Kitabı oku: «İzlanda Balıkçısı», sayfa 2
IV
İLK KARŞILAŞMA
Genç kız ise yaşlı kadın gittikten sonra pencereden dışarıyı izlemeye dalmış, batan güneşin sarı ışıklarının granit duvarlara nasıl yansıdığını seyrediyordu. Paimpol, her zamanki gibi, uzun mayıs akşamları ve pazar günleri bile cansızdı. Kendilerine birazcık bile kur yapacak kimsesi olmayan genç kızlar, İzlandalı yakışıklıları düşleyerek gruplar hâlinde gezilere çıkmışlardı…
“Gaos’un oğluna selamlar olsun…” bu cümleyi aklından çıkaramıyordu genç kız, bu ismi yazmak onu fazlaca sarsmıştı.
Akşamüzerleri, genellikle bir hanımefendi gibi penceresinin önüne geçerdi. Babası eskiden beri onun yaşıtı olan kızlarla dolaşmasından pek hoşlanmıyordu. Ayrıca, kafeden çıkıp da eskiden beri arkadaş olduğu denizcilerle piposunu tüttüre tüttüre evine yürürken kızını yukarıdan camdan bakarken görmek, hoşuna gidiyordu.
Gaos’un oğlu! Kendisini tutamıyordu, göremeyecek olmasına rağmen, gemicilerin çıktıkları dar sokaklara, yakınlarda olduğu hissedilen denize doğru bakıyordu.
Onu büyüleyen, daima ilgisini çekmeyi başaran ve her şeyi saran o şeyin uçsuz bucaksız oluşunu düşünüyordu. Marie, Kaptan Guermeur’un ilerlediği uzak kuzey denizini düşünüyordu.
Ne tuhaftı şu Gaos’un oğlu! Cesurca ve oldukça tatlı ifadelerle kendisine yanaştıktan sonra şimdi kaçan, ele geçirilmez biri olmuştu.
Uzun süren düşü sırasında, geçen sene buraya gelmeden önce bulunduğu Bretagne’yi anımsadı.
Bir aralık akşamında, Paris’ten gelen bir tren onu ve babasını bembeyaz sislerin örttüğü buz gibi bir geceye bırakmıştı. Tam o anda hiç bilmediği bir şeyi hissetmişti. Sadece yazlarını geçirdiği bu kenti tanıyamıyordu. Birdenbire köy denen yerlerden birine sürüklenmiş gibi hissetmişti. Hatıralar vardı… Geçmişin uzak hatıraları… Paris’ten hemen sonra gelen bu sessizlik! Sis yere kadar inmişken, işlerine yetişmeye çalışan bilinmeyen bir şehrin, sakin insan toplulukları… Karanlık, mermerden, rutubetten ve gecenin siyahlığından köhne duran evler, Bretagne’ye dair artık Yann’a âşık olduğundan hayran olduğu her şey, o sabah ona çok perişan görünmüştü.
Erkenci ev kadınları çoktan kapılarını açmışlardı, genç kızsa yanından geçtiği büyük şömineli evler ile yaşlı dede ve başlıkları eskimiş ninelere bakıyordu. Hava aydınlanır aydınlanmaz kiliseye gidip dua etmişti, orta alan ona o anda nasıl da muhteşem ve kocaman görünmüştü! Paris’in, temelleri yüzyıllar önce atılmış kaba ve yıpranmış, kendilerine has kokusunun her yana dolduğu kiliselerinden ne kadar da farklıydı burası! Arkalarda bir yerlerde, bir mum yanıyordu. Önünde dileğini tutmak üzerine bir kadın diz çökmüş duasını ediyor, mumun cılız ışığı her yana yayılıyordu. Tam o anda eskide kaldığını düşündüğü o duyguyu anımsadı. Paimpol kilisesinde ilk ayinlerine giden küçük bir kızken hissettiği acı ve üzüntüydü bu.
Paris birçok eğlenceli ve güzel şeyle dolu olmasına rağmen bu şehri özlemediğine karar verdi. Her şeyden önce damarlarında denizci kanı aktığından kendini orada bir yabancı, yurdundan koparılmış biri gibi hissediyordu. Parisli kadınlar, daracık korselerinin içlerinde saklı ince belleri, göğüslerindeki yapaylaşmış kavisleri, herkesten farklı yürüyüşleri ile tamamen farklılardı. Genç kız ise bu tür şeyleri denemeyecek kadar akıllıydı. Her geçen yıl Paimpol’den sipariş ettiği başlığıyla Paris sokaklarında yürürken kendini daha da rahatsız hissediyordu. Kendisine sürekli dönüp bakan insanların gerçekten de güzelliğinden bunu yaptığını da fark etmiyordu.
Duruşları hoşuna giden bazı Parisli kadınlar dikkatini çekiyordu kızın ama onları da ulaşılmaz sanıyordu. Onunla iletişime geçmeye çalışan diğerlerini ise hor görüyor, kendisine layık bulmuyordu. Çoğunlukla işiyle ilgilenen babası evde olmazdı o da bu sebepten hayatını yapayalnız geçirmişti. Arkadaşı yoktu. Öylesi kimsesiz bir yaşamı da hiç özlemiyordu.
Yine de şehre döndüğü gün farksızdı. Bretagne’nin kışın ortasındaki bu çetin havaları onu pek bir üzmüş ve Paimpol’un içine girmek için bu kavisli topraklarda yapacağı dört, beş saatlik yolculuk ona eziyet gibi gelmişti.
O günün devamında babasıyla beraber her yanı külüstür, rahatsız bir arabada saatlerce yolculuk etmişti. Gece çöktüğünde sisin üzüntülü bir hava verdiği kasabalardan geçmişlerdi. Sonrasında fenerleri yakmaları gerekmişti ama Bengal ateşi gibi iki yandan koşuyor izlenimi veren bu fenerler görüş alanlarını tamamen yok etmişti. “Aralık ayında böylesine yemyeşil bir doğa nasıl olabilirdi?” Önce şaşırdı ama sonra hatırladı, öne doğru uzandı; katırtırnakları. Aynı anda yine aşina olduğu ılık bir deniz rüzgârı esmeye başlamıştı.
Yolun sonunda ise düşünceleri değişmiş ve aklına gelen yeni fikirler onu eğlendirmişti.
“Kış mevsiminde olduğumuza göre, şu çok ünlü, İzlandalı denizcileri görebileceğim.”
Aralık ayında olduklarına göre, her yaz akşam gezintileri sırasında hoş vakit geçirdikleri, arkadaşları, kardeşleri, nişanlıları ve sevgililerini topladıkları bir alana dönmüş olmalıydılar. Duran arabanın içerisinde ayaklarına dolan soğuk onu dondururken bu düşünce ile oyalanmaya çalıştı.
Gerçekten de onları görmüş ve sonunda birine âşık olmuştu.
Geldikten bir gün sonra, ayinin hemen ardından üzerlerine bol kokulu çobanpüskülleri, kış çiçekleri ve yaprakların serili olduğu gerilmiş çarşaflar hâlâ sokakta duruyordu. Yann’ı ilk kez 8 Aralık’ta, yani balıkçıların koruyucu günü olan Notre Dame de Bonne Nouvelle gününde görmüştü.
Gökyüzünün hüznünün altında gerçekleşen bu tören, aşırı ve ilkel bir mutluluğu barındırıyordu. Diğer her yerden daha yoğun hissedilen ölümün tehdidi altında, fiziksel güç ve alkolle harmanlanmış neşesiz bir mutluluk hâkimdi her yana.
Paimpol’e yayılmış büyük gürültü başlıca rahiplerden ve çanlardan geliyordu. Meyhanelerden de kabaca ve tekdüze ilerleyen şarkılar yükseliyordu. Mürettebatı havalandırmaya çalışan şarkılar duyuluyordu. Denizin en dibinden, belki de başka bir zamandan gelmiş zamansız yakarışlardı bunlar. Açık denizde mecburi yaptıkları orucun ardından denizciler kadınlara daha bir iştahla bakıyordu. Hepsi kol kola girmiş, zil zurna sarhoş olmuş, yalpalayarak ilerliyorlardı.
Beyazlarla bezenmiş bakirelerin başlıkları, dolgun göğüsleri, tüm yazı yanarak geçirmiş istekli gözleri ile kızlar da çevrede geziniyordu.
Dünyaya kapılarını kapatmış, batının rüzgârları, savurup denize attıkları, yağmurları karşısında yüzyıllardır süren mücadeleleri anlatan çatıların, eski aşk ve kahramanlık hikâyelerini anlatan sıcacık, köhnemiş evler vardı.
Eskilerin bolca saygı duyduğu ibadet şekilleri, sembolleri, bembeyaz giyinmiş bakire Meryem Ana tasviri üzerinden gözleniyor; hepsinin üzerinde hüküm süren dindarlık ve geçmişten kalan izler hissediliyordu.
Meyhanenin hemen yanı başında basamaklarına yapraklar serilmiş, her yandan duyulan buhar kokusu ve kutsal kubbelerden sarkan denizcilere adanmış adakların kapılarını açtığı kuytu bir mağaraya benzeyen kilise… Âşık kızların hemen yanından, yaşamı hissettiren bu gürültüyü yarıp geçen uzun matem şalları ve sade başlıklarıyla boğulmuş denizcilerin dul eşleri, denizde kaybolmuş adamların nişanlıları kafaları önde ve sessizce geçiyordu. Bu olayların hemen yanında hepsinin sebebi deniz, dalga sesleriyle kutlamalara katılıyordu…
Her şeyin bu kadar birbirinin içine geçmiş olması, Gaud’un kafasını allak bullak ediyordu. Tekrardan bu ülkenin, bu toplumun bir parçası olacağı için heyecanlansa da içten içe yüreği sıkışıyordu. Oyunların oynandığı, cambazların dolandığı ana meydanda, kendisinin çevresinden geçmekte olan Paimpollü ve Plouzbazlanecli delikanlıların isimlerini heyecanla saymakta olan bir sürü kız vardı. Bir alanda da ağıt yakanlar ve hemen önlerinde bir grup İzlandalı vardı. Aralarından biri, geniş omuzlu, devasa uzun ve büyük görünen biri çekmişti dikkatini, biraz da alaycı bir ifadeyle “Ne kadar da uzun boylu biri!” demişti içinden.
Lafının altındaki gizli ima şunu söyler gibiydi: “Bu cüssede biriyle evlenecek kadının evdeki hâli zor!”
Adam ise sanki onu duymuş gibi arkasını dönmüş ve “Paimpollülere özgü başlığı takmasına rağmen daha önce hiç görmediğim bu kız da kim?” der gibi onu süzmüştü.
Ardından sadece kibarlık olsun diye gözlerini kaçırmış, sadece ensesine dökülen siyah saçları görünecek şekilde sırtını dönmüş ve ağıt yakanlarla ilgileniyormuş gibi yapmıştı.
Diğer erkeklerin adını merak eder etmez sorabilmesine karşın Gaud bu adamın ismini cesaret edip de soramamıştı. Az da olsa görebildiği mavi, opak gözlerine gizlenmiş kibir ve yabanilik ile yakışıklı profili onu hemen etkilemiş ve utandırmıştı.
Moanların evine gittiği bir zamanda adının Sylvestre’ın bir arkadaşı olarak söylendiğini duydu. Bu adam hakkında “Gaos’un oğlu.” diye söz ediliyordu. Yine kutlamanın olduğu akşam babasıyla kol kola yürürken onu görmüş ve selam vermek için durmuşlardı.
Ufak Sylvestre, onun için yeniden bir erkek kardeş gibi olmuştu. Kuzen de olduklarından birbirleriyle senli benli konuşmayı sürdürmüşlerdi. Gerçi genç kız başta bu uzun, siyah sakallı adamı karşısında bulunca biraz şaşırmış ve kendini geri çekmiş fakat gözlerindeki masumiyeti koruduğunu gördüğünde tekrardan yakın olmuşlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, o gece Yann ona pek de yakın davranmamıştı. Asil bir davranış olmasına karşın sadece utana sıkıla şapkasını çıkarmıştı. Ardından hemen gözlerini başka yöne çekmiş, rahatsız olduğunu ve ortamdan uzaklaşmak istediğini hissettirmişti. Karşılaşmaları sırasında batıdan esen sert rüzgâr, dalları yere savurmuş ve gökyüzü, siyah gri renklerle dolmuştu.
Gaud ne zaman dalıp gitse bu anılar zihninde tekrar canlanıyordu. Kutlamaların ardından gecenin hüznünün çöküşü, duvarın her yanına yayılan çiçekli desenleri olan beyaz çarşaflar, fırtına, bol sesli İzlandalı grupların şarkıları eşliğinde hanlara girişleri, özellikle de onunla karşılaşmaktan sıkılmış, rahatsız olmuş o uzun boylu, genç adam…
O zamandan beri neler oluyordu içinde!
O kutlamaların olduğu zamanki heyecan ve şehrin her yanına yayılmış hararetle şu zaman arasında ne kadar da çok şey değişmişti. Onu şu mayıs ayında, penceresinin önünde âşık âşık düşünmeye sevk eden aynı Paimpol ne kadar da ıssızdı şimdi!
V
İKİNCİ BULUŞMA
Birbirlerini tekrar bir düğünde gördüler. Koluna giren Gaos’un oğlu ona eşlik etmek için görevlendirilmişti. En başında bu durum canını sıkacak sanmıştı, kendine tek kelime etmeyecek bir delikanlıyla dolaşacak, üstüne birde sokakta herkes sürekli kendilerine bakacaktı ve onları birlikte görecekti! Adamın vahşi havası kesinlikle onu ürkütüyordu.
Herkes anlaşılan saatte alanda toplanmışken Yann görünürlerde yoktu. Zaman geçmesine rağmen bir türlü gelmiyordu. Herkes onu daha fazla beklememek üzerine konuşmaya başlamıştı, tam o anda Gaud bir şeyin farkına vardı. Bu gece onun için bu denli süslenmişti. O dansa başka kiminle giderse gitsin yeterli gelmeyecekti, keyifsiz geçecekti.
Sonunda Yann oldukça kendinden emin, güzelce giyinmiş bir hâlde gelip gelinin anne babasından özür dilemişti. Ardından İngiltere Alderney açıklarında hiç beklenmeyen bir yerden büyük bir balık sürüsünün geleceğini duyurmuştu. Bundan dolayı Ploubazlanec’te ne kadar gemi varsa hızlıca hazırlıklara koyulmuştu. Kasaba hemen coşkuyla dolmuş, kadınlar kocalarını yolcu etmek için meyhanelere gitmiş, yelkenleri kaldırmak, manevrada yardımcı olmak için kendilerini paralamışlardı. Kısacası memleketi çok hızlı bir şekilde telaşlı hava sarmıştı.
Yann, kendisine has karizması, göz devirmeleri ve parlak dişleriyle kalabalığın ilgisini çeker biçimde anlatıp duruyordu. Yola çıkmak için hissettiği telaşı belli etmek istercesine arada cümlelerinin ortasına bir “Hu!” ekliyordu. Çıkardığı bu ses tayfanın işi yaparken çıkardığı sesin aynısıydı, rüzgârın ıslık sesine benziyordu. Yerine çabucak birini bulması ve bu bulduğu kişiyi kabul etmesi için de kış için anlaştığı geminin kaptanıyla konuşması gerekmişti. Yani, aslında gecikmesinin sebebi buymuş. Düğünü kaçırmak istemediğinden, avdan payına düşeni kaybedecekmiş.
Sebepleri, tüm balıkçılar tarafından anlaşılmış ve kimsenin kızgınlığıyla yüzleşmek zorunda kalmamıştı. Hayatlarında her şeyi denizin beklenmedik olaylarına, balıkların gizemli göçlerine göre ayarlamaları gerekmişti hep, herkes bunu biliyordu. Diğer İzlandalılar bu göçten daha erken haberdar olamadıkları için üzülmüşlerdi o kadar.
Artık yapacak bir şey kalmamıştı, geç kalmışlardı. Kol kola girdiler, dışarıdan gelen keman sesleri eşliğinde yola koyuldular.
En başında Yann, her düğünde, her kıza söylenen sıradan iltifatları sıralamıştı ona, düğündeki tüm çiftler arasında birbirlerine yabancı olan sadece ikisiydi. Alandakilerin geri kalanı ya kuzen ya da nişanlıydı. Elbette birkaç sevgili de vardı aralarda, malum Paimpol’de bu basit aşk hikayeleri çok hızlı ilerleyebiliyordu.
Fakat akşam konu yine, birden balık sürüsüne gelince Yann genç kızın gözlerinin içine bakarak “Paimpol’de, hatta tüm dünyada bir tek sizin için bu hazırlıkları kaçırırdım Matmazel Gaud, başka kimse için avımdan vazgeçmem.”
Genç kız başta bir düğüne kraliçe gibi hazırlanarak gelmiş olmasına karşın, bir balıkçıdan duyduğu bu sözlerle biraz afallamış ama hemen ardından tatlılıkla yanıtlamıştı.
“Teşekkür ederim Mösyö Yann, ben de bir başkasıyla değil sizinle olmayı yeğlerim.”
Bu kadardı ama o andan itibaren şarkı bitene kadar kendi aralarında kısık ve hoş bir tonla sohbete başlamışlardı.
Keman ve viyel sesleri eşliğinde hep aynı simalar dansa katılıyordu. Yann her uzaklaşıp genç kıza döndüğünde sohbete aynı dostane gülümseme ve samimiyetle devam ediyorlardı. Aralarda Yann, tüm saflığıyla balıkçı yaşamından da söz ediyordu elbette. Yorgunluğundan, aylığından, en büyüğünün kendisi olduğu dört küçük kardeşini daha yetiştirirken ailesinin ne kadar zorlandığından bahsediyordu. Tabii, şimdilerde sıkıntılardan kurtulmuşlardı, Manş Denizi’nde babasının bulduğu ve on bin frank elde ettiği batık sayesinde. Bu sayede Ploubazlanec sınırında bulunan, Manş Denizi manzaralı evlerinde bir kat daha çıkma imkânı bulmuşlardı.
“Şubat ayı gelir gelmez çok zor oluyor hayat, zor İzlandalı mesleği çok zor. Ayrıca kışın o soğukta, karda, kışta oralara gitmek de istemiyor bazen insan.”
Gaud, Paimpol’un gecesini izlerken, baloda aralarında dönen sohbeti tıpkı dünmüş gibi tekrar zihninde canlandırıyordu. Sanki her şey daha dünmüş gibi en baştan tekrar ve tekrar düşlüyordu. Madem Yann evlenmek istemiyordu, neden kendi hayatıyla, sorunlarıyla ilgili bir nişanlıya anlatılacak onca şeyi kıza anlatmıştı? Hayatının tüm detaylarını önüne gelen herkese döken birine de hiç benzemiyordu.
“Mesleğimiz oldukça iyi, kazancı da öyle” demişti. “Ben de asla değiştirmeyi düşünmüyorum, yıllar sonra sekiz yüz frank ve en sonunda ise döndüğümüzde bana ödenen ve anneme vereceğim on iki bin frank daha.”
“Annenize mi veriyorsunuz Mösyö Yann?”
“Elbette, hepimiz bu parayı annemize veririz. Biz İzlandalılarda âdet böyledir Matmazel Gaud.” Bunu o kadar içtenlikle ve o kadar inanarak söylemişti ki bunu normal gördüğü çok açıktı.
“İnanmazsınız ama benim neredeyse hiç param olmaz. Ne zaman Paimpol’e gelecek olsam annem biraz para verir, hepimizde de aynı şey geçerlidir. Bu sayede bugün yanınıza gelirken giydiğim bu giysileri annem diktirebildi, şüphesiz ki geçen seneki elbisemle yanınıza gelip kolunuza giremezdim.”
Sürekli Parisli erkekleri görmeye alıştığından Yann’ın kıyafeti ona göre pek de şık sayılmazdı. Buna rağmen kısacık ceketi, altına giydiği modası geçmiş yeleği bedeninin güzelliğini etkilemiyor, her dans hareketinde kendisine karizmatik bir hava katmaktan geri durmuyordu.
Yann gülümseyerek genç kızın gözlerinin içerisine bakıyor, ne istediğini ve ne düşündüğünü çözmeye çalışıyordu. Zengin olmadığını özellikle anlatan konuşmalarına rağmen, delikanlının dürüstlüğü ve iyi niyetli olduğu gözlerinden anlaşılıyordu.
Neredeyse söylediğine hiçbir karşılık vermeden ama tüm ruhuyla dinleyerek ve her ifadede daha çok şaşırarak genç kız da ona bakıp gülümsüyordu. Yabani bir kabalık ile çocuksu bir yakınlık karışımı ilişkileri vardı. Ne zaman başkasıyla konuşsa daha da kabalaşan ve sertleşen sesi Gaud’un karşısında her sözcükte daha da yumuşuyordu. Yaylı çalgılardan oluşan bir müzik ekibi gibi kendi sesini onun için istemsizce yumuşatıyor ve titretiyordu.
Umursamaz tavırlarından, evden sürekli çocuk muamelesi görüp bunu normal karşılamasına, dünyayı dolaşıp birçok maceraya atılmasına ve tüm bunlara rağmen hâlâ ailesine yakından bağlı olmasına… Onda farklı bir şeyler vardı.
Gaud zihninde sürekli onu önceden tanıdığı erkeklerle kıyaslıyordu hani şu onun peşinde parası için koşan üç beş tane Parisli hayta, kendini yazar diye tanıtan gençler, tezgâhtarlar… Bu adam hepsinin arasında en yakışıklı olmasının yanı sıra kesinlikle aralarında en ilgi çekici olandı.
Yann’ın kendi seviyeleri arasında pek bir fark görmemesi için genç kız küçükken çektiği sıkıntıları, babasının da eskiden balıkçı olduğunu ve hatta bu yüzden İzlandalı balıkçılara oldukça değer verdiğini, annesinin küçükken öldüğünde yapayalnız kaldığını, kumsalda çıplak ayak koşturmalarını… Her şeyini anlattı.
Ah! O düğün gecesi, asla unutamayacağı, her zaman mükemmel hatırlayacağı, hayatının dönüm noktası olan o gece! Fakat geride kalalı çoktan aylar olmuştu. Aralıktan, mayısa… O gün düğünde bulunan tüm İzlandalı balıkçılar şimdi uzak kuzey denizinin bir yerlerine dağılmış, balık avlıyorlardı. Bretagne toprakları güneşe karışırken ve yavaşça gün kararırken şimdi onlar yapayalnızdı.
Gaud pencereden bir an olsun ayrılmamıştı, her yanı eski evlerle kaplı Paimpol meydanı gece çöktükçe daha da hüzünlü bir hâl alıyordu, hiçbir yerden ses gelmiyordu. Evlerin üzeri hâlâ aydınlıkken, yan boşluklarında alaca karanlık çöktükçe daha da üçgenleşen bir gölge oluşuyordu. Siyah silüet sonunda gökyüzü ile bağlarını koparırcasına yere iniyordu. Arada bir kapı ya da pencere kapanma sesi geliyordu. Geç kaldığı belli olan genç kızlar ellerinde mayıs çiçekleriyle dönüyorlardı. Gaud’u tanıyan bir kız elindeki hanımelini sanki ona koklatmak istercesine havaya kaldırmış aynı anda da ufak bir selam vererek yoluna devam etmişti. Karanlığa rağmen güzelim çiçek buketleri hâlâ biraz seçilebiliyordu. Bunlar hariç sokakları denizden gelen yosun kokusu ve duvarlardan yükselen hanımellerinin kokusu sarmıştı. Yarasalar masallardan çıkmış gibi sakince tepelerden süzülüyordu.
Gaud kasvetli meydana gözlerini dikerek giden İzlandalı balıkçısını düşlüyordu. Aynı pencere kenarında hep aynı gece zihninde canlanıyordu.
Düğünün sonuna geldiğinde hava iyice ısınmış, vals yapanların hafifçe başları dönmeye başlamıştı. Sevdiği adamın ona nasıl olduysa âşık olan diğer kızlarla da dans edişini hatırladı. Onlara yanıt vermesi gerektiği zaman değişen kibirli bakışlarını… Hayır kesinlikle, ona farklıydı!
Dans edişi çok etkileyiciydi, dimdik uzun sırtı ve soylu hareketlerle her dönüşünün ardından başının zarifçe eğilmesi… Dalgalı, kumral saçları her hareketinde yavaşça alnına değer, dansın rüzgârı ile tekrar havalanırdı. Gaud’a göre çok uzun kalan Yann’ın hızlı hareketlerde onu tutmak için öne eğilmesiyle kızın başlığı ve oğlanın alnı temas ediyordu. Gaud her detayı anımsıyordu.
Arada dans ederlerken iki nişanlıyı işaret ediyordu. Kız kardeşi Marie ve Sylvestre. Onları oldukça mesafeli, birbirlerine ne zaman hoş şeyler söylemek isteseler takındıkları hafif utanç hâlleriyle görünce gülümsüyordu. Elbette zaten başka şekilde hareket etmelerine de izin vermezdi ya, yine de kendisi çapkın bir delikanlı olan Yann onların bu hâllerindeki masumiyeti görmeyi seviyordu. Onlardan sonra gözlerini Gaud’a kaydırmış “Ufak kardeşlerimize bakmak ne kadar da keyifli!” der gibi gülümsemişti.
Gecenin sonu gelince herkesin öpüştüğü bir zaman dilimi oldu. Kuzen öpücükleri, nişanlı öpücükleri, her şeye rağmen dürüst davranarak herkesin içerisinde öpüşen sevgililerin aşk dolu öpücükleri…
Kendisi ise onu elbette öpmemişti. Kimse Mösyö Mevel’in kızıyla öyle kolay kolay öpüşmeye cesaret edemezdi. Sadece son valsler sırasında onu daha sıkı kavramış, genç kız da bu delikanlının verdiği güvene karşı koyamayıp daha da kollarına sokulmuştu. Belki, sadece bir an tüm ruhunu delikanlının kollarında bırakmıştı.
Gaud’un yaşadığı bu hafif baş dönmeleri, yanak kızarmalarında elbette ki yirmili yaşlarında yer alan her genç kızın hissettikleri mevcuttu. Nasıl olsa her şeyi de kalbi başlatmıştı.
“Şu utanmaza bakın, nasıl gözlerini dikmiş bakıyor ona!” diyordu sarı ya da esmer kaşlarının altından sevgilisi olan üç beş kız. Doğruydu dedikleri ama Gaud’un bir özrü vardı, karşısındaki delikanlı bugüne kadar dikkatini çekmiş tek erkekti.
Sabahın ayazında herkes vedalaşırken onlar da ertesi gün kaçak bir şekilde buluşacak iki yaren gibi birbirlerine veda etmişlerdi. Bundan sonra eve dönmek için babasının kolunda ana meydandan geçerken en ufak bir yorgunluk belirtisi göstermedi, ciğerlerini yakan temiz havayı bile seviyor gibiydi. Heyecanı taptazeydi. Sanki her şey de onun içinde açan çiçekler gibi pek bir güzeldi.
Mayıs akşamı çoktan çökmüştü, pencerelerin neredeyse hepsi eskimiş panjurlardan çıkan gıcırtılı sesler eşliğinde tek tek kapatılmıştı. Gaud ise olduğu yerden hiç kıpırdamamış hâlâ dışarıyı seyrediyordu. Yoldan geçip de genç kızın beyaz başlığını gören herkes “İşte şu genç kız sevdiği gencin hayalini kuruyordur.” diye düşünüyor olmalıydı. Kim bunu düşünüyorsa, haklıydı. Sevdiğini düşlüyordu hem de artık içi ağlama isteği ile dolarak. Beyaz, ufak dişleriyle alt dudağının çizgisini bozarak dudaklarını ısırıyor, ufuğa diktiği gözleri ile gerçek olan hiçbir şeye bakmıyordu.
Neden düğünden sonra ona geri dönmemişti? Neydi gerçekten değişen şey? Tekrar karşılaşmışlardı ama genç adam hemen gözlerini başka yana çevirmişti sanki ondan kaçıyordu. Bu konuyu defalarca Sylvestre ile konuşmuş dertleşmişti ama o da bu konudan hiçbir şey anlamıyordu.
“Gaud, baban da izin verirse kesinlikle onunla evlenmelisin. Bu ülkede ondan daha çok yanına yakışacak kimse yok. Öyle görünmeyebilir ama çok aklı başında bir delikanlıdır. Pek de sarhoş olmaz. Arada inatçılığı tutsa da normalde pek ılımlıdır. Kimse onun ne kadar iyi biri olduğunu bilemez. Üstelik de harika bir denizci, ne zaman av mevsimi gelse kaptanlar onu kapabilmek için yarışırlar…”
Gaud babasından izin alabileceğini zaten biliyordu, babası bir kez bile isteklerini geri çevirmemişti. Bu yüzden genç adamın zengin olmayışı da umurunda değildi. Zaten böylesi yetenekli bir denizci için altı aylık kıyı balıkçılığı eğitimi fazlasıyla yeterdi, az biraz sermaye de bu işi çözerdi. Ardından tüm gemi sahiplerinin teknelerini emanet etmek istediği bir kaptan olurdu.
Biraz dev gibi olması da kusur sayılmazdı. Elbette fazla cüsse bir kadında kötü durabilirdi fakat bir erkeğin yakışıklılığından hiçbir şey eksiltmezdi.
Ayrıca, elbette onlara belli etmeden tüm aşk hikâyelerini bilen kızlardan bilgi de toplamıştı. Kimseyle nişanlandığı, sözlendiği olmamıştı. Hiçbirine özel bir alaka göstermeden, Lezardrieux’tan Paimpol’e, tüm şehirde onu arzulayan her kadına uğruyordu.
Bir pazar akşamı, oldukça da geç bir saatte penceresinden bakarken onu adı pek yoldan çıkmış Jeannie Caroff adında bir kızla sarmaş dolaş geçerken görmüştü ve bu durum ise canını pek yakmıştı.
Onun çok öfkeli olduğunu söylüyordu herkes, hatta bir gece Paimpol’de bir barda kendisine açılmayan bir kapıya koca mermer bir masa fırlattığı da söylentiler arasındaydı.
Tüm bu yaptıkları için onu affediyordu. Denizcilerin kafalarına nasıl eserse öyle davrandığı herkes tarafından bilinirdi. Fakat anlamadığı şey şuydu ki eğer kötü bir niyeti yoksa neden önce yanına gelip ilgi göstermiş, âşığı gibi davranmış sonra da tüm ilgisini çekerek kendisini görmezden gelmişti? Dürüst bir adamın gülümseyişini takınıp bir erkeğin yalnızca nişanlısı ile konuşacağı konuları neden onunla konuşmuş ve neden o tatlı ses tonu ile onun başını döndürmüştü? Gaud, artık başka birine bağlanamaz ve değişemezdi. Bu memlekette henüz küçükken bolca azarlanır ve neden diğer kızların aksine bu denli inatçı olduğu sorgulanırdı. Bu huyu bugün de değişmemişti. Bu genç, güzel kız kimse tarafından işlenmediğinden ve hisleri hiç olgunlaşmadığından içten içe hep aynı kalmıştı.
Düğünden sonraki kış, belki sevdiği adamı görebileceği umuduyla geçip gitmişti. Yann ise gitmeden önce ona bir kez bile veda etmemişti. Şimdi ise burada değildi ve Gaud hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissediyordu. Zaman ne kadar yavaş akarsa aksın Gaud kararını vermişti, ne olursa olsun sonbaharda bu işi çözecekti.
…
Çanların sessiz bahar gecelerine özgü vuruşu belediye binasının üzerinde bulunan saatin on bir olduğunu gösteriyordu.
Paimpol’e göre on bir geç bir saatti. Artık Gaud penceresinden ayrılıp lambasını yakarak yatağına yatmaya hazırdı.
Yann’ı düşününce belki bu durumu klasik yabanıl hareketleri ile açıklayabilirdi. Kendisi gibi onun da oldukça gururlu olup bir de kızın zengin olması sebebiyle onu reddettiğini düşünmüştü. Aslında bunların hepsini direkt Yann’a sormak istemiş fakat Sylvestre bunun genç bir hanım için fazla cüretkâr olacağını savunmuştu. Zaten Paimpol’de kıyafetleri ve tavırları ile yeterince eleştiri alıyordu bir de böyle bir şey yaparsa hiç hoş karşılanmazdı.
Rüyadaymış gibi sakince zamandan kopuk bir şekilde üzerindekileri çıkardı. Önce başlığını ardından modaya uygun elbisesini bir sandalyenin üzerine attı. Son olarak da Paris modasına uygun uzun korsesini, hani şu herkesin eleştirilerine malzeme olan korse… O an tüm çıplaklığıyla kendini gösteren bedeni her zamankinden daha zarif duruyordu. Ne sıkıştırılmış ne de aşağı doğru gereksiz inceltilmişti, mermer heykeller gibi dolgun ve yumuşak hatlı, doğal hâline kavuşmuştu. Hareketleri, duruşu… Her hâli bakmaya insanın doyamayacağı kadar güzeldi.
Bu saatlerde etraftaki tek ışık kaynağını oluşturan lambası kıvrılarak yükselen göğüslerini, gizemli omuzlarını ve kimsenin görmediği, Yann da istemediğine göre kuruyup gidecek olan enfes güzelliğini, tüm bedenini zarif bir hava ile aydınlatıyordu.
Yüzünün güzel olduğunu bilse de bedeninin ne denli güzel olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Zaten buralarda Bretagne kızlarının güzelliği kalıtsaldı. Artık bu fark edilmiyordu çünkü aralarında en edepsiz sayılanlar bile bunu teşhir etmiyordu. Yine de sadece şehrin seçkinleri bedenlerini abartılı bir şekilde allayıp pullayarak, abartılı süslenerek dolaşıyordu.
Kulaklarının üzerinde birer salyangoz gibi duran örgülerini çözdü, örgüleri büyük iki yılan gibi omuzlarından sırtına kıvrılarak yayıldı. Rahatça uyuyabilmek için onları taç gibi başının üzerinde toparladı. O an dışarıdan ona bakan biri Romalı bir bakire gibi göründüğünü söylerdi.
Bu arada kolları hâlâ havada ve buklelerini karıştırıyorken, dudaklarını dişleyerek küçük bir çocuk gibi düşünüyordu. Saçlarını tekrar saldığında sırf eğlenmek için onları hızlıca düzleştirmeye çalıştı. Şimdi ise beline kadar inen altın rengi saçlarıyla Galyalı rahibeler gibi duruyordu.
Sonrasında aşka ve ağlama isteğine galip gelen uykusuna engel olamamış, kendini yatağa atarak çevresine yayılan ipeksi saçlarının altına gizlenmişi.
Ploubazlaneec’te ise hayatının en karanlık zamanlarında bulunan Moan Nine, torununu ve ölümü düşünerek buz gibi yatağında uykuya daldı.
Aynı anda Kuzey Denizi’nin bir ucunda sevilen ve düşünülen iki genç Yann ve Sylvestre şarkılar söyleyerek avlanıyorlardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.