Kitabı oku: «İnsanın Macerası», sayfa 3
Birbirinden çok uzak ve çok farklı bu iki gencin hayatı yine de acıya karşı insanın savaşında, her ikisi de bu savaşı kazandığı için birbirine paraleldir.
Gautama Buda soylu bir aileye aitti, yakışıklı, sağlıklı, güçlü, zengindi eşine âşık bir insandı. Mutlu olmalıydı ya da mutlu olurdu, eğer bir gün muhteşem güzellikteki bahçelerinde bir dilenciyle karşılaşmamış ve böylece sefaletin ne demek olduğunu öğrenmemiş olsaydı; bir cüzzamlıya denk gelmemiş ve böylece hastalığı öğrenmemiş olsaydı, bir cesete rastlamamış ve böylece ölümü öğrenmemiş olsaydı. Bu üç katmanlı karşılaşma kalbinde bir yara açtı ve huzurunu elinden alıp yerine daimi bir hüzün yerleştirdi. Ruhunun acısını dindirip ona derman olacak bir çare aramaya niyetlenerek yavaş yavaş her şeyi terk etmeye başladı. Koskoca bir prensken gezgin bir keşişe dönüştü, hacca gitti, yol boyu çile çekti, çul giydi, gecelerce gözünü uyku tutmadı, günlerce oruç tuttu, onu önce arındırması sonra iyileştirmesi gereken bu bedensel zorlukların çoğunun hiçbir şeye hizmet etmediğini anladı. Bir akşam Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında bir başına oturuyordu. Yanından bir kız çocuğu geçti, kız kemikleri sayılacak kadar zayıf bu münzeviyi gördü; ona acıdı ve ona bir kâse haşlanmış pirinç verdi. Gautama hemen pirinci yedi ve sonra mutlak bir konsantrasyonla tüm gece boyunca süren derin bir meditasyona gömüldü. O saatler boyunca bizzat kendisine ait ruhu, yekpare mutlulukla dolu ve hiçbir acının ulaşmadığı bir patikada yürüdü durdu. Sabaha aydınlanmış olarak gözlerini açan münzevi (o zamandan itibaren Buda olarak anıldı) incir ağacının altından kalktı ve ilk beş öğrencisine durumu ilan etmek için Benares’e gitti. “Ey sizler, dinleyin, ruhu acıdan kurtaran yol bulundu.”
Humphry Davy ise dağlık ve engebeli bir bölge olan Cornwall kontluğunda varlıklarını sürdürebilmek için mücadele eden, fakir bir madenci aileden geliyordu. Doğa bilimlerine ve hepsinden önemlisi kimyaya karşı olağanüstü bir tutkusu vardı, çocukluğunda yalnız başına çalışmalarına başlamıştı bile. O kadar çok ilerleme kaydetti ki, yirmi yaşında, azot oksit, izole edilmiş gazın özelliklerini incelemek üzere görevlendirilen Dr. Beddoes’in pnömatik atölyesine çırak olarak girdi, çeyrek yüzyıl önce Joseph Priestley, buna oksijen gazlı azotlu hava diyordu. Humphry her ne kadar hasta hâlde korkunç bir diş ağrısı çekse de bu çalışma için heyecanlıydı. Bir gece, yorgun olmasına rağmen yanağını şişiren ve ona yatakta huzur vermeyen diş ağrısı yüzünden uyuyamadı. Odanın içinde küçük şişeler ve ampuller arasında avare avare dolaştı. Rastgele bir not defterini açtı ve okudu: “Azot oksit, tatlı bir tada sahip renksiz bir gazdır.” Kendi kendine, “Peki koku nasıl tanımlanabilir?” diye sordu. Küçük bir gaz tüpü aldı ve kokladı: “Bu hafif bir koku.” dedi kendi kendine ancak bu düşünce onda inanılmaz bir gülme isteği yarattı ve her kokladığında kahkayı patlattı, gülmekten çatlayıncaya kadar adamakıllı güldü. O esnada diş ağrısı gitmişti işte Humphry, azot protoksitin olağanüstü erdemlerini keşfetmişti bile. Böylece anestezinin temellerini atmıştı. Bunu tüm dünyaya bildirdi ancak her ne kadar Londra Kraliyet Akademisi Derneği profesörü ve ünlü bilim adamı olsa da kimse onu dikkate almadı. Fiziksel acı herkes için o kadar kaçınılmaz görünüyordu ki Humphry Davy’nin iddialarını ciddi bulmadılar. Oysaki bedeni acıdan kurtaran yol bulunmuştu.
İşkence odasındaki on iki saatlik acı sonunda bitti ve artık doğmak üzereyiz. Kırk hafta içinde bize karmaşık ve takdire şayan bir beden veren, onun yanında daha da karmaşık ve kusursuz bir ruh kazandıran, doğum zamanımızı ve doğru pozisyonu belirleyen, başlangıçta narin sonra acımasız gibi görünen yaşam, şimdi eserini bitirmeden evvel sağlamlığını test eden ve her yönüyle uzun süre inceleyen titiz bir mimarın soğukkanlı ifadesini takınmıştı. Onun için acı önemli değildi, en büyük zorluk öngörüydü.
Hayat bizi on iki saat boyunca iyice analiz etti: Bizi sıkıştırdı, devirdi, iskeletimizi, eklemlerimizi ve organlarımızın sağlamlığını denemek için eğdi büktü. Eğer bir kusur ya da zayıflığımız olsaydı bu denemeyi geçemezdik. Şayet yaşam annemizde bir eksiklik bir kusur bulursa (rahim veya pelvik konformasyonun bir kusuru) sınavı geçmek bizim için çok daha zor olacaktır çünkü kusurlu bir annenin bebeğinin de kusurlu olacağı şüphesi doğar. Anne anomalisi en iyi pozisyon olan baş aşağı gelişe engel olabilir, bunun yerine bizi yüzden, makattan gelişe ya da daha kötüsüne zorlar. Bu durumda doğum daha zahmetli hâle gelir, dolayısıyla sınavımız daha da zorlaşır, dikkat ister.
Doğumumuz sırasında yaşam bir Spartalıya dönüştü. Zayıfları durdurdu ve onları merhametle savaştan korudu. Bizi ancak ölçüp biçtikten sonra savaşa bıraktı. Güçlü ve dünyevi çatışmayla yüzleşebilecek kabiliyette oluşumuzu değerlendirdi. İşte bu yüzden şimdi dünya ışığına kavuşmak üzereyiz. İşte şimdi buradayız.
İşkence odasından çıkar çıkmaz ışıkla karşılaşıyoruz, o esnada nefes alışverişimiz hâlâ yok. Ebe bizi annemizin dizleri arasına bıraktı; göbek kordonu ölmekte olan plasentanın son kan darbelerini taşımaya devam ediyor.
Işık ilk dünyevi karşılaşmamızdır ve acemi olan görme yetimiz için oldukça zorlayıcıdır. Diğer duyularımız ise bu esnada uykularına devam ederler. Sesler kulak zarlarını dolduran bir jöle tarafından geri tutularak bize ulaşmaz. Henüz nefes almıyoruz ve bu nedenle koku ve tat alma duyumuz da sessiz. Bebekler epidermisini tamamen kaplayan verniks kazeoza nedeniyle dokunma duyusunu bile asgari kullanırlar. Bunun yanında şaşkına dönmüş ruhumuz ilk dünyevi fişekleri göz bebeklerine sabitler. Nesneleri ayırt edemez, yalnızca parıltıları görür. Dünyaya geldiğimizde, havadan bile önce ışıkla tanışırız.
Sersemlemiş ve yaralanmış hâlde, morarmış cildimiz, ağrıyan uzuvlarımız, şişmiş kafatasımız ile ölümle kalım arasında arafta beklerken ebe o malum hareketini yapar: Göbek kordonunu bir eliyle yakalar ve keser. Böylece bizi anneden koparır ve yalnız bırakır.
Bizi bir ikilemin karşısında yalnız bırakır. Seçim yapabilmek için ise çok az süremiz vardır: Yaşam mı, ölüm mü? Bu kısacık anlarda iç organlarımız (kalp, akcigerler, timüs, diyafram, karaciğer) göğsümüz ve karnımızda yeni bir pozisyon edinirler, bu kısacık anlarda her zaman kardiyoplasental yolla vücudumuzu dolaşmış olan kanımız aniden kardiyopulmoner yola girer. Eğer derhâl nefes alışverişimiz ile iç organlar ve kandaki bu kargaşaya adapte olamazsak bizi yeni doğanların ünitesine koymak yerine, doğuştan ölülerin kaydına koyacaklardır.
Hayat bizden hep daha güçlü, hatta daha güçlü ve daha da güçlü olmayı istemekten hiç yorulmaz. Şimdi yine bizi son bir riskle karşı karşıya getiriyor: Ya nefes almayı icat edeceğiz ya da ölümü tercih edeceğiz.
Annemiz bize yattığı yerden ilk bakışını atıyor: Göğsünde bu zavallı, küçücük, çıplak ve kanlar içindeki hâlimiz için hemen yer açar.
Kordon kesilmiş ancak biz hâlâ ağlamadık. Anne sıkıntılı hâlde zaten solgun olan gözlerini bize dikiyor. Sonra gözlerini kabaca göğsümüzü ovalayan ebeye çeviriyor. Yine de ilk feryat çığlığı henüz dudaklarımızdan dökülmedi, sessiz ve hareketsiziz. Anne kendini yatakta güçlükle doğruluyor, endişeli ve düşük sesle: “Nefes almıyor mu? Ne yani, nefes almıyor mu?” diye soruyor. Ebe bizi bacağımızdan yakaladı ve ters çevirerek popomuza şaplak atmaya başladı. Nasıl nefes alacağımızı bilmiyoruz, hiç nefes almadık ki, rahmimizin huzurunda buna ihtiyacımız yoktu.
Anne, “Daha sert!” diye bağırıyor. “Daha sert vur! Ağlamazsa ölür!” “İşte!” dedi ebe. “İşte!”
Ve sonunda ilk nefesi alabildik. İlk nefesimizi bir feryat takip ediyor, bu bir ağlama değil, bu bir acı çığlığı. Yine de bu çığlığı duyunca odadaki kadınların yüzü gülüyor. Ebe bizi temizleyip örterek annemizin kolları arasına yerleştiriyor ve bu sıcakta çektiğimiz onca acının sonunda uyuyakalıyoruz. Hayat bir kez daha yüzünü değiştirdi. Artık güç gerektirmiyor, şimdi sevgi zamanı.
DOKUZ YÜZ GÜN
Dokuz yüz gün nedir ki; yalnızca otuz ay veya yalnızca iki buçuk yıl. Otuz ay boyunca altı yaşındaki bir çocuk abeceyi ve sayı saymayı öğrenmek için çabalar durur. Otuz ay içinde on altı yaşındaki bir ergen bir lisans ya da diploma bile alamaz. Otuz ay içinde yirmi yaşında bir genç bir dili veya mesleği tam olarak öğrenmez.
Öte yandan yeni doğmuş bir bebek (kör, sağır, dilsiz, güçsüz, savunmasız ) otuz ay içinde yalnızca görmeyi değil aynı zamanda anlamayı, yürümeyi ve konuşmayı da başarır. Yalnızca dokuz yüz gün içinde yaşama adapte olmuş yeryüzünün batık ruhunun mucizesi.
Bu mucizeler günlük hayatta gözlerimizin önünde gerçekleşir ve bize o kadar olağan gelir ki onlara karşı olan merakımızı kaybederiz. Otuz ay içindeki değişimler şaşkın bir fetusu gülen, koşan, sorgulayan bir bebeğe dönüştürür ancak bu bizi artık şaşırtmaz, bize çok sıradan gelir. Bize varlığın doğasıymış gibi görünen bir değişimdir bu: Hissederiz ama şaşırmayız, yalnızca zamanında gerçekleşmezse şaşırırız. Çocuk gelişimi birkaç gün içinde çiçeklenen bir gül goncası ya da dün yumurtadan çıkmış, şaşkın, ıslak uzanırken bugün yuvarlak, sapsarı, cırlayarak her yeri didik didik eden bir civciv ile aynı düzene sahip gibi görünür. Mütemadiyen değişen bir evrende bebeğin dönüşümü bize tıpkı kaynayan suyun buharlaşması gibi genel bir kural gibi gelir.
Ancak kaynayan suda ne bir çaba ne de bir inisiyatif vardır. Sadece kimyasal ve fiziksel örüntülerinde sabitlenen mekanik bir kanunun kör bir tekrarı vardır.
Ancak goncanın çiçeklenmesinde mevsimlerin ritimlerine dikkat eden bir bitki yasası vardır, bilinçsiz bir genişleme, toprağın karanlığında kök salma, yapraklara doğru bitki saplarını uzatma vardır.
Bir civcivin cıyaklamasında yalnızca uzak bir içgüdü vardır, onu zihinsel alaca karanlıkta bırakarak ona yardım eden ve yönlendiren ve ona eşlik eden bir tür hayvan yasası vardır. Oysa bir bebeğin dönüşümünde kendini birdenbire bir bedenin içinde hapis bulan insan ruhunun bütün genişlemesi var. Gemi enkazı dalgasının onu fırlattığı sahilde uzanır, kalkar, dener, tekrar dener.
Bu her birimizin yaşadığı ve hepimizin tamamen unutmuş olduğu olağanüstü bir maceradır.
Küçük insan yavaş yavaş büyür. Bir tavşan yavrusu ağırlığını altı günde, köpek dokuz günde, kuzu on beş günde, tay altmış günde iki katına çıkarır. Bebeklerde ise bunun için yüz seksen gün gerekir.
Bu ilk çağlarda ağırlığımız tüm vücutta eşit şekilde artmaz, daha ziyade çıkıntılarda artar. Bazı iç organlar genişler ve diğerleri o esnada neredeyse değişmeden kalır, ilk gelişenler kilitli dururken de kilo almaya koyuluruz. Örneğin sternumun arkasında pembe ve etli bir bez olan timus on ay boyunca atar ve sonra hızlı bir şekilde azalır, atrofiye kadar. Doğumdan birkaç gün sonra üreme bezlerinde açıklanamayan bir artış olur. Erkek bebekte erektil, glans hassasiyeti oluşur; kız bebekte ise vulva kırmızımsı bir hâl alır, her ikisinde de meme bezleri şişkindir ve neredeyse süte benzeyen beyazımsı bir sıvı akar. Ancak kısa sürede bu yangın söner ve alevler ergenlik eşiğine kadar kapalı kalır.
İlk iki yüz günde büyüme özellikle sindirim sistemi ve beyin üzerindedir. Altı ay içinde mide kapasitesini çoğaltır ve doğumda neredeyse yok denecek kadar az olan enzimler ve suları salgılamaya odaklanır. Bağırsak yüzde kırk artar ve yararlı bakteri florası zenginleşir. Beyin üç yüz gramdan altı yüz grama ulaşır, kafatasının çevresi on bir santimetre genişler. Bu sırada bacaklar kısa kalır, kemikler yumuşar, kaslar zayıflar. İlk büyümemiz düzensiz denilebilecek düzeyde ve gençliğin ahenkli mükemmeliyetine yol açacak şekilde gerçekleşir.
Yaşamımızın ilk günlerinde şaşkınlık döneminden geçeriz. Uyku ile uyanıklılık arasında genellikle ne uyanık ne de uykuda oluruz ancak mütemadiyen derin bir şaşkınlık yaşarız. İfadesiz bir yüzümüz, bomboş bakışlarımız ve düzensiz vücut hareketlerimiz vardır. Hareketten yoksun hâldeyiz, biri bizi kaldırmaya kalksa başımız rastgele sallanır. Bildiğimiz tek dil ağlamaktır, bir heyecanımızı ifade edebilmek için tek yol hayvani basit bir bağrış olan feryadımızdır.
Bir başkasının sürekli yardımı olmadan açlıktan ölürüz, gözleri ve kulakları kapalı olduğu hâlde bir köpek yavrusunun yapabildiği gibi beslenmek için kendi kendimizi anne göğsüne bile itemeyiz. Çevik hâlde doğan kobay yalnızca koşmakla kalmaz, otları yiyip onları birbirinden de ayırabilir. Her şeyden haberdar olan hücresinden bir karınca çıkar. Hemen antenleri temizler, etrafına bakınır ve çalışmaya başlar. Âdeta yetişkin gibi doğmuştur.
Küçük insanoğlu ise gizemli ve karmaşık içgüdülerin yardımından mahrumdur. Valizinde yalnızca iki rekfleks ile hayata başlar: meme emmek ve göz kırpmak. Eğer dudaklarının arasına bir şey koyarsanız, sadece meme ucunu değil, bir parmağı, bir lastik sükinozu ve başka bir şeyi otomatik olarak emer. Bu temel refleks olmasaydı açlıktan ölebilirdi. Diğeri göz kırpmaktır. Yenidoğan bebeğin gözleri aşırı ışığa maruz kalırsa göz kapakları açılır, kapanır, bu iradenin ya da bilincin müdahalesi olmadan tamamen mekanik bir savunmadır.
Bu ilk günlerde bilincin farkında değiliz, yalnızca basit ve karanlık bir hisse sahibiz. Bu, gecenin ortasında uyandığımız zamanla karşılaştırılabilir bir durumdur, şaşkınlıkla gözlerimizi karanlığa açarız, nerede olduğumuzu, kim olduğumuzu, geçmişi, geleceği bilmeden, her türlü zaman, mekân duygusundan yoksun, yukarı aşağı nedir bilmeden, gecenin siyahı ve belirsizliği içinde şaşkınlıkla kendimizi bulduğumuz temel bir varoluşa indirgeniriz.
Bu ilk şaşkınlık dönemi boyunca kabaca ruhumuzun yaşadığı bir durumdur.
Daha sonra (üçüncü ya da beşinci gün civarında) şaşkınlık döneminden parıltı dönemine geçilir. Karışıklık hâlâ tamamlanmış değil. Çocuk ruhunun etrafında uzanan manzara büyük ölçüde artık belirsiz değil. Gecenin karanlığında ilk parıltılar kendini gösterir. Bu büyük bir resme çok yakından bakmak ve fırça darbelerini ayırt edememek ile karşılaştırılabilir bir durumdur: kaba, müstakil, sessiz ve önemsiz renkler. Ama burada, bir adım geri attığınızda, muazzam resmin bazı küçük detaylarını görebilirsiniz: Bir çizim belirir, bir anlam oluşur.
Benzer şekilde yenidoğan da ilk saatlerinde kaos içinde duygudan duyguya sürüklenir. Şans eseri denk geldiği gölgeler, ışıklar, bir sessizlik bir gürültü, bir parmağın tadı, bir sütün tadı, bir okşama, bir sert yüzey, bir annenin kokusu bir mekonyum kokusu, bir sıcak bir soğuk, aç susuz zonklayan kan, iç organ hareketleri, göbek bağı ağrısı… Muazzam tutarsızlıktaki bu manzara önünde küçüçük ve yalnız bebek yine de çözülmüş bir dünya kabul etmeyi reddeder.
Böylece çocuksu ruhu şaşkınlıktan çıkar. İlk başta dikkat süresi artar sonra bir zekâ kıvılcımı ve en sonunda da canlı bi sevgi ihtiyacı ile hafıza kendini gösterir.
Önce dikkat parıltısı belirir. Yenidoğanın önünde parlak bir nesne belirirse gözlerini ona diker ve sabitler. Bu sadece çağrının gücüne uyum sağlayan istemsiz bir dikkattir ancak embriyonik safhada bebek manzaranın bir noktasına nasıl odaklanılacağını, böylece onu nasıl gerçeğe dönüştürüleceğini öğrenir. Dikkat süresi olmadan insan dünyası aptalca olurdu. Oysa insanın işi evrene düzen vermektir.
Sonra hafıza parıltısı belirir. Dikkat gerçeğe dönüşür, hafıza onu kaydeder. Birkaç günlük yaşamdan sonra yenidoğan uyku ve emme saatlerini artık öğrenir. Bu yalnızca anlık bir hafızadır, herkes için hatta sebzeler için bile ortak olan ritimli bir anımsamadır. Sabahları saksılarında açılan ve akşamları kapanan çiçekler vardır. Avrupa’dan Amerika’ya uçakla taşınan çiçekler Avrupa’daki gece ve gün hafızasına göre açılıp kapanmaya devam ederler. Sadece kısa bir süre sonra eski takvimi unuturlar ve yenisine katılırlar. Çocukluk hafızasının tohumundan hayatı düşünceye çevirmeye mahkûm insan zihni doğar.
Sonra zekâ parıltısı ortaya çıkar. Zekâyı yeni koşullara uyum sağlama yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Değişen derecelerde bu bakış açısı tüm canlı varlıklara uygulanabilir. Solucan eğer solda devamlı elektrik çarparsa daima sağa dönmeyi bir ay içinde öğrenir. Bebek biberonu, parmakları ya da memeyi emebilmek için hemşirelerin yönlendirmelerine uyarak birkaç saat içinde dudak, dil, damak hareketlerini çeşitlendirmeyi öğrenir. Bu kavrayış ne kadar asgari de olsa yaratımın muazzam karanlığı arasında küçük bir alev, insan zekâsını ateşleyecek bir kıvılcımdır.
Son olarak, sevgi parıltısı ortaya çıkar. Daha ilk haftalarda anne beşiğin yanına geldiğinde küçük bebek sevincini olabildiğince belli eder. Debelenir, elini kolunu sallar, gözlerini açar, dudaklarını ıslatır, boğazdan sevinçli bir gıcırtı ortaya çıkar. Nabız ve dolaşım hızlanır. Ne kadar küçük olursa olsun, çocuğun sevgi vermesi ve alması gerekir. Okşanma ihtiyacı bizimle birlikte doğar ve tüm yaşam boyunca içimizde bizimle birlikte yaşamaya devam eder, genellikle yanlış anlaşılır, genellikle hayal kırıklığına uğrar. Minerallerin, sebzelerin ve hayvanların dünyasında iyiliğin bize bir istisna ve şiddetin bir kural gibi geldiği durumlarda, hassasiyeti icat etmek insana bağlıdır.
Yalnızca yirminci yüzyılda insanlar çocuğun kıtasına inebildiler. O yıllardan önce herkes çocukların kendi ülkemizde yaşadığına ve küçük ve eksik olmasına rağmen bize eşit olduklarına inanıyordu. Başka bir yerde ikamet ettiklerinden kimse kuşku duymuyordu, oysa onlar bizimkinden farklı, yanardöner ve muhteşem bir kıtada yaşıyorlardı. Ancak yıllar süren yelkenden sonra katı ve donuk ilçelerimize demir atıp bize ulaştılar.
İnfantil topraklar oraya ilk ayak basan biricik Cristoforo Colombo tarafından keşfedilmemişti. Bu hususun kâşifleri ise oldukça çağdaştır ve içlerinden üçü çok önemlidir: Fransız Alfred Binet, Amerikan arnold Gesell, İtalyan Maria Montessori.
Hindistan’a yelken açmışken Amerika’yı tesadüfen keşfeden Cristoforo Colombo gibi Binet de insan ruhunu ölçecek bir sistem arayışındayken karşısına çocukluk adası çıkmıştı. Sorbonne’da profesör olan ve deneysel psikolojinin kurucusu Alfred Binet 1855’te doğdu. Tamamen kendi yüzyılının insanıydı. Bu yüzyıl bilim ile sarhoş olmuş hâldeydi ve tüm sarhoşlar gibi biraz inandırıcı ve biraz da palavracıydı. Etrafta fiziksel güçleri, maddeyi ölçen ve sonra bunları pek çok alanda kullanan bilim insanlarının zaferlerini görünce Binet: “Neden ruh da ölçülmesin ki?” diye sordu. Sonra aklına test yapma fikri geldi. Testler, simyacılar tarafından altınları test etmek için kullanılan bazı eski toprak kaplarda yapıldı. Binet ruhun ölçümlerini sabitlemeyi hedefleyen denemelerini kendi adıyla vaftiz etti.
Sorbonne’da profesör olan saygın bir kişinin testlerin ruhu tartabileceğine inanması gerçekten şaşırtıcıdır: sezgilerimizi ve korkularımızı, suçluluk duygusunu, ahlaksızlık eğilimini, aklın keskinliğini, pişman olmaya yatkınlığı, bağlılığı, nefreti, sevgiyi, iktidara gelme isteğini ve fedakârlığı tartmak. Binet ve takipçileri ruhumuzun büyük ölçüde bilincimizden bile kaçabildiğini anlamadılar. Beyin dâhil vücudumuzu oluşturan tüm hücrelerin baş döndürücü mutasyonuna rağmen ruh evrim geçirmez, bedenimizden kopmaz, herhangi bir deneye izin vermez ve dünyevi varoluştan bu yana bize temel, görünmez, ölçülemez, verimsiz bir çekirdek olarak yerleşir.
Binet Hindistan’ı bulmadı, bulamazdı da, o çocuk kıtasını keşfetti.
Amerikalı Arnold Gesell, Binet’ten çeyrek yüzyıl sonra doğdu. Bilim zehirlenmesinin artık dağıldığı 1900’lü yıllarda yirmi yaşındaydı. Âlimler belirsizliklerden arınarak daha ihtiyatlı ve mütevazı davranmaya başlamışlardı. Bu nedenle Gesell’in (doktor ve pediyatrist) hırsı doğumdan itibaren çocuk davranışlarının özenli incelenmesiyle baskılandı. Yarım asır boyunca çalıştı ve çalışmaları ile insanları hayrete düşürdü. Yale Üniversitesine misafir olarak çağırıldı. Yale Üniversitesini bazıları meşhur anahtarın keşfedildiği yer olarak bilir. Oysa John Yale, 1848’de yaşamış, kendi adını verdiği kilidi tasarlayan Stamfordlu fakir bir demirciydi. Yüz otuz yıl önce yaşayan varlıklı Tüccar Elihu Yale ise bizzat kendi parası ile New Haven’da önce Yale Okulu, sonra Yale Koleji, en sonunda Yale Üniversitesi olarak anılan okulu kuran kişidir.
Gesell’in keşif gezileri rotasını Quinnipiac ve Mill nehirlerinin Atlantik’e aktığı New Haven’dan doğrudan Binet’in yer aldığı çocukluk kıtasına doğru çevirdi. Gesell ortakları ile birlikte oraya indi ve gezerken karşılaştığı şeyleri titizlikle tanımlayan coğrafyacıların yöntemsel merakıyla çalışmalar yaptı. Böylece insanlığa hiç beklenmeyen yönleri ile çocuğun evrenini açıkladı.
İtalyan Maria Montessori, çocukların dünyasına ne Binet’in abartılı ruhu ne de Gesell’in tatsız tutsuz ruhu ile değil bambaşka bir ruhla giriş yaptı. Söz konusu bir İtalyan ruhuydu ve bu nedenle de mantık ön plana çıkıyordu. Ancak mantıksallığın yanına aynı zamanda feminen ve dolayısıyla da sezgisel bir ruh da katmıştı. Maria Montessori bizim topraklarımızın değil başka bir kıtanın ahalisi olan bebeği köleleştirdiğimizi anladı. Bu parlak fikirden tüm sonuçları çizdi.
Bu fikir aslında yıllar evvel işitme ve zihinsel engelli çocuklara yardım edebilmek için zekice yöntemler geliştiren Séguin ve Itard’ın eski eserlerinin incelenmesinden doğmuştu. Ancak Maria Montessori anladı ki her bebek belli bir açıdan işitsel ve zihinsel engelliye benzer. Zaman geçtikçe konuşmayı ve anlamayı öğrenmesi yaşadığı çevre sayesinde olur. Dolayısıyla çevre çok önemlidir, dağılmış ya da baskılanmış olmamalıdır.
Baskı yerine bizler çocuğun özgürlüğünü savunmalıyız, bizlerden bağımsız ancak yine de uyumlu yaşamın genişlemesine izin vermeliyiz.
Böylece yirminci yüzyılın ilk yıllarında Binet, çocuk dünyasının varlığını duyururken, Gesell çoktan içine girmiş ve Maria Montessori ise oraya çoktan özgürlük bayrağını çekmişti. Bu üç insan birbirlerini hiç tanımadan ayrı ayrı benzer şekilde davranmışlardı. Keşifleriyle üçü de insanlardan dünyamızın dışındaki bu yaratığa saygı duymasını istediler, öyle ki bu varlık bin yıllık kölelikten sonra artık serbest bırakılmayı hak ediyordu.
Bebeğin bağımsızlık savaşı 1907 yılının Ocak ayında Roma’da, Maria henüz otuz yedi yaşındayken, tıptan mezun olmasına rağmen meşhur San Lorenzo bölgesindeki bir anaokulunda görev almayı kabul ettiği zaman başladı. Ona zayıf, kirli ve birbirinden cesur yirmi velet verdiler. Çoğu daha üç yaşındaydı ve ruhları umutsuzca deforme olmuştu. Onlar için, Sigmund Freud’un o günlerde Viyana Üniversitesinde söylediği kelime doğru görünüyordu: “İnsan tüm yaşamı boyunca onu ilk üç yılında acıtana geri döner durur.”
İnsanın en büyük deneyimi doğumla başlar ve dokuz yüz gün boyunca sürer. Her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş gibi gözükse de bu temel bir deneyimdir.
Dokuz yüz günde bebek ruhu kararlı bir şekilde etrafını saran dünyayı keşfetmeye koyulur, bu dünya ister yüksek dağların ya da deniz kenarlarının dünyası, ister Beneras’in kutsal ya da New York’un mekanik dünyası, isterse orta Afrika’nın dans eden ve siyah dünyası isterse Uzak Doğu’nun sarı ve ölçülü dünyası olsun. Mekânlar, deyimler ve medeniyetlerdeki birçok farklılığa rağmen, çocukların hepsi aynı ruhla doğar.
Şaşırmaların ve parıltıların yaşandığı erken dönemden sonra, bebek (beyaz, sarı, siyah, kırmızı) beş yüz gün boyunca vücudunun birçok bölümüne karşılık gelen önemli ve büyük dönemlerden geçerler: ağız dönemi, el dönemi, ayak dönemi, beyin dönemi, kalça dönemi.
Ağız dönemi, bebeğin ruhu bağlı olduğu bedene ait hiçbir fikre sahip değildir. Yenidoğan bir kafası, parmakları, baldırları, omuzları ya da göğsü olduğunu tamamen göz ardı eder. Ancak bir ağzı olduğunu hemen bilir. Devamlı beslenme ile haşır neşir olduğundan dudaklar, dil, diş etleri ve damak zengin bir hassasiyete sahiptir. Bu hassasiyet çocuğun ilk biçim, hacim ve tutarlılık kavramlarını oluşturmasına izin verir. Bebek yalnızca ağız ile gerçeği, yuvarlağı, ılık, sağlam ve lezzetli olanı ayırabilir.
Ağız bebek için beslenmek, açlık ve susuzluk uyaranlarını susturmak için bir yol göstericidir, sonra yavaş yavaş ona başka hazlar da sunmaya başlar. Bebek süte doymak için meme ucundan beslenir ve bu hazzı ağzı ile algılar. Karanlık bir rahatsızlık onu tedirgin ettiğinde anne sütündeki şeker onu sakinleştirir ve uykuya teşvik eder. Rastgele bir başparmak dudaklarının arasına düştüğünde, gönüllü olarak onu emer. Ağız onun için daima keyifli bir yer olarak kalacaktır: Âşık olduğunda öpücük, tiryaki olduğunda sigara, yaşlı olduğunda tatlı bir sos olarak.
Ağızdan yalnızca çocuksu hazlar değil aynı zamanda acılar ve zıtlıklar da edinilir. Eğer süt kıtsa ve bebeği uzun ve nafile bir çabaya zorlarsa yenidoğan önce şaşırır sonra gerilir nihayetinde sinirlenir ve uzun vadede bu durum hayal kırıklıklarına, düşmanlığa ve pişmanlığa yol açar.
Ancak ağız gülümser ve bu gülümseme en az ağlama kadar kendini ifade etmede kullanılan bir yöntemdir. Yirmi beş gün içinde dudaklarda bir tebessüm fark edilir, kırk beşinci günde daha net bir sevinç sıçraması görülür en nihayetinde üç hafta sonra bebek işte bir kıkırdama ile karşınızdadır. İlk çocuksu gülüşler beden ruhun öz mutluluğu bulmasına izin verdiğinde gelir. Halk arasında bebeklerin göğe bakıp gülümsediği söylenir, doğrudur da. Kısa sürede tüm dünyaya da gülümser, böylece kelime mucizesi için yaratılan ağız gülümseyerek ilk iletişimi kurar.
El dönemi doksan gün sonra başlar. Çocuğun ellerinin varlığını aniden fark ettiği özel bir an vardır. Ancak hâlâ kendisine ait olduğundan şüphelenmez. Onu kendinden bağımsız ama olağan bir nesne olarak görür. Kolların otonom hareketi görüş alanına girdiğinde onları uzun uzun seyreder. Sonunda kolları bir arkadaşı kabul eder ve ona bakarken sık sık gülümser. Çocuk daima önce sağ elini, daha sonra sol elini keşfeder. Tersi olursa, muhtemelen solak olacaktır.
Bebek sonunda elini keşfetse de kullanmasını hâlâ bilmez. Eline gelen her şeyi kavrar, bebeğin neşeyle dinlediği çıngırağı eğer biri eline verirse onu sıkıca tutar ve biri parmaklarını açmaya çalışsa da o parmaklarını kuvvetle sıkmaya devam eder. Bir süre sonra rahatsız olup neredeyse ağlayacak duruma gelince bu gürültüden kaçmak ister ancak eli istemsizce çıngırağı tutmaya ve kolu onu istemsizce sallamaya devam eder. Beden, ruh için zor bir araçtır.
Bir gün el yanlışlıkla ağza dokunur. Bebek nedeni ve etkisinden habersiz elin ortadan kaybolmasına ağlar. Sonraki günlerde bu hareket her tekrarlandığında yavrucuk hep aynı şekilde şikâyet eder. Tekrar tekrar deneyince çocuk zihni hareket ve kaybolma arasındaki ilişkiyi kavrar. Bu tarihî anda çocuk elin onun bir uzantısı olduğunu ve dünyayı onunla kavrayabileceğini anlar.
Bu aydınlanma sonrası eller kâşif olmaya başlar: Bebek keşfeder, yakaladıklarını ağzına getirir, böylece neyin ne olduğuna karar verir.
Bu yöntemi kullanarak nesnelerle deneyler yapar, bazı nesneler buna olanak tanır bazıları tanımaz, bazıları hoş ve bu oyuna dâhil edilebilirken bazıları deneye karşı dayanıklı ve tehlikelidir. Zihin, her şeyin uzun gerekçeli fihristini yazmaya başlar.
Sonra çocuk bir coğrafyacıya dönüşür ve elleri sayesinde kendi uzuvlarında keşfe çıkar. Onları avuçları ve parmaklarıyla kavrar, vücudunun haritasını oluşturmak için yeterli olacak şekilde onları yavaş yavaş ve titizlikle test eder. Bununla birlikte bazı bölgeler kısa kollarına ulaşmaz. Örneğin; koltuk altı, ayak tabanı, sırt. Bu bölgeler sonsuza dek fethedilmeyecek ve böylece vücudun geri kalanının kaybedeceği epidermal duyarlılığını koruyacaktır. Bazı bölgelerde aşırı gıdıklamadan muzdarip olanlar, kendi coğrafyasına çok hâkim olamamış bebeklerdir.
Üç yüzüncü güne doğru ayak dönemi başlar. Üç ayda bebek başını yastıktan kaldırmayı başarır, altı aylıkken oturabilir ve dokuz aya gelindiğinde bacakları üzerine dikilebilir. Artık macera dolu fethine hazırdır. Çocuğu yürümeye teşvik eden hayati dürtü, insanı da dünyayı işgal etmeye teşvik edecektir.
Yalnızca olağanüstü bir dürtü çocuğun ayaklarını vitese geçirir, küçücük ve kısa bacakları buna destek vermekte ve tüm karın bölgesi ile ağır kafatasının yükünü taşımakta zorlanır. Eğer üç ya da dört ayağımız olsaydı, adım atmak daha kolay olurdu. Bunun yerine sabit dikilirken bile vücudun kırılma eğilimindeki dengesini yeniden inşa etmek için sürekli çaba sarf eden iki tanemiz var. Bunun yanında yürürken tüm vucudumuz her taraftan sallanır: Kalça dikey olarak, gövde yandan, omuzlar eksen içinde, baş ileri, kollar bir o yana bir bu yana sallanır. Ayak, zavallı ayak, olması gerektiği gibi dimdik durmamızı sağlar ve çökmemizi önler.
Mars’ta yaşayan bir mühendis insanın yürüyüşünü imkânsız, bebeğin yürüyüşünün ise abuk olduğunu düşünürdü. Ancak tellinayı hareketsiz ve kırlangıcı uçarken isteyen hayat abuk olanı gerçek yapmakla eğlenir. Yaşama göre bebeğin uzaktan umutsuzca baktığını kendisine erişir kılan mucizevi ayak dönemidir.
Tüm dürtülerin derinlerinde bir mutluluk yatar. Bu nedenle ilk adımlarda çocuğun boğazından küçük sevinç çığlıkları çıktığı duyulur. Muzaffer bir şekilde ona doğru gelirken ve o şeylere doğru yürürken zafer dürtüsü onu sarhoş eder.
Beyin dönemi görünmez bir şekilde kafatasının kapalı kutusu içinde ve submusküler karanlıkta gerçekleşir. Ruh (ayaklarını, ellerini, ağzını nasıl kullanacağını öğrendiği sırada) dünyayla temas kurması için elzem olan sinir sistemini kullanmayı öğrenir. Ancak doğumda, miyelinin yokluğu nedeniyle sistem eksiktir.
Miyelin, sinirleri saran beyaz, parlak, sümüksü, kaygan bir maddedir. Hepimiz onu ya kasap dükkânında ya da en azından mutfakta görmüşüzdür. Miyelin kılıfı olmadan sinirler hareket edemez. Yeni-doğanlar sinir sistemi yok denilebilecek bir düzeydedir bu nedenle de sistem verimli çalışmaz. Ancak dikkatini dünyaya çevirdiğinde (şaşkınlıklar ve parıltılar arasında) çocuk ruhu heyecanla miyelini giyinip çalışmaya koyulan sinirleri uyarır. Bu nedenle yavrunun tavırları günden güne değişime uğrar. Miyelin olmadan sinirlerin hareket ettiremediği bacaklar yavaş yavaş uzanmaya başlar. Belli bir anda çocuk onları acımadan büker durur, bu işte o kadar ustalaşır ki ayak başparmağını ağzına bile götürebilir. Ellere gelince, artık küçücük parmaklarıyla yumruğunu sıkmayı bırakır ve onun yerine başparmak ile işaret parmağını buluşturana kadar daha serbestçe hareket ettirmeye başlar. Bu kullanılabilirlik, insana nesneleri aletlere dönüştürmesine ve kendisini dünyanın efendisi kılmasına yetecektir.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.