Kitabı oku: «Devrin En Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov», sayfa 4
KAYIP NESİL, TÜY ÖRNEĞİ
Yazar Aytmatov’un ilk edebi yayını 1952’de “Kırgızistan” (No:2, s.77) makalesinde yayınlanan “Gazetçik Dzyuyo” adlı kısa bir hikâyeydi. Hikâye Rusça olarak kaleme alınmıştır.
Ardından başka eserleri takip etti, ancak Kırgızca ve Kırgızistan temalarını içeren konular. Zaman ilerlemeden gerçek barut kokusunu almanın ve hayatta çok şey öğrenmenin vakti gelmişti. Hem ölüm korkusu hem de kaybın acısı, lakin yaşamaya devam etmek lazımdı.
Cengiz Aytmatov ilk hikâyelerini yazdığı sıralarda Kırgız edebiyatı derin bir yenilenme dönemine girmişti. Savaş sonrası neslin temsilcileri ulusal edebi sürece dâhil olmuşlardı ve her yerde kendi sözünü söylemenin, kendi konusunu bulmanın kaygısındalardı. Edebiyatta diğer sanat dallarındaki gibi muazzam değişimler yaşanıyordu. “Altmışların” ruhsal deneyimi henüz yapılmamıştı ve bu arada hayat yeni konular dikte ediyordu, yeni kahramanları öne sürüyordu, ilginç ilginç ideolojik tarz ve üslup süreçleri yaşanıyordu.
Aytmatov’un ilk çıkışı eleştirmenlerin okuyucuların dikkatini çekmedi. Okundu, isim hatırlandı ama bundan ötesi olmadı. Yazarlar o yıllarda Kırgızistan’ın edebi manzarasına uyuyorlardı, hiçbir şey göstermiyorlardı. Bazı şeylere ve dile yeni bir bakış getirme dışında. Bu eserleri okuduğumuzda, örneğin: “Zor Geçiş”, “Baydamtal Nehri Üzerinde”, “Supajcı”, “Beyaz Yağmur” hikâyelerinde sanatsal kaygının iki dil, Rusça ve Kırgızca ekseninde oluştuğunu görüyoruz. Aytmatov’un ünlü “melez” stili daha sonraları gelişti, ama ilk adımlardan itibaren bir sanatçı olarak iki dilde düşünmeyi öğrenir. Her ikisi de onun için aynı ve organiktir. Bunların meyveleri “Yüz Yüze”, adlı askeri zorluk zamanlarının hikâyesiyle karşımıza çıkar. İlk önce Kırgızca olarak “Ala-Too” dergisinde ve daha sonra Rusça olarak “Oktyabr” dergisinde yayınlamıştır.
Daha önce bilinen Kırgız eleştirmeni Keñeşbek Asanaliyev, kendisi için yoğun bir araştırmayı, onun yolunu, çıraklık dönemini, ciddi konulara ve yeni tarzlara hazırlık döneminde olduğunu düşünmekte ve irdelemektedir. “Baydamtal Nehei Üzerinde” ve “Sipaycı”nın belli seviyelere erişememiş olsa da Kırgız Edebiyatında hâlâ mühim bir yer teşkil etmektedir.
“Edebi Mücadele” adlı anılarında yine aynı Asanaliyev, C. Aytmatov ile tanışmasını hatırlatır. Onun öykülerini okumasının pek bilinmeyen bir yazar ve düşünür olan B. Amanaliyev tarafından kendisine tavsiye edilmesiyle gerçekleştiğini ve bu tavsiyeden hiç de pişman olmadığını ifade etmiştir.
Bu hikâyeleri Kırgızistan Yazarlar Birliğinde sunulan bir raporda şöyle değerlendirdi: “Yazar bir anlatı çerçevesinde çok detaylı olayları çabucak hızlandırmıyor, ama düşünceli ve titiz davranıyor. Hikâyeleri ve kullandığı betimleme diğer Kırgız yazarlardan çok farklıdır.”Bu görüş özellikle daha sonra Kırgız edebiyatının en önemli eleştirel akıllarından biri olarak şimdilik acemi olan yazarın içselliğini daha da derinleştirecektir.
Henüz gerçek Aytmatov doğmamıştı. Başka unsurların yanı sıra dışlanmışlık farkında olmadan “halk düşmanının oğlunu(!)” engelliyordu. Onun iç özgürlüğü yoktu. Nispeten yeni parti kararları, Zhdanov’un ideolojik manşetleri, hala Stalin’in devlet makinesinin buz pateni pistinin altına giren yazar ve eleştirmenlerinin yeni örnekleri sürekli olarak genç Aytmatov’un gözlerinin önündeydi. Bu tür baskı yavaş yavaş Stalin’in ölümünden ve 1956’da Komünist Partinin 20. Kongresinde Nikita Kruşçev’in raporundan sonra “Bireyin Kült ve Sonuçları Üzerine” ortadan kalkmaya başladı.
Bugüne değin bu doğuş az ya da çok doğru olabilir. 1957 yılı. O zaman yazar bir ışık gördü ve “Yüz Yüze” adlı hikâye yayınlandı. Hikâye yayınlandığında yazar, “devletin bazı eleştirmenleri tasvir edilen olayların güvenilirliğini sorgulamaya çalıştılar. Kırgız halkına dair bir aşağılama gördüler.”Bir asker, bir vatan haini öyküden çıkarıldı. Bu edebi şemalara uygun değildi. Ancak altı yıl sonra, “Dağların ve Bozkırın Öyküsü” koleksiyonuna girecek olan Lenin Ödülünü getirdi ve bunun ortaya çıkışı sadece Kırgızistan’da aynı zamanda tiyatro, resim ve sinemada yaşanan ulusal gümüş çağının bir işareti olarak kabul edildi.
MÜZİĞİN RUHUNDAN DOĞAN AŞK: KIRGIZ MONA LİSA’NIN TARİHİ
Ve nihayet “Cemile” ortaya çıktı.
İlk olarak “Ala-Too” dergisinde yayınlandı, Kırgız okurlarla buluşturuldu. Ardından Tvardovskiy’in “Yeni Dünya”sının sayfalarından, dağların ve bozkırların bu Madonnası Rusça konuşan okurlarla buluştu ve nihayetinde dünya okurlarıyla da buluştu.
Hikâye, Paolo ve Françesko, Romeo ve Jülyet’in tarihi ile Cemile ve Daniyar’ın karşılaştırmalı bir halk öyküsü olan Luis Aragon’un önsözü ile Fransızcaya çevrildi.
Hikâyeyi son derece takdirle karşılayan Muhtar Avezov’un belirttiği gibi “Cemile”de “Pek çok olay yok, kahramanlar var ve görünüşe göre çok da büyük değişiklikler yok” dese de değişiklikler devam eder. Aytmatov’un hem Kırgız ve hem de diğer millî edebiyatlarda çok fazla bulunan bu tür konuların geleneksel ve gelenek dışı bir öykü yazdığı ortaya çıkmaktadır. Elbette zamanla birlikte göçmenlerin yaşantıları da dâhil olmak üzere günlük yaşamlar ve gelenekler değişmektedir, ama her durumda küçük kardeşin ağabeyinin karısına olan aşkı imajı yerel okurlara açık bir meydan okumadır. Yine de yeteneğin halkın geleneksel normlarından daha yüksek olduğunu kanıtladı. Düzyazısı ve onun o zarif tarzı gerçekten ulusal bir düzeye taşıdı. Elbette “Cemile” ilham veren bir sevgi ilahesidir. Ama daha da büyük ölçüde sanatçının doğuşunun öyküsü, sanatının doğuşuydu. Kutsallık hakkındaki durum da boşuna değil, George Gachayev, hikâyenin Âdem ve Havva ile ilgili bazı olaylara benzediğini, Aytmatov’un öyküsünde dahi Seyit ile Cemile arasında da hiçbir cinsel münasebet bulunmadığını gördü.
Genç Seyit için narin Cemile ideal bir kişi gibi görünmektedir. Aynı zamanda bazı durumların gizemli tutulduğu, gençlerin tahmin edebilecekleri, fikir yürütebilecekleri birçok ipucunun dağıtıldığı okunmamış çok katmanlı bir kitap olarak karşımıza çıkar. Genç Seyit’in kardeşi kendi karısına karşı onun yokluğunda bilinçsizce ensest bir şey beslemez, ama ölümsüz “Mona Lisa”nın yazarında olan “Leonardo Sendromu” olarak adlandırılabilecek bir şey söz konusudur.
Mona Lisa’nın gülüşünde henüz kimsenin çözemediği ve kimsenin içinde ne olduğunu söyleyemediği aşk, gizli günah, kutsallık, manevî saflık… gibi durumlar vardır. Aynı durum Cemile için de söylenebilir. Ama gördüğümüz gibi Daniyar ile Cemile’nin aşk hikâyesi genç adamın gözlerinin önünde ortaya çıkarak Seyit’in bambaşka bir dram yaşamasına sebebiyet verir. O da sonunda ideal olma, en iyi olma hakkında kendini ispat etme ihtiyacı duyuyor. Daha önce sıkıcı, sıradan ve monoton olan dünya bir anlam ve içerik kazanıyor, bu da sevgi ile kutsallaştırılıyor. Evet, bu aslında Aytmatov’a duyulan sevgidir, bu yaşamın anlamıdır, bu insanlığın doluluğudur, onsuz hayat boş ve manasız, aşk olmadan manevî yaratıcılık, şiir yoktur, müzik yoktur.
“Aşk geleceğin tanrıçasıdır. Aşk olmadan bir insan için gelecek olamaz. Aşk, hayatın temel direğidir. Sevgi yoksa tutkulu ilişki de yoktur dolayısıyla bir insanın hayatı da böylece harap olacaktır. Akabinde ise artık hiçbir sevgi olmayacaktır. Hatta hiçbir çocuk bile bizi geleceğe bağlayan bir faktör olmayacaktır. Doğa, yıldızlar, evrende yer alan her şey kendi içinde bir sevgi içerir. Aşk bir senfonidir, daha doğrusu evrensel bir senfonidir.”13
Başlangıçta hikâye “Obon” yani “melodi” olarak adlandırıldı. “Cemile”nin müziği bir tuning çatalı, ana anlam kurma elemanıdır. Genel manada Aytmatov’un hikâyesi sevginin müzik ruhuyla doğuşu olan Nietzsche’yi açıklamaktadır. Bir Alman olan Friedrich Schiller’in ifadesiyle Aytmatov, bunun var olmayan edebî yaratıcılığın önünden gelen müzik ya da belirli bir müzikalite havası olduğunu söyleyebilirdi. Onun sözlerine şu şekilde katılıyor olabilir: “İlk bakışta duyum, ancak sonradan ortaya çıkan kesin ve net bir nesne değildir.” Ruhun bazı müzikal ruh hali her şeyden önce gelir ve sadece onun şiirsel bir düşünceyi takip etmesinin akabinde şekillenir.
Cemile ve Seyit karanlığa, ülkeye, dünyanın güzelliğine sesini duyurmak için çok güzel şarkı söyleyen kasvetli, çekingen Daniyar’a hayran olurlar. Buna karşın Daniyar’ın kendi şarkısı kahramanın iç dünyasının sesi, kişisel niteliklerinin tezahürüdür, dışarıdaki bir işarettir ve bu işaret hem Cemile ve hem de Seyit tarafından büyük bir arzuyla hissedilir. Aytmatov aynı zamanda öykünün yapısını, Daniyar’ın Cemile hakkında ne düşündüğünü, Cemile ve Daniyar hakkında okurların neredeyse hiçbir şey bilmeyeceği şekilde düzenledi.
Biz Seyit’in gözüyle (eski Yunan trajedisi kavramlarını kullanarak) bir tür koronun rolüne baktık. Bu bağlamda aynı zamanda koronun kendisinde bile olmadığını düşünen aynı Nietzche’nin ince gözlemlerini hatırlayan, ama müzikalitesinin “Herkül gibi bir güce sahip” yazarın eski trajedinin içinde neler olduğuna dair bakış açısını ifade etmenin temel aracı olarak hizmet etmiştir.
“Cemile” dedikleri gibi tek bir solukta yazılmıştır. Ama sonradan yazar kendi iradesi ile yedi kez daha yeniden yazmıştır, bu da eseri acımasızca eleştirilerden koruyamadı. Bu sadece Kırgızların zihniyet ve gelenekleri meselesi değildi. Yazar Sovyet edebiyatının “pozitif” bir kahramanın olağan konumu, normatif estetik ve diğer geleneklere de meydan okuyordu. Dahası komünist ahlak ve sosyalist ahlak ilkelerine de bir atıftı. Çünkü yazar kanunen evli olan Cemile’nin davranışını tamamen kınamamaktadır. Ama insanların yaşamı herhangi bir dogmadan, önem arz etmeyen gerçeklerden çok daha karmaşıktır. Aşk onlardan daha yücedir ve bu onun güzelliğidir, ama aynı zamanda yazarın iddia ettiği gibi temelde onun trajedisi yatmaktadır.
Evet, en başından itibaren genç Seyit, Daniyar’ın, yani kasvetli ve suskun bir cephe askerinin bir tür yarı hassas ihale duygularını deneyimlediği neşeli bir gelinin suçlanamayan bir özlemle, inanılmaz bir tahribatla sevgilinin kaçışından sonra dönmesini istememesiyle gönülsüz casusluğuna şahit olacaktır. Bunu telafi etmek, bu depresyonu ve çaresizliği boğmak için iki insanın bu öyküsünü şarkı söylemeye, renklerini yeniden üretmeye, dolayısıyla sanatçı olmaya karar verir. Bu yüzden çaresizlik derin bir duygusal sarsıntı, erken yalnızlık hissi, bir tür manevî destek kaybı, yalnızlık hissi beklenmedik bir bulguya dönüşür. Hikâyede aynı zamanda keskin bir drama ve bu aşk hikâyesindeki karmaşıklıktan oluşan etkileyici bir empati atmosferi vardır. Bu nedenle ana öykünün, Daniyar ile Cemile arasındaki aşkın pek çok psikolojik kabile kompleksi yönüyle karmaşık bir hal alan Seyit’in kendi manevî olarak tekrarlanması da uygun değildir. Genç adam kendisini Cemile’den birbirine sıkı sıkıya bağlı olan bağlarını görünmez bir duvarla ayırır, daima belirsiz bir arzu, kıskançlık ve utancın çok ince bir çizgisi etrafında gezer durur. Yazar, bu durumu hafifçe hissettirerek böyle bir analiz olmaksızın haset zincirinin karmaşık zihinsel hareketlerini de terk eder; sadece şiirsel sembolizmi, sezgisel duyumları tercih eder, yalın bir anlatım ve açıklanmayan bir söylem yaratır. Freud bu durumu “Sapık zihinsel hareketler” olarak adlandırır, yani belirli semptomların neden olduğu bir acıdır.
“ElvedaGülsarı” hikâyesinde de bu tür çizgiler vardır. “Gülsara sessizce durdu, bir yere bağlandı ve onu arıyordu. Küçük bir körfezin kıskacını, büyüdüğü ve aynı zamanda her zaman ayrılmaz bir bütün olduğu aynı şeyleri hissetti. Alnında beyaz bir yıldız lekesi vardı. Onunla koşmayı severdi. Aygırlar onu takip ederlerdi, ama onunla kaçtı, diğerlerinden çok uzaklara doğru gitti.Gülsarı daha yetişkin bir at değildi, aygır da yetişkinliğe erişmemişti, yani her ikisi de birlikte olup çiftleşecek erişkinlikte değillerdi.
Yakınlarda bir yerlerde kişnedi. Evet, buGülsarı idi, aygır onun sesini hemen tanımıştı. Ona cevap vermek istemişti, fakat geviş getiren ağzını açmaya korkmuştu. Bu çok acı ve üzücüydü. NihayetGülsarı onu buldu. Yavaş adımlarla koştu, ay ışığı alnındaki yıldızı aydınlatıyordu. Ayakları ve kuyruğu ıslaktı. Nehirden geçerek gelmişti, suyun soğuk kokusunu da yanına getirmişti. Ağzıyla itiyordu, koklamaya başladı, ılık dudaklarını ona doğru temas ettiriyordu. Nazik bir edayla kişnedi ve onu da yanına çağırdı. Aygır ise yerinden kıpırdayamadı. SonraGülsarı başını onun boynuna koydu ve dişleriyle ona temasta bulundu. O da aynısını yapmalı ve dişleriyle onu kaşımalıydı. Lakin onun bu okşayıcılığına cevap veremedi. Hareket edebilecek durumda değildi.Gülsarı rahat bıraksaydı eğer, su içmek istiyordu da.Gülsarı koşup gitmeye başladığında izleri ve gölgesi alacakaranlıkta nehrin öte yakasında kayboluncaya dek onu izledi. Gelmiş ve geri gitmiştiGülsarı. Aygırın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bezelye taneleri gibi yaşlar burnundan süzülerek sessizce ayaklarına kadar süzüldü. Bu rahvan at ilk defa ağlıyordu.”
Aytmatov bu sözleri çok daha sonraları yazmıştı. “Cemile”de ise aşkın manevî ve duygusal yönleri görülmekteydi. Bu aşk Seyit’in içindeki artık dünyaya, insanlara, kendisine ve kardeşine bambaşka gözle bakan ressamı uyandırmıştı. Artık şehre gitmeye, kendi entelektüel macerasına ve kendine yaşamda bir yer edinmeye karar vermişti.
“O zaman ilk kez hissettim.” diye itiraf eder lirik kahraman, “yeni bir şeylerin nasıl uyanacağını bilmiyordum, ama dayanılmaz bir şeydi, kendimi ifade etmem gerekiyordu. Evet, sadece dünyayı görmek ve hissetmekle kalmayıp, aynı zamanda başkalarına, vizyonunuzu, düşüncelerinizi ve duygularınızı anlatmak, Daniyar’ın yapabildiği gibi topraklarımızın güzelliğini insanlara anlatmak. Bilinmeyen bir şeyden sorumlu olmayan bir korku ve sevinçten donup kalmıştım. Ama elime o zaman bir fırça almam gerektiğini anlamamıştım.
Çocukluğumdan beri resim yapmayı, çizmeyi severdim. Daniyar’ın şarkıları ruhumu uyandırmıştı. Rüyalarımda geziyor ve dünyayı sanki ilk kez görüyormuşçasına şaşkınlıkla izliyordum…
Cemile’ye bakarak, bozkırdan kaçmak ve çığlık atmak, yeryüzünün ve gökyüzünün ne yapması gerektiğini sormak, bu anlaşılmaz alarmı kendim nasıl aşacağımı ve bu anlaşılmaz sevinçten bahsetmek istedim. Daniyar’ın şarkılarıyla gelen en anlaşılmaz heyecanlara kapıldım. Ve aniden ne istediğimi anladım. Onları çizmek istiyordum.”
Böylece Aytmatov resmetti. “Leonarda Sendromu’yla” kendi Mona Lisa’sını resmetti. Bu arada, aynı “sendrom”, ya da daha doğrusu, iç dünyası, 1970’lerin başlarında, kahramanın karşılıksız sevgisinin içsel tahribatı telafi etmek için karşı konulmaz bir istek haline dönüştüğü, daha sonra yazılmış olan, “Göçmen Kuşların Ağlayışı” adlı bir başka hikâyede anlatılmıştır. Manevî yaratıcılık ve sanatsal kaygı kendini gerçekleştirme yönünde kalıcı bir dürtü içinde yüceltilmiştir.
Bu arada biz “Cemile”ye geri dönelim.
Tabii ki, biz hikâyede Kırgızlar arasında kocasından sevgi görmemiş kadınların ayrılmalarının sıradan bir şey olduğunu, Kırgız günlük yaşam durumlarında bazı oldukça sıra dışı durumlar dışında söyleyemeyiz. Alışılmadık şekilde, genelde sadece bir tek şeyle bir genç kız kaçınılmaz bir aşkla başka bir erkekle kardeşinin eşini bırakarak suç ortağı olur ve hatta daha bu görüntü onun saf, olgunlaşmamış zihninde aşk hikâyesini kutsar, aklıyla değil, kalbiyle hareket eder. Hayatta her şey olabilirdi. Bir zamanlar Resul Hamzatov, Romeo ve Jülyet’in öyküsünde olduğu gibi Kafkas aşk hikâyesinde de benzer olaylar neredeyse her köyde var idi. Ama bunu anlatacak bir Shakespeare’e sahip değillerdi.
Aytmatov’un birçok çağdaşları, öykünün gücünü ve yenilikçiliğini yalnızca kahramanın eyleminde görmeye meyilliydi ki bu da sözde geleneksel görevi olan kavramlarından, sadakatten ayrılmayı işaret ediyordu. Örneğin, eleştirmen Kambaralı Bobulov, Cemile’nin yeni şartlarda ortaya çıktığını, bir kadının insanlık dışı muameleyle karşı karşıya kaldığını, Aytmatov’un “bir kadının kişisel haysiyetinin temasını” öne sürdüğünü iddia etti. Bu şekilde söyleyelim, ama bu sadece gerçeğin bir parçası. Cemile’nin dramı, daha güçlü bir biçimde, insanın varoluşunun özünü ve yaşamın tadını öğrenmeye başlayan, zengin ruhsal ve fiziksel sağlıkla güçlü ve donanımlı bir kadının trajedisidir. Ona karşı olan koşullar ve bu nedenle de kahramanın dünya görüşü – trajik bir dünya görüşüdür.
Viktor Şklovskiy “Hudojestvennoe proza. Razmışleniya i razborı (Sanatsal Düzyazılar; Yansımalar ve Analizler) ” adlı kitabında Tolstoy’un kahramanlarının hayatından bahsederken, şöyle diyordu: “Anna Karenina’da sıra dışı bir şey yok, ama herkese, aşırı derecede ağır gelir sanki. O özünde bir insandır ve bu onun aşkını trajik kılan şeydir. Onun canlılığın doluluğuna ek olarak, Anna hiçbir konuda suçlu değildir.
Nataşa Rostova da, onun çok şeyler istediğini ve bunun onu mutlu etmeye yettiğini karekterize etmektedir. Ayrıca bu onun talihsizliğini beraberinde getirmektedir.
Anna Karenina sıradan, eğitimli, o herkes gibi gibi utangaç olmayan, ama o her zaman o kadar güçlü ki; onun talihsizliği, yararlılık trajedisi olarak tipik bir örnektir.”
Yaşama arzusu, yaşam konumunun faaliyeti, iç gevşeklik Cemile’nin kişiliğinde organik olarak içseldir. Onun zor tercihi Seyit tarafından tamamen paylaşılmış ve kabul edilmiştir. “Beni zor durumda bırakan bir hakaret.” diyerek, Cemile’nin ayrılışının aile skandallarını hatırlatarak “Bir hain olarak düşünülmeme izin ver” diyerek, kime ihanet ettim? Aileme mi? Bizim ailem değil, ama gerçekleri, yaşamın gerçekliğini, bu iki insanın gerçekliğine ihanet etmedim! Köyden ayrılmaya, yoldan çıkmaya, onlardan hoşlanmaya giden zorlu bir yolda cesurca ve kararlı bir şekilde çıkmaya cüret ettim, mutluluk yoluna çıktım.”
Bu bağlamda, bir kez daha vurgulamak zorundayız: ataerkil yaşam tarzının katı geleneklerine karşı bir isyan, kendi mutluluğumuza göre kalpten mutluluk bulma arzusu – bütün bunlar bizde Kırgızlarda vardı, ama Aytmatov’da yok idi. henüz hakkında yazabilecek seviyede yok idi. Bu konular birçok sözlü ve şiirsel yaratıcılık eserinin temeliydi. Örneğin, Semetey’de, sevilen üçlemeli Manas’ın Ayçürök’ü, sevgilisi olan Semetey’in ikinci kısmı, kendini, dünyanın ötesine daraltılmış bir dindarlığın emirlerini kıstırmış, kibar bir kızın yüreğine (ya da beyaz kuğuya dönüşen) iner. Bu küçük destan “Olcobay ve Kişimcan” aşkla ilgili bir halk şiiridir. Geçmişin destansı mirası bu örneklerle doludur.
Kırgız toplumunda devrim öncesi dönemlerde evlenmeye, kocasını terk etmeye, evden kaçmaya, yerleşik normlara ve alışkanlıklara meydan okumayı ve sevgilisiyle kaderini birleştirmeye zorlanan bir kadın için sıra dışı bir şey değildi. Bu tür davalar 1917 devriminden sonra daha da sıklaştı. Bu öykülerden biri, o zamanlar bilinen Kırgız şair T. Adışeyeva’nın “Kaptagay’ın kızı” şiirine kadar dayanıyordu.
“Kırgız yazar Aytmatov’un “Cemile” öyküsünü okumaya başladığımda alışılmadık, toplumsal normlar dışında bir durumla karşılaşacağımı sezmiştim, – diye yazar Rus edib ve kültür araştırmacısı Georgiy Gaçev:
.– Daniyar’da, Byron’un kahramanın işaretlerini buldum; Cemile’nin karakterinin gelişiminde, Rönesansın kişilik oluşumunu tahmin ettim; öykü, bir şarkıya (şiire) yol açacak ve onu tüm sonuçlarıyla değiştirecek – bu anlatı türünde çok eski bir sahnenin izlerini gördüm (Batı Avrupa’daki Kurtuaz romanıyla karşılaştırır). Uzun zamandır Doğu’da onaylanmıştı (Hint ve Arap nesirlerini sürekli olarak karşılaştırabilirsiniz) şiirsel ekler veya Çin klasik romanı “Kızıl Kule’de Rüya” ile dönüşümlü olarak); ve hikâyenin tüm benzerlikleri – toplumun ataerkil bütünlüğünün parçalanması, bir titan karakterin uyanışı, tutkuyla sahip olma, arzu etmeye cesaret etme, düşünmek ve kendi başına hareket etme, – hem antik hem de Shakespeare trajedisinin buluşmalarını hatırlattı.”
Gachev’in diğer derneklerinin ve konumlarının tartışmalı olduğunu varsayalım, fakat o temel şey – ilkel sanattan modern biçimlere kadar – herhangi bir ulusal kültürde – dünya kalkınmasının yasaları tahmin edilmektedir. En azından, yeni yazılı edebiyatların kaderiydi, özellikle, aynı Gaçev’in tanımına göre, hızlandırılmış gelişmeye göre, yirminci yüzyıl fazına giren bu doğrultuda gelişen Kırgızlar.
“Cemile”nin yazarı anavatanında sadece coşkulu kabul törenleriyle tanıştığı söylenemez. Eski kuşak temsilcilerinde, tedirginlik ve şüpheciliğe neden oldu. – A. Tokombayev, T. Sıdıkbekova, K. Cantöşev ve diğer bazı yazarlar sustular. Ancak bu durum, Kırgızistan Yazarlar Birliğindeki toplantılardan birinde, ünlü yazar N. Baytemirov’un, o zamana kadar, izleyiciye böylesi bir bölümü anlatan yazardan söz ettiği de iyi bilinmektedir. Kırgız köylerinden birinde, “Aytmatov diye bir yazar” diye soran köylülerin “sıradan Sovyet işçisi” olarak tanımlandığı, ifade edildiği ortaya çıkar. Ve bana, evden ayrılan ve ön tarafta savaşan kocasını terk eden Cemile adlı bir sürtük hakkında yazdığı için onu dövmesini istediğini söylememi istedi. Baytemirov bu hadiseyi, salonda oturan tüm yazarların açıkça gülüşeceği bir üsluplay anlattı. Hakaret ve alay konusu olan “Cemile”nin yazarı, kalkıp salondan ayrılmak zorunda kaldı…
Ancak gençlik, salt okuyucunun ortamında ve profesyonel ortamda hikâyeyi çok sempatik bir şekilde karşıladı. “Cemile” hakkındaki ilk genç eleştiri R. Kıdırbaeva, ardından da K. Bobulov tarafından daha sonra da daha çok tanınan bir eleştirmen olan K. Asanaliyev tarafından yapıldı. Hatta kitaplarında genç ve gelecek vadeden “modern zamanların insanının keşfini gördü.
Aytmatov’un o zamana kadar çok fazla edebi yazıları yayınlanmıştı “Cemile” adlı kitabın ardından, yazarı dünyaca ünlü hale getiren “İlk Öğretmen”, “Ana Yurt”, “Kızıl Ormandaki”, “Deve Gözü”, “Dağların ve Bozkırların Öyküsü”dür derledi. Aytmatov’un yeni edebi çağın miladı başlamıştı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.