Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Fahrenheit 451», sayfa 2

Yazı tipi:

Diğer makineyi leke tutmaz kırmızımsı kahverengi iş tulumu giymiş, kişisellikten aynı ölçüde uzak biri kullanıyordu. Bu makine vücuttaki bütün kanı dışarı pompalayıp, yerine taze kan ve serum geçiriyordu.

Sessiz kadının başında duran operatör, “İki taraftan da temizlemek gerek,” dedi. “Kanı temizlemeyince, mideyi temizlemenin anlamı yok. O madde kanda kalırsa kan beyne tokmak gibi, bam bam diye birkaç bin kez vurur ve sonunda beyin bir anda pes eder, duruverir.”

“Kes şunu!” dedi Montag.

“Ben sadece söylüyordum,” dedi operatör.

Montag, “İşiniz bitti mi?” diye sordu.

Makineleri sımsıkı kapadılar. “İşimiz bitti.” Montag’ın öfkesinden hiç etkilenmemişlerdi. Öylece dururlarken, burunlarının etrafından kıvrılarak gözlerine giren sigara dumanına karşın gözlerini kırpıştırmıyor veya kısmıyorlardı. “Ücreti elli dolar.”

“Neden önce onun iyi olup olmayacağını söylemiyorsunuz?”

“Tabii, iyi olacak. Zararlı maddenin hepsini buraya, bavulumuzun içine koyduk; artık ona zarar veremez. Dediğim gibi, eskiyi çıkarıp yeniyi koyunca iş tamamdır.”

“İkiniz de doktor değilsiniz. Neden İlkyardım’dan doktor göndermediler?”

“Aman!” Operatörün sigarası dudağının üstünde kımıldadı. “Gecede böyle dokuz on vaka alıyoruz. Sayıları öyle çok ki, birkaç yıl önce özel makineleri yaptırdık. Optik lensli olan yeniydi tabii; gerisi çok eski. Böyle vakalarda doktora gerek yok; sorunu yarım saatte temizlemek için iki teknik eleman yeterli. Bak…” —Adam kapıya doğru yürüdü— “…gitmeliyiz. Benim emektar kulak yüksüğünden bir çağrı daha aldım şimdi. On sokak ötede. Biri daha hap şişesini boşaltmış. Bize tekrar ihtiyacın olursa ararsın. Sakin kalmasına dikkat et. Kontrasedatif verdik. Uyanınca acıkmış olacak. Hoşçakal.”

Dümdüz ağızları sigaralı adamlar, şişen engerek gözlü adamlar makinelerini ve tüplerini; sıvı melankolinin ve ağır ağır akan koyu, vıcık vıcık, isimsiz maddelerinin bulunduğu bavulu alıp uzun adımlarla kapıdan çıktı.

Montag bir sandalyeye çöküp bu kadına baktı. Kadının gözleri şimdi zarif bir şekilde kapalıydı; Montag avucunda onun nefesinin sıcaklığını hissetmek için elini koydu.

“Mildred,” dedi sonunda.

Sayımız çok fazla, diye düşündü. Milyarlarcayız ve bu çok fazla. Kimse kimseyi tanımıyor. Yabancılar gelip mahremiyetimizi ihlal ediyor. Yabancılar gelip kalbimizi söküyor. Yabancılar gelip kanımızı alıyor. Ulu Tanrım, o adamlar kimdi? Onları daha önce hiç görmemiştim!

Yarım saat geçti.

Bu kadının kan dolaşımı yeniydi ve ona yeni bir şey yapmış gibiydi. Kadının yanakları pespembeydi; dudakları çok tazeydi ve canlı renkliydi… yumuşak ve rahat görünüyorlardı. Orada başka birinin kanı vardı. Başka birinin bedeni, beyni ve hafızası da olsaydı keşke. Keşke Mildred’ın zihnini alıp kuru temizlemeciye götürebilseler ve ceplerini boşaltıp, buharlayıp, temizleyip, tekrar toparlayıp sabahleyin geri getirebilselerdi. Keşke…

Montag kalkıp önce perdeleri, sonra da içeri gece havası girsin diye pencereleri açtı. Saat sabahın ikisiydi. Montag’ın sokakta Clarisse McClellan ile karşılaşmasından, eve gelmesinden, karanlık odaya girmesinden ve ayağının küçük kristal şişeye çarpmasından beri yalnızca bir saat mi geçmişti? Yalnızca bir saat; ama o sözcük erimiş ve yeni, renksiz bir formla peydah olmuştu.

Ayın renklendirdiği çimenliğin ötesinden, Clarisse ile babasının, annesinin ve amcasının evinden kahkahalar geliyordu; öyle usulca ve içtenlikle gülümsüyorlardı ki. Her şeyden öte, gecenin köründe, diğer bütün evler karanlıkta kendi başlarına takılırken ışıl ışıl aydınlanan o evden gelen kahkahaları rahat ve samimiydi, kesinlikle zorlama değildi. Montag seslerin konuşup durduğunu, verdiğini, konuştuğunu, hipnotik ağlarını tekrar tekrar ördüğünü duyuyordu.

Montag hiç düşünmeden Fransız pencerelerden çıkıp çimenliği geçti. Konuşan evin önünde, gölgelerin içinde durdu; kapılarını çalıp, “Girmeme izin verin. Bir şey söylemem. Sadece dinlemek istiyorum. Ne diyordunuz?” diye fısıldamayı bile düşündü.

Ama bunun yerine öylece durdu; çok üşüyordu, yüzü buzdan bir maskeydi, bir erkeğin (Amca mıydı?) rahat rahat konuşmasını dinledi:

“Eh, sonuçta tek kullanımlık mendillerin çağı bu. Burnunu bir insana doğru sümkürürsün, kâğıt mendille silersin, mendili atıp sifonu çekersin, sonra bir başkasına uzanırsın, sümkürürsün, silersin, atıp sifonu çekersin. Herkes birbirinin smokin kuyruklarını kullanıyor. Ev sahibi takımı nasıl destekleyebilirsin ki, elinde bir program bile yoksa veya isimlerini bilmiyorsan? Hatta sahaya koşar adım çıkarlarken hangi renkte forma giydiklerini bile bilmiyorsan?”

Montag kendi evine geri döndü, pencereyi ardına kadar açık bıraktı, Mildred’ı kontrol etti, üstünü özenle örttü, sonra da uzandı; ay ışığı, kaşlarını çatmasıyla alnında oluşan çizgileri ve elmacık kemiklerini aydınlatıyordu, ay ışığı her gözde damıtılarak orada gümüşi bir katarakt oluşturuyordu.

Bir yağmur damlası. Clarisse. Bir başka damla. Mildred. Üçüncü bir damla. Amca. Dördüncü bir damla. Bu geceki yangın. Bir, Clarisse. İki, Mildred. Üç, amca. Dört, yangın. Bir, Mildred, iki, Clarisse. Bir, iki, üç, dört, beş, Clarisse, Mildred, amca, yangın, uyku hapları, adamlar, tek kullanımlık mendiller, smokin kuyrukları, sümkür, sil, atıp sifonu çek, Clarisse, Mildred, amca, yangın, haplar, kâğıt mendiller, sümkür, sil, atıp sifonu çek. Bir, iki, üç, bir, iki, üç! Yağmur. Fırtına. Gülen amca. Alt katta gök gürlemesi. Bütün dünya sağanak halinde yağıyordu. Bir volkandan fışkıran alevler. Hepsi de kesik kesik gürleyerek, nehre dönüşen bir akıntı halinde hızla aşağıya, sabaha doğru akıyordu.

Montag, “Artık hiçbir şey bilmiyorum,” dedi ve dilinin üstünde bir uyku pastilinin erimesine izin verdi.

Sabah dokuzda, Mildred’ın yatağı boştu.

Montag ayağa fırladı ve kalbi küt küt atarak holde koşup mutfak kapısının önünde durdu.

Örümceği andıran metal bir el, gümüşi ekmek kızartma makinesinden fırlayan dilimi kapıp erimiş tereyağına buladı.

Mildred kızarmış ekmeğin tabağına getirilmesini seyretti. İki kulağı da, vızıldayarak saati geçiren elektronik arılarla tıkalıydı. Mildred birden yukarı bakıp da Montag’ı görünce başıyla selam verdi.

Montag, “İyi misin?” diye sordu.

Denizkabuğu Kulak Yüksükleri’yle on yıllık çıraklık dönemi geçirmiş olan Mildred dudak okumakta ustaydı. Tekrar başını sallayarak onayladı. Ekmek kızartma makinesini, tıkırdayarak bir başka ekmek dilimini kızartmaya ayarladı.

Montag oturdu.

Neden bu kadar açım bilmiyorum,” dedi karısı.

“Sen…”

Açım…

Montag, “Dün gece…” diye söze başladı.

“İyi uyumadım. Kendimi berbat hissediyorum,” dedi Mildred. “Tanrım, öyle açım ki. Anlam veremiyorum.”

Montag tekrar, “Dün gece…” diye söze başladı.

Mildred onun dudaklarını kayıtsızca izledi. “Dün geceye ne olmuş?”

“Hatırlamıyor musun?”

“Neyi? Çılgın bir parti filan mı verdik? Akşamdan kalma gibiyim. Tanrım, öyle açım ki. Kimler geldi?”

“Birkaç kişi,” dedi Montag.

“Ben de öyle düşünmüştüm.” Mildred kızarmış ekmeğini çiğnedi. “Karnım ağrıyor, ama felaket açım. Partide bir salaklık yapmamışımdır umarım.”

Montag usulca, “Yapmadın,” dedi.

Ekmek kızartma makinesinin örümceği andıran eli Montag’ın ekmeğine tereyağı sürüp uzattı. Montag ekmek dilimini elinde tuttu; kendini yükümlü hissediyordu.

“Sen de çok iyi görünmüyorsun,” dedi karısı.

İkindi sonunda yağmur yağdı ve tüm dünya koyu griydi. Montag evinin holünde durup, yanan turuncu semenderli rozetini taktı. Öylece durup, holdeki havalandırma ızgarasına uzun uzun baktı. Televizyon odasında senaryosunu okuyan karısı başını kaldırıp ona göz attı. “Hey,” dedi. “Adam düşünüyor!

“Evet,” dedi Montag. “Seninle konuşmak istedim.” Duraksadı. “Dün gece şişendeki bütün hapları içtin.”

Şaşıran Mildred, “Ah, öyle bir şey yapmam ben,” dedi.

“Şişe boştu.”

“Ben öyle bir şey yapmam,” dedi Mildred. “Neden öyle bir şey yapayım ki?”

“Belki de iki hap aldın ve sonra unutup iki tane daha aldın, sonra da tekrar unutup iki tane daha aldın ve ilacın etkisiyle öyle sersemledin ki otuz kırk tane yutana kadar devam ettin.”

“Neden öyle aptalca bir şey yapayım ki?” dedi Mildred.

“Bilmiyorum,” dedi Montag.

Mildred’ın onun söze devam etmesini beklediği barizdi. “Öyle yapmadım,” dedi. “Hayatta yapmam.”

“Tamam, öyle diyorsan,” dedi Montag.

“Kadın böyle dedi.” Mildred senaryosuna geri döndü.

Kendini yorgun hisseden Montag, “Bugün öğleden sonra ne var?” diye sordu.

Mildred bu kez senaryodan başını kaldırıp bakmadı. “Eh, on dakika sonra duvardan duvara devrede bir tiyatro oyunu gösterilecek. Bu sabah repliklerimi postayla gönderdiler. Kuponlar gönderdim. Senaryonun bir bölümünü eksik bırakıyorlar. Yeni bir fikir. Eksik bölüm ev kadını, yani ben. Eksik repliklerin sırası gelince üç duvardan bana bakıyorlar ve replikleri okuyorum. Mesela burada adam ‘Bu fikrin tamamı hakkında ne düşünüyorsun Helen?’ diyor. Ben de şey diyorum, şey…” Mildred duraksayıp parmağını senaryodaki bir satırın altında gezdirdi. “‘Bence bu iyi!’ Sonra oyuna devam ediyorlar ve sonunda adam ‘Buna katılıyor musun Helen?’ deyince ben ‘Kesinlikle katılıyorum!’ diyorum. Çok eğlenceli değil mi Guy?”

Montag holde durup ona baktı.

“Kesinlikle eğlenceli,” dedi Mildred.

“Oyun neyle ilgili?”

“Şimdi söyledim ya. Bob, Ruth ve Helen diye birileri var.”

“Ah.”

“Cidden eğlenceli. Dördüncü duvarı da taktırmaya paramız olunca daha da eğlenceli olacak. Dördüncü duvarı söktürüp dördüncü bir televizyon duvarı taktırmak için gerekli parayı ne kadar zamanda biriktiririz sence? Sadece iki bin dolar.”

“Yıllık maaşımın üçte biri bu.”

Mildred, “Sadece iki bin dolar,” diye karşılık verdi. “Hem bazen beni de düşünmelisin bence. Dördüncü bir duvarımız olursa, bu oda bizim değil her türden egzotik insanların odaları gibi olacak. Birkaç şeyden kısabiliriz.”

“Üçüncü duvarın parasını ödemek için birkaç şeyden kısıyoruz zaten. Daha iki ay önce monte edildi, hatırlıyor musun?”

“Daha o kadar mı oldu sadece?” Mildred oturup Montag’a uzun bir an boyunca baktı. “Eh, güle güle canım.”

“Hoşçakal,” dedi Montag. Durup döndü. “Mutlu sonla mı bitiyor?”

“Henüz sonuna gelmedim.”

Montag gidip son sayfayı okudu, başıyla onayladı ve senaryoyu katlayıp Mildred’a geri verdi. Evden dışarıya, yağmura çıktı.

Yağmur hafifliyordu; kaldırımın ortasında başını kaldırmış yürüyen kızın yüzüne tek tük damlalar düşüyordu. Kız, Montag’ı görünce gülümsedi.

“Merhaba!”

Montag selam verdikten sonra, “Şimdi ne haltlar karıştırıyorsun?” diye sordu.

“Hâlâ deliyim. Yağmur iyi hissettiriyor. Yağmurda yürümeye bayılırım.”

“Benim pek hoşuma gitmezdi sanırım,” dedi Montag.

“Denesen hoşuna gidebilir.”

“Hiç denemedim.”

Kız dudaklarını yaladı. “Yağmurun tadı bile güzel.”

Montag, “Ne yapıyorsun… her şeyi bir kez denemeye mi çalışıyorsun?” diye sordu.

“Bazen iki kez.” Kız elindeki bir şeye baktı.

Montag, “Elinde ne var?” diye sordu.

“Yılın son karahindibalarından tahminimce. Yılın bu geç vaktinde çimenlikte bunlardan bir tane bulabileceğimi sanmıyordum. Çenenin altına sürtmeni söylediler mi hiç? Bak.” Kız gülerek çiçeği çenesine dokundurdu.

“Niye ki?”

“İz bırakırsa, âşığım demektir. Bıraktı mı?”

Montag bakmaktan başka bir şey yapamazdı.

“Eee?” dedi kız.

“Çenenin altı sapsarı oldu.”

“Güzel! Şimdi sende deneyelim.”

“Bende işe yaramaz.”

“İşte.” Montag’ın kımıldamasına fırsat kalmadan, kız karahindibayı onun çenesinin altına dayamıştı. Montag geri çekilince kız güldü. “Kımıldama!”

Montag’ın çenesinin altına bakıp kaşlarını çattı.

“Eee?” dedi Montag.

“Ne yazık,” dedi kız. “Kimseye âşık değilsin.”

“Hayır, âşığım!”

“Öyle görünmüyor.”

“Âşığım, hem de sırılsıklam!” Montag bu sözüne uygun bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı, ama başaramadı. “Âşığım!”

“Ah, öyle bakma lütfen.”

“Sebebi karahindiba,” dedi Montag. “Hepsini kendinde kullandın. O yüzden bende iz bırakmadı.”

“Elbette, sebep bu olmalı. Ah, canını sıktım şimdi, bunu görebiliyorum; üzgünüm, gerçekten üzgünüm.” Kız, Montag’ın dirseğine dokundu.

Montag çabucak, “Hayır, hayır,” dedi. “Ben iyiyim.”

“Gitmem gerek, o yüzden beni affettiğini söyle; bana kızgın olmanı istemiyorum.”

“Kızgın değilim. Canım sıkıldı, evet.”

“Şimdi psikiyatristimle görüşmeye gitmeliyim. Beni gitmeye zorluyorlar. Uyduruk laflar ediyorum. Psikiyatristim hakkımda ne düşünüyor bilmiyorum. Soğan gibi katmanlı olduğumu söylüyor! Katmanları soymasına izin vererek, meşgul olmasını sağlıyorum.”

“Psikiyatriste ihtiyacın olduğuna inanmaya meyilliyim,” dedi Montag.

“Aslında öyle düşünmüyorsun.”

Montag derin bir nefes aldı ve bir süre içinde tuttuktan sonra bıraktı. “Evet, aslında öyle düşünmüyorum.”

“Psikiyatristim çıkıp ormanlarda gezinmemin, kuşları seyretmemin ve kelebek toplamamın sebebini merak ediyor. Koleksiyonumu bir gün gösteririm sana.”

“Güzel.”

“Boş vakitlerimde ne yaptığımı bilmek istiyorlar. Bazen sırf oturup düşündüğümü söylüyorum. Ama ne düşündüğümü söylemiyorum onlara. Koşturmalarını sağlıyorum. Bazen de başımı böyle geriye atıp yağmur damlalarının ağzımın içine düşmesini sağladığımı söylüyorum. Tatları aynen şarap gibi. Bunu hiç denedin mi?”

“Hayır, ben…”

“Beni affettin, değil mi?”

“Evet.” Montag bunu düşündü. “Evet, affettim. Sebebini Tanrı bilir. Tuhafsın, sinir bozucusun ama seni affetmek kolay. On yedi yaşında olduğunu mu söylemiştin?”

“Şey… gelecek ay.”

“Ne acayip. Ne garip. Karım otuz yaşında ama sen bazen ondan çok daha yaşlı gibi görünüyorsun. Bunu göz ardı edemiyorum bir türlü.”

“Siz de tuhafsınız, Bay Montag. İtfaiyeci olduğunuzu bile unutuyorum bazen. Şimdi, sizi tekrar kızdırabilir miyim?”

“Devam et.”

“Nasıl başladı? O işe nasıl girdin? Mesleğini nasıl seçtin ve bu işi yapmayı neden düşündün? Sen diğerleri gibi değilsin. Onlardan epey gördüm; biliyorum. Konuştuğumda bana bakıyorsun. Dün gece, aydan bahsettiğimde aya baktın. Diğerleri bunu asla yapmazdı. Diğerleri ben konuşurken çekip giderdi. Veya beni tehdit ederdi. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok artık. Sen bana katlanan çok az kişiden birisin. İtfaiyeci olmanı bu yüzden çok tuhaf buluyorum; sana uymuyor sanki.”

Montag bedeninin ikiye bölündüğünü hissetti; bir yanı sıcak, diğeri soğuktu… bir yanı yumuşak, diğeri sertti… bir yanı titriyor, diğeri titremiyordu; iki yarısı birbirine sürtünüyordu.

“Randevuna koşsan iyi olacak,” dedi.

Bunun üzerine kız koşarak uzaklaşıp, yağmurda duran Montag’ı tek başına bıraktı. Montag ancak uzun zaman sonra hareket etti.

Sonra, yürürken başını yağmurda çok yavaşça geriye attı ve sadece birkaç saniyeliğine ağzını açtı…

Mekanik Tazı, itfaiye binasının arka tarafındaki karanlık bir köşede hafifçe vızıldayan, hafifçe titreşen, yumuşak ışıkla aydınlanan kulübesinde uyuyor ama aslında uyumuyor, yaşıyor ama aslında yaşamıyordu. Gecenin birinin loş ışığı, büyük pencereyle çerçevelenmiş bulutsuz gökyüzünden gelen ay ışığı hafifçe titreyen canavarın pirinç, bakır ve çelikten oluşan vücudunu aydınlatıyordu. Sekiz bacağını altı lastikli patilerinin üstünde örümcek gibi toplamış halde çok hafifçe titreyen yaratığın ufak ve yakut rengi cam kısımlarında, naylon fırçalı burun deliklerinin incecik ve hassas kıllarında ışık titreşiyordu.

Montag pirinç direkten kayarak indi. Şehre bakmak için dışarı çıktı… bulutlar artık tamamen dağılmıştı; Montag bir sigara yaktıktan sonra geri dönüp eğildi ve Tazı’ya baktı. Tazı, balın zehir çılgınlığıyla, delilik ve kâbusla yüklü olduğu bir tarladan evine dönmüş, vücudu o fazla zengin nektarla tıka basa doldurulmuş ve şimdi uyuyarak kötülüğü içinden atan dev bir arı gibiydi.

Bu ölü canavar, bu canlı canavar karşısında her zamanki gibi büyülenen Montag, “Selam,” diye fısıldadı.

Sıkıcı gecelerde, yani her gece adamlar pirinç direklerden kayarak inip Tazı’nın koku sistemini tıkır tıkır ayarlayarak uygun kombinasyonlara getirir ve ardından itfaiye binasının aşağı eğimli rampasına sıçanlar, bazen de tavuklar veya zaten boğulması gereken kediler salarlardı; sonra da Tazı’nın hangi kedi, tavuk veya sıçanı önce yakalayacağı üstüne bahse tutuşurlardı. Hayvanlar serbest bırakılırdı. Üç saniye sonra oyun biterdi; Tazı’nın rampanın ortasında yakaladığı sıçan, kedi veya tavuk kendisini hafifçe tutan patilerin arasında kısılıyken, yaratığın uzun burnundan çıkan on santimlik, içi boş çelik iğne büyük dozda morfin veya prokain zerk etmek üzere inerdi. Sonra o piyon, yakma fırınına atılırdı. Yeni bir oyun başlardı.

Montag çoğu gece, bunlar olurken üst katta kalırdı. İki yıl önce bir keresinde en usta bahisçilerle bahse tutuşmuş ve bir haftalık maaşını kaybedince, deliye dönen Mildred’ın öfkesine maruz kalmıştı; Mildred’ın öfkelendiği damarlarından ve kırmızı lekelerden belliydi. Ama artık Montag geceleri ranzasında, yüzü duvara dönük halde yatıyor ve aşağıdan gelen yüksek kahkahaları, kaçışan sıçanların ayaklarının çıkardığı o piyano telini çağrıştıran sesleri, farelerin keman sesini andıran cıyaklamalarını ve Tazı’nın çiğ ışıkta gece kelebeği gibi öne atılıp kurbanını tuttuğu, iğneyi batırdığı ve sonra sanki bir düğme çevrilmiş gibi, ölmek üzere kulübesine döndüğü zamanlardaki o büyük, gölgelendirici, hareketli sessizliğini dinliyordu.

Montag uzun burna dokundu.

Tazı hırladı.

Montag geriye sıçradı.

Tazı kulübesinin içinde yarı doğrularak, ansızın etkinleştirilmiş göz ampullerinde yeşilimsi mavi neon ışıklar titreşirken Montag’a baktı. Tekrar hırladı; elektrik vızıltısının, kızarma sesinin, metal gıcırtısının ve çarkların dönme sesinin tuhaf bir karışımı olan bu kulak tırmalayıcı ses paslı ve kadimdi, şüphe yüklüydü sanki.

Kalbi küt küt atan Montag, “Hayır, hayır oğlum,” dedi.

Gümüşi iğnenin dışarıya iki buçuk santim çıkıp geri çekildiğini, tekrar çıkıp geri çekildiğini gördü. Canavar için için hırıldayarak ona bakıyordu.

Montag geriledi. Tazı bir adım atarak kulübesinden çıktı. Montag bir eliyle pirinç direğe tutundu. Tepki vererek yukarıya doğru kayan direk, Montag’ı usulca tavandan geçirdi. Montag yarı aydınlık üst katın zeminine indi. Titriyordu ve yüzü yeşilimsi beyazdı. Aşağıda, Tazı sekiz inanılmaz böcek bacağının üstüne tekrar kurulmuştu ve tekrar kendi kendine vızıldıyordu; çok yüzeyli gözleri huzurluydu.

Montag inme deliğinin yanında öylece durarak, korkularının geçmesini bekledi. Arkasındaki köşede, tavan abajurunun yeşil ışığında, kumar masasında oturan dört adam ona göz atsalar da bir şey demediler. Sadece Anka armalı Yüzbaşı şapkalı adam sonunda merakına yenilerek, ince elinde iskambil kartları tutarken, uzun odanın diğer tarafından seslendi.

“Montag…?”

“Benden hoşlanmıyor,” dedi Montag.

“Ne, Tazı mı?” Yüzbaşı kartlarını inceledi. “Boşversene. Onun hoşlanmak ya da hoşlanmamak gibi bir durumu yok. O sadece ‘işlevini yerine getirir’. Balistik dersi gibi bu. Onun kendisi için belirlediğimiz bir yolu var. O yoldan gider. Kendini hedef alır, kendine odaklanır ve durdurur. O sadece bakır tellerden, akülerden ve elektrikten ibaret.”

Montag yutkundu. “Hesaplayıcıları herhangi bir kombinasyona ayarlanabilir; herhangi bir amino asit, kükürt, süt yağı ve alkalin miktarına ayarlanabilir. Değil mi?”

“Bunu hepimiz biliyoruz.”

“Buradaki, binadaki hepimizin bütün o kimyasal dengelerimiz ve oranlarımız alt kattaki ana dosyaya kaydediliyor. Birinin Tazı’nın ‘hafızasına’ kısmi bir kombinasyon girmesi, belki amino asit ayarını biraz artırması kolay olabilir. O hayvanın demin yaptığı şeyi açıklar bu. Bana tepki verdi, üstüme geldi.”

“Haydi canım,” dedi Yüzbaşı.

“Sinirliydi, ama çok kızgın değildi. ‘Hafızası’, ona dokunduğumda hırlayacağı şekilde ayarlanmıştı sadece.”

Yüzbaşı, “Böyle bir şeyi kim yapar ki?” diye sordu. “Burada düşmanın yok Guy.”

“Bildiğim kadarıyla yok.”

“Yarın teknisyenlerimize söyleriz, Tazı’yı kontrol ederler.”

“Beni ilk tehdit edişi değil bu,” dedi Montag. “Geçen ay iki kez oldu.”

“Hallederiz. Merak etme.”

Ama Montag kımıldamadı ve öylece durup, evinin holündeki havalandırma ızgarasını ve ızgaranın ardında gizli şeyi düşündü yalnızca. Buradaki, itfaiye binasındaki birileri havalandırma ızgarasından haberdarsa, Tazı’ya “söylemiş” olamaz mıydılar…?

Yüzbaşı inme deliğine gelip, Montag’a sorgulayan gözlerle baktı.

“Sadece şeyi düşünüyordum… Tazı geceleri aşağıda neler düşünüyor acaba?” dedi Montag. “Gerçekten bize düşman mı kesiliyor? İçimi ürpertiyor.”

“Düşünmesini istemediğimiz hiçbir şeyi düşünmüyor.”

Montag usulca konuştu: “Bu üzücü… çünkü onu sadece avlanmaya, bulmaya ve öldürmeye ayarlıyoruz. Bilip bileceği sadece bunlarsa, ne yazık.”

Beatty hafifçe, horgörüyle güldü. “Boşversene! O iyi bir zanaat eseri, kendi hedefini yakalayabilen ve her seferinde on ikiden vurmayı garanti eden iyi bir tüfek.”

“İşte bu yüzden onun sıradaki kurbanı olmak istemiyorum,” dedi Montag.

“Neden? Vicdanını rahatsız eden bir mesele mi var?”

Montag hızla yukarı baktı.

Beatty karşısında durmuş, ona sabit gözlerle bakıyordu; sonra ağzı açıldı ve çok hafifçe gülmeye başladı.

Bir iki üç dört beş altı yedi gün. Montag bir o kadar kez evden çıktı ve Clarisse orada, dünyada bir yerlerdeydi. Montag bir keresinde onun bir ceviz ağacını sarstığını, bir keresinde de çimenlikte oturup mavi süveter ördüğünü gördü; üç dört kez de kapısının önünde mevsim sonu çiçeklerinden oluşan bir buket veya küçük bir torbanın içinde bir avuç kestane ya da beyaz bir sayfaya iğneyle tutturulup kapısına raptiyeyle asılmış sonbahar yaprakları buldu. Her gün Clarisse köşeye kadar ona eşlik ediyordu. Bir gün yağmur yağıyordu, ertesi gün hava açıktı, sonraki gün sert rüzgâr esiyordu, ondan sonraki gün hava ılık ve sakindi, o sakin günden sonraki gün de havanın fırın gibi olduğu yaz günlerini andırıyordu ve ikindi sonunda Clarisse’in yüzü artık iyice bronzlaşmıştı.

Montag bir keresinde, metro girişinde, “Neden seni yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum?” diye sordu.

“Çünkü senden hoşlanıyorum ve senden bir şey istemiyorum,” dedi Clarisse. “Ve çünkü birbirimizi tanıyoruz.”

“Kendimi çok yaşlı hissettiriyorsun ve tam bir baba gibi hissetmeme yol açıyorsun.”

“Şimdi sen açıkla bakalım… madem çocukları o kadar seviyorsun, neden benim gibi kızların olmadı?”

“Bilmem.”

“Şaka yapıyorsun!”

“Yani, nasıl desem…” Montag durup başını iki yana salladı. “Şey, karım, o… o asla çocuk istemedi.”

Kız gülümsemeyi kesti. “Üzgünüm. Benimle dalga geçiyorsun sandım, gerçekten. Aptalın tekiyim.”

“Hayır, hayır,” dedi Montag. “İyi bir soruydu. Epeydir kimse bunu soracak kadar umursamıyordu. İyi bir soru.”

“Başka şeylerden konuşalım. Eski yaprakları kokladın mı hiç? Tarçın gibi kokmuyorlar mı? Al. Kokla.”

“Aaa, sahiden tarçın gibi kokuyor bir bakıma.”

Kız berrak, koyu gözleriyle ona baktı. “Hep afallamış gibi görünüyorsun.”

“Vaktim olmadı, o kadar…”

“Dediğim o genişletilmiş reklam panolarına baktın mı?”

“Sanırım. Evet.” Montag kendini tutamayıp güldü.

“Gülüşün eskisinden çok daha hoş.”

“Öyle mi?”

“Çok daha rahat.”

Montag kendini daha müsterih ve rahat hissetti. “Neden okulda değilsin? Her gün ortalarda dolandığını görüyorum.”

“Ah, beni özlemiyorlar,” dedi kız. “Asosyalmişim, öyle diyorlar. Kaynaşamıyormuşum. Öyle tuhaf ki. Aslında çok sosyalimdir. Sosyalden ne kastettiğine bağlı tamamen, değil mi? Bana göre sosyal olmak, seninle böyle şeyler hakkında konuşmak.” Ön bahçede ağaçtan düşmüş birkaç kestaneyi takırdattı. “Veya dünyanın ne tuhaf olduğundan bahsetmek. İnsanlarla olmak güzel. Ama bir grup insanı bir araya getirip de konuşmalarına izin vermemek sosyallik değil bence; ya sence? Bir saat televizyon dersi, bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, yine bir saat çevriyazılı tarih veya resim ve yine spor… ama biliyor musun, asla soru sormuyoruz, en azından çoğumuz sormuyor; yanıtları bing bing bing diye veriyorlar sadece, biz de dört saat daha film-öğretmenin karşısında oturuyoruz. Bana göre kesinlikle sosyallik değil bu. Bir sürü huniye su döküyorlar ve alttan akan şeye şarap diyorlar, ama değil. Günün sonunda bizi öyle yormuş oluyorlar ki yatağa gitmekten veya kabadayılık taslamak için Eğlence Parkı’na gitmekten, Cam Kırma yerinde pencere camları kırmaktan ya da o büyük çelik toplu Araba Parçalama yerinde araba parçalamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Veya arabalara atlayıp sokaklarda yarışıyoruz, lamba direklerinin ne kadar yakınından geçebileceğimizi görmeye çalışıyoruz, “tavuk”1 veya “jant kapağı düşürmece” oynuyoruz. Hakkımda söyledikleri her şey doğru sanırım. Hiç arkadaşım yok. Bu anormal olduğumu kanıtlıyormuş. Ama tanıdığım herkes ya bağırıyor ya ortalıkta çılgınca dans ediyor ya da birbirini dövüyor. Bugünlerde insanların birbirini nasıl incittiğini fark ediyor musun?”

“Öyle yaşlı gibi konuşuyorsun ki.”

“Bazen çok yaşlı oluyorum. Yaşıtım çocuklardan korkuyorum. Birbirlerini öldürüyorlar. Hep böyle miydi? Amcam hayır diyor. Sırf geçen sene altı arkadaşım vuruldu. On arkadaşım araba kazasında öldü. Onlardan korkuyorum, korktuğum için de beni sevmiyorlar. Amcamın dediğine göre, dedesi çocukların birbirini öldürmediği zamanları hatırlıyormuş. Ama bu çok eskidenmiş… o zamanlar her şey farklıymış. Sorumluluğa inanırlardı, diyor amcam. Biliyor musun, ben sorumluluk sahibiyim. Yıllar önce, gerektiği zaman dayak yedim. Bütün alışverişi de ben yapıyorum ve evi ellerimle temizliyorum.

“Ama en çok da insanları seyretmeyi seviyorum,” dedi kız. “Bazen bütün gün metroyla gezip onlara bakıyorum, onları dinliyorum. Kim olduklarını, ne istediklerini ve nereye gittiklerini öğrenmek istiyorum sadece. Bazen Eğlence Parklarına gidip jet arabalarına bindiğim bile oluyor, gece yarısı şehir sınırında yarıştıklarında… sigortalı oldukları sürece polisin umurunda olmuyor. Bazen metrolarda gizlice kulak kabartıyorum. Veya gazoz makinelerinin başındayken kulak kabartıyorum ve biliyor musun?”

“Neyi?”

“İnsanlar hiçbir şeyden bahsetmiyor.”

“Ah, bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka!

“Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası ya da yüzme havuzu firması sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor. Kafelerde de genellikle espri makineleri çalıştırılıyor ve genellikle aynı espriler yapılıyor veya müzik duvarının ışıkları yakılıyor ve bütün o renkli desenler inip çıkıyor, ama bunlar sadece renk ve tamamen soyut. Müzelerde de… müzeye gittin mi hiç? Tamamen soyut. Artık sadece bu var. Amcamın dediğine göre bir zamanlar durum farklıymış. Çok eskiden bazen fotoğraflar bir şeyler söylermiş, hatta insanları gösterdikleri bile olurmuş.”

“Amcam şöyle dedi, amcam böyle dedi deyip duruyorsun. Amcan takdire şayan biri olsa gerek.”

“Öyledir. Kesinlikle öyle. Eh, gitmeliyim. Hoşçakalın Bay Montag.”

“Güle güle.”

“Hoşçakal…”

Bir iki üç dört beş altı yedi gün: İtfaiye binası.

“Montag, şu direğe öyle bir tırmanıyorsun ki, ağaca çıkan kuş gibisin.”

Üçüncü gün.

“Montag, bu sefer arka kapıdan geldiğini gördüm. Tazı rahatsız mı ediyor?”

“Hayır, hayır.”

Dördüncü gün.

“Montag, komik bir şey. Bu sabah duydum. Seattle’da bir itfaiyeci bir Mekanik Tazı’ya kasıtlı olarak kendi kimyasal bileşimini girmiş, sonra da onu serbest bırakmış. Bu ne tür bir intihar sence?”

Beş, altı, yedi gün.

Sonra Clarisse gitti. Montag o ikindinin ne tersliği olduğunu bilmiyordu, ama terslik kızı dünyada bir yerlerde görmemesiydi. Çimenlik boştu, ağaçlar boştu, sokak boştu ve Montag, başta bunun farkında bile olmasa da, kızı özlüyordu ve hatta onu arıyordu; işin gerçeği, metroya vardığında içinde huzursuzluk kıpırtıları belli belirsiz baş göstermekteydi. Bir sorun vardı; rutini bozulmuştu. Evet, bu basit bir rutindi, sadece birkaç kısa günde oluşturulmuştu, ama yine de…? Az kalsın dönüp, geldiği yoldan gerisingeri yürüyecekti… kıza ortaya çıkması için zaman tanımak amacıyla. Aynı yoldan gitmeyi denerse her şeyin yolunda gideceğine emindi. Ama vakit geçti ve treninin gelmesi Montag’ın planını engelledi.

Kartların hızlı ve düzensiz hareketleri, ellerin ve gözkapaklarının hareketleri, itfaiye binasının tavanından gelen monoton zaman-sesi: “…bir otuz beş, Perşembe gecesi, 4 Kasım… bir otuz altı… gece bir otuz yedi…” Yağlı masanın üstüne konulan iskambil kartlarının tıkırtısı… bütün sesler Montag’a geliyordu, kapalı gözlerinin ardından, anlık olarak diktiği bariyerin ardından. İtfaiye binasının ışıltılarla, parıltılarla ve sessizlikle, pirinç renkleriyle, bozukluk renkleriyle, altın ve gümüş renkleriyle dolu olduğunu hissedebiliyordu. Masada oturan görünmez adamlar kartlarına bakıp iç geçiriyordu, bekliyordu. “…bir kırk beş…” Sesli saat soğuk saati, daha da soğuk bir senenin soğuk bir gecesinin soğuk saatini matemle söylüyordu.

“Sorun ne Montag?”

Montag gözlerini açtı.

Bir yerlerde bir radyo vızıldıyordu. “…her an savaş ilan edilebilir. Bu ülke kendini savunmaya hazırdır…”

Kara sabah göğünde çok sayıda jet uçağı tek bir notayla ıslık çalarak geçerken itfaiye binası sarsıldı.

Montag gözlerini kırpıştırdı. Beatty ona sanki müze heykeliymiş gibi bakıyordu. Beatty her an kalkıp onun etrafında gezinebilir, ona dokunabilir, suçluluk duygusunu ve özbilincini araştırabilirdi. Suçluluk duygusu mu? Neyle ilgili suçluluk duygusu?

“Sıra sende Montag.”

Montag binlerce gerçek ve on binlerce hayali ateşle yüzleri bronzlaşmış, işleri yanaklarını kızartan ve gözlerini ısıtan bu adamlara baktı. Bu adamlar hep yanan siyah pipolarını yakarken, platin ateşleyici alevlerine gözlerini kaçırmadan bakardı. Onlar ve kömür karası saçları, is rengi kaşları ve mavimsi kül lekeli, sinekkaydı tıraşlı yanakları; ama soyları belli oluyordu. Montag irkilerek dikeldi, ağzı açıldı. Siyah saçlı, siyah kaşlı ve yanık yüzlü olmayan… çelik mavisi yanakları tıraşlı olup da tıraşsız gibi görünmeyen bir itfaiyeci görmüş müydü hiç? Bu adamlar kendisinin aynısıydı! Yoksa bütün itfaiyeciler eğilimlerinin yanı sıra görünüşlerine göre de mi seçiliyordu? Yanmış kömür artığı ve kül rengindeydiler, pipolarından da sürekli yanık kokusu geliyordu. Yüzbaşı Beatty oradaydı, fırtına habercisi bulutlar gibi yükselen tütün dumanları salıyordu. Beatty yeni bir tütün paketi açıyor, selofanı buruşturarak ateş sesine dönüştürüyordu.

Montag kendi ellerindeki kartlara baktı. “Ben… şeyi düşünüp duruyorum. Geçen haftaki yangını. Kütüphanesini hallettiğimiz adamı. Ona ne oldu?”

“Tımarhaneye götürdüler… çığlıklar atıyordu.”

“Deli değildi.”

Beatty kartlarını usulca düzenledi. “Devleti ve bizi kandırabileceğini sanan herkes delidir.”

“Nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalıştım,” dedi Montag. “Yani bizim evlerimizi, bizim kitaplarımızı itfaiyecilerin yakmasının nasıl bir his olduğunu.”

“Bizim kitabımız yok.”

“Ama olsaydı.”

1.İki sürücüyle oynanan, arabaların karşılıklı birbirine doğru ilerlediği ve direksiyonu önce kıranın kaybettiği oyun. —çn

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺25,59

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
14 temmuz 2023
Hacim:
181 s. 3 illüstrasyon
ISBN:
9786053757818
Yayıncı:
Telif hakkı:
İthaki Yayınları
Metin
Ortalama puan 3,8, 6 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Raganas jāj mēnesi maitāt
Народное творчество (Фольклор)
Metin
Ortalama puan 4,3, 3 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 4,8, 5 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 5, 2 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 5, 4 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 4,2, 5 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 3,3, 7 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre