Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Beyaz Kelebekler», sayfa 2

Yazı tipi:

ÇİN HEDİYESİ

İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu.

“Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”

Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine… Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.

Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü.

Eşinin bu keskin sözleri Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren Bazargül’e de, sakız çiğner gibi ağız dolu köpüğünü akıtan buzağıya da dikkat etmedi. ‘Takay geri dönmüş’ sözü kulağında çınlıyordu.

Her tarafa sürükleyen dolu dizgin düşünceler, bir kâse çayı bile yudumlatmadı. “Hay, Allah! Zaten millet Çin’den gelen ucuz mallara çoktan doymuştur,” dedi içinden.

Yüzünde çizgilerin belirginleşmeye başladığı sarışın eşi, kaynayan semaverle birlikte adeta korsuz yanıyordu.

“Rengin solmuş, n’oldu?” diye sordu Bazargül şüphelenerek.

“Yok birşeyim” dedi Ömırbay.

“Beni dinle! Az önce Astana’dan arayan kızın ile damadın geleceklerini söylediler. Torunumuz Yerlan ‘Dede ile nineyi özledim’ demiş. Kurban olayım torunuma! Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.”

Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.

“Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”

“Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”

Ömırbay kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.

Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.

“Millet iyi mi?” diye sordu Ömırbay.

“Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.

Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.

Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:

“Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti.

“Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.

Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.

“Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu.

Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.

“Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.

Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…

***

Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki?

Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.

Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse de, dinine bağlı olan babasına söz geçiremiyordu. “Git oğlum!” diyen babası, “Ruhun Allah’a emanet; nefesin kısmettir. Babayiğitlerin başıdır Osman. Milletin hayalidir Hürriyet. Osman’dan daha güçlü, hürriyetten daha mukaddes bir şey yoktur oğlum. Git!” demişti.

“Tek oğlumu nasıl savaşa gönderirsin? Fıtratı çok farklı. Korkaktır senin oğlun. Çocuğunun ölmesini mi istiyorsun? Çinliler peşini bırakmazlar oğlumun! Gelinim yapayalnız kalacak. Baksana, hamile haliyle kıvranıyor. Osman dayısı ise farklı, herşeyi gören bir insandır. Gerekirse bir hayvan için bile savaşacak fıtratı var onun.” diyerek hayatında nadiren konuşan annesi içini dökmüştü.

“Sus!!!” diye babası susturmuştu.

İşte o andan sonra dağları dolaşarak kayaların üzerinde yürümüştü. Düşmana karşı nice mücadele meydanlarında bulunmuştu.

“İt oğlu itlere bak ya! Eskiden asker ata binemezmiş. Bir askere bir atlı Kazak’ı verirlermiş. İki kişi ata binermiş. Asker tüfek tutar, Kazak arkadan askeri tutarmış. Tabii ki et yiyen Kazak’la denk olunur mu?” diye konuşurdu genç Ömırbay. “At koştururken bağırıp çağırın! Düşmanın nefesi kesilsin!” derdi.

Sovyetle savaşan Osman Batır, eninde sonunda Çinlilerin eliyle kurban oldu. Osman şehit düşünce Çinliler lidersiz kalan Kazak askerlerini Kulja ilçesindeki hapse attılar. Eskiden fareye dönüp bakmayan askerler, açlıktan fareyi bile bulamaz oldular. İşte Ömırbay, Tamuğun ateşinden zar zor kurtulabildi.

Yıllar geçti. Ömırbay’ın ikinci oğlu dünyaya gelmişti…

Herkes kendi gölgesinden korkarak baskılara alışmaya başladığı sırada, Sovyet Birliği yumuşamış, Çin-Sovyet sınırı açılmıştı. “Vatanlarını özleyenler için geri dönüş!” haberi ulaşmıştı. Millet paniklemişti. Herşey belirsizdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Müjde, sınır bir sene boyunca kapanmayacakmış… Hayır, bir ay açık kalacakmış… Sovyet askerleri kadın ile erkeği ayrı kabul edeceklermiş…. Çin’in bitine kadar herşeyi sayarız demişler….”

Ömırbay, eşi Asemay ile iki oğlunu Altay’da oturan kayınvalidelerin evine gönderdi. Kayınvalideler de sınırı geçeceklermiş. Kızla damadı bekliyorlarmış. Ömırbay ise Boztepe’nin eteğinde kalan annesi ile babasının mezarını ziyaret ederek sınıra gelecekti. Kayınvalidesi ile eşi Asemay sınıra gelene kadar büyük oğlu bir gün öncesinden sırayı bekleyecekti.

Sovyet Birliği’nin hangi şehrinde veya ilçesinde yerleşeceklerini sınırda haber vereceklermiş. Eğer akrabalar listeye dahil olmazsa, gözyaşına bakmadan herkesi her tarafa tespih taneleri gibi dağatacaklarmış. En çok da bu haber yürekleri hoplatıyordu.

Ömırbay sınıra vardığında sınır kapısı kapanmış, kendisi kalabalığı yararak son anda geçmiş, ailesi öte yanda kalmıştı.

***

Ömırbay düşüncelerinde boğuluyordu. Kalktı, sigara yaktı. Yatakta uzanan sarışın eşi kıpırdamadan uyuyordu. İçini yakan acı dumanı nefes vererek çıkarttı. Küllüğe el uzattığı anda Çin’den gelen küçük teybi fark etti. Yine uzandı. Yorganına büründü. Biraz sonra teybin düğmelerine elini uzatıp basınca o eski yıllara karışan Asemay’ın sesini duydu. Gelin olarak evine gelen Asemay’ın sesi ne güzeldi!

Perde arkasından utana utana çıkar, esmer yüzüne yakışan o güzel saçlarını eliyle tarar, anne ve babasına çay ikram ederdi. Gülümsediği zaman iki şirin gamzesi belirirdi. İşte o güzeller güzeli Asemay’ın sesi eskisi gibi değildi.

“Önünüzde eğilerek selam verdim! Bu, Allah’ın emriyle nikâhladığınız Asemay,” diye konuştuğunda Ömırbay titremeye başladı. Havasızdı. Yüreği ağzına geldi. Kaseti döndüren teyp yine çalışıyordu. “Bizi unutmadınız değil mi? Hiç olmazsa, sözümü duyasınız diye mektup yazdım. Ne yapalım, kader işte. Bizler Altay’dan yetişene kadar sınır kapısını açılmayacak şekilde kapatmışlar. Siz ise kalabalıkla birlikte geçmişsiniz. Hissetmiştim aslında, sınıra yaklaşana kadar rahat değildim zaten…”

Kendisini o an kaybetmişti. Gözünde o eski acı hatıralar canlandı. Sınır kapısının önünde yaşananlar gözünün önünden geçiyordu…

***

Dün kalabalıkla geçti dedikleri kayınvalidesi ile eşini ve iki evladını bulamadığı için takati bittiği anda:

“Ömırbay hayatta ise hemen gelsin,” demiş Çin sınırındaki asker komutanı.

Acı haberi duyan herkes üzülmüştü.

“Böyle olacağını biliyordum zaten.”

“Ne diyorsun sen? Belki ailesini bulmuştur.”

“Asemay ile iki evladına bakarak kapıyı açmazlar.”

“Sus! Osman Batır’la birlikte hükümete baş kaldıran adamı Sovyet Birliği’ne sokmayız, demişler.”

“Aldatıp bir şekilde Kulja’nın hapsine sokalım, demişler.”

“Sen ne diyorsun, elini ayağını bağlayın, dilini koparın, demişler.”

“Reddet kardeşim! Çocuk belindedir, eşin yolundadır.”

“Vatanımıza geldik” dediğimizde, yolumuzu hep sarhoş adamlar kesti. Nereye geldik?” diye kadın erkek herkes konuştu.

Bunlar olurken Ömırbay’ı Rus askeri götürmüştü…

***

Asemay’ın teypteki konuşması devam ediyordu.

“Gecikmeden Sovyet’teki bir güzelle evlenmişsiniz diye duyduk. Yakıştıysa problem yok. Fakir eşiniz ise hep eski hatıralarla yaşayıp ihtiyarladı. Sabaha doğru rüya gördüm. Saçlarım beyazlaşmış meğerse. Yanınıza eşinizi alarak bizlerden uzaklaştınız. Sonra dans ediyordunuz. Dansı bilirsiniz… Karajorğa! Sonra uyandım… Yahu şu ahmak kafaya bak, birini anlatırken öbürünü unutmuşum. Size kürk gönderdim. Sağlığınıza dikkat ediniz, Bey’im…”

Yüreğine hançer gibi saplanan o güzeller güzelinin sözünü kesmek istediyse de teybin düğmesine basamadı.

Meğer Asemay’ın haberi varmış. Evet, Ömırbay sınırı geçtikten sonra bir kızı olan dul bir kadına evlendi. Dul olan Bazargül’ün evi barkı vardı da ondan. Kendisinden 13 yaş küçüktü. Çocuk doğuramadı. Bazargül köydeki mağazada çalışıyordu. Kendisi ise postadaydı.

“İçimdeki ızdırap bitmiş değil, Bey’im. ‘N’olur kapıyı açınız! Kocama bırakın beni!’ diye yalvardım. Nikah ahdimizi içtik ama kâğıtla ne işimiz var? Sınırdaki asker, ‹Tamam, kağıdınız yoksa, en azından eşiniz gelsin, bu benim eşimdir.’ desin. O zaman açarız.’ demişti…”

Titrek elleriye yine sigara yaktı. Ağzından çıkan duman, adeta bir serap gibi belirdi…

***

Evet, bir Rus askeri götürmüştü Ömırbay’ı. Konuşmaları çok kısa geçti. Fakat Rus yalnız değildi. Bir Çinli askerle birlikteydi.

“Eşiniz olduğu doğru mudur?” dedi Çinli asker.

“Hayır, ne eşi? Osman Batır’ı görmedim bile.” demişti Ömırbay.

“Pekala, evlatlarınız var mı?”

“Kimseyi tanımıyorum. Hükümete karşı baş kaldırmadım.” dedi.

“Yalnız mısınız?”

“Evet.”

***

“Bey’im…” diye devam etti Asemay. ‘Evet, arkada Asemay ve iki oğlum kaldı.’ deseydiniz bizleri de sınırdan geçireceklerdi. Sizi sorgularken bizler yan tarafta duyuyorduk konuşmalarınızı. Bizi bırakmanız, bizleri feda etmeniz… Nasıl olur? Hani yüreğiniz yumuşaktı ya…”

Ömırbay hıçkırıklara boğuldu. Yorganı örttü. Sıcak gözyaşları yüzünü adeta yakıyordu. Teypteki ses durmadan yüreğinden vuruyordu. Asemay ete kemiğe bürünmüştü. Yorganını açmak istemedi. Utanıyordu. Asemay ağlamaya başlayınca nefes alamadı. Esmer yüzlü Asemay’dan çekiniyordu. Sesi o eski günlere karışan ney sesi gibi duyuldu. Ağlamaları ne kadar tatlıydı…

“Ne ise, sonra bizleri sınıra yakın olan köye götürdüler. Kış mevsiminde hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?

Bu ülke köyümüzdür bizim, At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!

Gözümüze nur gibi ilişir, Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!

A-h-a-uu! A-h-a-uu!

Uçurdum kaz civcivini…

Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!”

Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:

“Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”

Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”

Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı.

BEYAZ KELEBEKLER

 
N’olur karıncaya dokunmayın,
Onun aradığı tek şey, hayattır.
 
Firdevsi

Yine beyaz kelebeklerin peşinde koşarak yorgun düştü, susamış haliyle uyandı.

* * *

Dümdüz caddenin sağ tarafında, birbirine çarparak yürüyen kalabalığın içinde düşe kalka yürüdü. Çarşının yolunu tuttu. Her gün aynı yol. Susuzluktu onu rahatsız eden…

Yürüyüşe alışan millet onun yavaş yavaş ilerleyişine önem vermiyor gibiydi. Sabahleyin sökülen şafak aydınlığa dönüşünce, güneş alnını ısıtırcasına ışık saçıyordu. Beyaz baret şapkasıyla alnını kapatarak yukarıya doğru baktı. Henüz tüyünü dökmemiş olan yetim deve gibi darmadağınık yapayalnız gezinen bulutlar vardı gökyüzünde. Ağustosun çiyiyle gagasını çalkalayan serçe kuşu da kalabalığa alışmış; zıplıyor, uçuyor, yerinde duramıyordu. Onun da pazardan nasibi olmalı. Birdenbire, “Devran geçti o devran!” diye yükselerek çıkan sese doğru döndü. Yerinde duran kimse yoktu. Ayakları şişen yaşlı nine yanından geçiyordu. Elinden tutarak hızına yetişemeyen genç kızına tavsiyede bulunuyor, birşeyler anlatıyordu sanki.

“Ben de öyleydim.” dedi nine.

Kızcağız şaşkın bakışlarıyla, uzun yolun karşı tarafını izliyordu. Kısa gömleğiyle eteğinin arasından tek göz gibi dikilen göbek çukuru, yürüyenlerin gözlerine batıyordu.

“Sen de benim gibi olursun…”

Nine ile kızcağız kaybolduktan sonra ayıldı. Düşüncenin derinliğinde dolaşan, endişeleri içine sindiremeyen, sonsuzluğun dipsiz karanlığına sürüklenen tek o değildi. Herkes…

Eskiden Devran, büyük şehrin kocaman çarşısında pantolon satardı. Zayıf kadıncağızın zor sığabileceği küçük bir yere sahipti.

Pantolonların her çeşit renginden asarak, “Ağabey, sana tam oldu… Ne güzel yakıştı… Amcacığım tam sana göre dikilmiş.” diye malını satmaya çalışırken kendisi de şaşardı.

Alıcıları da her yaştandı. Yerinde duramayan genci, toprakta sürünen ihtiyarı, uzun boylusu, topalı, bodur boylusu, herkes vardı… Paranın yüzüne bakmayan cömerti de, paranın mührünü yalayan cimrisi de eksik olmazdı.

“Hey gidi dünya!” dersin. Her ne ise, bu kıvırcık saçlı, zayıf sarı yüzlü delikanlının kazancı aylık ev kirasına, iaşesine, hatta Jarbay köyünde yalnız yaşayan annesine de yeter ve artardı. Kocasının yaptırdığı evini terk etmek istemeyen annesini ayda bir ziyaret eder, ihtiyaçlarını gidererek sevindirirdi. Ziyaretin sonunda dönmek zorunda kaldığında, “Yavrum!” diye karayoluna kadar uğurlayan annesi, etekleriyle gözyaşını silerek huzur dolu hislerle kalırdı. O ise şehre girer girmez çok yoğun, hatta rahatsız verici hayat tarzına alışarak geçirirdi günlerini… Ruhunu satacak kadar düşmezdi bu bataklığa… Onun bir Alima’sı vardı. Hani pazarın girişinde su satan, iki kaşının ortasında beni olan kız vardı ya… İşte o! Pantolonları satar satmaz, su içmek için yanına gelirdi.

“Kerbala çölünden mi geldiniz?” dedi bir gün gülemseyerek.

“Hayır, engin tuzlu topraklardan geldim.”

Cevaba güldü. Öylesine bir gülücük değildi. Sanki çini kırılarak havaya buharlaşmıştı. İşte o andan itibaren o, suyu değil, kırılan çininin sesini duymak için arardı. Yine o ses, havada kaybolan ses. Ağabey ile yengenin destekleriyle yaşayan yetim kızmış. Yüzünde bebekliğin, korkudan sığınmak isteyen bakışlarında ümidin izleri vardı. Heveslenerek içtiği hüzünlü gülüşünü bu ümide bağlamıştı…

“Sonbahara doğru düğün yaparız…” diye anlaşmışlardı.

“Jarbay’da yalnız oturan anneyi de evimize alırız…” demişlerdi. Fakat…

“Eski mezarlığı yerle bir ederek şu Nikah Salonunu yapmışlar. Sonumuz hayırlı olsun!” diyen tanıdık sese doğru dönüp baktı. Ayağı şişen o nineymiş. Biraz rahatlamış gibi.

“Bugün nikah kesenler o kadaaar çok ki.”

Göbeği açık kız “O kadar” kelimesini sakız gibi çiğneyerek çekti.

“Hayvanlar beslendiler. Sebze meyve pişti. Milletin şehveti uyanmaz da, kimin uyanır?”

Nineyi takip eden kızın duyguları coştu.

“Günümüzün gençleri kararsızdırlar. Gece verdikleri sözden sabah hemen dönerler… Şu pazar da nerede kaldı, ne kadar uzak!”

Dükkânları takip ederek kimseye yol vermemesi de nedir!

…Fakat!

Günlük pantolon ticareti kızıştığı anda, “Çarşı sahibi seni çağırıyor. Hemen yanına git!” diye haber almıştı. Şaşkın şaşkın baktı. Yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü çarşı sahibiyle bazen karşılaşırdı. Sahip olduğu zenginliğiyle ilgili pazardaki kadınlar konuşa konuşa bitiremediler.

“Yahu ceketini günde iki kere değiştirirmiş.”

“Ceket te nedir kardeşim, haftada bir yeni arabaya biner.”

“Karısına Paris’te vila almış. Karısı ise, her kokuyu beğenmez, ‘Coco Chanel’ banyosu yaparmış.”

“Bir tek kızı var. ‘Jeep’ arabasından hiç ama hiç inmezmiş.”

“Deme ya… Arabadan inmez de kendisine koca arar belki de. Sen de deli karısın, o sen yada ben değil ki?”

“Saçmalama! Zenci bir erkek bulsun, bir kabile reisinin karısı olsun, sonra yurdundan kovulsun da bakalım. Çivi çakılmış gibi oturur mu?” diye arı yuvası gibi zıvır zıvır konuşmalar bitmezdi. Hatta tartışmaya girer, bazen kavga ederlerdi.

Bir eli yağda, diğer eli balda olan çarşı sahibi neden bununla görüşmek istemiştir ki? Yoksa çarşıda çalışmak isteyenlerin sayısı çoktur. “Küçücük yerimden olmasam keşke” diye korkmuştu. Annesi de her gittiğinde, “Yavrum, zirvelere çıkarım diye düşünme!” diye ikna ederdi. Pantolon satan oğlu sanki çarşının en şerefli yerini elde etmiş gibi konuşurdu. Titrek hareketiyle büyük odanın içine girdiğinde yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü beyefendi yerinden gülümseyerek kalktı.

“Gel kardeşim, buyrun! Sen benim kardeşimsin, sana göz diktim.”

Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Çarşı sahibi kurt gibiydi, başından ayaklarına kadar süzdü.

“Selamünaleyküm!” dedi yeniden ne konuştuğunu bilmeden.

“Aleykümselam. Otur kardeş. Sakin ol. Pantolonu ne yapacaksın? Boş ver! Bugünden itibaren danışmanım ol. Kızımla birlikte… Hem çok paran olur.”

“Satamadığım malım var…”

Çarşı sahibi kahkahaya bastı:

“Kardeşim, güzel kardeşim, kimse pantalonsuz kalmaz, korkma. Başkasına veririz.”

Devran bu görüşmeden sonra zor ayıldı…

Yürürken adeta düşüyor ve kalkıyordu. Çarşıya doğru yürüyordu. Her gün bu yönde hareket ederdi. Fakat zayıf düşüren susuzluktu… Sokaktaki insanların boş konuşmalarını dinliyerek geçiyordu. Harfleri yutarcasına konuşan bir dede, uzun boylu oğluna kızıyordu.

“Geçen sene büyüttüğüm öküzü satıp seni okumaya verdim. Öğretmenlerin şikâyet ediyorlar, ‘Senin oğlun bir harf bile öğrenemedi’ diye. Bak şu işe… Oğlum Yargıtay olacak diye annen gece gündüz çalışıyor. Bizler eskiden kitapları ezberlerdik. Sılkıbay denen adımı kirlettin, köpek oğlu köpek!”

“Baba n’olur, yeter artık!” der oğlu…

Çarşı sahibinin iki danışmanından biri, satış yapan kadınların çarşı sahibinden sonra çarşıyı sahiplenecek dedikleri Sırğalı idi. Elma yüzlü, erkek tenli, çok hareketli kadındı. Gözlerinin rengi babasının koyu renginden değil, gök rengindendi. Yüz yüze karşılaşırsan eğer, gövdesinden yüzün görünmez olur.

O gün Alima, “Başkanım bizim suyumuzdan tatarsa, ne güzel olurdu,” diye gülümsemişti.

“Senin su kaynağına bayılırım ben,” demişti Devran büyük bardağı çevirerek. “Güneş her tarafı yakıyor. Sahi, yarın tiyatroya gidelim, olur mu? Güzel bir oyun varmış diye duydum.”

Sesini yükseltmeden konuştu: “Gidelim. Mercedes’ine beni bindirecen mi?”

“Tabi canım.”

O anda kırılan cam sesi onu korkuttu. Meğer bardak yere düşmüş.

Yoldan geçerken çarşı sahibinin odasına girdi. Çarşı sahibi ses çıkartmadı. Aşağıya doğru bakıyordu. Yanında duran erkek tenli kadının yüz rengi değişti.

“Sen!” dedi öfkelenerek. “Ne yapıyorsun orada! Koskoca adam değil misin?! Babamdan sonra bu işe sahip olan sen değil misin?! Çarşının girişinde bir de su içersin ha! Bundan sonra sana kim saygı duyar?”

Devran sessiz kaldı.

“Yoksa buzdolabın mı doldu?”

“Tamam, kes!” diye velveleye getiren kızının konuşmasını kesti babası. “Yeter artık! Devran, kardeşim, iyi geçinmek iyidir. Fakat bu millet senin iyiliğini anlamaz. Azıcık bağladın mı sonra vazgeçmek kolay olmaz. Hiçbir şey önemli değil. Sırğalı’nın düşündüğü tek şey, senin onurundur. Gençlerin dilekleri bir olur derler. Birbirinize destek vermelisiniz. Ben sizinle gurur duymam gerekir. Anladın mı oğlum?”

“Af buyrun efendim… Aklımı kaybettim!”

“Sen ne diyorsun?”

“Sırğalı, yeter artık! Öyleyse, Devran, benim şöyle bir planım var. Bizler çarşı açtık diye hep kendi kazanımızı kaynatmayalım. Komşu eyaletlerde, mesela Almatı’da yada Astana’da yeni alış veriş merkezleri var. Onları nasıl çalıştırdıklarını öğrenmek lazım. Sonra bir proje halinde bunu işleyelim. Şu çarşı satışı bugün vardır, yarın olacağından kim emin olabilir? Milletimize temiz hizmet vermeliyiz. Bu bizim görevimiz. Bu işi Sırğalı ile birlikte yaparsınız diye ümit ederim.”

“Tamam, abi.” Sesi kısık çıktı.

“Ne güzel işte! Hadi bakalım, bugün uçuş varsa, hemen yetişin.”

“Ne zamana kadar?” Kızı yumuşadı. “Babacığım, aciliyetimiz yok!”

“Bir ay… iki ay… üç ay… Siz bilirsiniz!”

Yine düşe kaka yürüyordu. Çarşıya doğru. Her gün olduğu gibi. Susuzluktu güçsüz bırakan…

Harfleri yutarcasına konuşan dede, yüzünde sivilceler çoğalan oğlunu haşlıyordu:

“Senin yaşındayken attan inmezdim. Okumayı beceremezsen, evlen demiştim. Komşu Kudaybergen’in kızını alalım demiştim. Şişmandır dedin… Ne olacak sanki? Sen geleceğini düşünseydin, it oğlu it!”

“Baba, konuşmuştuk ya. Keselim artık…”

“Allah belanı vermesin! Ne güzel kızdı o…”

Birkaç şehirde bulunarak aynı yatağı paylaştılar. Daha ilk teklifinde, “Ne oluyor?” diye tanıdık sesi duymuştu Devran. “Bu zenginlik tavandan düşmemiştir herhalde. Benim sayemde rahatsın Devran. Ben sana vuruldum. Ne oluyor yine?”

“Tamam işte…” dedi. “Ben de…” Pek isteksizce konuştu.

“Tamam ise, su satan sıpayı unut! Döner dönmez o kadını kov!”

“Daha neler?”

“Ne dedin sen!”

“Tamamdır!” dedim.

Ondan sonra… Üzerine bindirmeyen yılkıyı öğretiyor gibi miydi sahiden?.. Yoksa demir ustanın dükkânında külleri mi üflüyordu?.. Çarşı değil de cennet bahçesinde mi geziniyordu yoksa? İçini sarhoş olan bir his sarmıştı ki, Jarbay›dan gelen bu oğlana hiç mi hiç imkân vermemişti. Pembe günler bitmişti. Hislere kapıldığı o anlar biter bitmez, Alima’nın yanına geldi. Sıradakiler azalınca Alima gözlerini kaldırdı.

“Yaşıyor muydun?” Gülümseyerek konuştu. Bu sefer bardak kırılmadı. Sanki göze ilişmeyen bir hüzün duygusuyla sarıp sarmalamıştı etrafını. İki kaşın ortasındaki ben, eskisinden daha güzelleşmiş gibiydi ki, yüzünde karıncanın izleri gibi bencikler çoğalmıştı.

“Jarbay’dan annem geldi. Seni arıyor. El ayak hiçbir işe yaramıyor diyor. ‘Bu zamanlarda müdür olan adam hiç yerinde durur mu?’ diye endişe ediyordu.”

“Evet…”

“Ne zaman evimize getireceğiz?” dedi. “Tiyatroya da gitmedik, Devran. Güzel oyunlar da bitmiş.”

Zarzor yürüyordu. Çarşıya doğru. Hergün aynı şeyler. Susuzluktu takatini kesen… Bu sefer başkasıyla karşılaştı.

“Allah belanı versin!” der bir nine, ihtiyar adama öfkelenerek. “Şehirden eş arıyorsun demek. Seni tutan kim var!”

“Bırak palavrayı! Gücüm yerinde. Kımız içer, atı bile koştururum. Hadi adresini ver!”

“Sen ne diyorsun! Çocuklardan utanmaz mısın?”

Okumayı beceremeyen sivilcili delikanlı ile göbeğini açık tutan kız, dondurma yiyerek gülüyorlardı…

“O gün evleniriz” diyerek Nikah Sarayından Sırğalı’yla beraber çıkmıştı.

“Bir ay çabuk geçti, düğün de bitti, yurtdışına mı çıksak,” diye Sırğalı konuştu.

“Nereye, yoksa Afrika’ya mı?” Tövbe! Dalga mı geçiyordu kadıncağızla belli değildi.

Karısı, batan güneşin ateş rengine çalınmış gibi öfkesini gizleyemedi:

“Hayır, Jarbay’a gideriz. Hem uzak değilmiş.”

İkisi de eksik gediği konuşarak gülmeye başladılar.

Öğleden sonar, şeytanın işine karışır gibi acele ediyordu. İşine geldiği anda, “Alima’yı ambulans götürdü!” haberini duydu.

“Su içerek bayıldı!”

“Su değil, zehir içti!”

“İçirdiler, evet içirdiler!”

“İçinde yedi aylık bebeği varmış!” diyerek çarşıdaki kadınlar daha da çok abartarak dünyayı velveleye getirdiler. Koştu. Hastanenin kapısının önünde Sırğalı’yla karşılaştı. Bu da nereden çıktı?

“Senin ne işin var?” dedi Sırğalı dikilerek. Yüz rengi değişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Sana ne?”

“Ne diyorsun sen?”

Ameliyat masasına doğru acele etti. İhtiyar doktor şaşkın şaşkın baktı. Hemşireler azrail meleğini görmüş gibi bağırmaya başladılar:

“Durun! Nereye!”

“Sabırlı ol!”

“Bizler ne yapılması gerekiyorsa yaptık.”

Yüzü beyaz kumaşla kapanan mevta, yerinden beyaz bir nur olarak yükseldi. Bildiğiniz Alima idi bu. Su içindeki peri gibi uçuyordu sanki ve Devran’ın yanına yetişti. Hüzünlüydü doğrusu. Biraz suçlar gibi durakladı, sonra buharlaşarak yukarıya doğru yükseldi. Yanında ise bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek uçuyordu… beraber uçtular…

Uzun yol katetti. Yine çarşıya Doğru yürüyordu. Her gün böyle. Susuzluktu takatini kesen…

Bu sefer kimse yolunu kesmiyordu. Kalabalık dağılmış gibiydi. Topal nine de, oğluna kızan dede de yoktu. Fakat sivilcili delikanlı gövdesi açık olan kızı belinden tutarak yürüyordu.

“Seni şimdi yerim!” der.

Baş belası delikanlıya bir bak, kızı sadece kucaklamıyordu, belinden okşuyordu.

“Doyabilecen mi?” der kız.

“Doymazsam yine yerim!”

Öküze yazık oldu. Okutacağım diye öküzü satmıştı. Delikanlının okumayla işi yoktu. Böylece babasını yarım yolda bıraktı…

Evlenen Devran ile Sırğalı’nın arasına yerleşmişti o beyaz nur. Bu sefer hüzünlü değildi. Kimseyi suçlamıyordu. Aksine bir ümit hissi yeni maceralarıyla korkutuyordu.

“Hayır, ne olur!” der gibi dudaklarını ısırarak kafasını sallıyordu. “Hayır!”

Bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek, gayb aleminden inen ak nur ile Devran’ın arasında devamlı uçuşuyordu. Gözleri bulandı. Beyaz kelebekler çoğaldı. Ezgi ise aynı ritmiyle çalıyordu. Sanatçı Bekbolat “Milletim benim” türküsünü söylüyordu.

Bayılarak yere yıkıldı!

O andan sonra rüyasındaki beyaz kelebekler bunu hep kovalar oldular. Dudakları kurudu, uyanıverdi.

“Nikâh kesilmeden dünyaya gelen bebek, her iki âlemde de babasını aramaktadır.” demez mi birisi çarşı girişinde. Dolgun bir sesti. Etrafına baktı. Çuval taşıyan işçilerin sesi değildi. Onlar yanından geçerken fark etmiyorlardı bile. Meğer bu annesinin sesiymiş. Çocukluğunda duyduğu şey yeniden dirilmişti.

Alima’nın daha önce satış yaptığı yere gelerek dilenciler gibi oturdu.

“Su istiyorum! Su verin lütfen! Su! Su!”

Her gün zikir gibi dilinde dolandırdığı bu kelimeyi bugün de tekrar etti. Kimden sorduğunu bilmiyordu. Kimden dileniyordu, o da belli değildi. Kimseden cevap beklemiyordu. Böylece, akşama kadar söylenir dururdu. Artık yaptığı iş buydu.

Beyaz kelebekler… Kanatlarını çırpan beyaz kelebekler…


Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺24,67

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
14 s. 24 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6494-52-7
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre