Kitabı oku: «Orient expresi: Eloisenin Albomu»

Yazı tipi:

Illustrator copilot

© Parvana Saba, 2025

© copilot, illustrations, 2025

ISBN 978-5-0068-4727-9

Created with Ridero smart publishing system

Önsöz

Bakü tren istasyonu, 2028

Orient Ekspresi’nin tekrar raylara oturduğu gün Bakü’de sıcak asfalt, deniz meltemi ve belli belirsiz bir şenlik kokusu vardı; sanki şehir olan bitene tam olarak inanmıyordu.

Sabahleyin Sophia, acelesi olduğu için değil, hafızası ona bunu söylediği için, neredeyse şafak vakti erkenden uyandı. Rüzgâr, stüdyosunun beyaz perdelerini zar zor kıpırdatıyor, altın rengi ışık şeritleri, boya kutuları ve rulo yapılmış tuvallerin arasından zemine süzülüyor, elinde sert siyah kahveyle bir sandalyede oturuyordu ve avuçlarında hâlâ pigmentler vardı – çivit mavisi, toprak rengi, kadmiyum sarısı.

Yemek masasında bir albüm duruyordu. Tam da aynısı, Eloise Albümü. Kumaş kaplı, sırtında yıpranmış altın harflerle neredeyse mütevazı görünüyordu. Ama içinde, suluboyaların müzik dizeleri arasında aktığı, Fransızca sözcüklerin imgelere dönüştüğü sayfalar vardı: eldivenli ince eller, Paris çatı katı pencereleri, oryantal bir cömertlikle resmedilmiş pazar manzaraları.

Sophia ona «büyükanne» demekten hoşlanmazdı. Bu kelime, bir zamanlar peçeli şapkalar takan, akşamları Fransız aşk şarkıları söyleyen ve saygın bir şekilde servis edilirse her çayın bir törene dönüşebileceğini iddia eden bir kadın için fazla tanıdık geliyordu. Eloise, biraz teatral ama gerçek, zamansız bir kadındı.

«Bugün senin günün,» diye fısıldadı Sofia, parmağıyla albüm kapağını okşayarak.

İstasyon kalabalıktı ama şaşırtıcı derecede sessizdi. İnsanlar sanki bir müzedeymiş gibi yavaş yavaş yürüyorlardı. Kimsenin acelesi yoktu; herkes sıradan bir geziden daha büyük bir şeye katıldığını hissediyor gibiydi.

Platformun üzerindeki poster eski tarzda tasarlanmıştı: monogramlar, kıvrımlı yazı tipi, altın rengi kenarlık.

«Doğu Treni: Bakü – Tahran – İstanbul – Paris» – diye duyurdu.

Ve onun altında bir tren duruyordu. Orient Ekspresi.

Tam bir kopyası değil, modern bir uyarlaması da değil – ama tam olarak o. Sanki biri zamanın katmanlarını ayırıp geçmişten pirinç kulplu, buzlu camların ardındaki yumuşak ışık ve eski ahşabın zar zor duyulabilen gıcırtısıyla bu koyu mavi arabayı çekip çıkarmış gibi. Etraftaki hava bile farklıydı – bir tutam makine yağı ve eski kadife.

Sofia platformda yavaşça, neredeyse ciddi bir tavırla yürüyordu. Elinde fırçalar ve eskiz defterleriyle dolu deri bir çanta, omzunda ince bir yağmurluk, boynunda ise zambak şeklinde bir broş vardı. Eloise’in bir zamanlar Paris’te taktığı broşun aynısıydı bu.

– Sırtını dik tut. – Hafızadan bir ses. – Acı karşısında bile kamburlaşma.

Sofia derin bir nefes aldı, doğruldu ve gülümsedi. Tren orada bir anıt gibi duruyordu. Ya da bir kapı gibi.

İçerisi sessizdi. Sıcaktı. Koltuk döşemeleri zaman kokuyordu – toz değil, küf değil, amazaman: Eski bir tiyatro, kütüphane veya posta kutusunun kokusu nasıldı? Bölmenin geniş olduğu ortaya çıktı. Eski ceket askıları. Pencerede pirinç kulp. Yastıkta nakış.

Albümü pencere kenarındaki masaya koydu. Oturdu. Ve ancak o zaman gözlerini kapatmaya izin verdi.

Hışırtı. Ses.

«Yine de üstünde oturdun değil mi? İnatçı küçük şey.» – yakındaki birisi fısıldıyor gibiydi.

Sofia irkilmedi. Biliyordu: Bu bir hayalet değildi. Bu bir anıydı – kesin, berrak, sıcak. Her zaman kritik anlarda ortaya çıkar. Yok olmayan, sadece biçim değiştiren sevginin gücü.

Albümü rastgele açtı. Sayfada küçük bir sahne vardı: Bavullu bir kız, gece, Paris, bir tren istasyonu. Yazı: «Seçmek yaşamaktır.»

Tren hafifçe sarsıldı. Sofia pencereden dışarı baktı: Bakü gerilemeye başlıyordu. Gri binalar, altın minareler, büyükannesiyle badem ve safran almaya gittiği sokaklar. Deniz kenarındaki bir çayevinde oturdukları ve Eloise’in bu şehre -neredeyse tesadüfen- nasıl aşık olduğunu anlattığı yer.

Sayfaların hışırtısı. Tekerleklerin sesi. Güneşin cama vuran ışığı.

Yolculuk başladı.

Sofia pencereyi sonuna kadar değil, sadece bir avuç kadar açtı. Sokaktan esen rüzgar, sıcak, tozlu, ılık eylül kokulu kompartımana hemen nüfuz etti. Uzaklarda bir yerlerde şehrin sesleri duyuluyordu: bir martının çığlığı, bir tramvayın zili, oynayan bir çocuğun sesi. Tüm bunlar yavaş yavaş kayboldu. Tren, sanki tereddütle, çabalayarak, sanki Sofia gibi önemli bir şeye veda ediyormuş gibi hareket etmeye başladı.

Albüme tekrar baktı. Sayfalarca farklı dillerde çizimler, notlar, satırlar. Bazılarını ezbere biliyordu. Bazılarını ise sanki ilk kez okuyormuş gibi. Büyükannesinin sözleri genellikle böyleydi: Kağıda sinen suluboyalar gibi, katmanlar halinde ortaya çıkıyorlardı.

Sayfalardan birinde suluboya bir yüz var: Kadınsı, nazik, hafif oryantal profilli ve ışık dolu gözlü. İmza yok. Sadece yan tarafta küçük bir yazı var:

«Farklı bakmayı öğrendim. Sonra dünya bana bakmaya başladı.»

Sofia, çizimin kenarına parmağıyla dokundu. Bilinmeyen bir yüz. Yoksa unutulmuş mu? Rahatsız edici bir yanı vardı. Bir portre gibi değil, bir anı gibi resmedilmişti; sanki yağmurdaymış gibi hafifçe bulanık.

«Sen kimdin?» diye sordu Sofia, gözlerini yüzden ayırmadan sessizce.

Tren hızlandı. Şehrin dış mahalleleri pencereden hızla geçti: depolar, atölyeler, yalnız ağaçlar. Sonra daha fazla alan. Uzakta tepeler. Hava daha temiz, daha keskin, daha hafif oldu.

Sofia pencereye daha yakın oturdu ve çantasından küçük bir defter çıkardı – kendi defteri. Eloise’in albümü değil, kendi sakladığı. Şimdilik neredeyse boş. Sadece birkaç eskiz ve ilk sayfada tek bir cümle:

«Sessizlikle başla. O yolu bilir.»

Sesi içeriden gelen bir müzik gibiydi – büyükannesinin değil, kendi sesinin. Ama belki de bir yerlerde yolları kesişmişti.

Kalemi alıp çizmeye başladı.

Önce bölme penceresi. Sonra camda bir ışık yansıması. Sonra karşımda oturan bir kadının yarı saydam silüeti. Bir gülümseme. Bir şapka. Gözyaşlarına aşina bir profil. Eloise.

Hayır, hayalet değil. Sophia’nın sonunda dinlediği bir anı sadece.

«Daha iyisini yaptın,» diye fısıldadı, kağıttan başını kaldırmadan.

Ama Eloise hayalinde başını sallıyor.

«Hayır canım. Henüz tam olarak başlamadın.»

Tren onu batıya götürüyordu. Gerçekliğin tarihe, tarihin de kişiselliğe dönüştüğü bir yere. Sophia, ilk kez büyükannesinin yoluna gerçekten girmiş gibiydi. Bir gözlemci, bir mirasçı olarak değil. Bir rehber olarak.

Albümün sayfaları arasında, notaların ve suluboyaların arasında, artık sefere çıkmaması gereken o trende, asıl hikaye başladı.

Orient Ekspresi’nin hareket etmesinin üzerinden belki sadece birkaç dakika geçmişti, ama zaman, trenlerde olduğu gibi, hemen alışılmış biçimini yitirmişti: Dakikalar, tekerleklerin ölçülü ritminde eriyor, saniyeler kompartımanın döşemesindeki gölgelerin hareketiyle karışıyordu ve Sofya, pencerenin yanında oturup, sanki geçmişin nabzını, bir kat kağıt ve boyanın altında hissetmek istercesine, albümün pürüzsüz, hafif yıpranmış kumaşını parmaklarıyla okşayarak ne kadar zamandır oturduğunu artık tam olarak bilmiyordu.

Dışarıda şehir yavaş yavaş geri çekiliyordu. Önce eski evlerin duvarları, tozlu balkonlar, rüzgârda uçuşan ketenler, çatıların üzerindeki gri-beyaz martılar göz kırpıyordu; sonra, tren ilerledikçe çevredeki gerçeklik daha da şeffaflaşıyordu: ufuklar genişliyor, Sofya ile dünya arasındaki cam bir engel değil, geçmişin bugüne sızmaya başladığı bir mercek haline geliyordu.

Kompartıman sıcak, neredeyse ev gibiydi ve bu rahatlık bile özenle korunmuş bir efsanenin parçası gibiydi; sanki vagon sadece yolcular için değil, hikâyeler için de bir konteyner olmayı hatırlamış ve şimdi yavaşça açılarak yeni bir kadın kahramanı içeri alıyordu. Pencerenin altındaki masa sallanıyor, bacakları hafifçe tıkırdıyordu. Üzerinde bir albüm vardı ve Sofia tekrar açtı, ama bu sefer mekanik bir şekilde değil, geçmişe duyduğu kibar bir özlemden değil, çocukluktan tanıdık bir melodinin çalmaya başlayacağını bilen bir çocuğun eski bir müzik kutusunun kapağını kaldırdığı o özel coşkuyla.

Sayfa, daha önce yüzlerce kez gördüğü bir sahneye açıldı, ama şimdi, trenin hareketinde, titrek ışıkta, farklı geliyordu. Paris. Yağmurlu, sulu boya grisi bir gökyüzü, sokak lambalarından gelen ışık lekeleri, şemsiye silüetleri, ıslak asfaltta topuk izleri. Bu titrek, neredeyse bulanık sahnenin ortasında, katı ama zarif giyinmiş genç bir kadın figürü: kemerli koyu renk bir palto, altından açık renk saç bukleleri çıkan bir şapka ve elinde bir bavul.

Diğer sayfaların çoğu gibi imzalanmamıştı. Ama Sophia biliyordu; tıpkı çocukluğun kokusunu, sevilen birinin sesini, dünyada yalnızca bir kişinin bir fincan tabağına fincan koymasını bildiği gibi biliyordu; o Eloise’di.

Uzun süre çizime baktı, çizgileri değil, içlerine işlenen duyguları özümsedi. Eloise gibi bir sanatçı, kağıda sadece ışık-gölge değil, kendi nefesinin bir izini, çizgilerde ve fırça darbelerinde donup kalan duyguları bırakmıştı. Büyükannesinin durduğu sokak, sanki kendi kararını bekliyordu. Sanki bir saniye içinde bir adım atıp kaderini değiştirecekti. Ve kağıda yansıyan bu an, rastgele bir taslak değil, daha sonra bütün bir hayatın yeşereceği içsel bir dönüm noktasıydı.

Sophia, parmak ucuyla deseni bavulun kenarından yağmur çizgisine kadar takip etti. Bir cevap aramıyordu, hissediyordu: Eloise’in durduğu nokta yolculuğun başlangıcıydı, kırılgan bir kesinliğin ilk kez ortaya çıktığı andı: her şeyin yoluna gireceği değil, hayatın değişmesi gerektiği, aksi takdirde hayat olmaktan çıkacağı.

Tren biraz daha sert sallandı ve penceredeki cam sallandı. Bakü artık camın ardında değildi. Modernlik de öyle. Dışarıda, neredeyse sessiz, sisli bir ova uzanıyordu; sanki doğanın kendisi donmuş, hikâyenin başlangıcını bekliyordu. Sophia sandalyesine yaslandı, ellerini sanki bir dua kitabıymış gibi albüme koydu ve gözlerini açmadan hafızasının -ya da belki de hayal gücünün- Eloise’in sesiyle konuşmasına izin verdi.

Kulağıma gelen bir ses değildi, apaçık bir çağrı değildi, çok daha mahrem bir şeydi: imgelerin, seslerin, duyumların içsel bir akışı. Parfüm kokusu gibi ağırlıksız, uzaktan gelen bir çello sesi gibi incelikli.

– Elimde bir bavul ve aniden çok küçük gelen bir dünyayla istasyonda duruyordum. Paris bana, güzel ama ölü şeylerle dolu, havasız bir kutu gibi geliyordu. Birini terk etmiyordum. Kendime gidiyordum…

Sophia, bu sözleri albümde mi, kalbinde mi yoksa tekerleklerin ritminde mi duyduğunu bilmiyordu. Ama trenle, yolla, kendi nefesiyle bütünleşiyorlardı. Ve bu hareket dolu sessizlikte, Eloise’in hikâyesi başladı; mektuplarda anlatılan bir hikâye, bir aile efsanesi değil, Sophia’nın artık sadece tanığı değil, aynı zamanda katılımcısı olduğu gerçek bir anı olarak.

Trenin sesi, metal sürtünmesinin bir senfonisi, rayların birleşim yerlerinde hafif bir ıslık, her sarsıntının vagonun kalp atışına dönüştüğü ritmik bir ritimdi. Dışarıda manzara, birinin fırçayla üzerinden geçtiği bir yağlı boya tablo gibi bulanıklaşmıştı ve ufuk artık çizgilere -gök ve yer, yol ve çimen- bölünmüş değil, anlaşılması gerekmeyen, sadece özümsenmesi gereken akıcı bir renk ritmine dönüşmüştü.

Sofia hareketsiz oturuyor, bedeninin sandalyede erimesine izin veriyordu, sanki artık desteğe ihtiyacı yokmuş gibi. Avuçlarının altında, sanki kağıt değilmiş gibi, canlı, ellerin anısının üzerinde kaldığı bir tuval gibi, hafif pürüzlü bir albüm kumaşı vardı. Yanında, unutulmuş, soğumuş ama hâlâ kara yaprak ve mis gibi nane kokusu taşıyan bir bardak çay duruyordu. Pencere pervazının metali güneşten ısınmıştı ve yansımasında sallanıyordu; bir güneş lekesi hızla bir duvardan diğerine yayılıyor, arabanın sallanmasını tekrarlıyor, nefesini takip ediyordu.

Tren kendi hayatını yaşıyordu. Sadece taşımıyordu. Yol gösteriyordu.

Rayların titreşimi ilk başta dışarıdan geliyordu – bir ses, bir sarsıntı, bir arka plan gürültüsü gibi, ama yavaş yavaş içeriye nüfuz etti, düşüncelerin ritmi haline geldi, zamanın yapısının ta kendisini ele geçirdi. Tekerlekler öylece dönmüyordu. Hatırlanıyordu. Metalin her dönüşüyle, geçmişten bir şey, eski bir evin zemininin altından toz gibi yükseliyordu ve Sofia bunu neredeyse fiziksel olarak hissediyordu – teninin altında, köprücük kemiklerinde, parmaklarının arasında.

Albüme baktı. Sayfalar, kalın kağıtlarına rağmen kuru yapraklar gibi hışırdıyordu. Birinde eski guaj kokusu, kenarında neredeyse görünmez renkli bir parmak izi vardı. Diğerinde suluboya vardı: Kalabalıkta şemsiye taşıyan bir figür, grafiti bir sokaktaki ışık noktası gibi. Daha ileride, sanki büyükanne sesleri değil, aralarındaki duraklamaları resmetmiş gibi, kesik kesik, ani müzik cümlelerinin yarı tonlu eskizleri vardı.

Tek bir sayfa bile boş değildi. Tek bir çizgi, tek bir damla boya olmasa bile, kağıtta hâlâ bir iz vardı. Ve Sofia bunu hissediyordu. Çizimlerin yanında büyükannesinin notları vardı: Fransızca satırlar, yarı silinmiş alıntılar, bazen çok kısa – «Sessizlik de bir seçimdir», «Gözlerinle bak ama nefes almayı unutma.»

Gözlerini kapattı. Yorgunluktan değil, ses ışıktan daha netleştiği için. Vagonun bir yerlerinde, kavşakta bir kapı gıcırdadı. Koridorda biri yürüyordu – topuklu ayakkabı giymeye alışık olmayan birinin yumuşak adımları gibi. Yine de – sadece tren.

Ritim yoğunlaştı. Sadece ses çıkarmıyordu, şarkı söylüyordu. Bir melodi değildi. Bir haldi: demir, toz, uzaktaki bir martı, sıcak döşemeler ve kendi nefesinin bir karışımı. Ve sonra, aniden ve zahmetsizce, kendi hafızası olmayan bir anı geldi.

Paris asfaltında yağmur kokusu. İçten hafif nemli eldiven derisi. Tren istasyonundan gelen, kömür ve kalabalıkta birinin kokladığı pahalı kolonya kokusunu taşıyan bir esinti. Yukarıdan gelen, gür, bozuk ama belirgin bir vurguya sahip bir anons. Önde aceleyle yürüyen bir kadın silüeti. Elinde ağır, rahatsız ve eski bir bavul. Kalkışa bir dakika.

Sofia neredeyse yüksek sesle fısıldadı:

– Paris?

Ama bu bir soru değildi. Açılan bir kapıydı.

Bölüm 1: PARİS, 1934. Kabare ve Savaşın Gölgeleri

1934 sonbaharında Paris, varoluşun kolaylığına kendini inandırmaya çalışıyor gibiydi. Sabah gazeteleri tiyatro posterleri, gösterişli parfüm reklamları ve silahlardan ziyade ünlülerin adını taşıyan manşetlerle doluydu. Sokaklarda insanlar koltuk altlarında kitaplarla, kahverengi evrak çantalarıyla, pahalı kesimlerindeki zar zor fark edilen kusurları örten yağmurluklarla hızlı ve şık bir şekilde yürüyorlardı. Belli bir gösterişli bakım, sıradanlığı bozuyordu – sanki şehrin kendisi, yaşlı bir kadın gibi, etrafındakilerin eski yaralarını koklamamasını umarak çok fazla parfüm kullanıyormuş gibi.

Akşam ilerledikçe her şey değişmeye başladı; ritim, ses ve renk. Güneş, sahneyi bitirmek için acele etmeyen yaşlı bir aktörün zarafetiyle yavaşça battı ve Paris, özellikle Seine Nehri’nin güneyindeki bölgeler, ışığın aydınlatmaktan çok okşadığı o özel yumuşaklığa kavuştu. Evlerin cepheleri kadifemsi bir yumuşaklığa büründü ve kaldırımlar, sanki biri kaldırıma değerli bir toz serpmiş gibi, sokak lambalarının altın sarısı lekelerini yansıttı.

Ana caddelerde, kafeler yavaş yavaş dolmaya başladı, masalar kaldırıma dökülen bir bardaktan dökülen su gibi taştı ve her pencerede vaatler ışıldamaya başladı: kahkaha, hafiflik, bir damla nar şurubu damlatılmış şampanya kadehleri, ipek elbiselerin hışırtısı, rugan ayakkabıların parke zemine değmesi, tütün ve kestane kokuları, havada bir geminin izi gibi asılı kalan hafif kadın parfümü kokusu.

Montparnasse’ın kuzeyinde, kaynayan Montmartre’ın kıyısına yakın bir kabarede, dansçılar çoktan bir numarayı prova ediyorlardı. Uzun, düzgün ve eğitimli bacakları, artık şansa yer bırakmayan, kusursuz bir ritimle hareket ediyordu. Her şey bir mekanizmaya indirgenmişti: bir gülümseme, bir adım, bir baş hareketi. Fakat bu mekanizmanın ardında korku vardı. Sahneden görünmüyordu ama oradaydı: Kızlardan birinin sahne arkasında sık sık sigara içip titreyen parmaklarıyla sigarayı dudaklarına götürmesinde veya kabare müdürünün kalabalık salonun üzerinde gözlerini gezdirirken, mekan sahibiyle bakışmasında.

Akşam Paris’i güzeldi, ama güzelliği bize giderek dikişlerini hatırlatıyordu. Kadehlerin ve müziğin şıkırtısı, kahkahalar ve alkışlar arasında, kaygı atmosferin en ince katmanına sızıyordu – çığlık atan türden değil, içeriden fısıldayan türden. Askerlerin cepheden kolsuz, bacaksız, sessiz döndüğü o apartmanlardaki fısıltılar. Pencerelerde refah posterlerinin, içerideki boş masaların yanında durduğu o mahallelerde. Komşuların üzerinde çok uzun süre asılı kalan o bakışlarda – tahmin etmeye çalışırken: Kimin içindin? Neyi tanıyorsun? Kimi seviyordun?

Sokaklar arasında esen rüzgâr, Bois de Boulogne ağaçlarından sadece yaprakları değil, aynı zamanda bitmemiş bir şeyin yankılarını da getiriyordu. Paris’in çoktan bittiğini sandığı savaş bitmemişti; hava değişene kadar geçmeyecekmiş gibi görünen bir kemik ağrısı gibi, öylece pusuda bekliyordu.

Ve yine de hayat devam etti. İnsanlar istiridye yediler, Breton ve Arago hakkında tartıştılar, flört ettiler, Almanya’dan gelen haberleri tartıştılar, şarap mahzenlerinde büyükbabalarının söylediği şarkıları söylediler. Kızlar ince belli ve dantel yakalı elbiseler giydiler, erkekler zarafetle çıkardıkları keçe şapkalar taktılar. Herkes Paris’in hâlâ dünyanın merkezi olduğunu iddia ediyordu. Öyleydi de. Ama dünyanın değil, geçişin merkeziydi. Yeni bir çağın eşiğinde duruyordu, kapının arkasından kapanıp kapanmayacağını yoksa rüzgarla uçup gideceğini bilmiyordu.

Rue Bonnel’in köşesinde, bir fırınla ikinci el dükkanı arasında, üç katlı, zamanla lekelenmiş gri bir cephesi, ince dökme demir balkonlu pencereleri ve serin günlerde bile solmuş sardunya saksılarının asılı olduğu pencereleri olan bir ev vardı. Dışarıdan bakıldığında, bölgedeki onlarca benzer eve benziyordu: müreffeh, biraz yorgun, gösterişsiz. Ama ikinci katın pencerelerinin ardında, yüksek tavanlı, geniş çift kanatlı kapıları ve oymalı çerçevelerdeki çatlak aynalarıyla bir apartman dairesinde, bir zamanlar Latin Mahallesi’ndeki müzik salonları ve sanat stüdyolarının çevresinde adı yankılanan ama artık havada asılı kalan ama artık yayılmayan parfüm kokusu gibi giderek daha az anılan bir kız yaşıyordu.

Eloise de Montel, günümüzde «Erotik» olarak adlandırılan dönemde doğdu. Güzel, kendisi de bu kelimeye her zaman temkinli, neredeyse alaycı bir şekilde yaklaşsa da. Belle Époque gerçeklerden çok uzaktı – ipekle doluydu ama havası azdı. Piyanistlik eğitimi aldı, kadınların yalnızca Salı günleri ve yalnızca yaşlı bir erkek eşliğinde girebildiği stüdyolarda resim çalıştı ve diğer kadınların eldiven taktığı kadar rahat bir şekilde üç dil konuştu.

Artık yirmi bir yaşındaydı ve yıllar, notalar gibi, belirgin bir notaya dönüşüyordu; belirli iniş çıkışlar olmaksızın, ama giderek artan bir iç uyumsuzlukla, ki bunu kendisinden bile ustalıkla gizliyordu.

Eloise’in sabahları hep aynı şekilde başlardı, sanki bir anlam provasıymış gibi. Önce pencere. Panjurları aç, sokağı kokla. Geçen bir at arabasının veya ekmek kamyonunun sesi, bir dükkânın zili, bir gazete satıcısının ağlaması, nemli kaldırım taşlarının kokusu. Sonra çay. İngiliz çayı, sert, sütlü, kulpu çatlak ama yine de sevilen ince bir fincanda. Kahvaltı – yumuşak peynir, bir elma, ince bir dilim ekmek. Ne eksik, ne fazla.

Kahvaltıdan sonra – albüm için bir saat.

Albüm onun gizli günlüğü, uzantısı, kişisel arşiviydi; kelimeler, sesler ve renkler kuralsızca iç içe geçiyordu. Bazı sayfalar yoğun çizimlerle doluydu: sokaktaki insanlar, metro vagonlarındaki yüzler, Lüksemburg Bahçeleri’nde satranç oynayan adamların silüetleri. Diğerleri suluboyalarla doluydu; hafif, neredeyse havadar, bir rüyanın anıları gibi, notaların arasından parladığı – Chopin’in şafak vakti nasıl duyulduğunu hatırlayan bir elin yazdığı piyano parçalarından parçalar. Bazen çizimlerin arasında satırlar parlıyordu – Fransızca, İngilizce, hatta Latince. Alıntılar değil, aforizmalar değil – düşünceler, sessiz, neredeyse mahrem.«Her akorun bir gölgesi vardır», «Renk yalan söyleyemez», «Hiçbir şey öğretilemez, sadece gösterilebilir.»

Bu albümde gerçeği söyledi. Dünyanın geri kalanında gülümsedi, öğretti, kibardı, nazikti, uygundu.

Albümden sonra her sabah okula gitmek için giyinirdi. Kibirle değil, vakarla. Kıyafetleri hem sade hem de özgürdü: soluk renkler, uzun kollu, şeklini iyi koruyan ama hareketlerini kısıtlamayan kumaşlar. Boynunda annesinin, neredeyse görünmez, minik bir zümrüt taşlı broşu vardı. Saçları düzgün bir topuzda toplanmıştı. Dudakları hafifçe boyanmıştı. Güzel olmaya çalışmıyordu. Zarifti. Her hareketinde bir netlik vardı. Yürüyüşünde bir duraklama, bakışlarında bir beklenti vardı.

Eloise’in dairesi onun zevkinin izlerini taşıyordu. Yerler parkeydi. Duvarlar soluk griye boyanmış, yer yer soyulmuştu. Dairenin her yerinde tablolar vardı: eski ustaların kopyaları, kendi eserleri, biri de bir öğrencisinin hediyesi. Piyanonun altın kenarlı mavi kadife bir örtüsü vardı. Eskisinden daha az çalınıyordu ama Eloise hâlâ çalıyordu. Çoğunlukla kendisi için. Asla misafirler için değil. Bir köşede notaların bulunduğu bir kitaplık, diğerinde suluboyalar ve fırçalarla dolu bir kutu vardı. Pencere kenarında boş bir vazo vardı.

Komşuları onu neredeyse hiç tanımıyordu. Elbette selam veriyorlardı. Bazen başlarını sallayarak, bazen de kibarca «matmazel» diyerek. Ama yüzüne bakmıyorlardı. O da şikayet etmiyordu.

Sessizliği severdi. Hiçbir şey talep etmeyen tek arkadaş olarak severdi. Terk edilmiş hissetmeden yalnız kalmayı bilirdi. Yine de, şehrin sessizleştiği ve pencerelerden gökyüzünün yansıdığı nadir akşamlarda, Eloise şöyle düşünürdü: İnsan böyle ne kadar yaşayabilir? Ne kadar süre «çerçevenin içinde», «formda», «kendi içinde» kalabilir?

Böyle akşamlarda, sanki kendine bir işaret arıyormuş gibi albümü rastgele açardı. Ve her seferinde bu işaret karşısına çıkardı. Bugün – istasyonda bavulu ve hareketsiz bakışlarıyla bir kız figürü. Yarın – bir çellonun telleri, şifre gibi sayılarla kaplı. Sonra – bir pencere. Sadece bir pencere. Gün batımı ona yansıyor.

Hayatı, müziği gibi, keskin karşıtlıklara ihtiyaç duymuyordu: İçinde sadelik, karmaşıklıkla iç içe geçmişti ve bu iki taraf, tuşlardaki iki el gibi, tartışmıyordu, birbirini tamamlıyordu ve Eloise’in şimdiki zamanı hissettiği uyumu yaratıyordu – başkasının, ödünç alınmış bir şey değil, sadece kendisinin.

Saint-Augustin özel okulunun dar koridoru cila, tebeşir ve yeni kumaş kokuyordu; Eloise’in uzun zaman önce bir tür maske olarak tanıdığı kokuların birleşimi. Buradaki her şey titizlikle temizlenmiş, ayarlanmış ve son santimetresine kadar düzenlenmişti: yeşil-griye boyanmış kapılardan, sınıflardaki pirinç numaralara, Fransızca ve Latince yaldızlı tabelalara kadar. Koridorda okul sahibinin bir portresi asılıydı: oval yüzlü, solgun, bıyıklı ve göğsünde bir el olan bir adam. Boşluğa, «Burada düzen var,» der gibi bir ifadeyle bakıyordu.

Öğrenciler genellikle koşmazlardı. Koşmaları açıkça yasaklanmamıştı, ancak tonlama, bakış ve sessiz beklentilerle eğitiliyorlardı. Ve eğer bir yerlerde aceleyle giden botların boğuk hışırtısı duyuluyorsa, ya mutfak kapısının arkasında ya da öğretmenin bakışının zorunlu sayılmadığı vestiyer bölümünde olurdu.

Eloise’in sınıfı birinci katın arka tarafında, biraz kenardaydı; sanki dersleri önemliymiş gibi ama gerçek ders programını aksatacak kadar da önemli değilmiş gibi. Oda aydınlıktı: Üç büyük pencere, çok az kişinin yürüdüğü iç bahçeye bakıyordu. Duvarlar, neredeyse hepsi düzenli, cilalı, ölçülü ama cüretkâr olmayan öğrenci çalışmalarıyla süslenmişti. Köşede, kapağındaki vernik kalkmış eski bir piyano vardı. Tuşlar parmaklarının altında hafifçe batıyordu. Sesi boğuktu ama akordu bozuk değildi.

Eloise, her zamanki gibi, tam saat dokuzda içeri girdi, kapıyı arkasından yavaşça kapattı, defterini masanın üzerine koydu ve tek kelime etmeden pencereye gidip panjurları açtı, sokağın ilk seslerini – kaldırım taşlarında bir arabanın çınlaması, uzaktan gelen bir satıcının sesi, bir sokak müzisyeninin akordunun çalınması – içine çekti. Sonra dönüp öğrencilere baktı.

Sınıf, zengin okullarında adet olduğu üzere küçüktü: on kişi, daha fazla değil. Yedi kız, üç erkek. Hepsi aynı üniformayı giymişti: beyaz gömlek, koyu renk yelek, kızlarda boyunda mavi kurdeleler, erkeklerde rugan ayakkabılar. Hepsinin sırtı dik, manşetleri düğmeli, yüzlerinde canlı bir ilgiden ziyade öğrenilmiş bir disiplin okunuyordu.

«Bugün,» diye söze başladı Eloise, vurguyu hafifçe ilk heceye kaydırarak, «perspektiften bahsetmeyeceğiz. Ve kopyalamayacağız. Bugün rengin nasıl konuştuğunu duymaya çalışacağız.»

Öğrencilerden bazıları yukarı baktı, diğerleri sıradan bir şey duyuyormuş gibi yaptı. Clement adında, incecik, neredeyse şeffaf yüzlü bir çocuk kalemini biraz daha sıkı kavradı. Heloise bunu fark etti. Böyle şeyleri her zaman fark ederdi: Bir çocuğun nefes alışını, elini sıkışını, pencereden dışarı bakışını. Çocuklar burada, bu okulda yetiştiriliyordu. Çalışkan, itaatkâr, yardımsever olmalarına izin veriliyordu – ama sert, tutkulu, samimi değillerdi. Atlar gibi eğitiliyorlardı – güzel, dengeli ve güvenli bir yürüyüşle.

Önlerine küçük reprodüksiyonlar serdi: Turner, Van Gogh, Bonnard, Delacroix’nın bir çizimi. Sistem yok, sadece his. Renk. Işık. Güç.

«Şunlara bak,» dedi, havadaki tozun ışığın arasından elenen un gibi parıldadığı pencereye doğru giderken. «Bu renklerin hiçbirinin adını bilmediğinizi düşünün. Mavi, kırmızı, sarı kelimelerini bilmiyordunuz. Nasıl sesler çıkarıyorlar? Tadı nasıl?»

Biri kıkırdadı. Biri gözlerini indirdi. Clement «Yıldızlı Gece"ye dikkatle baktı.

«Mösyö Van Gogh,» dedi aniden, kısık bir sesle, «mavisi sadece soğuk değil. Bir kuyu gibi. Derin ve korkutucu.»

Eloise ona dikkatle baktı. Başını eğdi, hafifçe başını salladı.

«Yaz,» dedi. «Ya da çiz. Ama sana öğretildiği gibi değil. Bugün, hissettiklerini kimseye açıklamak zorunda değilsin.

Yarım saat boyunca sınıfta özel bir sessizlik hüküm sürdü – sıkıcı değil, gergin değil, doğal. Kalemin kâğıt üzerindeki sesi, kâğıtların hışırtısı, nefes alış verişi, nadir bir öksürük. Eloise sıraların arasından geçmedi. Kontrol etmedi. Piyanonun yanında durdu, eli kapağında, sanki dinliyormuş gibi, düşünceler havada müzik gibi uçuşuyordu.

Çocuklardan biri sadece tek bir renkle, kırmızıyla resim çiziyordu. Koyu saçlı bir kız durmadan yazı yazıyordu. Biri gözlerini kapatıp sadece dinliyordu.

Küçük bir başarıydı ve bunu biliyordu. Duyguların var olma hakkının tanınmadığı bu kapalı, temizlenmiş dünyada, kırk beş dakikalığına küçük bir pencere açtı.

Dersin sonunda kağıtları topladı. Kontrol etmedi. Sadece düzgünce katlayıp bir dosyaya koydu.

– Ders bitti. Yarın görüşmek üzere.

Kimse alkışlamadı. Kimse «teşekkür ederim» demedi. Çocuklar sanki bir doktordan kaçıyormuş gibi dağıldılar: kimisi şaşkın, kimisi düşünceli, kimisi rahatlamıştı. Sadece yanından geçen Clement aniden durdu, yüzüne baktı ve sessizce şöyle dedi:

– Albümün… aynı, değil mi?

Eloise ona uzun uzun baktı. Sonra, sanki bir yetişkinmiş gibi, sessizce ve ciddi bir şekilde cevap verdi:

– Hayır. O daha korkutucu.

Sabah penceresinin soğuk ışığında geçen derslerden, notalardaki eşit gölgelerden ve çocuksu bir doğallıktan ziyade yetişkinliğin getirdiği kısıtlamaları yansıtan çocuksu bakışlardan sonra, Eloise eve dönmek için hiç acele etmiyordu. Yavaşça, sanki sokak gürültüsünde kaybolup gitmeye, ritmine uyup uymadığınızı hiç sormayan, ancak çalmayı bilenlere her zaman bir sahne sunan büyük şehrin bir parçası olmaya gidiyordu.

O akşam, benzer onlarcası gibi, herhangi bir dram veya ifşa vaat etmiyordu. Kıyafetleri gösterişten uzak, zevkle seçilmişti: yüksek yakalı koyu gri bir elbise, ince dikişli siyah bir ceket, ıslak asfalt renginde eldivenler ve saçında – bir toka, bir süs değil, bir elin, alışkanlıkla bir tutamı sıkı ve kusursuz bir düğüm haline getirme hareketi. Makyajı, bir mektubun sonundaki virgül gibi sadeydi: hafifçe kararmış göz kapakları, «nar dumanı» denen sıcak bir ruj tonu. Dikkat çekmeye çalışmıyordu, ama hiçbir moda el kitabının taklit edemeyeceği o ağırbaşlı inceliği – duruşundaki tavır, sessizliğin donuk asaleti – arkasında insanın duyulma hakkını hissettiği o ölçülü gücü taşıyordu. Sessizken bile, diğerlerinden daha çok bağırarak konuşuyordu.

Girdiği kafe, Raspail Bulvarı’ndaydı; en gürültülü, en şık olanı değildi ama her akşam görülmek isteyenlerin toplandığı yerdi. Oda uzun ve dardı; aynalar, lambaları, yüzleri ve sigara dumanını masaların üzerinde pitoresk bir şekilde yansıtıyordu. Garsonlar neredeyse sessizce hareket ediyorlardı; sanki aralarında ince bir zaman tabakası varmış, onları gerçeklikten ayırıyordu. Sahnede, mikrofona iyice sokulmuş bir kadın, çok fazla şarap ve çok az umut çağrıştıran bir sesle şarkı söylüyordu. Şarkısı çınlamıyor, uyandırmıyor, aksine, kıyılar arasında sürüklenen bir geminin yalpalaması gibi uyuşuyordu.

Yan masada bir çift vardı: Elinde gazete ve bastonla kırk yaşlarında bir adam, gümüş elbiseli bir kadın, gülümsemeyenlerden biri – belli ediyor. Biraz ileride – Eloise’in dün merdivenlerdeki konuşmalarda duyduğu derginin editörü. Köşede – yakasında boya lekesi olan, her zaman dağınık, gürültüye aşık bir sanatçı. Orada bulunanların hepsi, uzun zamandır alışkanlık haline gelmiş kurallara göre sıralanmış bir satranç tahtasındaki figürler gibiydi. Konuşuyor, gülüyor, tartışıyor, tartışıyorlardı – doğru tonlamalarla, kesin duraklamalarla, sanki akşamlarını prova ediyormuş gibi, ama yaşamıyormuş gibi.

Eloise çay sipariş etti. Şekersiz. Sadece şekline değil, derinliğine bakabilen birinin fark edebileceği bir çatlakla porselen bir çaydanlıkta. Kaşık ise olduğu gibi duruyordu. Dinledi – kelimelere değil, seslere: ahşap zeminde bir topuğun sesi; çakmak kapağının tıkırtısı; garsonun boş bir bardağı tepsiye koyması, canlı dünyada olması gerekenden biraz daha yavaş geliyordu. Her şey… yerli yerindeydi. Ve her şey – gerçek değildi.

Eloise, ait olmadığı bir sahnenin ortasındaydı. Sessizlikten rahatsız olduğu için değil, yargıladığı için değil, sahteliğin nerede başladığını ve nefesin nerede bittiğini gördüğü için. Müzik güzeldi ama ölüydü. Konuşma zarifti ama prova edilmişti. İnsanlar güzeldi ama kendilerinden bıkmışlardı.

Çayını içti. Peçeteye farkında olmadan bir çizim yaptı. Eli bir çizgi çizdi: bir pencere. Arkasında bir insan. Sadece gözler. Yüz yok. Sonra şu yazı eklendi:

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
18+
Litres'teki yayın tarihi:
13 kasım 2025
Hacim:
161 s. 2 illüstrasyon
ISBN:
9785006847279
İndirme biçimi: