Kitabı oku: «Bu Toprağın İnsanları», sayfa 3
(Papagos bu iç savaşı bitirmeğe niyetli… Bak, uçaklar “Alantepe’ye bomba yağdırıyor…)
SEMERCİ RECEP
Zaman, doğa olaylarının, çeşitli eylemlerin, olur olmaz düşüncelerin tarafsız tanıklığını sürdürüyordu. Dağlar, ovalar, hep böyle yeşil değildi, hep böyle güzel kekik de kokmuyordu. Siz mi dikkat etmiyordunuz yoksa zaman mı öyle su gibi akıp gidiyordu; hiç anlamıyordunuz, birden ağaçlar yapraklarını döküyordu. Sadece, çam ağaçları, bazı kuytulara gizlenmiş yaşlı zeytinler o soğuk, karlı, rüzgârlı kış günlerine çalım satarcasına öyle yemyeşil yapraklarıyla ayakta duruyorlardı. Lodos, günlerce yoğun bulutlar taşıyordu gökyüzünde; bulutlar sanki ağaçlara sürtünerek gidiyordu dağların tepelerine, evler, duvarlar, pencere camları nem içinde kalıyordu… Sonra, aralıksız yağan o yağmurlar… Kiremitleri yıllarca aktarılmamış bazı evlerin çatılarından odaların içine sular damlıyor, su damlayan yerlere evdeki boş kap kacaklar yerleştiriliyor, anne ve babaların isyan eden öfkeli seslerine karşın, çocukların yağmur damlalarının temposuna ayak uydurarak, oynadıkları ve neşelendikleri görülüyordu. Dağlar yitip gidiyordu sis ve kara bulutlar içinde, köyün dar ve kumlu sokaklarında bulanık sular dağlardan, tepelerden kumları sürüklüyor, yağmur dinince çocuklar yerlerdeki paslı çivi ve tel parçalarını topluyorlardı. Bazen gökyüzü kül rengine dönüşüyor, kuşlar çok yükseklerden uçarak katar katar uzak yerlere göç ediyorlardı… Keten bir çuvaldan yaptığı kukuletayı başına koyarak kapının önüne çıkan yaşlı bir adam kucağındaki çocuğa gökyüzündeki kuşları göstermeye çalışıyordu…
Böyle günlerin ardından birden, güneşli, güzel bir hava, ortalığı, evleri, sokakları, saçak önlerini, harem duvarlarının güneye bakan yerlerini ısıtmaya başlıyordu. Bu “güzel” havalara aldanan bazı sinek ve bal arıları, şaşkın, uyuşuk bir şekilde uçuşuyorlardı. Havayı güzel gören bazı yaşlılar torunlarını ellerinden tutarak ya da çok küçükseler omuzlarına alarak “Çaybaşı”na götürürler, orada büyük bir gürültüyle akan çayın sularına bakarlar, bazen de çok uzaklarda bir ayna gibi parlayan Boru Gölü’nü hayranlıkla izlerlerdi…
Semerci Recep de böyle havaları kaçırmaz, değerlendirir, saçağın güneş gören bir köşesine koyduğu alçak hasır sandalyesine oturur, kendisine getirilen eski bir semeri onarmaya başlardı. Oyun oynamaktan yorulan çocuklar soluklanmak için onun yanına gider, yaptığı işi merakla izler, onlara bazen kısa masallar anlatır, bazen takılır, kendilerini eğlendirir, güldürürdü…
Yamaç başı, sabahın erken saatlerinde, dağın uzak tepe ve vadilerinde odun kesmeye gidecek olan oduncularla dolardı… Gençler hatta kimi yaşlı erkekler ellerinde baltalar, önlerinde semerli eşekleriyle, dolambaçlı patikalarda ilerleyerek gözden kaybolurlardı… Kadınlar, ellerindeki hayıt süpürgeleriyle yıkık dökük kapılarının önlerini süpürürler, işleri bitince elleri bellerinde-ayaküstü- muhabbete dalarlardı.
Semerci Recep daha akşamdan gökyüzüne bakmış, “çocuklar, yarın hava güzel olacak, biraz erken kalkıp bazı şeyler yapmanın zamanıdır” dedi… Haşlama ekimi yaklaşıyor… Haşlama yeri hazırlansın, gübre aktarılsın, haşlama yerine suyun gelip gelmediği kontrol edilsin; tamam mı? Büyük oğlu, tamam, baba, dedi… Akşam, kardeşimle biz de öyle kararlaştırmıştık…
Sabah en erken kalkan Semerci Recep oldu… Karısına: Git, oda kapılarının önünde birer defa öksür, dedi… Duymazlarsa gider, kaldırırsın… Tamam, dedi kadın, birazdan tarhanayı hazırladı, Semerci Recep giyinip kuşandıktan sonra saçağa gitti. Kediler mart ayının gelmesiyle birlikte duvarların üstünde, ev ve damların çatılarında boğuşmaya başlamışlardı… Her evin bahçesinden gümbür gümbür yayık sesleri geliyor, etraf ayran ve taze tereyağı kokuyordu. Hayvanları sığırtmaca götürüp sığıra katan kadınlar ellerinde değneklerle evlerine dönüyor, çocuklar sırtlarında bezden yapılma “cüz çantalarıyla” okula gidiyorlardı. Geç kalan birkaç oduncu da yamaç başındaki patikalara yukarı tırmanmaya başlamışlardı. Harem kapılarından çıkan bazı erkek ve kadınlar omuzlarında dirgen ve küreklerle haşlama gübresi hazırlamaya gidiyorlardı… Tavuklar biraz ileride eşeleniyor, ibiği kıpkırmızı, bacakları poturlu iri bir horoz yüksekçe bir kayanın üstüne çıkmış ötüyordu. Tam bu sırada çocukları bir at arabasıyla karşı kapıdan çıktılar, kamçının şaklamasıyla birlikte at hızlandı, arabanın takırtısından çınarda tüneyen iki kumru ürkerek uçtular, başka bir ağacın dalına kondular.
Semerci Recep şimdi içi rahatlamış bir halde kütüğün üstündeki eski semeri alıp hasır sandalyenin yanına koydu… Elinde çuvaldız, yağlı kınnapla semerin yırtık yerlerini onarmaya başladı… Biraz çalıştıktan sonra bir sigara sardı, yaktı, bir nefes çekti, saçağın içine nefis bir tütün kokusu yayıldı…
Köyün eski, varlıklı ailelerindendi. Yetmiş yaşlarında, güçlü kuvvetli, iri yarı bir adamdı… Köyde, Çerkez kalpağı kullanan tek kişi olmasından dolayı, kendisini civar köylerden tanıyanlar da çoktu. Ta gençlik yıllarından beri külot pantolon, körüklü çizmeler giyer, atla gezip tozmayı sever, şehre sık sık giderdi. Şimdi de başında Çerkez kalpağı vardı. Kır burma bıyıkları kendisini oldukça heybetli gösteriyordu, yıpranmamış bir asker yağmurluğunu omuzlarına atmıştı. Bir ara daldı, eski yıllar, günler içinde buldu kendini, “ah o çocukluk ve gençlik yılları” diye geçirdi içinden: Yedi-sekiz yaşlarında olmalıydı… Köyde mektep yerine cami odasında yaşlı bir hoca ders verirdi. Rahmetli babası ona, yakın akrabaların yanında bir oda tutmuş, Gümülcine’de İptidai Mektebine göndermişti… O lacivert takım elbisesini, biraz da gururla giydiği kalıplı güvez fesini hiç unutmuyordu. Orada neler kalmıştı aklında, güzel sesli bir hoca kendilerine mevlit okutuyordu, bir hesap dersleri muallimleri vardı, arada Fransızca bir şeyler konuşuyordu, kaldığı eve yakın yaşlı komşu kadınlardan biri bazı kadın ve çocukların sırtlarına “çırrak” diye bir şeyler vuruyor, sonra bir boynuzla kan alıyordu… Bunlar… Bu Çerkez kıyafeti ve at merakı da nereden gelmişti? Bunu hatırlayınca gülümsedi kendi kendine, gençlik işte, dedi… Ama öyleydi de. Yirmi Üçten sonra Türkiye’den kaçıp buraya gelen Çerkezler, şehir ve köylerdeki en güzel kız ve dul kadınları kandırıp kendileriyle evlenmeyi başarmışlardı. Bir gün daracık bir meyhanede arkadaşıyla rakı içerlerken aralarında bu konuyu konuşuyorlardı… Karşı masada oturan yaşlı bir adam kendilerine bakıp gülümsemiş, delikanlılar, muhabbetinize katılabilir miyim, diye sormuştu… Adam filozof gibiydi. Muhabbetinizi duydum, dedi. “Kadın kısmı, temiz, bakımlı ve hovarda erkeklere bayılır; bu kadar”… Nasıl gülmüşlerdi. Zaman nasıl geçiyordu. O günden sonra köyün en şık giyinen delikanlısı, adamı olmuştu.
Aziz’le beraber nasıl oynarlardı düğünlerde. İkisinde de kostümler, burma bıyıklar, feraceli- soğuk kış günlerinde- başları bürgülü, süslü kadınlar… Çift davul, çift zurna; o ne oyun havaları; bütün gözler kendilerinde, soluğu kesilen zurnacının iki de bir kendilerine “yeter artık, biraz dinlenelim; biz de insanız” dercesine bakmaları… Deli Yusuf’un karısı Makbule’nin o baygın bakışlarıyla kendini süzmesi, iki de bir yaşmağının bağının çözülmesi…
Makbule de nasıl bir kadındı ya… Ama kısmetsiz; git de böyle bir kadın Deli Yusuf gibi birine düş… Sarhoşun, berduşun biri; güzelim kadını mahvetti, bitirdi kahrından, gamından; şimdi bunlar hatırlanacak şeyler mi, bu “şeytanı” ne yaparsın… Bir gün Deli Yusuf’la o daracık meyhanede buluşmuşlar, gece geç vakitlere kadar içmişlerdi, ilk defa içiyordu kendisiyle, adam içki içmesini bilmiyor ki, sanki kel ahladı turşusu içiyor. Hiç anlamadım, birden masanın altına kaykıldı kaldı, köye zor götürdüm, her yer karanlık, yarı yolda bırakacak değilim ya, kucaklayarak zar zor harem kapısının önüne kadar götürdüm, kapıyı çaldım, karısı geldi, “Aaa” diye bağırdı şaşkınlıkla, sonra ağlamaya başladı, beraber eve taşıdık Yusuf’u, yerdeki bir döşeğin üzerine yatırdık… Ses seda yok, kadın bana baktı, korkarak, ölmesin sakın, dedi, yok, dedim… Birazdan ayılır, işte hep böyle bizim adam, dedi, biraz durdu, sana bir kahve yapayım, dedi, ateşi kurcaladı, cezveyi ocağa sürdü, fincanı uzatırken elime dokundu, tuttum ellerini, başını göğsüme koydu, çok kısmetsizim, dedi, yüzümü gerdanına gömdüm, ah, yapma, gören olur, diye inledi… Yani bazı akranları kendisini camiye giderken gördüklerinde “Ne o Semerci Recep, sıra, günahları ödemeye mi geldi” diye takılırlarken biraz haklıydılar ama o kadar da değil, görüldüğü gibi her şey bir rastlantıdan ibaretti…
Gözleri bir ara, kolçağın tam altında asılı duran gençlik yıllarının yoldaşı doru atının hala pırıl pırıl parlayan bakımlı eğerine takıldı, içi sızladı; ne günlerdi onlar… Evin işleri tıkırındaydı, tarlalarda verim, bağlarda bolluk-bereket, davarlar, beş- on baş sığır sürüsü; evde huzur, özellikle Salı günleri erken kalkar, hazırlanır, atını eğerler, Gümülcine yoluna düşerdi… Başında Çerkez kalpağı, ayağında külot pantolon, körüklü çizmeler, gümüş köstekli bir saat, sırtında yağmurluğu; yolda odun yüklü öküz arabaları, eşekler, yaya gidenler… Doğru Tabakhane’deki Nalbant Dimitri’nin Hanına gider, atını çullar, Bokluca Çay üstündeki tahta köprüden geçerek Sultan Tepe’ye yönelirdi… Çayın içinde, öküz arabaları, teneke barakalardan gelen kebap kokuları, feraceli kadınlar, potur-kuşaklı, fesli, bereli, külahlı adamlar, kostümlü efendiler, tombul, bakımlı Rum kadınları arasından ilerlerdi. Orada koca bir çınarın altında her zaman boyacılar vardı, boya sandıkları pırıl pırıl parlardı, karşıdaki kahvenin önünde güzel havalarda müşteriler oturup kahve içerlerdi… Yine o ses geldi kulağına, baktı o oldukça esmer, gür bıyıklı boyacı, bey aga gel boyaaayım; fırçayı da sandığa vuruyordu… Canına yandığımın Çingene’si, bu kalabalıkta nasıl gördün beni; ayağını sandığa uzatır, boyacı durmadan bir şeyler söylerdi, parayı verirken aga, derdi, bu çizmeler eskiyince sakın atma, bir de bu fakir giysin böyle çizme; bakar gülerdi boyacıya, oradan ayrılırken ne diyeceğini bilemezdi; yav, bu Çingene benimle dalga mı geçiyor yoksa…
Kalabalık, pamuk pazarı, tavuk pazarı, Açık Köprü, lokumlar, leblebiler, tat agacığım, bu tavuklar her gün yumurtlar beyim, bir tuhafiyecinin kapısı önünden geçerken başını döndüren gül kokusu, daha yolda kollarını sıvamaya başlayan cami müdavimleri, birazdan okunan öğle ezanı… Ne güzel bir ses, hoş geldin Recep Efendi, aaa, bu bizim Abacı Niko, ah vre Recep, ne dersin sen, bizim bir aba dokuma fabrikası vardı İzmir’de, şimdi de hazır alıp satıyoruz burada, derin bir ah çekerdi geçmişe özlem dolu… Oradan Kapalı Köprü’ye geçerdi… Karşılıklı, içleri pazen kokan küçük küçük dükkânlar, hanımlar buyurun bakalım, ne istediniz, esnafın bu sözlerine annelerinin feracelerinin ucundan çekeleyen küçük çocuklar şaşkınlıkla bakarlardı, anne hadi, canım sıkıldı, dur bekle biraz; baban daha odunları satmamıştır… Oradan çıkar, tam “kanara önünde” bulurdu kendini, karşıda o daracık meyhane, gider, bir ellilik içerdi dört köfteyle, köfteler acı olurdu hep, biraz piyaz, doru atını daha fazla bekletmek istemez, köye dönerdi…
O küçük zil uzun uzun çaldı, ardından bir düdük sesi; okuldan top gibi bir gürültü dağıldı ortalığa, kuşlar uçuştu, gübreliklerdeki tavuklar kaçıştı, beş on çocuk köprüden geçerek sokağa girdiler… Tam Semerci Recep’in yanından geçerlerken içlerinden biri çantasını yolun ortasına fırlattı, ikisi semerin başına gelip bir süre baktılar… “Hasan”… Ne oldu Recep Dayı, yine babama selam mı söyleyeceksin, evet, öyle de; söyle ona bir yolunu bulup seni okutsun, çocuk gülerek kaçtı yanından, uzaklaştıktan sonra, tamam, söylerim, dedi.
Az sonra, haremdeki fırından yanan pırnar çıtırtıları geldi, dumanlar havada döndü, dolaştı, ekmek kokusu, derken saçağın önünde birden Kalaycı İbram’ın eşek talikası durdu. İki kadın, üç çocuk indi talikadan, kalaysız tencere tava ve kazanlar indirildi, yarım saat içinde teşkilat kurulup içerdeki körük derin soluklar alıp vererek ateşi körükledi. Birazdan, kadınlardan genç olanı büyük bir bakırın içine kum dökerek, biraz da su, bir bez parçası, sonra yalınayak içine girip odanın alçak kolçağına iki eliyle tutundu, bir sağa bir sola kalçasını döndürmeğe başladı, bakırın dibini temizleme işini sürdürdü… Semerci Recep kadının bir sağa bir sola kıvrılan dolgun kalçalarını biraz da zevkle izlemeğe başlamıştı… Haremden çıkıp gelen karısı, elinde üzerine tereyağı sürülmüş bir dilim taze ekmekle sessizce yanına geldi. O da hala kalçalarını bir sağa bir sola döndürmekte olan kadına bir süre baktıktan sonra: Nasıl da bulursun böyle yerleri, dedi, kısmet, baykuşun ayağına gidermiş, diye boşuna söylememişler… Recep karısına kızar gibi yaptı, sen de insanı hep böyle günaha sokarsın, dedi.
***
Türkiye’ye kaçışından tam altı ay sonra Aziz’den mektup geldi… Gittikten sonra kendilerinden doğru-dürüst bir haber alınamadı, olmadık söylentiler; yok önce Diyarbakır’a sürmüşler onları, kendilerine ev, tarla vermişler, karısı, ben buralarda duramam, demiş, çocuklar günlerce ağlamışlar… Bu söylentiler ve “acaba ne oldular, ne yaptılar” düşüncesi Semerci Recep’i içten içe kemirip üzüyor, arada, acaba ne yaptılar, ne oldular, diye soran karısını, ne bileyim ben, diyerek sertçe azarlıyordu…
Tam kuşluk vakti, şapkası, postacı kıyafeti ve oldukça büyük meşin çantasıyla bisikletini elinde yürüten postacı hayıt ocağının ardından çıktı… Şişmanlıktan güçlükle yürüyordu; durdu, çantasından çıkardığı postacı borazanını uzun uzun öttürdü… Derenin içinde bir kemik parçasıyla telaşlanan iri bir köpek, korkudan havladı, kuyruğu apış arasında oradan uzaklaştı… Köyün üstünde ağır ağır uçan iki leylek birden yön değiştirerek güneye, ovaya doğru gittiler… Karşıda, Kahveci Nedim de temizlik yapıyor, masa ve sandalyeleri dışarı çıkarıp siliyordu. Postacıya doğru baktı, kimselerin duyamayacağı bir sesle, öttürme şu meret boruyu, dedi, Bulgar duyacak da gene gelecek buralara, bu arada postacı doğruca çınarın altına gitti, orada oturan yaşlıların başında durdu. Kadınlar, “Posta Günü” olduğu için yine Pekmezcinin damın altına toplanmışlardı, gidip postacının başına üşüştüler. Postacı biraz soluklandıktan sonra saçağın önündeki kütüğün üzerinde oturan Semerci Recep’e seslendi: Söyle familyada, hazırlasın bir tas ayran, çok susadım, dedi… Sana Smirni’den (İzmir) mektup getirdim… Semerci Recep’in altı aydan beri arkadaşı yüzünden içinde gittikçe büyüyen o “sıkıntı yumağı” şimdi bir “merak yumağı” haline gelmişti. Dizlerine dayanan torununa, hadi koş, git al o mektubu, dedi, sonra iç kapıya dönerek büyük gelinine seslendi: Kızım, anana söyle bir tas ayran hazırlasın, postacıya götürüver, dedi gülümseyerek; bu adamlar rüşvet vermezsen bir iş görmezler insana…
Zarf açıldı, içinden bir resimle birlikte küçük kareli, saman rengi bir kâğıda yazılı kargacık-burgacık bir mektup çıktı… Resim bir saat kulesinin önünde çekilmişti… Resmin ardında bir yazı: “Konaktaki Saat Kulesi” önünde çekilmiştir, sizlere bir hatıra… Semerci Recep, karısı, iki gelini ve torunları resme merakla bakmaya başladılar… İki çocukları ortada, onların sağında ve solunda Aziz’le karısı… Aziz’le çocukların kılık kıyafetlerinde pek bir değişiklik yoktu… Sadece Pakize’nin kılığında büyük bir değişiklik… Sırtında bir manto, başında da çiçekli bir eşarp, bir bukle saç alnının üstüne düşmüştü… Hepsinin gözleri yaşarmıştı, Semerci Recep’in karısı, bu şimdi bizim Pakize mi, dedi, adam, yok, dedi, Aziz oraya gider gitmez karıyı değiştirmiş; o işte, görmüyor musun, sen de durmadan maytap oynarsın benimle, dedi kadın; gelinler; anacığım, dediler, orada ferace giyecek değil ya… Pakize Teyze işte… Ne çileli kadınmış dedi, kadın, ovadan yakaya geldi, tütüncü karısı oldu; tam on dört sene çocuğu olmadı, şimdi de o uzak yerlerde “atalan” dur… Hüngür hüngür ağlamaya başladı… Semerci Recep karısına ters ters baktı, mektubu ellerinden aldı.
Aziz’in Latin harfleriyle yeterli derecede okuma-yazması vardı ama –ihtimal mektubu herkes okuyamasın diye- eski yazıyla yazmıştı. Kaçış maceralarını kısaca özetledikten sonra, İzmir’e yerleştiklerini, gurbete ister istemez alışmaya başladıklarını, zorlukların her yerde olduğunu, iyi ve kötü insanların da her yerde bulunduklarından söz ederek selamlarını gönderiyordu. Pakize’yle de başım belada; sanki buralara alışamayacak gibi bir hali var… Çocuklar iyi, sanki burada doğup bu yaşa gelmişler gibi… En çok köpekle kediyi anıyorlar… Merak etmeyin, dedim, Recep Amcanız onlara bakar… Hay gidi Aziz hay, diye içinden geçirdi Recep, hüzünlendi, gözleri yaşardı…
Semerci Recep’in büyük gelini Saniye –mahallenin Saniye Ablası- o sabah erken uyandı, mahalle kızlarının akşamdan topladıkları mısırlar bütün gece suda durmuş; onları kaynatıp gölle yapmak için çınarın biraz ötesindeki dere kenarına kazan kurmaya gidiyordu. Kocası, daha akşamdan sağlam bir “demet urganı” alarak, çınarın uygun bir dalına salıncağı kurmuş, sallanacak kişilerin rahatça oturmaları için alta bir şilte konmuştu. İki yakın komşusu da kendisine yardıma gelmişlerdi. Köşeli, düzgün taşlarla ocağı hazırladılar, kazanı güzelce yerleştirdiler, önce kuru çırpıları alta, üstüne de satışa gelmeyen kuru odunlardan koydular. Semerci Recep karşıdan bağırdı: O salıncağı da gözden geçirin bir defa, urgan, bir yerinden “ernimiş”(üznümüş-yıpranmış) olabilir ya da -Allah muhafaza- bir sıçan kemirmiştir, bir bakıverin; tamam baba, dedi gelin, tekrar hareme geçti…
Adamlık elbiselerini giymiş bir grup kız, toplu halde, aralarında gülüşerek, bazılarının yanlarında küçük kardeşleri, Pekmezcinin haremine doğru ilerlediler, başlarını eğerek “küçük kapı”dan içeriye girdiler. Haremin tam ortasında taş sofalı, demir “gıngıraçlı – gecereli-” bir su kuyusu vardı; duvarın önündeki gülfidanları tomurcuklanmışlar, bazıları da açmışlardı… Hepsi birden akşamdan hazırladıkları küçük boy bir küpün başına gittiler, su dolu küpün içi çiçek desteleri, gül, karanfil milleri, yaprakları doluydu; hepsinde ayrı bir işaret vardı; yüzük, mavi boncuk, çalı beyi, değişik renkte bir ip, bambaşka bir düğme… Küpün ağzı açıldı, küçük bir kız çocuğunun gözleri renkli, oyalı bir çemberle bağlandı, şimdi ilk kısmeti çek bakalım, dediler… Kızlardan birkaçı ellerindeki kâğıda bakarak bir mani okudular, gülüşmeler oldu, birbirlerinin yüzlerine baktılar, göğüsleri henüz kabarmaya başlamış sarı saçlı bir kız, gözleri bağlı kızın elindeki kırmızı şeritle düğümlenmiş menekşe destesini görünce “aaa, bu kısmet benim diyerek desteyi aldı, yüzünde bir sevinç, gözleri yeni gelecek olan kısmete dikildi… Kızlar, maniler aracılığıyla gönüllerinin hoşnutluğunu yaşıyorlar, yaşadıkları gençlik aşk ve heyecanlarını arkadaşlarıyla paylaşıyorlar, burada yaşananların, söylenenlerin yine kendi arkadaşları tarafından yeri geldiğinde delikanlılara aktarılacağını düşünmeleri bile kendilerini aşırı derecede heyecanlandırıyordu…
O sırada, Hayriye, sırtında yeni feracesi, pembe bezi ve siyah, parlak ayakkabılarıyla gelerek koynundan karışık bir çiçek destesi çıkardı-mevsim çiçeklerinden derlenmiş bir buket- razı gelirseniz ben de kısmetimi çömleğin içine bırakayım, dedi. Kızlar güldüler, ay Hayriye Abla, ne şakacısın, at tabii, bir de senin kısmetine bakalım nasıl bir mani çıkacak; bir de onu görelim, dediler… Çömleğin içinde birkaç “kısmet” kalmıştı, küçük kız elinde bir deste tuttu, şöyle bir mani okundu:
“Şalı döktüm direkten,
Seviyorum yürekten;
Çok bekledim be yârim,
Gelmedin sen mektepten.”
Kız elindeki desteyi gösterdi; mavi bir ibrişimle bağlanmış çeşit çeşit çiçekler… Kızlar gülüştüler, Hayriye de güldü, küçük kapıdan çıkarken içine bir hüzün çöktü, gözleri nemlendi.
Çınarın altında bazı kadınlar vardı, küçük çocuklardan bazıları kaynayan gölle kazanının başına toplanmıştı, bir erkek çocuğu salıncağın ipine tutunmuş, ilk önce ben sallanacağım, diye sızlanıp duruyordu… Kapıları önüne çıkan bazı yaşlı kadınlar altlarına birer şilte ya da pösteki atarak, boyunlarında yün iplikler, yarım kalmış çoraplarını örüyorlar, kazanın başında telaşlanan genç kadınlara bakıyorlardı. Yollarda gelenler vardı, hala kapanan tahta kapı sesleri duyuluyordu.
Yakın Rum köylerinden gelen yaşlı bir simitçi, tablasını derenin kıyısındaki söğüt ağacının altına yerleştirmişti. Başında birkaç çocuk… Hayriye oradan evine gitti, okul çocuklarının “öğle paydosuna” çıkacakları sırada çınarın altına aynı kıyafetiyle geldi. Okuldan çıkan bazı çocuklar, kurulmuş olan sofraların başına geçtiler, derince, büyük bir kabın içinden kaşık dolusu gölle yediler, bazıları salıncağın yanına koştular, abla ve annelerinden kendilerini sallamalarını istediler…
Hasan, okulun bahçe kapısında durdu, bir süre çınarın altındaki kalabalığa, sofralarda gölle yiyen çocuklara, salıncakta sallananlara baktı. Hayriye salıncağın yan tarafında, ayaktaydı, tam Hasan’ın yola çekildiği anda salıncağa bindi, kadının biri kendisini biraz salladı, Hayriye daha sonra kendi vücut hareketleriyle salıncağı öyle bir uçurdu ki, başı çınarın bazı dallarına dokunmaya başladı… Durmadan sallanıyor, havalarda uçuyor, hemen herkes kendisine biraz hayranlık, biraz korku, biraz da şaşkınlıkla bakıyordu… Hayriye’nin gözü sanki bir şey görmüyordu, bu dünyada değilmiş gibi bulanık düşünceler içindeydi; o an düşsün, yaralansın, bayılıp kendini kaybetsin, istiyordu. Hasan işte böyle, o halde görmeliydi kendini, başına gelip titremeliydi, saçlarına bulaşan kanı görmeliydi… Hasan, damın duvarına sırtlarını vermiş delikanlılarla konuşurken bir yandan da Hayriye’ye bakıyordu. Hayriye ne yapmak istiyordu, sonra Hayriye birden yavaşlattı salıncağı, indi, hiç kimselere bir söz etmeden oradan ayrılıp evine doğru yürüdü, Semerci Recep’in küçük gelini bir tas gölle alıp tam harem kapısında ardından yetişti, ne oldu, Hayriye, dedi. Hayriye, çok kötü oldum, dedi… Evde biraz yatıp dinleneceğim…
Bir gün okulun bahçe kapısında Hasan’la karşılaştıklarında, Hasan: “Hıdrellez günü o yaptıkların neydi öyle, dedi, yüreğim ağzıma geldi, o gece gözüme uyku girmedi, Hayriye, ay, sen beni düşünür müydün öyle, dedi, gözleri yaşla doldu. Hasan gözleri yerde, yuvasına yiyecek taşıyan bir karıncaya bakıyordu, başını kaldırdı, Hayriye’ye baktı, aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu; sadece: “Sen beni her zaman böyle, çok sevdin,” diyebildi.
Semerci Recep’in büyük oğlu Arif erkenden kalkıp hazırlandı, bir bardak süt içti, at arabasını koşup ovaya gitmek için kapıdan çıkmak üzereydi. Haşlamalar ekilmiş, iki elti kalburculu haşlama tenekeleri koltukaltlarında, Çaybaşı’ndaki haşlamalığa yaya olarak gidip haşlamaları suluyorlardı ve tohumlar da sanki çimlenmek üzereydiler. Arif, hem haşlamaları, hem de ekin, yonca ve çayırları görmek istedi, babası, saçağın altında sürgünün eskiyen bazı yerlerini onarıyordu; ben olsam şimdiye kadar on kere gider, bakalım, ne var, ne yok, diye kontrol ederdim, dedi. Arif, baba, sen kendini yorma, biz kardeşimle yeni bir sürgü yapacağız, dedi, bu sürgü çok eskimiş. Recep, hazır gitmişken, bademliğe de bir göz atıver, dedi, baksana, buradakiler nasıl top top çiçek açtılar… Arif, tamam baba, dedi atı hafifçe kamçıladı.
Yol kıyılarındaki otlar yeşermiş, kısa boylu sarıçiçekler yol boyunu süslemişlerdi. Güvemler, tek tük erik ağaçları bembeyaz çiçek açmıştı. Badem çiçekleri ise yeni yeni yeşermeye başlayan yapraklar arasında artık göze çarpmaz olmuşlardı.
Güvemlerin çiçek açtığını gören Arif’in içine önce bir sevinç düşmüştü ama evdeki tütün denklerinin (istif) tüccar tarafından hala kaldırılmamış olması aklına gelince birden canı sıkıldı. Denkleri tekrar elden geçirmek lazımdı, çünkü bu tütün denilen “illet” hemen küfleniveriyordu. Birden eski tütün satışları, ardından “tütün kalkımları” geldi aklına, şu çocukluk, dedi içinden, her şey nasıl neşeli, her şey nasıl geliyordu kendilerine…
Köylerde, motorlu vasıtalar ancak tütün tüccarları tütün almaya geldiklerinde, bir de “tütün kalkımlarında” görülürdü. Köye “tütün satımları başlamış” haberi geldikten birkaç gün sonra çınarın altına birbirine benzer iki üç otomobil gelirdi, içlerinden düzgün kıyafetli, ayakkabıları boyalı, Fransız beresi giymiş, parlak meşin çantalı adamlar çıkardı. Köydeki tütün simsarları zaten onları beklerdi, sonra oradan ayrılıp kahvelere ve bazı simsarların evlerine giderlerdi… Köyün erkeklerinde büyük bir telaş başlardı, kahveden kahveye, evden eve koşuşup dururlardı, tütünleri ucuz gidenler üzgün bir şekilde evlerine dönerler, iyi bir fiyata verenler oldukça keyifli görünürlerdi. Haftayı geçmez, koskoca “hamal kamyonları” gelirdi çınarın altına, evlerden denkler taşınırdı. Bazı haremlerden alınıp omuzlarda kamyonlara taşınan denklerden “göbek verip” patlayan, dağılanlar olurdu. Babaları (Semerci Recep) işini bırakır, ben Cura Salimlere gidiyorum, derdi, denkleri bir elden geçirip sicimleri yeniden sıkıp bağlayacağım; “fukara” beceremiyor, her yıl birkaç dengi daha yolda dağılıp gidiyor; tamam mı?
Güneşli bir mart günü, erken erken “Koca Çınar”ın oraya, derenin kıyısına arka arkaya iki “hamal kamyonu” geldi, yanaştı; önce hamallar atladı yere, sonra şoförler ağır hareketler ve bembeyaz çiçekler açmış erik ağaçlarına merakla bakarak çınarın altındaki banka doğru ilerlediler… Evleri yakın bazı mahalleliler, iki tütün simsarı da oradaydı, biri elinde liste, yakın evlerin birinin harem kapısından içeri girdi. Tamam mı Şerif Aga, her şey hazır mı, tamam dedi içeriden bir ses, sonra gençten biri omzunda düzgün, çulları yeni, sicimle sımsıkı bağlanmış kehribar renkli bir denkle kapıda göründü, arabanın arka tarafında bekleyen hamal, buraya getir, dedi. Kamyonlara yakın evlerden sırayla durmadan denkler taşındı, hamallar denkleri tertipli bir şekilde yerleştiriyorlardı. Sıra Terzi Hayriye”lerin denklerini taşımaya gelmişti, düzgün, yepyeni çullar, yepyeni sicimler; Semerci Recep karşıda saçağın dış tarafında oturuyordu; büyük oğlu denkleri görünce, baba, sen öyle-böyle diyorsun ama Sali Aga’nın denklerine bak; sanki aynı kalıptan çıkmışlar gibi… Semerci Recep şöyle bir baktı oğluna, hadi bırak şu “felfezi” (beceriksizi) dedi, sabah sabah söyletme beni; o yatsın-kalksın geline dua etsin; Hayriye o haneye gitti, o hane “hane” oldu, iki yakası bir araya geldi; yoksa o felfeze kalsaydı o denklerden hiçbiri kamyona dağılıp bozulmadan gelmezdi. Oğlu içinden gülerek saçağa girdi, kardeşi hareme ateş yakmış, çıtlık ağacı dallarını yalımlara tutuyor, sonra bükerek “sürgü”yü yenilemeye çalışıyordu; gelinin biri evin ön saçağında büyük bir tepside biber kızartıyor, diğeri de denklerden boşalmış tahtalığı süpürüyor, ardından ıslak, büyük bir bezle tahtaları siliyordu.
Kamyonlar yüklendi, denklerin üstü çadırlarla örtüldü, bir güzel, sımsıkı bağlandı, hamallar kasaların ardında, arabalar homurdanarak çınarın altından ayrıldılar; simsarlar tütünleri kaldırılmış olanlara; tüccarlar akşama gelecekler, Nedim’in kahvesinde paraları verecekler, dedi, herkesin haberi olsun. Semerci Recep’in büyük oğlunun sesi duyuldu: Baba, Saniye diyor ki, sor bakalım babama, taze ayran getireyim mi, diyor. İyi olur, dedi Semerci Recep, siz gazozla, portakalla doldurun midelerinizi, ayran gibisi var mı?
Bir akşamüstü, “Koca Çınar”ın altına bazı arabalar geldi, arabalardan elleri çantalı, koltukaltlarında dosyalar, bazı kravatlı, şık giyimli adamlar indi; okulun bahçesine doğru ilerlerdiler. Okulun en büyük sınıfı bu iş için donatılmış, masalar, sandalyeler yerleştirilmiş, bir lüks lambası da tavana asılmış, ortalık gündüz gibi aydınlanmıştı. “Banka, tütün paralarını vermeye gelmiş” sözü kulaktan kulağa evden eve kısa zamanda yayıldı, insanlar yollara döküldü. Daha çok erkekler, bazı dul, kimsesiz kadınlar salonda bekleşiyor, içerden bir kâtip kendisine para verilecek kişilerin adlarını okuyordu:
“Sali oglu Bekir”
“Mumin oglu Husein”
“Molla Bekir Oglu Hasan”
“Sadık Aga Oglu Recep”
Sırada bekleyen gençlerden biri: Bu kim yav, dedi. Öteki güldü, abe “Semerci Recep” dedi, büyük oğlu onun “koçanını da”5 ekiyor; o sırada kalabalık arasından bir ses, “paron” dedi, odaya doğru yöneldi; Semerci Recep’in büyük oğluydu, banka müdürü, “pu ine o baba su”6 dedi gülümseyerek; oğlu, bacakları ağrıyor, dedi. Eline hanenin yıllık masraflarını karşılayacak kadar para alanların yüzleri gülüyor, evlerine aceleyle gidiyorlardı.
Az para alanlar, geçim sıkıntısı çekenler belliydi, gülseler bile zordandı bu gülmeler, bazıları ise nerdeyse bankaya borçlu kalacaklardı, paraları veren kâtip, sen önceden çok para almışsın, derdi üzüntüyle; ben ne yapayım…
Semerci Recep’in oğulları eve gidince paraları evin içinde yeniden saydılar, anaları, hanımları, Semerci Recep, torunlar hepsi oradaydı, en çok sevinen de çocuklar…
“Baba, bana bir ‘kamyoncuk’ alacağız…”
Ortaokula giden kız: “Bana da sugeçirmez bir palto” lazım, dedi, sonra arkadaşımın birinde Yunanca ansiklopediler gördüm, onlardan da lazım bana…”
İki gelin de gayet şendiler: “Eee, dediler, bize bu sene bayramlık elbise yok mu?” Kayınvalideleri şakayı kavramamıştı, işi ciddiye aldı: Ne demek, kızım, dedi, bu tütünü siz işlediniz, elbette istediğinizi alacaksınız; olur mu öyle şey, çocuklar ve gelinleri güldüler. Semerci Recep, hepsi olur, dedi, yeter ki sağlık hoşluk olsun; ben de bir şey diyeceğim, hepiniz dinleyin; diyorum ki bu para iyi bir para zamanımıza göre; ben de biraz yardım ederim de iki kardeş bir araya gelip küçük bir traktör alın. İki kardeş, bu da nereden çıktı der, gibi şaşkınlık içindeydiler ve içlerinde birden büyük bir “bayram sevinci” oluştu, kendilerini güzel bir rüyanın içinde buldular… Büyük oğlu o kadar büyük bir sevinç içindeydi ki, babasına takılmadan edemedi: Baba, yoksa sen de Sali Aga gibi küp bir şey bulmayasın? Aklınıza yattıysa, bu iş olur, dedi babaları; yalnız benden başka bir şey beklemeyin, sorun, soruşturun, acele etmeyin, gidip yüreğinize yatan bir traktör ve diğer düzenlerini de alın… Sonra hepsini sevgi ve biraz da şefkatle süzdü; abe siz babanızı –karısını göstererek- hep bu “kaşık düşmanının” gözüyle mi görürsünüz, yok, beygirle gezmekten, bıyık burmaktan başka bir şey yapmamışım, evlatları –el âlem içinde- rezil zebil olacaklarmış… Karısı da keyifliydi bu akşam, “hadi hadi çok bilme” dedi, öyle değil mi, bizi Allahın o sıcaklarında tarlalarda yalnız bırakıp beygirle rakı içmeye gitmedin mi; ha, doğruyu söyle bakayım; çocuklar dâhil, hepsi güldüler…
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.