Kitabı oku: «Hayat Her Gün Yeniden Başlar»
Osman İlhan
1990 yılında İzmir’de doğdu. İlk romanı Mutsuz İnsanlar Sokağı 2018 yılında yayınlandı. Hayat Her Gün Yeniden Başlar, yazarın Hayykitap etiketiyle yayınlanan ilk kitabıdır.
Kadın aldatılandır ama aptal değildir!
“Yalnızdı. Terk edilmişti, mutluydu. Yakındı yaşamın yabani kalbine.”
-James Joyce
Kadın baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Gözlerine baktı. Uçsuz bucaksız derya… Delişmen bir parıltı aradı. Buldu da… Kendini ne kadar da şanslı hissettiğini apaçık belli eden bir tebessüm bıraktı. Aynadan sekip bir süre havada asılı kaldıktan sonra yok oldu.
Kadın yorgundu. “Prensesim” dediği kızının ardından “Aslanım” diye öpüp kokladığı oğlunun dünyaya gelişinin üzerinden henüz birkaç ay geçmişti. Yüzündeki yorgunluğu buna bağladı ve hiç umursamadı. Nasıl olsa toparlardı kendini. Güçlüydü. Güçlü olmak her kadın gibi onun da doğuştan yazgısıydı. Bir de “Minnoşum” dediği dünyalar tatlısı, kendisini her zaman delice seven ve en önemlisi de sadakatinden asla şüphe etmeyeceği eşi belirdi aklında. Bir kadın daha ne isteyebilir ki diye düşündü.
Adam baktı aynada kendine. Baktı uzun uzun. Sigaradan birkaç teli sararmış bıyıklarına baktı. Keyfi kaçtı. Boyatmalıyım diye düşündü. Kaşlarının ortalarında beliren siyah tüylere ilişti gözü. “Temizlik vaktim çoktan gelmiş” dedi. Tıraşını olup losyonunu yüzüne boşalttı. Son bir kez yüz kıvrımlarının tüm detaylarını bir çırpıda inceledi ve artık karısını aldatmaya hazırdı.
Kadın tekrar baktı aynaya. Islak, kısa ve sevgisiz bir bakıştı bu. İçinde neşe kalmamış, solup giden terütaze baharın bozuk hasatı yüzünde belirdi. Kendini ardiyeye atılmış tuhaf bir eşya gibi hissetti. Kurumuş yarı aralık ağzından “Neden” diye mırıldandı.
“Neden, neden, neden bana bunu yaptın?”
Ayrılmak kelimesini düşünmesiyle yüreğine paslı bir hançerin batışını hissetti. Bu evlilik artık içinde bir yaraydı. Tatlı tatlı kaşınan bir yara. Kaşırsa kanayacak bir yara… Evlatlarını düşündü. Buna gözlerinden düşen birkaç damla yaş eşlik etti. Onları nasıl babasız bırakırım diye kızdı kendi kendine. Çünkü bilirdi babasızlığı, yetimliği. Bir de kocasını hâlâ seviyor oluşu da vardı tabi. Kalan gözyaşlarını akıttı yüreğine, kanayan yarasını sardı. Kendine yolladığı güçlü bir bakışın ardından adamı affetti.
Affetti, affetti ve sonra yine affetti…
Adam baktı aynaya. Kısa bir bakıştı bu defa. Kendinden emin, karısının ondan asla vazgeçemeyeceğinden daha da emin bir bakış. Bu defa takılmadı yüzündeki detaylara. Nasılsa sevgilisi artık onu her haliyle kabul ediyordu. Alıyordu onu başka kadınların, kocalarını baştan çıkartmak için yaratılmış körpe memelerinin arasına.
Kadın ve Adam birlikte baktılar aynada kendilerine. Adam tövbelerden, aslalardan, seni seviyorumlardan, Allah rızası içinlerden, kendimi öldürürümlerden, bari çocuklarımızı düşünlerden, son bir şans lütfenlerden oluşan kallavi cümleler sarf etti, her hecesinde karısının onu bağışlayacağından emin bir edayla. Kadın ise bir kere ahdetti, azimliydi, kararlıydı. Yüzünde saklamaya merak duymadığı bir nefret edasıyla “Artık bitti” dedi. Bu “artık” kelimesi kırk darağacından daha ağır çekti yüreğini. Ama artık bitmişti. Bu onların aynı aynaya birlikte son bakışlarıydı. Ve artık başka aynalardaki yansımalardan ibarettiler.
* * *
Kadın, yapılan her hatanın ardından kollarını açar ve seni kucaklar. Sen de tutunursun onlara. Sabrını uçsuz bucaksız derya, aldatmalarını da o deryada damla zannedersin. Oysa o kolların hep açık olacağını düşünmek, sana olan sevgisini zaaf görmek ne büyük gaflet. Gün gelir o kol bir kapanır, açmak için koparman gerekir. Ve kol koparsa tutunacak bir şeyin kalmamış demektir.
Demem o ki:
Karşındaki kadını üzdüğünde her defasında senin bir gülüşüne kanıyorsa, bu onun aptal olduğundan değil, aşka olan inancındandır.
“
Hesaplarla yaşayanlar hep borçlu kalırlar. Kimseye olmasa bile, içlerinden geldiğince yaşayamadıkları için kendilerine…
Belki buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır
“İnsan sonunda yine kendini yaşar.”
-Nietzsche
Zaman bana şunu öğretti; insan unuttuğu her anısının katilidir. Özünde tüm cinayetlerin ortak özelliği olan kurtulma içgüdüsü taşır. Ama her ne kadar onu takip eden anılarını öldürmüş, bin bir parçaya bölüp yerin yedi kat altına gömmüş olsa da bazen olay mahallinde bulur kendini. Kaçamaz kurtulduklarından, yakalanır ekseriyetle.
Mesela özlemlerimiz de buna dahil. Gidenin bize bıraktığı yük ağır geldiğinde eski bir anının içerisine girip hafiflemek isteriz. Montaj misali.
Bugün omuzlarımda bir ağrı, sırtımda kambur ile uyandım. Hasretin yer çekiminin varlığını bağıra çağıra ispatlama çabasındaydı sanki. Her nefeste yokluğun daha da ağırlaştı, ağırlaştı ve ağırlaştı. Sonunda kaldıramadım sensizliği.
Kendimi nasıl dışarı attım bilmiyorum. Sırf bir zamanlar gölgen vurduğu için seninle el ele dolaştığımız kaldırımlarda ayaklarımı yerlere süre süre yürüdüm. Tanımadılar beni. Ya da tanımamazlıktan geldiler. Oysa tanısalardı her adımda yüreğime döşerler miydi kaldırım taşlarını?
Döşediler. Güzel döşediler…
Yürüdüm bir süre; adımlarım ağır, bakışlarım arayışlı, zihnim ise gebermekteydi. Bir şarkı duydum kafenin önünden geçerken. Yabancısı olduğum bir lisanın en hüzünlü melodilerini barındırıyordu sanki içinde. İsmini söyleyince hemen hatırlayacaksın; Mohsen Namjoo- Zolf. Hani soğuk bir kış gecesinde son paramızla aldığımız şarabı şu soğuk merdivenlerin üzerinde içerken defalarca dinlediğimiz şarkı. Gerçi merdivene soğuk dediysem hükmü sen elimi tutana kadardı ya, neyse…
Merdiven hâlâ yerinde, üstü yine soğuk, şarap alacak param da var ama sen, artık sen yoksun.
Sonra buralarda bir yerlerde nefesin kalmıştır umuduyla ciğerlerimin hacminden fazla havayı içime çektim. Bırakmadım bir süre, bırakamadım. İçimde kalsın, gitmesin istedim. O an ölmek, son nefesimi seninle vermek istedim. Ama olmadı. Gerçek, keskin hançerini ciğerlerime batırdıktan sonra bir tur çevirdi içimde. Ve ben seni, anılarımızı unutma vaktinin çoktan geldiğini yüreğimin yanmasıyla anladım.
.
Sonra mı?
Sokağın çıkışına kadar bana eşlik eden tek şey, dudağımın kenarındaki sigaramdı…
Gitmek isteyenler oldu benden. Asla kal demedim…
Bu hayatta ne zaman canımız yansa, neşesi çekilse ruhumuzun, geceler daha uzun sürse, gündüzlerse daha soğuk geçmeye başlasa, kimsesiz mezar yalnızlığında sussak, konuştuğumuz zamanlarda ise manalı olmayan sözlerle havayı dövsek, ağlasak, hatta delinse göğümüz ve yağsak kurumuş bedenimize bize hep şu denecektir hatta belki de zaman zaman denmiştir;
“Boş ver!”
Biz onların bu boş ver temennilerini hep reddettik; özünde samimiyet bulundurmayan tüm söylevlerde olduğu gibi. Gamsızlıktı onların boş veri. Yaşanılanları reddediş, unutuştu. Anıları sahipsiz bırakmaktı, bir piç gibi…
Oysa samimi dudaklardan çıkınca söylemesi ne güzel kelimedir boş ver. Bir çırpıda dökülür dilinden, tadı kalır insanın damağında. Buram buram mavilik kokar. Doğmamış günün şafağı canlanır gözlerinde. Kulaklarda Livaneli türküsünü çağrıştırır “Bu gitmeler gitmek değil” makamından.
Ben de zamanla öğrendim acıları, kanayan yaraları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını. Başkalarının hayatına girmeyi, her hayatın birbirinin basit birer kopyası olduğunu fark ettiğimde bıraktım. Sustuklarımla konuştum. Konuştuklarıma asla susmadım. Gitmek isteyenler oldu benden; kal demelerimi umursamayanların önünden çekildim. Gözyaşlarının düştüğü yerde fidan vermediğini, yeşeren çiçeklerimi kuruttuğunda anladım.
Yüreğimin sokakları ne zaman çıkmaz sokağa bağlansa hep boş verdim…
Oysa bu terk ediş değil, bir kuytu köşe arayıştı… Belki de yürekteki kesiğin kabuk tutmayacağını kabul edip, onun ıslaklığıyla yaşamayı öğrenmekti.
Bu yüzden eğer taşıyamayacağından fazla derde sahipsen sen de boş ver…
“
Gözyaşlarımdan beslenen o kötü yürekleri, kahkahalarımla aç bırakmam çok yakındır…
“
BOŞ VER!
Şu kelimeyi hafife alma.
Hayat kurtarır.
Sevdalara karşı hep koşulsuz açtık yüreğimizi. Hiçbir aşkı zora sokmadık
“Eskiden kimse kovmuyordu, masaya çıkıp bir balığı yemeye başlayan kediyi.”
-Ritsos
Ne zaman gurbetten yana bir türkü duysam yahut ne vakit bulansa bakışım uzaklara gönlümde hep o eski günlerin özlemi kabarır. İnsanların vefadan yana zengin, dertten yana yoksul olduğu günler bir yaradır yüreğimde. Kanamaz ama hep ıslaktır, sızlar ince ince.
Eskiden farklıydık. Hazır zevklerin verdiği mutluluğun yapaylığını bilir, sevmezdik. Fethedilmiş zevklerin peşinden koşanlardan olduk hep. Manavın önünden geçerken gördüğümüz eriğe, önümüze konan elmaya teslim olmadık. Hayatın sunduklarını tabaktan almak hiç bize göre değildi. Hazır şeyler bünyemize dokunuyordu ve bizim gözümüz hep dallardaydı. Tipik sokak çocuklarıydık işte.
Aşklarımız vardı mesela. İmkânsız dedikleri türden. Kız aleviydi ama oğlan sünni; kız zengindi ama oğlan fakir; kız mektepliydi ama oğlan çırak; kız güzeldi ama oğlan geceden de çirkin; kız Karşıyakalıydı ama oğlan Göztepeli… Hep bir ama vardı sevdalarımızın etrafında. Oysa çıksa cümlelerimizden bu lanet olası “ama” kelimesi, müfredattan hatta sözlükten; tüm engeller aşılacaktı, bunu bilirdik.
Koşullar ne olursa olsun, kış ne kadar sert geçerse geçsin vazgeçemedik sevdiklerimizden. Yol kenarındaki kaldırımların arasında yeşeren otlar kadar inatçıydık, kız Karşıyakalı ama oğlan Göztepeli istisnası dışında…
O günler farklı bir dünyaydı bizimkisi. Mesela dostunun derdine kayıtsız kalmak büyük ve kudretli bir kurnazlık sayılmazdı. Sayıldığı ortamlarda ise hiç nefesimiz duyulmazdı. Kaçardık kötü kokan yüreklerin olduğu odalardan, menfaati duygudaşlığından ağır basan kişilerin samimiyetsiz sohbetinden.
Kötü yürekler hep nefes darlığı yapardı bizde…
Sevdalara karşı hep koşulsuz açtık yüreğimizi. Hiçbir aşkı zora sokmadık. Belki de bundandı acının bize sık uğraması. Ama yine de pişman olmadık hiç. Yaşanması gereken ne varsa yaşayanların devriydi bizimki. Sandığımızdan çok daha makul insanlardık, çünkü makul olmayan insanın gerçek huzura kavuşamayacağını iyi bilirdik.
Ah! O eski günler…
Ekmeğin lokma lokma,
şarabın yudum yudum,
tütünün nefes nefes bölüşüldüğü günler…
Özlenen günler…
“
Yolumuzu kaybettirebilirsiniz.
Önümüze bariyerler çıkarabilir, yönümüzün doğruluğunda saptırabilirsiniz.
Ama bizi bu yoldan asla çıkaramazsınız.
Çünkü bizim yönümüz muhabbettir, aşktır…
Kaydırağı otopark mafyasına bağlayanlar
Mahalle maçları, meşe müsabakaları, taso turnuvaları, meyveyi veren ilk ağaca bir gece ansızın operasyonları… Çocukluğumuzda toplu yapılan aktivitelerin kendi içerisinde hiyerarşisi, bir raconu vardı. Sokaklar şimdinin Survivorıydı.
Bir de lider çocuklar vardı. Takımları belirlesin, müsabakalarda hak savunsun, diğer mahallenin çocuklarıyla yapılan muharebelerde önder olsun, ağaca ilk o tırmansın. Tüm bunlar için bir oylama ya da düello yapılmazdı. Kendiliğinden belirlenirdi lider. Genelde derdi şişman, neşesi sıska çocuklar seçilirdi.
Ve genelde hep ben olurdum lider…
Anaokulu yıllarımda da durum aynıydı. En güzel oyuncaklarla en çok ben oynar, bahçe etkinliklerinde kaydırağı, salıncağı en çok ben kullanırdım. Hürmet vardı dertliye, yüzünde yaşının çocukluğu olmayana. Mutluluk mumu sadece bu dört duvar arasında yanana, evine döndüğünde sönene…
Yine ayranı fazla kaçırdığım bir anaokulu gününde, kaydırağı otopark mafyasına bağladım. Diğerleri kayana kadar ben dördüncü tura dönüyorum. Sonunda bizim okulun zengin veletlerinden Hasan dayanamayıp bastı feryadı. İki gözü iki çeşme ağlıyor. Zengin ağlayışını duyar duymaz kayıtsız kalamayan öğretmenler doluştu etrafımıza. Bana bir fırça, bir kalay. Bir tanesi elini kaldırmaya bile yeltendi. “Temas yok hoca, temas yok” deyince kalktığı yere geri indi el. Kısa bir toplantının ardından cezalar açıklandı.
– Osman İlhan, kaydıraktan bir günlük diskalifiye…
Hasan raconu bozdu! Tanrı Hasan’ı korusun…
Hasan’ın köşeden bana kinayeli bakışları eşliğinde mahpushane avlusundaki hükümlünün gerginliğiyle volta atmaya başladım bahçede. Ahalinin gözünde alaycı bakışlar. Bir şey yapmalı. İntikam alma arzusuyla yanıp tutuşuyorum.
Tanrı beni hayal gücümden korusun!
Kaydırağın merdivenlerini ağır adımlarla çıkmaya başlayan Hasan, gövde gösterisi yapıyordu âdeta. Ben de durur muyum? Bir koşu gidip kaydırağın en ucuna sıçtım. Evet, bunu yaptım… İçimdeki tüm siniri maddeleştirerek yeryüzünde sembolleştirdim âdeta. Dikenlerde dolanan kedinin rahatlığıyla, ulu orta, hiçbir kaygı taşımadan sıçtım… Ardından ağlayan Hasan’ın gözlerine bakarak tarihe şu sözleri not düştüm:
“Hadisene Hasan şimdi kay…”
Sonuç:
– Anaokulundan süresiz diskalifiye.
Anaokulundan atılma nedenim çok boktan bir sebepti…
“
Her sabah uyandığımda birkaç tel gülüşümü bırakırım yastığa.
İşte böyle böyle seyrelttik tebessümleri.
Yine de bunca sene maçı bir şekilde idare ettik. Lakin bazen tıkanıyorum.
Nefes alış verişlerim ender gelişen Osasuna atakları gibi ümitsizlik kokuyor.
Bakışlarımda ise Arjantin ligine üst vermiş birinin koy verdim gitmişliği…
Ama bir şekilde maç devam ediyor ve bir şekilde oyunun içinde kalmayı beceriyorum. Yaşıyor olmam bundan sanırım. Skoru bilmiyorum.
Doğrusu yediğim birkaç düzine golden sonra saymaktan vazgeçtim. Bedenim kendi yarı sahasında top çevirirken, aklım bitse de gitsek modunda.
Harbi, bitse de gitsek artık…
Elbet Biri Gelecek
Bazen sevdiklerimiz en gitmez dediğimiz anda bizi terk eder. Sanki hayatlarında hiç var olmamışız gibi öylece çekip giderler. Sen her ne kadar ona sahip olabilmek için günlerini, aylarını hibe etmiş olsan da, gidişleri hiçbir zaman gelişleri kadar zor olmaz. Okyanustaki su damlası kadar önemsemeyip senden vazgeçerler. Oysa okyanus hiç sudan vazgeçebilir mi? Vazgeçmez…
Ama okyanusumuzda su saydıklarımızın gönül deryalarında katre bile olamadığımız için bizden hep vazgeçtiler ve gittiler.
Üstelik giderken de gönül kapımızı arkadan kilitleyip anahtarı paspasın altına koyarak son bencilliklerini yapmayı da ihmal etmediler. Öyle bir çekip gittiler ki, ardından bir başkasını sevecek yüreği kendimizde bulamadık.
Eksilmedik, tükendik…
İşte bu yüzden insan, onu üzenleri hayatından çıkartmayı öğrenmeli ki seveceklere yer açabilsin. Tabi bu söylevde basit ama pratikte zor bir kavram. Kim bilir, belki yaşamın zor kısmı olan pratiğe dökme safhasına geçebilseydik “Ulan yine aldandık be” demekten kurtulabilirdik. Ama beceremedik ve hep aldanan taraf olduk.
Her gidenin ardından acının büyük kısmı kalana yüklenir, bunu iyi bilirim. Çünkü gidenin bir yolu var ama kalan hep aynı yerde duruyor. Üstelik elinin yetişmediği yerden kanıyor insan. Azala azala un ufak oluyor yüreği. Çoğu zaman da ağlıyor, o kadar çok ağlıyor ki yağmur oluyor gözyaşları, yağıyor içine. Sonra yine yağmur oluyor, tekrar tekrar… Hani o harladığın kibrit, yaktığın sigara var ya, ondan daha çok yanıyor kalp.
Sonra nereden geliyorlarsa birileri çıkar ve “Elbet biri gelecek” demeyi görev edinirler kendilerine. –Ne çok severler bizi değil mi?– Biz de zamanla buna inanır, inandırılırız. Belki de böyle zamanlarda dost meclisinin samimiyetsiz tesellileri arasında en çok işimize gelen bu olduğu için bunu seçeriz.
“Elbet biri gelecek”
Elbet biri gelecekti ve bu gayya kuyusuna dönmüş yüreğimizi nuru, aşkı ile aydınlatacaktı. Gökyüzü yeniden mavi görünecekti gözümüze. Yeniden aşk kapımızı çalacaktı ve biz kapıyı “Kim o?” demeden açacaktık.
Sonra ne mi oldu?
O biri geldi.
O biri kendini çok sevdirdi.
O biri en gitmez dediğimiz anda yine terk etti.
Ve biz her kaybedişimizin ardından “Elbet biri gelecek” sözlerine tekrar tekrar inandık ve koltuk misali yüreğimize her oturanın ardından epridik, zarafet yitirdik.
Ama asla burçak tarlasında papatya aramaktan vazgeçmedik. Ve gidenlere inat yaktık bir sigara. Dilimizde ise gidenler için geceden kalma sadece koca bir “EYVALLAH” vardı.
Bizdeki de böyle bir yürek işte…
“
Paltomuz kış için fazla inceydi.
Kelimeler yaktık, anlamlarında ısındı soğuk gecelerimiz.
“
Seni seviyorum diyeni değil, sahaftan aldığı şiir kitabındaki en güzel aşk dizelerini çizip size vereni sevin.
Bir de gözlerinize bakarak o dizeleri okuyorsa ona tapın…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.