Kitabı oku: «Fahrenheit 451»
Fahrenheit 451:
Kitap kâğıdının tutuşup yanma sıcaklığı…
Bu kitabı Don Congdon’a, minnetle adıyorum.
Sunuş
Neil Gaiman
Bazen yazarlar henüz var olmayan bir dünya üstüne yazar. Bunu yapmamızın yüzlerce sebebi vardır. (Geriye değil ileriye bakmak iyidir. İnsanlığın seçmesini umduğumuz veya seçmesinden korktuğumuz bir yolu aydınlatma ihtiyacı duyarız. Geleceğin dünyası günümüzün dünyasından daha büyüleyici veya ilginçtir. Sizi uyarmaya ihtiyacımız vardır. Cesaretlendirmeye. İncelemeye. Hayal etmeye.) Yarından sonraki gün ve ondan sonraki tüm yarınlar üstüne yazmanın sebepleri, yazan insanlar kadar çok ve çeşitlidir.
Bu bir uyarı kitabıdır. Sahip olduğumuz şeylerin değerli olduğunu ve değer verdiğimiz şeylerin bazen kıymetini bilmediğimizi hatırlatır.
Henüz var olmayanın dünyasını yazma dünyasını (buna bilimkurgu veya spekülatif kurgu diyebilirsiniz; istediğiniz şekilde adlandırabilirsiniz) mümkün kılan üç ifade vardır ve bunlar basit ifadelerdir:
Ya şöyle olsa…?
Keşke…
Bu böyle sürerse…
“Ya şöyle olsa…?” ifadesi bize değişiklik verir, bizi hayatımızdan uzaklaştırır. (Ya yarın uzaylılar dünyaya inse ve bize istediğimiz her şeyi, ama bir bedel karşılığında verseler?)
“Keşke…” ifadesi yarının görkemli yönlerini ve tehlikelerini keşfetmemizi sağlar. (Keşke köpekler konuşabilseydi. Keşke görünmez olsaydım.)
“Bu böyle sürerse…” ifadesi üçü arasında en tahmin edici olanıdır, her ne kadar gerçek bir geleceği tüm karmakarışıklığı ve kargaşasıyla tahmin etmeye çalışmasa da. “Bu böyle sürerse…” ifadesi, bunun yerine günümüz hayatından bir unsuru, net, bariz ve normalde tedirgin edici bir şeyi alır ve o şey, o tek şey büyüse, her tarafa yayılsa, düşünme ve davranış tarzımızı değiştirse ne olacağını sorar. (Bu böyle sürerse, dünyanın her yerinde metin iletileriyle veya bilgisayarlarla iletişim kurulacak ve iki insanın birbiriyle doğrudan, makine kullanmadan konuşması yasaklanacak.)
Bu uyarı niteliğinde bir sorudur ve uyarı niteliğinde dünyaları keşfetmemizi sağlar.
İnsanlar spekülatif kurgunun geleceği tahmin etmekle ilgili olduğunu – yanlış bir şekilde— düşünür, oysa bu doğru değildir; veya doğruysa bile, spekülatif kurgu bu işi hiç becerememe eğilimindedir. Gelecekler birçok unsur ve bir milyar değişkenle birlikte gelen muazzam şeylerdir ve insan ırkının geleceğin ne getireceğine ilişkin tahminleri dinledikten sonra bambaşka bir şey yapmak gibi bir alışkanlığı vardır.
Spekülatif kurgunun gerçekten iyi olduğu alan gelecek değil şimdiki zamandır… şimdiki zamanın tedirgin eden veya tehlikeli bir öğesini alıp genişleterek ve ondan yola çıkıp tahminde bulunarak, bu öğeyi bu zamanın insanlarının yaptıkları şeyi farklı bir açıdan ve farklı bir yerden görmelerini sağlayacak şekilde dönüştürmektir. Uyarı niteliğindedir.
Fahrenheit 451 spekülatif kurgudur. Bir “Bu böyle sürerse…” öyküsüdür. Ray Bradbury bizim geçmişimiz olan kendi şimdiki zamanı hakkında yazıyordu. Bizi bir şeyler konusunda uyarıyordu; bunların bazıları barizdir, bazılarınıysa aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra görmek daha zor.
Dinleyin.
Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar.
Öykünün yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır.
Herhangi bir öykü pek çok şeyle ilgilidir. Yazarla ilgilidir; yazarın gördüğü, uğraştığı ve içinde yaşadığı dünyayla ilgilidir; seçilen sözcüklerle ve bu sözcüklerin kullanım tarzıyla ilgilidir; öykünün kendisiyle ve öyküde olup bitenlerle ilgilidir; öyküdeki insanlarla ilgilidir; polemiktir; kanıdır.
Bir yazarın bir öykünün neyle ilgili olduğuna ilişkin fikirleri her zaman için geçerli ve doğrudur: Sonuçta kitap yazılırken yazar oradaydı. O her sözcüğü bulmuştur ve bir başka sözcük yerine belirli bir sözcüğü kullanmasının sebebini bilir. Ama yazar döneminin ürünüdür ve kitabının tam olarak nelerle ilgili olduğunu o bile göremez.
1953’ten beri yarım yüzyıldan fazla zaman geçti. 1953 Amerikası’nda, göreceli olarak yeni olan radyo aracı şimdiden oldukça gözden düşmüştü… hükümdarlığı otuz sene kadar sürmüştü, ama şimdi yeni ve heyecan verici olan televizyon aracı yükselişteydi ve radyonun dramlarıyla komedileri ya tamamen sona eriyor ya da kendilerini “aptal kutusunda”, görselliğin katılmasıyla yeniden icat ediyorlardı.
Amerika’nın haber kanalları, çocuk suçlular… tehlikeli araba kullanan ve heyecan için yaşayan ergenler konusunda uyarıda bulunuyordu. Soğuk Savaş sürmekteydi… Rusya ve müttefikleriyle Amerika ve müttefikleri arasında süren bu savaşta kimse bomba veya mermi atmıyordu, çünkü bomba atmak dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na, geri dönüşü olmayan bir nükleer savaşa sokabilirdi. Gizli Komünistleri saptamak için senato soruşturmaları yapılıyor, çizgi romanların kökünü kazımak için adımlar atılıyordu. Ve akşamları aileler televizyonun başında toplanıyordu.
1950’lerde şu espri yapılıyordu: “Eskiden kimin evde olduğunu ışıklarının açık olmasından anlayabilirdiniz; şimdiyse ışıklarının kapalı olmasından anlaşılıyor.” Televizyonlar küçüktü, siyah beyazdı ve net bir görüntü elde etmek için ışıkları kapamak gerekiyordu.
Ray Bradbury, “Bu böyle sürerse… artık kimse kitap okumayacak,” diye düşündü ve böylece Fahrenheit 451 başladı. Bradbury daha önce, sırf yürüyor diye polis tarafından tutuklanan bir adamla ilgili olan “Yaya” adlı bir öykü yazmıştı. Bu öykü Bradbury’nin kurmakta olduğu dünyanın parçası haline geldi, on yedi yaşındaki Clarisse McLellan da kimsenin yürümediği bir dünyadaki bir yaya oldu.
Bradbury, “Ya şöyle olsa… itfaiyeciler evleri kurtarmak yerine onları yaksa?” diye düşündü; şimdi öykünün içine girmenin yolunu bulmuştu. Bir kitabı yakmak yerine alevlerden kurtaran, Guy Montag adlı bir itfaiyeci yarattı.
“Keşke… kitaplar kurtarılabilse,” diye düşündü. Bütün fiziksel kitapları yok ederseniz, onları nasıl kurtarabilirsiniz?
Bradbury “İtfaiyeci” adlı bir öykü yazdı. Bu öykü daha uzun olmayı talep ediyordu. Bradbury’nin yarattığı dünya daha fazlasını talep ediyordu. UCLA’in Powell Kütüphanesi’ne gitti. Bodrumda saatlik olarak, yan tarafındaki kutuya bozuk para atmak suretiyle kiralanabilen daktilolar vardı. Ray Bradbury parasını kutuya atıp öyküsünü yazdı. Hayal gücü zayıfladığında, desteğe ihtiyaç duyduğunda, bacaklarını çalıştırmak istediğinde kütüphanede gezinip kitaplara bakıyordu.
Sonra öyküsü tamamlandı.
Los Angeles İtfaiye Teşkilatı’nı arayıp, kâğıdın kaç derecede yandığını sordu. Birisi ona, "Fahrenheit 451,” dedi. Bradbury kitabının ismini bulmuştu. Bu bilginin doğru olup olmaması önemli değildi.
Kitap yayımlandı ve övgü topladı. İnsanlar kitaba bayılmıştı ve onun üstüne tartışıyorlardı. Sansürle, zihin kontrolüyle, insanlıkla ilgili bir roman, diyorlardı. Devletin hayatlarımızı kontrol etmesiyle ilgili. Kitaplarla ilgili.
Kitap, François Truffaut tarafından filme çekildi; ancak filmin sonu, Bradbury’nin romanının sonuna kıyasla daha karanlık görünür… sanki kitapları hatırlamak Bradbury’nin hayal ettiği gibi bir güvenlik ağı değil, kendi içinde bir başka çıkmaz yoldur belki.
Fahrenheit 451’i çocukken okudum: Guy Montag’ı anlamadım, yaptığı şeyleri yapmasının sebebini anlamadım, ama onu harekete geçiren kitap sevgisini anladım. Kitaplar hayatımdaki en önemli şeydi. Duvar-ekranlı dev televizyonlar, televizyondaki insanların benimle konuşacağı ve elimde senaryo olursa iştirak edebileceğim fikri kadar fütürist ve inanılmazdı. Fahrenheit asla favorilerim arasında olmadı; olamayacak kadar karanlık, karartıcıydı. Ama Gümüş Çekirgeler’de (Mars Yıllıkları’nın Büyük Britanya baskısının adıydı bu) “Usher II” adlı bir öykü okuyunca, yazarların ve hayal gücünün yasaklı olduğu dünyayı vahşi bir çeşit bildik neşeyle tanıdım.
Fahrenheit 451’i ergenlik dönemimde tekrar okuduğumda, özgürlükle ve kendi başına düşünmekle ilgili bir kitaba dönüşmüştü artık. Kitaplara ve kitap kapaklarının arasındaki muhalifliğe değer vermekle ilgiliydi. Biz insanların kitap yakmakla başlayıp sonunda insanları yakmasıyla ilgiliydi.
Kitabı bir yetişkin olarak tekrar okuduğumda, onun karşısında bir kez daha hayrete kapıldığımı gördüm. Evet, o bütün bunların hepsi… ama aynı zamanda bir dönem romanı. Tasvir edilen, dört duvarlı televizyon aslında 1950’lerin televizyonu: senfoni orkestralı ve seviyesiz komedyenli varyeteler, pembe diziler. Eğlencesine hızlı araba süren çılgın ergenlerin, bazen ısınan ve sonu gelmez bir soğuk savaşın, işleri ve kocalarınınki dışında kimlikleri yok gibi görünen kadınların, tazılar (hatta mekanik tazılar) tarafından kovalanan kötü adamların dünyası, 1950’lerden olabildiğince beslenen bir dünya olduğunu hissettiriyor.
Bugün veya yarından sonraki gün bu kitabı bulan genç bir okuyucunun önce bir geçmişi, sonra da bu geçmişe ait bir geleceği hayal etmesi gerekecek.
Ama yine de kitabın özü değişmedi ve Bradbury’nin ortaya attığı sorular geçerliliğini ve önemini koruyor.
Neden kitaplardaki şeylere ihtiyacımız var? O şiirlere, denemelere, öykülere? Yazarlar bu konuda görüş birliğinde değildir. Yazarlar insandır, yanılabilir ve aptaldır. Sonuçta öyküler yalandır; asla var olmamış insanları ve asla başlarına gelmemiş şeyleri anlatırlar. Neden onları okuyalım ki? Neden umursayalım?
Anlatıcı ve öykü çok farklı şeylerdir. Bunu unutmamalıyız.
Fikirler – yazılı fikirler— özeldir. Öykülerimizi ve düşüncelerimizi nesilden nesle aktarmamızın yoludurlar. Onları yitirirsek ortak tarihimizi yitiririz. Bizi insan yapan şeyin çoğunu yitiririz. Ayrıca kurgu empati kurmamızı sağlar: Bizi başka insanların zihnine sokar, dünyayı onların gözünden görme armağanını verir. Kurgu, doğru şeyleri bize anlatıp duran bir yalandır.
Ray Bradbury’yi hayatının son otuz yılında tanıdım ve öyle şanslıydım ki. Espriliydi, kibardı ve her zaman (hayatının sonunda, yaşlılıktan körleştiğinde ve tekerlekli sandalyeye mahkûm olduğunda bile, o zaman bile) şevkliydi. Bir şeyleri umursardı, tamamen ve bütünüyle. Oyuncakları, çocukluğu ve filmleri umursardı. Kitapları umursardı. Öyküleri umursardı.
Bu kitap bir şeyleri umursamakla ilgilidir. Kitaplara yazılmış bir aşk mektubudur, ama bence bir o kadar da insanlara ve 1920’lerin Waukegan, Illinois’unun dünyasına, Ray Bradbury’nin çocukluğunu geçirdiği ve çocuklukla ilgili kitabı Karahindiba Şarabı’nda Green Town olarak ölümsüzleştirdiği dünyaya yazılmış bir aşk mektubudur.
Başladığımızda dediğim gibi: Birileri size bir öykünün neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar. Öykünün yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır. Dolayısıyla size Ray Bradbury’nin uyarı niteliğindeki, takdire şayan kitabı Fahrenheit 451 hakkında söylediğim her şey eksik olacak. Bu kitap bunlarla ilgili, evet. Ama bundan fazlası aynı zamanda. Bu kitap sayfalarının arasında bulacağınız şeylerle ilgili.
(Son bir not olarak şunu söyleyeyim ki, e-kitapların gerçek kitap olup olmadığını tartıştığımız bugünlerde Ray Bradbury’nin sondaki kitap tanımının genişliğine bayılıyorum; kitaplarımızı kapaklarına göre yargılamamamız gerektiğini ve bazı kitapların kusursuzca insan şeklindeki kapakların arasında var olduğunu söyler.)
Nisan 2013Çizgili kâğıt verirlerse, yan çevirip yaz.– Juan Ramón Jiménez
Birinci Kısım
ŞÖMİNE VE SEMENDER
Yakmak bir zevkti.
Bir şeylerin yendiğini görmek, karardığını ve değiştirildiğini görmek özel bir zevkti. Pirinç hortum başı yumruk olmuş ellerindeyken, bu büyük piton zehirli kerosenini dünyaya tükürürken, kendisinin başı kanla zonklarken ve tarihin paçavraları ile kömürleşmiş kalıntılarını alaşağı eden elleri tutuşturmanın ve yakmanın tüm senfonilerini çalan muhteşem bir orkestra şefinin elleri gibiyken. Hissiz başında 451 numaralı sembolik kaskıyla ve gözleri şimdi olacakların düşüncesiyle turuncu alevlere bürünmüşken ateşleyiciyi çalıştırmasıyla birlikte ev akşam göğünü kırmızı, sarı ve siyaha boyayan obur bir ateşle havaya sıçradı. Adam bir ateşböceği sürüsünün ortasında uzun adımlarla yürüdü. Kitaplar evin sundurmasında ve çimenliğinde güvercin kanatlarını çırparak ölürken, adam marşmelov geçirilmiş bir çubuğu tıpkı eski fıkradaki gibi fırına sokmayı her şeyden çok istiyordu. Yakma işi sebebiyle kararmış rüzgâr parlak girdaplar halinde havaya yükselen kitapları önüne katıp götürürken.
Montag hafifçe yanan ve alevler karşısında gerilemek durumunda kalan insanların vahşi sırıtışıyla sırıttı.
İtfaiye binasına döndüğünde, aynada göreceği kendine, yanık şişe mantarıyla karartılmış yüzüyle zenci kılığına girmiş o göstericiye göz kırpabileceğini biliyordu. Sonradan, uykuya dalarken, yüz kaslarının hâlâ koruduğu vahşi gülümsemeyi karanlıkta hissedeceğini biliyordu. O gülümseme asla gitmemişti; Montag’ın hatırladığı kadarıyla asla, asla gitmemişti.
Böcek siyahı kaskını asıp parlattı; ateşe dayanıklı ceketini düzgünce astı; güzelce duş aldıktan sonra elleri ceplerinde ıslık çalarak itfaiye binasının üst katına çıktı ve delikten içeri düştü. Son anda, tam felaket kaçınılmaz gibiyken, ellerini ceplerinden çıkarıp altın sarısı direğe tutunarak düşüşünü durdurdu. Gıcırdayarak kaydıktan sonra, topuklarıyla alt katın beton zemini arasında iki buçuk santim kalmışken durdu.
İtfaiye binasından çıktı ve gece yarısı sokağında metroya doğru yürüdü; hava tahrikli sessiz tren yerin altındaki yağlanmış borudan sessizce, çıt çıkarmadan geçerek Montag’ı banliyöye çıkan, krem rengi fayanslı yürüyen merdivene, bol miktarda ılık hava püskürterek bıraktı.
Montag yürüyen merdivenin onu dingin gece havasına taşımasına izin verirken ıslık çaldı. Köşeye doğru yürürken, belirli bir şey hakkında düşünmüyordu pek. Ama köşeye yaklaşınca birden yavaşladı… sanki durup dururken rüzgâr esmiş gibi, sanki biri adını seslenmiş gibi.
Son birkaç gecedir, yıldızların ışığında evine doğru yürürken, buradaki köşenin hemen ardında uzanan kaldırımla ilgili son derece şüphe uyandırıcı hislere kapılmıştı. Köşeyi dönmesinden hemen önce orada biri olduğunu hissetmişti. Hava özel bir çeşit dinginlikle yüklü oluyordu, sanki biri orada sessizce beklemiş ve Montag’ın gelmesinden sadece bir saniye önce gölgeye dönüşüverip onun geçmesine izin vermiş gibi. Belki de Montag’ın burnu hafif parfüm kokusu alıyordu; belki de ellerinin tersinin ve yüzünün derisi, bu noktada durmuş birinin tam oradaki havanın sıcaklığını bir anlığına on derece yükselttiğini hissediyordu. Anlamak mümkün değildi. Montag o köşeyi her dönüşünde beyaz, kullanılmayan, yer yer göçmüş kaldırımı görüyordu sadece; bir gece, bir şeyin bir çimenlikten hızla geçtiğini ve kendisinin gözlerini odaklamasına veya konuşmasına fırsat kalmadan ortadan kaybolduğunu görmüştü belki, o kadar.
Ama bu gece, neredeyse duracak kadar yavaşladı. Onun yerine köşeyi dönmek için dışarı uzanan içsel zihni çok hafif bir fısıltı duymuştu. Nefes sesi mi? Yoksa orada çok sessizce durarak bekleyen biri atmosferi mi sıkıştırmıştı yalnızca?
Montag köşeyi döndü.
Güz yaprakları ay ışığıyla aydınlanan kaldırımda öyle bir şekilde savruluyordu ki, orada rüzgârla yaprakların kendisini ilerletmesine izin veren kızın hareketli bir bandın üstünde sabitmiş gibi görünmesine yol açıyordu. Kız ayakkabılarının dönen yaprakları hareket ettirmesini seyretmek için başını yarı eğmişti. İnce, süt beyazı yüzünde her şeye yorulmak bilmez bir merakla dokunan bir çeşit sevecen açlık vardı. Solgun yüzünden neredeyse şaşkınlık akıyordu; koyu gözleri dünyaya öyle odaklanmıştı ki, hiçbir hareketi gözden kaçırmıyorlardı. Elbisesi beyazdı ve fısıldıyordu. Montag yürüyen kızın ellerinin hareketlerini ve şimdi sonsuzca küçük bir sesi, kızın kaldırımın ortasında durup bekleyen bir adama çarpmasına sadece bir an kaldığını keşfedince beyaz yüzünü çevirmesiyle çıkan sesi duyar gibi oldu.
Tepedeki ağaçlar kuru yağmurlarını büyük bir gürültüyle yağdırdı. Kız durdu ve şaşkınlıkla geri çekilecekmiş gibi göründü… ama bunun yerine öylece durup Montag’ı öyle koyu, parlak ve canlı gözlerle inceledi ki Montag kendini muhteşem bir laf etmiş gibi hissetti. Ama ağzının yalnızca merhaba demek için kımıldadığını biliyordu ve kız onun kolundaki semender ile göğsündeki anka diski tarafından hipnotize edilmiş gibi görününce, Montag tekrar konuştu.
“Elbette… sen yeni komşumuzsun, değil mi?”
“Siz de…” Kız gözlerini Montag’ın taşıdığı mesleki sembollerden kaldırdı. “…itfaiyeci olmalısınız.” Sesi giderek alçaldı ve sustu.
“Bunu ne tuhaf söyledin.”
Kız yavaşça, "Ben… gözlerim kapalı bile olsa anlardım,” dedi.
Montag gülerek, “Nereden… kerosen kokusundan mı?” diye sordu. “Karım hep yakınır. Ne kadar yıkarsan yıka, asla tamamen çıkmaz.”
Kız huşuyla, "Evet, çıkmaz,” dedi.
Montag kızın hiç kımıldamadan onun etrafında turladığını, onu tepeden tırnağa incelediğini, usulca sarstığını ve ceplerini boşalttığını hissetti.
“Kerosen bana parfüm gibi gelir,” dedi, çünkü sessizlik uzamıştı.
“Sahiden öyle mi gelir?”
“Elbette. Neden olmasın ki?”
Kız bunu düşünmek için kendine zaman tanıdı. “Bilmem.” Evlerine giden kaldırıma döndü. “Evime gidiyorum… sizinle birlikte yürümemin mahzuru var mı? Ben Clarisse McClellan.”
“Clarisse. Guy Montag. Gel haydi. Bu saatte neden ortalarda dolanıyorsun? Kaç yaşındasın?”
Ilık ve serin rüzgârlar esen gecede, gümüşiye boyanmış kaldırımda yürüdüler; havada taze kayısı ve çilek kokusu vardı belli belirsiz… Montag etrafa bakındı ve mevsimin bu geç vaktinde bunun tamamen olanaksız olduğunu fark etti.
Şimdi yalnızca onunla yürüyen kız vardı, yüzü ay ışığında kar gibi parlaktı ve Montag kızın onun sorduğu soruları düşündüğünü, verebileceği en iyi yanıtları aradığını biliyordu.
“Eh, on yedi yaşındayım ve deliyim,” dedi kız. “Amcam bu ikisinin hep el ele gittiğini söyler. İnsanlar yaşını sorunca, on yedi yaşındayım ve deliyim de hep, dedi. Gecenin bu vakti, yürüyüş yapmak için güzel değil mi? Ben bir şeylerin kokusunu almayı, bir şeylere bakmayı severim; bazen bütün gece ayakta kalıp yürürüm ve güneşin doğuşunu seyrederim.”
Tekrar sessizce yürüdüler ve sonunda kız düşünceli bir edayla konuştu: “Anlarsın ya, senden hiç korkmuyorum.”
Montag şaşırdı. “Neden korkasın ki?”
“Öyle çok kişi korkuyor ki. İtfaiyecilerden korkuyorlar yani. Ama sen altı üstü bir insansın…”
Montag kızın gözlerinde kendini, o iki parlak ve ışıltılı su damlasının içinde asılı kalmış karanlık ve küçücük halini gördü; ağız kenarlarındaki kırışıklıklara varana dek tüm ayrıntılar, her şey oradaydı… sanki kızın gözleri onu yakalayıp bir arada tutabilecek iki mucizevi, menekşe rengi kehribar parçasıydı. Kızın şimdi ona dönük olan yüzü, içinde yumuşak ve daimi bir ışık olan narin süt kristaliydi. Elektriğin histerik ışığı değildi bu… neydi peki? Tuhaf bir şekilde rahatlatıcı, nadide ve hafifçe titreşen mum ışığıydı. Montag çocukken bir keresinde, elektrik kesildiğinde annesi son mumu bulup yakınca, çabucak geçen bir saatliğine yeniden keşif yaşamıştı; öyle bir aydınlık vardı ki mekân engin boyutlarını yitirerek onlara rahatça sokulmuştu ve onlar, baş başa ve dönüşmüş olan anneyle oğul elektriğin çok çabuk gelmemesini ummuşlardı…
Sonra Clarisse McClellan konuştu:
“Bir soru sorabilir miyim? Ne kadar zamandır itfaiyecilik yapıyorsun?”
“Yirmi yaşımdan beri… on yıldır.”
“Yaktığın kitapları okuduğun oluyor mu?”
Montag güldü. “Bu kanuna aykırı!”
“Ah. Elbette.”
“İyi bir iş. Pazartesileri Millay, çarşambaları Whitman, cumaları da Faulkner kitaplarını yakıp kül ederiz; sonra da külleri yakarız. Resmi sloganımız bu.”
Biraz daha yürümelerinden sonra kız, “Çok eskiden itfaiyecilerin yangınları başlatmak yerine söndürdüğü doğru mu?” diye sordu.
“Hayır. Evler hep yangına dayanıklıydı, inan bana.”
“Tuhaf. Bir keresinde duyduğuma göre, çok eskiden evler kazayla yanarmış ve itfaiyecilere alevleri söndürmeleri için ihtiyaç duyarlarmış.”
Montag güldü.
Kız çabucak başını çevirip göz attı. “Neden gülüyorsun?”
“Bilmem.” Montag tekrar gülmeye başladıktan sonra durdu. “Neden sordun?”
“Espri yapmadığım halde gülüyorsun ve anında yanıt veriyorsun. Sana ne sorduğumu durup düşünmüyorsun hiç.”
Montag yürümeyi kesti. Kıza bakarak, “Sen cidden tuhafsın,” dedi. “Hiç saygın yok mu?”
“Hakaret etmişim gibi olmasını istemiyorum. Ben sadece insanları izlemeyi fazla seviyorum sanırım.”
“Peki bu sana hiçbir şey ifade etmiyor mu?” Montag kömür rengi yenine dikilmiş 451 sayısına pat pat vurdu.
Kız, “Ediyor,” diye fısıldadı. Adımlarını hızlandırdı. “Şu taraftaki bulvarlarda yarışan jet arabalarını seyrettin mi hiç?”
“Konuyu değiştiriyorsun!”
“Sürücülerin çimenlerin, çiçeklerin ne olduğunu bilmediklerini düşünürüm bazen; çünkü onları asla yavaş giderken görmezler,” dedi kız. “Bir sürücüye yeşil bir bulanıklık göstersen ‘Ah evet! Bunlar çimen!’ der. Pembe bir bulanıklık? ‘Bu bir gül bahçesi!’ Beyaz bulanıklıklar evlerdir. Kahverengi bulanıklıklar ineklerdir. Amcam bir keresinde bir otobanda yavaş araba sürmüştü. Saatte altmış beş kilometreyle gitti diye onu iki gün hapiste tuttular. Bu hem komik hem üzücü, değil mi?”
Montag huzursuzca, "Fazla şey düşünüyorsun,” dedi.
“Benim ‘oturma odası duvarları’nı seyrettiğim veya yarışlara, Eğlence Parklarına gittiğim nadirdir. O yüzden çılgınca şeyler düşünmeye bol bol zamanım oluyor sanırım. Şehrin ötesindeki altmış metrelik reklam panolarını gördün mü? Bir zamanlar reklam panolarının uzunluğunun sadece altı metre olduğunu biliyor muydun? Ama arabalar çok hızlı geçmeye başlayınca, sürücüler reklamları görebilsin diye panoları genişletmek zorunda kaldılar.”
“Bunu bilmiyordum!” Montag birden güldü.
“Bahse girerim ki bilmediğin bir şey daha biliyorum. Sabahları çimenlerin üstünde çiy oluyor.”
Montag bunu bilip bilmediğini o an hatırlayamayınca oldukça sinirlendi.
“Ve bakarsan…” —Kız başıyla göğü gösterdi— “…ayda bir adam var.”
Montag bakmayalı epey olmuştu.
Yolun geri kalanını sessizce yürüdüler; kız düşüncelere dalmıştı… Montag ise gergin, rahatsız bir halde susuyor ve kıza suçlayıcı bakışlar atıyordu. Kızın evine vardıklarında, evin bütün ışıkları yanmaktaydı.
“Neler oluyor?” Montag’ın bir evde bu kadar çok ışık yandığını gördüğü nadirdi.
“Ah, annemle babam ve amcam oturmuş konuşuyorlar, o kadar. Sokaklarda gezinmek gibi, ama daha nadir. Amcam bir keresinde de sokaklarda gezindiği için – sana söylemiş miydim?– tutuklanmıştı. Ah, biz çok tuhafız.”
“Peki ne hakkında konuşuyorsunuz?”
Kız buna güldü. “İyi geceler!” Bahçe yolunda yürümeye başladı. Sonra bir şey hatırlamış gibi dönüp geri geldi ve Montag’a hayretle, merakla baktı. “Mutlu musun?” diye sordu.
Montag, “Ne miyim?” diye haykırdı.
Ama kız gitmişti bile… ay ışığında koşuyordu. Evinin ön kapısı usulca kapandı.
“Mutlu muymuşum! Ne saçma!”
Montag gülmeyi kesti.
Elini ön kapısının eldiven deliğine soktu ve dokunuşunun onu tanımasını bekledi. Ön kapı kayarak açıldı.
Montag sessiz odalara Tabii ki mutluyum. Ne sanıyor ki? Mutlu olmadığımı mı? diye sordu. Holde durup yukarıdaki havalandırma ızgarasına bakarken birden ızgaranın ardında bir şeylerin gizli olduğunu hatırladı; o şeyler şimdi yukarıdan kendisine bakıyordu sanki. Montag gözlerini çabucak kaçırdı.
Bu tuhaf gecede ne tuhaf bir görüşme yapmıştı. Buna benzer bir şey hatırlamıyordu; bir sene önce, bir ikindi vakti parkta yaşlı bir adamla karşılaştığı ve konuştukları zaman hariç…
Montag başını iki yana salladı. Boş bir duvara baktı. Kızın yüzü oradaydı, bellekte gerçekten çok güzeldi: Hatta hayret verici ölçüde güzeldi. Yüzü incecikti, bir gece yarısı karanlık bir odada küçük bir saatin hayal meyal görülen kolu gibiydi… hani uyanıp da saate bakmak istersiniz ve saatin size vakti dakikasına ve saniyesine dek söylediğini görürsünüz, beyaz bir sessizlik içinde parlamaktadır, tamamen kendinden emindir ve ilerideki karanlıklara, ama aynı zamanda yeni bir güneşe doğru da hızla ilerleyen gece hakkında ne söylemesi gerektiğini bilir.
Montag o diğer benliğe, bilinçaltındaki bazen saçmalayan ve iradeden, alışkanlıktan, vicdandan tamamen bağımsız o budalaya, “Ne?” diye sordu.
Tekrar duvara baktı. Kızın yüzü de aynaya ne çok benziyordu. Bu imkânsızdı; ne de olsa insan kendi ışığını ona yansıtan kaç kişi tanırdı ki? İnsanlar daha çok – benzetme yapmak isteyen Montag mesleğinden ilham aldı— meşaleye benzerdi, bir esintiyle sönene dek yanarlardı. Başka kişilerin yüzlerinin insana kendi yüz ifadesini, içini ürperten en gizli düşüncelerini yansıtması ne kadar nadirdi?
O kızın özdeşleşme gücü ne inanılmazdı; bir kukla gösterisini hevesle izleyen ve her gözkapağı titreşimini, her el ve parmak hareketini başlamasından bir saniye önce öngören bir seyirci gibiydi. Ne kadar süre birlikte yürümüşlerdi? Üç dakika? Beş? Oysa bu süre şimdi ne kadar uzun geliyordu. O kız, Montag’ın karşısındaki sahnede ne devasa bir figürdü; zayıf vücudu duvara ne etkileyici bir gölge düşürüyordu! Montag kendisinin gözü kaşınsa kızın gözlerini kırpıştırabileceğini hissediyordu. Kendisinin çene kasları hafifçe gerilirse de kız ondan çok önce esnerdi.
Aslında şimdi düşünüyorum da, gecenin köründe sokakta beni bekler gibiydi sanki… diye düşündü.
Yatak odası kapısını açtı.
Ay battıktan sonra bir anıtmezarın mermer zeminli soğuk odasına girmek gibiydi bu. İçerisi zifiri karanlıktı, dışarıdaki gümüşi dünyadan eser yoktu, pencereler sımsıkı kapalıydı, oda büyük şehrin hiçbir sesinin giremeyeceği bir mezar dünyasıydı. Oda boş değildi.
Montag kulak kabarttı.
Havada dans eden, sivrisinek sesini andıran hafif, zarif vızıltı; özel, pembe, sıcak yuvasında keyif çatan gizli bir eşekarısının elektriksi mırıltısı. Bu müzik sesi, Montag’ın ezgiyi takip edebileceği kadar yüksekti neredeyse.
Gülümsemesinin donyağından bir deri, fazla uzun süre yanmış, çökmüş ve söndürülmüş düşsel bir mumun maddesi gibi kayıp gittiğini, eridiğini, katlanıp kendi içine göçtüğünü hissetti. Karanlık. Montag mutlu değildi. Mutlu değildi. Bu sözcükleri kendine söyledi. Bunun işin doğrusu olduğunu anladı. Mutluluğunu maske gibi takıyordu, o kız da maskeyi kapıp çimenlikte koşarak gitmişti ve onun kapısını çalıp maskeyi geri istemenin yolu yoktu.
Montag ışığı açmayıp, bu odanın nasıl göründüğünü hayalinde canlandırdı. Karısı yatağa uzanmıştı, üstü açıktı ve soğuktu, bir mezar kapağının üstünde sergilenen bir ceset gibiydi, görünmez çelik tellerle tavana sabitlenmiş gözleri kımıldatılamazdı. Kulaklarının içinde, sımsıkı geçirilmiş küçük Denizkabuklarından, yüksük radyolardan gelen, onun uyumayan zihninin kıyısına vuran bir elektronik ses, müzik ve konuşma, müzik ve konuşma okyanusu vardı. Oda sahiden de boştu. Her gece gelen dalgalar Mildred’ı büyük ses gelgitleriyle alıp götürüyor, gözleri fal taşı gibi açık kadını sabaha doğru salındırıyordu. Son iki yılda Mildred’ın o denizde yüzmediği, ona üçüncü kez seve seve dalmadığı bir gece olmamıştı.
Oda soğuktu, ama buna karşın Montag nefes alamadığını hissetti. Perdeleri ve Fransız pencereleri açmak istemiyordu, çünkü ayın odaya girmesini istemiyordu. Bu yüzden, kendini bir saat içinde havasızlıktan ölecek bir adam gibi hissederek, açık ve ayrı, dolayısıyla da soğuk yatağına el yordamıyla gitti.
Ayağının yerdeki nesneye çarpmasından bir saniye önce, öyle bir nesneye çarpacağını bildi. Köşeyi dönüp de kızı az kalsın yere sermesinden önce hissettiği duygunun benzeriydi bu. İleriye titreşimler gönderen ayağı hareket ederken, yolundaki küçük engelden gelen yankıları aldı. Ayağı tekmeledi. Nesne boğuk bir tıngırtıyla karanlığın içine yuvarlandı.
Montag dimdik durup tamamen özelliksiz gecede, karanlık yatakta yatan kişiye kulak kabarttı. Burun deliklerinden çıkan nefes öyle hafifti ki yaşamın ancak en uzak uçlarını, küçük bir yaprağı, siyah bir kuştüyünü, tek bir saç telini kımıldatıyordu.
Montag dışarıdan ışık gelmesini hâlâ istemiyordu. Ateşleyicisini çıkardı, onun gümüş diskine kazılı semenderi hissetti, onu yaktı…
Elinde tuttuğu küçük ateşin ışığında, iki aytaşı aşağıdan ona baktı; dünyanın hayatının onlara dokunmadan aktığı berrak bir derede gömülü iki solgun aytaşı.
“Mildred!”
Mildred’ın yüzü, üstüne yağmur yağabilecek ama yağmuru hissetmeyen, karla kaplı bir ada gibiydi; bulutlar hareketli gölgelerini onun üstünden geçirebilirdi ama o gölgeleri hissetmiyordu. Kulaklarına sımsıkı geçirilmiş yüksük eşekarılarının şarkısı vardı sadece ve gözleri tamamen cam gibiydi, nefesi burun deliklerine usulca ve hafifçe girip çıkıyordu; nefesinin girmesi ya da çıkması, çıkması ya da girmesi Mildred’ın umurunda değildi.
Montag’ın ayağıyla tekmelediği nesne şimdi onun yatağının kenarının altında parlıyordu. Günün daha erken saatlerinde otuz kapsülle dolu olan o küçük, kristal uyku hapı şişesi şimdi minik alevin ışığında kapaksız ve boş halde yatmaktaydı.
Montag öylece dururken, evin yukarısındaki gökyüzü çığlık attı. Müthiş bir yırtılma sesi koptu; sanki iki dev el, on beş bin kilometrelik siyah keteni dikiş yerinden yırtmıştı. Montag ortadan ikiye bölünmüştü. Göğsünün kesilerek ayrıldığını hissetti. Jet bombardıman uçakları geçiyor, geçiyor, geçiyordu; bir iki, bir iki, bir iki, altı tanesi, dokuz tanesi, on iki tanesi, bir tane, bir tane, bir tane ve sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha… hepsi Montag’ın yerine çığlık atıyordu. Montag kendi ağzını açtı ve onların haykırışının aşağı inip kendi sergilenen dişlerinin arasından çıkmasına izin verdi. Ev sarsıldı. Montag’ın elindeki ateş söndü. Aytaşları gözden kayboldu. Montag elinin telefona uzandığını hissetti.
Jetler gitmişti. Montag dudaklarının kımıldadığını, telefonun ahizesine sürtündüğünü hissetti. “İlkyardım hastanesi.” Korkunç bir fısıltı.
Montag siyah jetlerin sesinin yıldızları un ufak ettiğini ve sabahleyin yeryüzünün yıldızların tuhaf bir karı andıran tozuyla kaplı olacağını hissetti. Karanlıkta titreyerek dururken ve dudaklarının sürekli kımıldamasına izin verirken aklından geçen aptalca düşünce buydu.
Bir makineleri vardı. Aslında iki makineleri vardı. Biri denize inerdi, birikmiş bütün eski sular ile eski zamanı aramak için yankılı bir kuyuya inen siyah kobra misali. Ağır ağır kaynayarak tepeye akan yeşil maddeyi içerdi. Karanlığı içer miydi? Yıllarca birikmiş bütün zehirleri emer miydi? Sessizce beslenirken, arada sırada içsel boğulma ve körlemesine arama sesi çıkarıyordu. Bir Göz’ü vardı. Makinenin kişisellikten uzak operatörü özel bir optik kask taktığından, içini dışarı pompaladığı kişinin ruhuna bakabilirdi. Göz ne görüyordu? Adam söylemiyordu. Göz’ün gördüklerini görüyor, ama aslında görmüyordu. Bu operasyonun tamamı, insanın kendi bahçesinde hendek kazmasına benziyordu. Yataktaki kadın, ulaştıkları sert bir mermer katmanından fazlası değildi. Yine de devam edin, sondayı içeri sokun, boşluğu çekin, öyle bir şey zonklayan emiş yılanıyla dışarı çıkarılabilirse tabii. Operatör ayakta durarak sigara içiyordu. Diğer makine de çalışmaktaydı.