatlarında yer vermeye gerek duymadıkları erdemlerin önemi hakkında vaaz verecekti. Zenginler tutumluluğun ne kadar mühim olduğu ve işsiz avareler de çalışmanın onuru hakkında dil dökecekti. Tüm bunlardan kurtulmuş olmak çok güzeldi! Teyzesini düşündüğünde aklında bir fikir belirdi. Hallward’a doğru döndü ve “Sevgili dostum, şimdi hatırladım.” dedi.

“Neyi hatırladın Harry?”

“Dorian Gray’in adını nerede duyduğumu.”

Hafifçe somurtarak, “Nerede peki?” diye sordu Hallward.

“Bu kadar sinirlenme Basil. Teyzem Leydi Agatha’dan duydum. Doğu yakasında kendisine yardım edecek olan muhteşem bir delikanlı keşfettiğini anlattı bana ve o delikanlının adı Dorian Gray’di. Şunu da belirtmeliyim ki onun yakışıklı biri olduğunu hiç söylemedi. Kadınlar, güzelliği hiç takdir etmezler, en azından iyi kadınlar böyledir. Çok ağırbaşlı ve zarif bir mizacı olduğunu söyledi. Bir seferinde gözlüklü, düz saçlı, acayip çilli ve kocaman ayakları üzerinde gezinen birini hayal etmiştim. Keşke onun senin dostun olduğunu bilseydim.”

“Bilmediğine çok sevindim Harry.”

“Neden?”

“Onunla tanışmanı istemiyorum.”

“Onunla tanışmamı istemiyor musun?”

“İstemiyorum.”

Uşak bahçeye geldi ve “Bay Dorian Gray atölyedeler efendim.” dedi.

“Beni hemen tanıştırmalısın!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.

Ressam, güneş ışığı altında gözlerini kısarak duran hizmetçisine döndü. “Bay Gray’e beklemesini rica ettiğimi söyle Parker. Birkaç dakika içinde geliyorum.”

Adam eğildi ve yürümeye koyuldu.

Ardından ressam, Lord Henry’ye baktı. “Dorian Gray benim en yakın arkadaşım.” dedi. “Çok yalın ve güzel bir mizaca sahip. Teyzen onunla ilgili söylediklerinde haklıydı. Bu adamı heba etme. Onu etkilemeye çalışma. Senin yaratacağın etkiden fayda gelmez. Dünya oldukça büyük ve bir sürü olağanüstü insan yaşıyor üstünde. Sahip olduğu bütün zarafeti sanatıma bağışlayan yegâne insanı benden alma. Bir sanatkâr olarak hayatım onun ellerinde. İtiraz etme Harry, sana güveniyorum.” Tane tane konuşmuştu ve sanki kelimeler onun iradesi dışında ağzından çıkmıştı.

1.19. yüzyılda özellikle deneysel sanat eserlerini sergilediği için eleştirilere maruz kalan sanat akademisi. (ç.n.)
2.Thomas Agnew&Sons. İngiltere’nin önde gelen sanat galerilerindendir. (y.n.)