Kitabı oku: «Billur Köşk Masalları»
Billur Köşk
Eski zamanlarda çocuk yönünden hiç talihi olmayan bir han vardı. Ne kadar çocuğu dünyaya gelmişse hepsi de ölmüştü.
Bir gün, bir kız çocuğu sahibi oldu. Han, derhâl, en itibarlı hekim ve hocaları sarayına çağırttı:
“Bu kızı nasıl yaşatalım?” diye sordu. O hekim ve hocalar dediler ki:
“Efendim, kızınıza yer altında bir mağara yaptırınız; orada yesin, içsin, yatsın, kalksın, büyüsün; yaşaması için başka çare yoktur!”
Han, bu çareyi beğendi, hemen yer altında dört köşesi kapalı, büyük bir mağara yaptırdı. Çocuğunu oraya kapattı, bir cariye sütninenin eline bıraktı.
Bu kız çocuğu, o cariye sütninenin elinde büyüdü, on dört, on beş yaşına girdi, fevkalade güzel, müstesna bir kız oldu.
Bir gün genç kızın mağara içinde canı sıkıldı. Masaları ve sandalyeleri üst üste koyarak mağaranın tavanına çıktı, tepe camını kırarak başını dışarıya uzattı, etrafına bakınca bir de ne görsün? Aa! Meğerse dünya varmış! Parlak masmavi bir gökyüzü, altında büyük, yeşil, zümrüt gibi deniz, tatlı bir hava… Ooh! Genç kız bu havayı koklamaya doyamıyordu. Güneş denize vurdukça sular parıldıyor; küçük hanımın gözlerini kamaştırıyordu.
Pencereden aşağı inerken karşısına sütninesi çıktı ve:
“Hanımım, bu tepe camını böyle kim kırdı?” diye sordu. Bu söz üzerine genç kız, dadısına dedi ki:
“Nineciğim, ya beni bu mağaradan çıkarırsınız ya da kendimi öldürürüm!”
Sütnine, bu sözleri işitince hemen hana koşarak kızının söylediklerini anlattı.
Han çok telaşlandı, yine hekimleri çağırttı, kızını muayene ettirdi. Hekimler dediler ki:
“Efendimiz, küçük hanımı mağaradan çıkartınız ama birdenbire her yere götürmeyiniz. Gözleri alışıncaya kadar yavaş yavaş gezdiriniz.”
Sütninesi, genç kızı mağaradan çıkardı, güzel bir gül bahçesine götürüp gezdirdi. Genç kız, o bahçeden görünen büyük denize bakarak düşünüyor, hülyalara dalıyordu.
Sonra oradan babasının yanına gelerek dedi ki:
“Ey benim devletli babacığım, şu karşıki denizin üstüne bir billur köşk yaptır, içine elmas ve altından sandalyeler, sırmalı döşemeler koydur. Eğer yapmazsan, hemen kendimi öldürürüm!”
Babası bir tanecik çocuğunu kucakladı:
“Aman kızım, senin istediğin köşk olsun!” dedi. Billurcularını çağırttı, hemen deniz üstünde bir köşk yapılmasını emretti.
Bu köşk bir senede yapıldı. Han yalısının bahçesine giderek bu köşkü seyretti: Ama ne köşk! Her tarafındaki billurlar, parıl parıl parlıyor, gözleri kamaştırıyor, ışıkları ta gökyüzüne çıkıyordu.
Han, kızını çağırttı, elini öpen kızına dedi ki:
“İşte kızım, istediğin köşk yapıldı, içine gir, ömrünün sonuna kadar keyfet, yaşa!”
Genç kız babasının yanından ayrıldı, etrafına birkaç tane genç, güzel cariye alarak Billur Köşk’e girdi. Her yerini gezdi, sevincinden deli divane oldu.
Genç kız bundan böyle oraya yerleşip oturdu, keyfine baktı.
Billur Köşk’ün adı sanı, dünyayı tutmuştu. Cihanın dört köşesinden gemilerle, sandallarla seyyahlar geliyor, Billur Köşk’ü seyrediyor, görmeyenlere ballandıra ballandıra anlatıyorlardı.
Bir gün, Yemen hükümdarının oğlu da bu köşkün methini işitince şaştı kaldı, hemen babasına gidip dedi ki:
“Şevketli babacığım! İstanbul hanı, denizin üstünde bir billur köşk yaptırmış, dil ile tarifi mümkün değil. İzin verirseniz gidip göreyim, dört aya kadar gelirim.”
Babası izin verince yanına birkaç arkadaşını aldı, bir gemiye binerek yola çıktı.
Gemi, gece gündüz, hiçbir yerde durmayarak yol alıyordu. Bir sabah, hükümdarın oğlu suların üstünde acayip bir bina gördü. Bu binanın ışıkları göz kamaştırıyor, gökyüzüne çıkıyordu. Arkadaşlarına dedi ki:
“İşte, Billur Köşk bu olmalı!”
Nihayet, birkaç saat sonra, köşke yaklaştılar. Hükümdarın oğlu, gemi ile köşkün dört bir tarafını dolaştı:
“Hakikati mi görüyorum, rüya mı?” diye şaştı. Akşam olunca gemiyi, köşkün karşısına demirledi.
Genç kız da o sırada köşkün balkonuna çıkarak denizi seyrediyordu… Bir de ne görsün? Denizde bir gemi ve içinde gayet güzel bir delikanlı var!
“Acaba bu ayın on dördü gibi delikanlı kimdir?”demeye kalmadan hükümdarın oğluna gönülden âşık oldu. Hükümdar oğlunun da genç kızı görünce aklı başından gitti, şırak diye yere düşüp bayıldı. Neden sonra kendine gelerek ayağa kalktı, köşkün balkonuna baktı. Baktı ama, genç kızı göremedi:
“Aman, şu kızı bir daha göreyim!” derken uykuya daldı. Genç kız, pencerenin önüne gelince hükümdarın oğlunun uyuduğunu gördü, uzun bir “Ahhh!” çekti, iki gözlerinden yaş yerine kan aktı. Böyle ağlarken kan yaşlarından bir damla hükümdar oğlunun yüzüne sıçradı.
Hükümdar oğlu uyandı, bir de baktı ki genç kızın gözlerinden yaş yerine kan akıyordu.
“İşte gemi, işte deniz, pupa yelken!” dedi ve gemi kalktı, hükümdarın oğlunu memleketine götürdü.
Genç kız iki gözü iki çeşme, ağlaya sızlaya babasına giderek:
“Babacığım, senden bir gemi isterim. Öyle bir gemi ki teknesi saf elmas, kamaraları mücevher, sütunları yakuttan olsun. İçinde de kırk tane beyaz köle bulunsun. Eğer bunları yapmazsan kendimi öldürürüm!” dedi.
Han babası:
“Baş üstüne kızım, senin istediğin gemi olsun!” cevabını vererek kuyumcularını çağırttı, emir verdi.
İki senede, bu gemi de hazır oldu.
Genç kız, babasına gidip elini öperek dedi ki:
“Babacığım, bana izin ver de hava değişikliği için seyahate gideyim, inşallah yakında gelirim!”
Dünyada bir tanecik kızından başka çocuğu olmadığı için babası, kızının sözünden dışarı çıkmadı, çaresiz izin verdi ve dedi ki:
“Kızım, gözlerimi yollarda bırakma, Allah selamet versin!”
Genç kız, oradan yanına kırk tane beyaz cariye, kırk tane de beyaz köle aldı, geminin içini mükemmel konak eşyası ile döşetti.
Ertesi sabah, yola çıktılar. Herkes, bu gemiyi gördükçe:
“Aşk olsun hünerli bir kız imiş!” diye takdir ettiler.
Genç kız, yanına tecrübeli bir ihtiyar kaptanı yardımcı almış ve başkaptanlığa da kendisi geçmişti. Cariyelerle köleleri de tayfa yerine kullanıyordu.
Böylece Yemen’e vardılar.
Akşamüstü gemiyi demirleyip o geceyi orada geçirdiler. Sabahleyin, oranın valisi gelip gemiyi seyretti:
“Acaba kimin bu gemi? Hiç ömrümde böyle şey görmedim!” diyerek saraya koştu. Durumu hükümdara anlattı:
“Aman efendiciğim, dün akşam buraya bir gemi gelmiş, dille tarifi mümkün değil! Her tarafı saf elmas ve mücevher!” dedi. Hükümdar gemiyi merak etti, lalasını gönderdi, geminin sahibini öğrenmek istedi.
Hükümdarın lalası, kayığa binerek doğruca elmas gemiye gitti.
Genç kız, lalanın geldiğini görünce tayfasına, baştan tırnağa kadar al elbise giydirdi. Bu tayfalar lalayı karşılayıp yukarı aldılar, doğruca kaptanın odasına götürdüler.
Lala oturdu, genç kızı kıyafetinden erkek zannederek dedi ki:
“Aman beyim, bu gemi bir harikadır! Sizlere doyum olmaz, hükümdar beni bekler, güzel isminizi söyleyiniz de hükümdara haber vereyim.”
Genç kız şu cevabı verdi:
“Bendeniz bir tüccar oğluyum, Gönlüm ferah bulsun diye seyahate çıktım!”
Bunun üzerine lala, hemen efendisinin yanına koştu:
“Ey efendim!” dedi. “Bu gelen bir tüccar gemisi kaptanıymış. Gençten bir delikanlı! Ne bıyığı var ne sakalı. Ayın on dördü gibi bir yiğit! Allah bağışlasın, tayfası da kendisi gibi. Aman efendim, bir kere gidip görmeye değer.”
Lalanın bu tarifi hoşuna giden hükümdar da bu gemiyi görmek istedi. Bir kayığa binerek gemiye gitti.
Genç kız, hükümdarın geldiğini görünce tayfasına tekmil sarı elbise giydirdi.
Hükümdar, iskeleye gelince hepsi birden onu karşılayarak yukarı aldılar. Kaptanın kamarasında kendisine birçok ikramlarda bulundular.
Hükümdar, şaştı kaldı. Sarayına döndüğü zaman olanları hükümdarın oğlu da işitti, o da bir kayığa binerek doğru gemiye gitti.
Genç kız, bu sefer de tayfasının tamamına yeşil elbise giydirdi. Hükümdarın oğlu gemiye gelince tayfalar onu da ikramlarla karşıladılar. O da kaptanın kamarasına gelip oturdu. Kaptana inceden inceye sorular sorarak kim olduğunu öğrenmek istedi ama genç kız kim olduğunu hiç sezdirmedi.
Hükümdarın oğlu, genç kızın gözlerinden gözlerini ayıramadı ve ona âşık oldu.
Akşam yaklaşınca çaresiz oradan ayrıldı, sarayına döndü.
Genç kız, gemiyi havuza çektirdi, hükümdarın sarayı karşısındaki büyük konağı kiraladı, eşyalarını oraya taşıttı, kendisi de tayfalarıyla beraber yerleşti, keyfine baktı.
Hükümdarın oğlu, ertesi sabah geminin olduğu yere geldi ama hiçbir şey göremeyerek başını yere çarptı. Lalasına koştu. Meseleyi öğrenince sevindi, saraya gelip konağın penceresine baktı. Böylece bakarken genç kız gözüne ilişti, aklı darmadağınık oldu:
Bu güzel kız kimdir? Kaptanın eşi olmasın sakın? diye düşündü. Bu kız, saçları iki yana ayrılmış, vücudu billur gibi parlak, endamı düzgün, gözleri süzgün bir dilberdi.
Genç kız hükümdarın oğlunu görünce pencereyi kapayarak içeri çekildi.
Şimdi hükümdarın oğlu yeniden âşık olmuş, yanıp tutuşmuştu:
Bir daha o güzeli görebilir miyim acaba,diye düşünerek her tarafa başvuruyor, dolaşıyor, dört dönüyordu. Geceleyin odasına çekilerek sabaha kadar ağladı.
Sabah olunca konağa yine baktı ama pencerede hiç kimseyi göremedi. Doğru annesine koştu.
“Aman anne şu karşıki konakta kaptanın eşi var, beni yaktı, kül etti! Şu mücevherli nalını ona hediye götür, ben de bir kerecik yüzünü göreyim, yoksa kendimi öldürürüm!” dedi. Annesi de çaresiz kalarak doğru genç kızın konağına gitti, içeri girdi, selam verdi; nalını genç kıza takdim etti.
Genç kız da nalını alarak mutfaktaki cariyelere verdi. Zavallı kadın şaşırdı, kıza dedi ki:
“Sultanım, oğlumun mahsus selamı var, güzel yüzünüzü görmek istiyor, ne buyurursunuz?”
Kız hiçbir cevap vermedi. Kadın, biraz oturduktan sonra saraya döndü. Oğluna öfkeyle dedi ki:
“Mücevherli nalını genç kıza verdim. O da tuttu cariyelere verdi. Benim de pek canım sıkıldı. Senin dilediğin şeyi ona anlattım ama hiçbir cevap alamadım. Bundan sonra başının çaresine bak, ne hâlin varsa gör!”
Hükümdarın oğlu odasına çekilip sabaha kadar ağladı. Ertesi gün yine annesinin yanına giderek elini öptü.
“Aman güzel anneciğim; ne olursa senden olur, şunun bir çaresine bak!” dedi. Kadının gayet kıymetli bir dizi incisi vardı. Aklına bu geldi.
“Oğlum, benim sandıkta bir dizi incim var, götürüp bunu vereyim, bakalım ne yapacak” dedi. İncileri alarak saraydan çıktı, genç kızın konağına girdi. Oğlunun selamını söyleyerek incileri kıza verdi.
Genç kızın tavanda asılı bir papağanı vardı. Kadından incileri alınca tavana uzatarak papağana yem yerine bu incileri verdi. Hayvan da bu incileri güzelce çıtır çıtır yedi.
Kadının parmağı ağzında kaldı. Kendi kendine dedi ki:
Bak şuna, haspanın papağanı bile yem yerine inci yiyor.
Kadın, saraya dönerek oğluna durumu anlattı.
“Ah oğlum!..” dedi. “İncileri o kıza verdim ama o da bunları yem yerine papağana yedirdi. Bunu görünce içimin yağı eridi, ne yapacağımı şaşırdım, bilmem ki ne yapacağız?”
Hükümdarın oğlu şu cevabı verdi:
“Anneciğim, cahilliktir, kusuruna bakma!”
Hükümdarın oğlu, o gece de sabaha kadar uyumadı. Sabah olunca yine doğru annesinin yanına gitti, elini öptü, dedi ki:
“Anneciğim, bir Kur'an-ı Kerim’im var, bu sefer de bunu hediye et, belki onun hürmetine bana acır ve insaf eder.”
Kadıncağız, bu sefer de Kur'an-ı Kerim’i alarak konağa gitti.
Genç kız bu sefer, aşağıya inerek kadını ikramla karşılayıp yukarı almıştı.
Kadın buna şaştı, cebinden Kur'an-ı Kerim’i çıkarıp genç kıza verdi, kız da üç kere öptükten sonra rafa koydu.
Kadın kıza dedi ki:
“Ey benim sultanım, oğlum, gece gündüz, sabahlara kadar ağlıyor, kendisini öldürecek diye korkuyorum! Ne olursa senden olur, bir kerecik yüzünü göster, biraz gönlü rahatlasın!”
“Ey ana! Ben kendimi öyle değme şeylerle göstermem!”
Kadın, genç kızın bir maksadı olduğunu anlayarak sordu:
“Peki sultanım, ne dilersin ki biz de yapıp senin gönlünü alalım?”
Banu cevap verdi:
“Ana, sana doğrusunu söyleyeyim mi? Altından bir köprü yaptır, her tarafını has bahçenin gülleriyle süsle; hükümdarın oğlu bu köprünün bir ucuna yatağını sersin, otursun, beni beklesin ben gider onun koynuna girerim!”
Kadın kalkıp saraya geldi.
Oğlu:
“Aman anne. Ne yaptın? Ne oldu?” diye sorunca kadın anlattı:
“Evladım, o kız kesip attı: Etrafı has bahçenin gülleriyle süslü bir altın köprü istiyor. Sen bu köprünün bir ucuna yatağını sereceksin, o da gelip koynuna girecek. Artık sen çaresine bak!”
Hükümdarın oğlu, kızın istediği gibi, altından bir köprü yaptırdı, etrafını has bahçenin gülleriyle süsledi, bir ucuna yatağını serdi, oturdu, genç kızı bekledi.
Kız, haber aldı; giyindi, kuşandı, ihtişamla köprüden geçerken yüzüne güllerden birinin dikeni batmaz mı! Kız “Ay yüzüm!” diye gerisin geriye döndü, konağına geldi.
Hanın oğlu, bunu görünce annesine:
“Aman anne, kızı göremedim, elden gitti!” dedi. Annesi kızın evine koştu, genç kıza dedi ki: “Ey kızım, niçin oğlumun yanına gitmedin?”
Genç kız, şu cevabı verdi:
“Ey ana, yüzüme, gül dikeni battı, köprü de sizin olsun, oğlunuz da!”
“Kızım, ne yapalım, sen hepsine bir bahane buluyorsun.”
“Ey ana, sana doğrusunu söyleyeyim; şimdi bir altın köprü daha yaptırsın; bir tarafına altın, öteki tarafına gümüş şamdanlar koydursun. Ondan sonra, kendini öldürsün, köprünün bir ucuna mezarı kazılsın. Bu mezarda yatsın, ben gider, başucunda dururum, o da bana doya doya bakar!”
Kadın, hiddetle saraya geldi, kızın söylediklerini oğluna anlattı:
“Oğlum, kızın yüzüne diken batmış, o da dönüp konağa gelmiş, ‘Şimdi ne yapalım?’ diye sordum. ‘Evvelki gibi bir altın köprü yaptırın; bir tarafına altın, öteki tarafına da gümüş şamdanlar koydurun, ondan sonra oğlun kendini öldürsün, köprünün bir ucuna mezarı kazılsın, bu mezarda yatsın, ben gider, başucunda dururum, o da bana doya doya bakar!’ dedi.”
Hükümdarın oğlu cevap verdi:
“Anneciğim, ben yalancıktan ölür, mezara girer, onu beklerim, bakalım bu seferde ne bahane bulacak?” dedi.
Ertesi gün, altın köprünün bir tarafına altın, öteki tarafına gümüş şamdanlar kondu. Hanın oğlu mezarın içine girerek kızı bekledi.
Hâlbuki genç kız, havuzdan gemiyi çıkarttı, sabahleyin, gemi ile beraber köprüye geldi. Hükümdarın oğlunun mezarına yaklaştı. Ona dedi ki:
“İşte gemi, işte deniz! İstanbul’a pupa yelken!”
Bunu söyledikten sonra gemisine bindi, köprüden uzaklaştı, bir saniye durmadan yürüdü, yürüdü…
Hükümdarın oğlu, geminin böyle durmadan uzaklaştığını görünce büyük bir çığlık kopararak annesine koştu:
“Eyvah!.. Anne, bütün kabahatler bende!.. Ben bu genç kızı şimdi tanıdım!” dedi. Aklı başına gelerek babasına koştu:
“Babacığım! Bana izin ver, seyahat edeceğim.” dedi. Babası izin verdi. Hükümdarın oğlu, annesinin elini öperek:
“Anneciğim! Bana yol göründü, gitmek lazım!” dedi. Saraydan çıkarak bir gemiye bindi, yola düzüldü, Billur Köşk’e gitti.
Genç kız, hükümdarın oğlunun geldiğini görünce hemen cariyelerini gönderdi, onu yukarıya aldırdı.
Genç kız ile hükümdarın oğlu karşı karşıya geldiler.
Hükümdarın oğlu boynunu bükerek genç kıza:
“Sultanım, bu kadar cefalar ettin, bana yazık değil mi? Niçin beni bu derece üzdün?” diye sordu.
Genç kız da boynunu büktü, zümrüt gibi parlayan güzel mavi gözlerinin ucuyla hükümdarın oğluna bakarak dedi ki:
“Hatırlıyor musun? Bu köşkün karşısına gemiyle geldiğin zaman sen de bana böyle yapmıştın. Bana yazık değil miydi?”
Bu sözler üzerine hükümdarın oğlu, genç kızın ayaklarına kapandı, onun bahar çiçeği gibi taze ve yumuşak ayaklarını öptü, öptü, öptü…
“Sultanım, bütün kabahatler bende! Kusurlarımı affet!” dedi.
İki sevgili, kucak kucağa sarıldılar, saatlerce birbirlerinden ayrılmadılar.
Genç kız, babasına giderek olan biten şeylerin hepsini birer birer anlattı. Han bunlara sevindi, Allah’a şükretti.
Ertesi gün derhâl nikâhları kıyıldı, kırk gün, kırk gece düğün yapıldı. Bu düğünün renkleri ve ışıkları göğe çıktı, bu düğünün seslerini yıldızlar da işittiler.
Darısı bütün âşıklarla maşukların başına…
Helvacı Güzeli
Eski zamanlarda, gayet namuslu bir karı kocanın, bir oğlu, bir de kızı vardı. Bu ana baba, kızlarını hiç mi hiç sokağa çıkarmazlardı.
Bir gün, babası, oğlunu alarak hacca gitmek istedi, kendisine dedi ki:
“Hanım, bu kızı sana emanet ediyorum. Sakın bir cahillik edip de onu sokağa çıkarma, erzakınızı müezzin alsın, ufak tefek işlerinizi müezzin görsün. Ben kendisine tembih ederim!”
Baba ile oğul, helalleştikten sonra evden ayrıldılar. Hac yolunu tuttular.
Artık, bu ana kızın bütün işlerini müezzin görüyordu.
Bir gün, bu müezzin, ezan okumak için minareye çıkmıştı; kendisine emanet edilen kızı bahçede su çekerken gördü. Gözleri kamaştı: Ne güzel kız! diye düşündü ve hemen kıza âşık oldu.
Evine geldiği zaman, komşularından ihtiyar, ahlaksız bir kadını çağırttı. Ona on lira vererek dedi ki:
“Ana, al şu parayı, güle güle harca, fakat senden Hicaz’a giden adamın kızını isterim, onu ne yap yap, ele geçir!”
Kadın, düşünerek cevap verdi:
“Oğlum, annesi o kızı hiçbir yere çıkarmaz. Kandırmak kolay iş değil!”
“Aman ana, bilmem artık, ne olursa senden olur.”
“Oğlum, hem kızı kandırsak bile nereye götürürsün? Yerin var mı?”
Müezzin, sakalını okşayarak epey zaman düşündü, düşündü… Sonra dedi ki:
“Yarın ben, boş bir hamam kiralarım, içine gizlenir, otururum. Sen koltuğuna yalancıktan bir bohça alır, evlerine gider kızını hamama götüreceğim, diye kadını kandırır, kızı bana getirirsin.”
Kadın bu hileyi beğendi. Ertesi sabah, koltuğuna yalandan bir bohça aldı, kızın evine giderek annesine dedi ki:
“Bugün, filan yerde gayet güzel bir hamam açılıyor. Memleketin ne kadar güzel kızları varsa hepsi o hamama davetlidirler, gelecekler… Saz, söz, çengi, ahenk, olacak… Bu güzel kızlar, hem yıkanacaklar hem de eğlenecekler… Ben de kızınızı alıp bu hamama götürmeye geldim. Yaşıtlarının hepsi orada bulunacaklar, eğer kızınız gelmezse kısmeti kapanır. Akşam olunca ben yine hanım kızımı kendi elimle buraya getiririm.”
Kızın annesi, bir an düşünmeden cevabını verdi:
“Benim kızım bu ana kadar hiçbir yere çıkmış insan değildir. Babası hacca giderken sıkı sıkıya tembih etti. Eğer sözünü dinlemezsem, el âlem: ‘Aaa bak, kızın babası evden ayrıldı da kendisi sokaklara düştü!’ der.”
Güngörmüş kadın, hemen cevap verdi:
“Yoo! Hanım, ben kızınızı hamama götüreceğim, el âlemin ne demeye ağzı varır? Herkesin kızı hamama gider. Ayıp bir şey değil ya!”
Kızın annesi düşünüyor, cevap veremiyordu. Kurnaz kadın, nihayet, onu kandırdı, kızını hamama götürmek için izin kopardı, kızı yanına alıp müezzinin tuttuğu hamama götürdü.
Hamamdan içeriye girdikleri zaman, kız dört tarafa bakmış, fakat kimseleri görememişti. Kadına dedi ki:
“Ayol, hani ya bu hamamı o kadar övdünüzdü? Hiç kimse yok!”
“Ah kızım, daha vakit erken. Davetliler sonra gelirler, sen içeriye gir, kalabalık basmadan bir köşeye çekil otur.”
Kız, bu sözlere inandı. Orada soyundu, peştamalını takarak içeriye girdi, kurnalardan birinin başına oturdu.
Kadın bu güzel kıza baktıktan sonra, kızı yalnız bıraktı, çıkıp gitti.
Kız yalnız kalınca, kendini seyretmeye başladı. Ama, halvetin kapısında bir nalın sesi işitti, başını kaldırınca bir de ne görsün, mahallenin müezzini karşısında değil mi!
Hemen, utanarak kendini topladı, peştamalla vücudunu yarım yamalak örtmeye çalıştı. Müezzine dedi ki:
“Müezzin efendi, işittim ki bu hamama İstanbul’un en güzel genç kızları gelecek, çengileri seyredeceklermiş. O kadar övülen hamam bu mu? Daha kimseler gelmemiş”
Müezzin, kıza doğru yaklaşarak cevap verdi:
“Sultanım, kimseler gelmezse biz ikimiz yıkanıp zevk ederiz.”
Kız düşündü:
“Peki!” dedi. “Evvela sen beni yıka, sonra ben de seni yıkarım.”
Müezzin razı oldu. Kurnanın başına oturdu, kızı kendisine çekti ve güzelce yıkadı.
Sıra kıza gelince kız, müezzini önüne oturttu, başına sabun sürdü. O kadar çok sabun sürdü ki müezzinin başı bembeyaz köpükler içinde kaldı. Bunun üzerine kız ayağa kalktı, çıplak ayaklarının ucuna basarak bütün muslukları dolaştı, hepsinin ağzını birer bezle tıkadı. Kendi kendine: Bak, insan nasıl yıkanıyormuş, görürsün sen!diyerek yerden nalınları aldı, müezzinin yanına geldi. Başına, gözüne öyle şiddetli vurmaya başladı ki müezzin, avazı çıktığı kadar bağırıyor, haykırıyor, hamamın kubbelerini çın çın öttürüyordu. Nihayet bu acıya dayanamayarak düşüp bayıldı.
Kız, müezzini aygın baygın bırakarak dışarı çıktı, elbiselerini giydi, koşarak evine gitti ve kendisini kurtardı.
Annesi, kızına: “Kızım, hamam nasıldı?” diye sordu.
Kız:
“Anneciğim, pek güzel, emsalsiz bir hamamdı. O kadar eğlendim o kadar eğlendim ki tarif edemem!” dedikten sonra, bir sürü yalanlar uydurarak hamamı övdü.
Onlar orada konuşadursunlar, biz gelelim müezzine.
Adam, sonunda ayıldı. Aklı başına gelerek gözlerini açmak istedi ama köpüklerden korkarak su aradı. O kurnada su aradı, yoktu; öteki kurnalarda su aradı, yoktu; kısacası bütün hamamın içinde bir damla su bulamadı. Çok telaşlandı. Bereket versin, artık vakit gecikmiş, hamamcı da hamama gelmişti. Hamamcı, müezzini bu hâlde görünce şaştı:
“Ayol, müezzin efendi sana ne oldu böyle? Başın köpükler içinde kalmış?”
Müezzin şu cevabı verdi:
“Ah, hamamcı efendi, su bulamadım, başım köpükler içinde kaldı, muslukları açmayı unutmuşsun.”
Hamamcı musluklardan birini açtı, müezzin yıkandı, dışarı çıktı, elbiselerini giyip doğru evine geldi. Her tarafı yara bere içindeydi. Hastalandı, yatağa girdi.
Günlerce hasta yattı.
Hastalıktan kalkınca kızdan bir temiz intikam almak istedi. Hacdaki babasına bir mektup yazdı, bu mektupta dedi ki:
Senin kızın kötü yola düştü. Birlikte olmadığı kimse kalmadı.
Kızın babası, bu mektubu alınca:
“Eyvah, bak başıma gelenlere! Benim kızım kötü yola düşmüş, bu yaştan sonra namusumu bir paralık etti, hay edepsiz, hayasız kız!” diye saçını başını yoldu. Sonra, öfke ile oğluna dedi ki:
“Koş, eve git, kızımın başını kes, gömleğini kana bulayarak bana getir!”
Oğlu, baba emrini yerine getirmek için, ister istemez yola çıktı. Mahallesine geldi, komşulardan meseleyi soruşturdu. Komşular dediler ki:
“Hayır oğlum, biz senin kız kardeşinin sokağa çıktığını bile görmedik!”
Delikanlı, bu sözler üzerine evinin kapısını çaldı. Kız kardeşi:
“Vay, biraderim gelmiş!” diye, koşa koşa merdivenleri inerek kapıyı açtı. Kardeşini kucakladı, yukarıya aldı.
“Babam nerede?” diye sordu. Kardeşi
“Yolda, geliyor… Haydi seninle gidip onu karşılayalım!” diye cevap verdi.
Kız üst giysisini giydi. Kardeşiyle beraber sokağa çıktı. Kardeşi onu bir dağ başına götürerek dedi ki :
“Sevgili kardeşim, babama bir mektup geldi. Bu mektupta yazıyor ki: Senin kızın kötü yola düştü. Birlikte olmadığı kimse kalmadı.Babam bu mektubu okuyunca çok kızdı, öfkelendi, gazaba geldi, bana dedi ki: ‘Koş, git, kızımın başını kes, gömleğini kana bulayıp bana getir!’ İşte ben eve bunun için geldim.”
Kız bunları öğrenince hiçbir şey söylemedi. Kardeşi kıza acıdı, babasının emrini yerine getirmek için bir köpek yavrusu bulup kesti, kızın gömleğini o hayvanın kanına buladı. Kız kardeşine dedi ki:
“Ah, sevgili kardeşim, ben babamı kandırırım ama sen buralarda durma. Başka memleketlere çık git. Allah yardımcın olsun!”
İki kardeş, birbirleriyle helalleştiler. Kız, başını eğdi, yürüdü, dağdan dağa gitti.
Oğlan da kızın gömleğini alıp Hicaz’daki babasının yanına geldi.
“İşte baba! Kızın kanlı gömleğini getirdim!” diyerek gömleği babasına verdi. Babası:
“Hamdolsun, el dilinden kurtuldum!” dedi.
Onlar orada dursun, biz gelelim kıza:
Kız, dağdan dağa yürürken bir havuz başına geldi. Havuzdan tatlı, lezzetli bir su içti. Yanındaki ağacın gölgesine gelip oturdu. Biraz kendini dinledi. Ama, bir de baktı ki etrafta birçok canavar var; gelip onu parçalayacaklar. Üstelik vakit de akşam oluyordu. Kız, Ben şimdi ne yapayım? diye düşüncelere daldı. Nihayet, aklına, ağaca çıkmak geldi. Bari şuağaca çıkayım da canavarlardan kendimi koruyayım!dedi kendi kendine. Ağaca sarılarak çıktı, sabaha kadar orada oturdu.
Sabahleyin, memleketin hanının oğlu da o taraflarda ava çıkmıştı. Hayvanı susadığı için, bu havuzun başına geldi. Hanın oğlu, yularından tutup suya getirince hayvan, ağzını suya değdireceği sırada, birdenbire ürkerek sıçradı. Hanın oğlu “Acayip şey! Bu hayvan, bu suyu içmiyor?” diye şaştı. Birkaç defa yularından çekerek hayvana suyu içirmek istedi, fakat bunda başarılı olamadı. Meğerse ağaçta oturan kızın resmi, güneşten ayna gibi parlayan havuza düşüyor, hayvan da bu aksi görerek korkuyordu!
Hanın oğlu başını yukarı kaldırınca ağaçtaki kızı gördü, aklı başından gitti, kıza dedi ki:
“İn misin, cin misin, söyle bana!”
Kız:
“Ne inim ne cinim; insanım!” dedi.
Hanın oğlu, kızı ağaçtan indirdi.
“Bugün benim avım buymuş!” diyerek kızı, doğruca kendi sarayına götürdü. Babasına da haber verip kızı Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kendine nikâh etti.
Kırk gün, kırk gece düğün olduktan sonra kırk birinci gece evlerine girdiler.
Aradan epey zaman geçti. Hanın oğlunun bu kızdan üç çocuğu dünyaya geldi.
Küçük hanım, çocuklarını beşikte emzirirken hep annesini düşünür, gözlerinden yağmur damlaları gibi yaşlar akıtırdı.
Hanın oğlu eşinin ağladığını görünce
“Ey sultanım, ne için böyle ağlıyorsun?” diye sordu. Kız da gözlerini silerek şu cevabı verdi:
“Ah efendim, bugün çocuklarımı emzirirken annem aklıma geldi de onun için ağlıyorum.”
Hanın oğlu sordu.
“Can parem, annen sağ mıdır?”
“Ah efendim, sağdır, sizi tanıdığım günden beri annemle görüşmedim. Zavallı kadını çok göreceğim geldi, hasretine dayanamıyorum!
Hanın oğlu:
“Bunu şimdiye kadar niçin bana söylemedin? Hiç senin bir annen olur da onu görmek için ben sana izin vermez miyim? İstersen sen annene git, kavuş ya da anneni buraya getirelim, nasıl istersen öyle yapalım.” deyince kız, sevincinden gözyaşları dökerek hanın oğlunun boynuna atıldı ve dedi ki:
“Allah size çok ömürler versin efendim! Eğer izin verirseniz, ben çocuklarımı yanıma alayım, kendim anneme gideyim, onu bir kere dünya gözüyle göreyim.”
“Pek güzel olur can parem… Yarın senin yanına biraz adam vereyim, çocuklarını da yanına al, git, anneni gör.”
Ertesi sabah hanın oğlu, kâhyasını çağırdı, küçük hanımla çocuklarını ona ve Tanrı’ya emanet etti.
Genç kız, çocuklarıyla bir arabaya bindi, kâhya da maiyetine bir tabur süvari askeri aldı. Saraydan çıkıp yola koyuldular. Saraydan uzaklaştılar, uzaklaştılar… Yolda kâhya, başını arabaya uzatarak kıza dedi ki:
“Ya bana teslim olursun ya da çocuklarını öldürürüm!”
Kız şaştı kaldı. Hiç ummadığı bir şey başına gelince ne cevap vereceğini bilemedi:
“Öyle şey olur mu hiç?”
Kâhya, arabanın içine atlayarak kızı tehdit etti:
“Evet, evet! Mutlaka bana teslim olacaksın!”
Kız razı olmadı. Irzını kurtarmak için ister istemez çocuklardan birini tutup kâhyaya verdi.
Kâhya çocuğu eline aldı, boğazını sıkıp öldürdü, yere attı. Zavallı kız çıldıracak gibi olmuştu.
Bir müddet daha yol gittiler. Kâhya yine arabaya sokuldu, başını uzattı, kıza dedi ki:
“Ya bana teslim olursun ya da bu çocukları da öldürürüm.”
Kız yine şaştı kaldı. Uzun uzun düşündü. Şu cevabı verdi:
“Hayır! Ben sana teslim olmam. Çocukları öldür.”
Kâhya elini uzatarak çocuklardan birini daha aldı, onun da boğazını sıkıp öldürdü. Kısacası, bir müddet sonra öteki çocuğunu da öldürdü ve bütün çocuklarından ayrıldıktan sonra, genç kız arabada yalnız kaldı.
Bir müddet daha yol gittiler. Kâhya yine arabaya sokuldu, başını uzattı ve kıza dedi ki:
“Ey kadın! Gördün ya çocuklarının üçünü de öldürdüm. Eğer bana teslim olmazsan seni de öldürürüm! Düşün, taşın bana bir cevap ver.”
Kız düşündü taşındı ve dedi ki:
“Bana yarım saat mühlet ver. Abdest alıp iki rekât namaz kılayım, ondan sonra sana teslim olurum.”
Kâhya, genç kıza yarım saat mühlet verdi.
Arabadan çıkınca kaçmasın diye kızın beline kalın bir ip bağladı. Ondan sonra kızı salıverdi.
Genç kız yürüdü, yürüdü… Kervandan uzaklaşınca durdu, belinden ipi çözerek bir ağaca bağladı. Kendisi serbest kalınca başını aldı, o dağdan bu dağa kaçmaya, koşmaya başladı.
Öte taraftan, kâhya da elindeki ipi çekiyor, fakat kızın kımıldamadığını görünce “Haa. sanırım abdest alıyor!” diyordu. Hâlbuki aradan yarım saat geçmesine rağmen, gelmemişti. Kâhya, bir iki defa daha ipi çekti ama ip kımıldamadı. Bunun üzerine
Ne bitmez, tükenmez abdesttir!diye şüpheye düşen kâhya, ip boyunca yürüdü. Bir de baktı ki ipin ucu bir ağaca bağlanmış; ortada kızdan eser yok!
Kâhya, kızın kaçtığını anlayınca saçını başını yolarak
“Eyvah, kaçırdık!” diye bağırmağa başladı. Hemen askerleriyle geriye dönüp saraya geldi. Hanın oğlunun yanına çıkarak dedi ki:
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.