Kitabı oku: «Binbir Gece Masalları»
Şehrazat’ın Hikâyesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Çin’e ve Hindistan adalarına hükmeden, Şah Banu Sasan adında, kalabalık orduları, muhafızları, köleleri ve kulları olan bir hükümdar varmış. Bu hükümdar geriye sadece iki oğul bırakmış. Biri erkekliğin en olgun çağındayken diğeri genç bir adammış. Her ne kadar ikisi de savaşçı ve cesur ise de büyük olanı daha korkusuz bir süvariymiş. Bu özelliği sayesinde de imparatorluğun başına geçmiş. Ülkeyi yönetirken ve toprağı derebeylerine dağıtırken adaleti o kadar çok gözetirmiş ki şehrindeki herkes tarafından çok sevilirmiş. Onun adı Şah Şehriyar’mış. Genç kardeşi Şahzaman’ı da Semerkand’ın şahı yapmış.
İki kardeş de kendi ülkelerinde yaşarmış. İki ülkenin de kendine has kanunları varmış ve her biri kendi ülkesinin idaresinden sorumluymuş. Her ikisi de tebaalarına hakkaniyet ve eşitlik duygusuyla davrandıkları gibi, onları büyük bir mutluluk ve neşeyle yönetirlermiş. Bu durum böylece uzun yıllar sürmüş. Fakat yirmi yıl gibi bir süre sonra Şehriyar, küçük kardeşini çok özlediğini fark etmiş ve vezirine onu ziyaret etmek konusunda danışmış. Ancak vezir, onun bu isteğini uygun bulmayarak şaha, kardeşine bir mektup yazmasını ve kendisini ziyaret etmesi için hediyelerle birlikte davetiye göndermesini tavsiye etmiş. Bunun üzerine şah, derhâl güzel hediyeler hazırlanmasını emir buyurmuş. Değerli taşlarla bezenmiş eyerleri olan atlar, memlukler ve beyaz köleler, iri göğüslü bakireler… Yani değerli şeyler… Daha sonra şah, Şahzaman’a olan sevgisini ve onu görme isteğini bildiren bir mektup yazmış. Mektubunu şu sözlerle bitirmiş:
Çok sevdiğim kardeşim, yüzünü bana gösterme lütfunda bulunacağını ümit ediyorum. Ayrıca yolculuğun sırasında sana yardımcı olması için vezirimi de yolluyorum. Tek isteğim, ölmeden önce, son bir kez de olsa seni görebilmek. Olur da bu isteğimi erteler ya da reddedersen bunu atlatabileceğimi sanmıyorum. Huzur ve mutluluklar dileğiyle…
Mektubu mühürleyip hediyelerle birlikte vezire teslim ettikten sonra, tez vakitte gidip dönülmesini emretmiş.
“Emredersiniz!” demiş vezir. Aceleyle hazırlanıp bütün yükünü almış ve geç kalmadan yola çıkmış. Hazırlık yapması üç gününü almış ve dördüncü günün şafağında yola düşmüş. Çölleri, tepeleri, harabeleri ve güzel çayırları, gece demeden gündüz demeden geçmiş. Ne zaman hükümdarının idaresinde olan bir yere gittiyse nadir bulunan güzel hediyelerle karşılanmış. Misafir olarak gittiği bu yerlerde üç gün kalırmış. Dördüncü gün ayrıldığındaysa bütün bir gün boyunca yolculuğunda ona eşlik edilirmiş.
Vezir, Şahzaman’ın Semerkand’daki sarayına yaklaşır yaklaşmaz gelişini, şahın üst düzey görevlilerinden birine mektup yoluyla bildirmiş. Bu görevli, daha önce şahın huzurunda bulunup saygısını sunmuş biriymiş. Bunun üzerine şah, ülkesindeki muhtelif soylulara ve yüksek rütbeli askerlere, ağabeyinin vezirini karşılamalarını emretmiş. Şahın adamları da veziri saygıyla karşılamışlar ve selamlarını sunmuşlar. Yolculuğunun geri kalanında da ona eşlik etmişler.
Vezir şehre vardığında doğrudan saraya gitmiş. Hükümdarı saygıyla selamlamış, ellerini öpüp sağlığını, mutluluğunu ve düşmanlarının karşısında başarılı olmasını diledikten sonra abisinin onu çok özlediğini ve görmeye can attığını söylemiş. Daha sonra Şahzaman’a bir mektup uzatmış. Mektup, üzerinde düşünmeyi gerektiren sözler ihtiva etmekteymiş. Bununla beraber şah, mektubun önemini tam olarak idrak ettiğinde; “Sevgili kardeşimin emri başım üstünedir.” demiş ve eklemiş: “Ama misafirliğinin üçüncü gününe kadar yola çıkmayacağız.”
Şah sarayda askerlere ordugâh hazırlanması, konaklayacağı çadırlar kurulması ve her türlü yiyecek ve içeceğin temin edilmesi için vezirini görevlendirmiş. Dördüncü günde şah, yolculuk için hazırlanmış ve ağabeyine layık muhteşem hediyeler seçmiş. Yokluğunda da başveziri yetkili kılmış. Sonra develerini, katırlarını ve çadırlarını hazırlatmış, yükleri yükletmiş, muhafızlarını ve askerlerini de yanına alarak şehrin dışında kamp yapıp ertesi sabah kardeşinin ülkesine doğru yola çıkmaya karar vermiş. Lakin geceyi yarıladığında yanında getirmesi gereken bir şeyi unuttuğunu fark etmiş. Bunun üzerine gizlice geri dönüp odasına girmiş ve sultanını, yani karısını, kendi yatağında, yemek yağı ve pisliğine bulanmış bir hâlde zenci bir aşçıya tiksindirici bir şekilde sarılırken bulmuş. Bu görüntü karşısında dünyası başına yıkılmış ve içinden şöyle demiş:
Bu lanet kaltak ben hâlâ şehrin sınırları içindeyken böyle bir şey yapıyorsa uzun bir süre boyunca burada olmadığımda kim bilir neler yapar!
Bunun üzerine kılıcına uzanmış ve ikisini de tek bir hareketle dört parçaya böldükten sonra, onları orada öylece bırakıp kimseye ne olduğunu anlatmadan kervanına geri dönmüş. Sonra derhâl yola çıkılması için emir vermiş. Böylece yola koyulmuşlar. Fakat karısının ihanetini düşünmeden edemiyor, kendi kendine şöyle diyormuş: Bana bunu nasıl yapar? Nasıl kendi ölüm fermanını imzalar?
Korkunç bir keder duygusu onu ele geçirmiş. Birden rengi sarıya dönmüş. Vücudu güçten düşmüş ve şiddetli bir hastalığın tehdidi baş göstermiş. Adamı ölüme götürecek türde bir hastalık… Bunu gören vezir, yolculuk süresince daha sık ve uzun süreli molalar vermiş.
Şehre yaklaşan Şahzaman, elçiler göndererek güzel haberi, yani gelişini bildirmiş. Şah Şehriyar da vezirleri, emirleri ve yüksek rütbeli subaylarıyla onu karşılamış. Şahzaman’ı saygıyla selamlamışlar. Kardeşini gören şah, sevinmiş ve onun şerefine şehri süsletmiş. Bir araya geldiklerindeyse ağabeyi, kardeşinin renginin solduğunu görerek:
“Şahzaman, kardeşim, bu solgun, keyifsiz hâlinin sebebi nedir? Yoksa seni rahat ettiremedim mi?” demiş.
“Yol yorgunluğu beni bu hâle getirdi, ciddi bir şey yok. Hava değişikliğinden böyle oldum. Ama Allah’a şükürler olsun ki beni kardeşimle buluşturdu.” Böyle diyerek sırrını kendine saklamış ve ardından eklemiş: “Ey zamanın şahı, mekânın halifesi… Çalışmak ve yorulmak rengimi böylesine sararttı, gözlerimi başımın derinliklerine gömdü.”
Sonra ikisi birden gururla şehre girmiş. Ağabeyi, kardeşini sefa bahçesinin üzerinde bulunan odada misafir etmiş. Bir süre geçtikten sonra kardeşinin vaziyetinin hiç değişmediğini fark edince bu durumu memleketinden ayrı olmasına bağlamış. Bunun üzerine Şehriyar, kardeşini kendi hâline bırakmaya ve ona soru sormamaya karar vermiş.
Ta ki bir gün…
“Ah kardeşim! Vücudunun gittikçe zayıfladığını ve renginin daha da sarardığını görüyorum.”
“Ah ağabeyim!” demiş Şahzaman. “Benim içimde bir yara var.”
Fakat karısıyla ilgili durumu hâlâ ağabeyine söylememiş. Şehriyar hemen hekimleri ve cerrahları toplamış ve onlara, kardeşini ilmin bütün imkânlarını kullanarak tedavi etmelerini emretmiş. Hekimler, Şahzaman’ı tedavi etmek için bir ay boyunca uğraşmışlar. Fakat iksirleri ve şerbetleri fayda vermemiş. Karısının ihaneti kendisini hırpaladığı ve kederi azalacağı yere arttığı için uzmanların titiz tedavileri işe yaramamış.
Bir gün ağabeyi ona: “Ben eğlenmek ve dinlenmek için avlanmaya gideceğim, benimle gelirsen belki senin de yüreğin hafifler.” demiş.
Şahzaman: “Ah ağabeyim, inan bana canım böyle bir şey yapmayı hiç istemiyor. Bana izin ver burada acılarımla baş başa kalayım.” diyerek teklifini kibarca reddetmiş.
Şahzaman geceyi sarayda geçirmiş, ertesi sabah ağabeyi yola çıktığında odasından ayrılmış. Sefa bahçelerine bakan kafesli pencerelerden birinin önüne oturmuş ve karısının ihanetini üzülerek düşünmeye, acı çeken göğsünden ciğeri yanarcasına iç çekmeye başlamış. Bu durumdayken bir de ne görsün! Büyük bir özenle gizlenen haremin kapısı birden açılmış. İçeriden ağabeyinin karısı ile birlikte yirmi köle kız çıkmış. Yengesi, inanılmaz bir güzelliği olan, bir ceylan kadar zarif ve bakanları kendisine hayran bırakan bir kadınmış. Bunu gören Şahzaman, pencereden geri çekilmiş. Fakat kadınlara uzak bir mesafeden -onların kendisini göremeyeceği bir mesafeden- bakmaya devam etmiş. Kadınlar, onun bulunduğu pencere kafesinin altına kadar yürümüşler, ortasından su fışkıran kocaman bir havuza kadar ilerlemişler ve birden soyunmaya başlamışlar. Bu kadınlardan on tanesi şahın cariyesi, on tanesi ise beyaz kölelermiş. Sonra hepsi ikili gruplara ayrılmış. Birden yengesi yüksek sesle:
“Seyit, neredesin? Yanıma gelsene!” demiş.
“Buradayım efendim!”
Bunun üzerine ağaçların arasından zenci bir adam, salyalarını akıtarak ve gözlerini yuvarlayarak mide bulandırcı bir hâlde âdeta ağaçtan aşağı damlamış. Cesurca kadına doğru yürümüş ve kollarını onun boynuna dolamış. Kadın da ona aynı sıcaklıkla karşılık vermiş. Sonra onu öpmüş ve bacaklarını onunkilere dolamış, âdeta bir düğmenin iliğini kavraması gibi… Diğer erkek köleler de kendi tutkularını tatmin edebilmek için köle kadınlarla beraber olmuşlar. Gidecekleri ana dek öpüşmeyi, oynaşmayı, kırıştırmayı ve birlikte âlem yapmayı bırakmamışlar. Memluk erkek köleler, kafalarını genç kızların göğüslerinden kaldırdıklarında ve zenci köle, sultanı bıraktığında ağaca tırmanan zenci dışında herkes gizlenmiş, saraya girmiş ve kapıları kapatmışlar.
Şahzaman, yengesinin bu yaptığını gördükten sonra kendi kendine:
Allah biliyor ya benim başıma gelenler bu kadar ağır değil. Abim -ki benden de büyük bir hükümdar- bunları yaşıyor, karısı onu iğrenç bir köleyle aldatıyor. Demek ki bütün kadınlar aynı, kocasını boynuzlamayan kadın yok. Öyleyse Allah bu aptallara, bunlara sırtını dayayanlara ve bir işin idaresini bunların eline teslim edenlere lanet etsin! demiş.
Böylece hüznünü, ümitsizliğini, pişmanlığını ve kederini geride bırakmış ve içinden şu sözleri tekrar ederek kendisini teskin etmiş:
Şuna emin oldum ki hiçbir erkek bunların fenalığından korunamaz.
Akşam yemek vakti geldiğinde ona tepsilerle yemek getirmişler. O da doymak bilmez bir iştahla yemiş; çünkü uzun süredir -ne kadar lezzetli de olurlarsa olsun- yemeklerden uzak kalmış. Sonra yüce Allah’a şükranlarını sunmuş:
“Övgü yalnız ona mahsustur. Lütuf yalnız ondandır.”
Sonra iyice dinlenmiş ve uzun bir süre sonra ilk kez uykunun tatlı hazzını yaşamış.
Ertesi gün içinde bulunduğu zor durumu geride bırakmış. Sıhhatine ve sağlığına kavuşmuş, eski günlerine geri dönmüş. On günlük kovalamacadan sonra ağabeyi avdan gelmiş. Kardeşinin yanına vardığında birbirlerini selamlamışlar. Şah Şehriyar, Şahzaman’a baktığında soluk benzinin yerini canlılığa ve sağlıklı bir görünüme bıraktığını görmüş. Uzun süre yetersiz beslendiğinden iştahla yemek yemeğe başlaması da gözünden kaçmamış. Merakla sormuş:
“Senin durumunu çok düşündüm. Seni benimle birlikte avlanmaya götürmeyi çok istiyordum ama benzinin solduğunu ve acı çektiğini gördüm. Ancak şimdi çok şükür görüyorum ki yüzünün rengi geri gelmiş ve eskisi gibi sağlıklısın. Hastalığının sebebini ailenden, arkadaşlarından ve ülkenden ayrı kalmana bağlamıştım. Bu sebepten rahatsız edici sorularla huzurunu kaçırmak istemedim ama şimdi hastalığının sebebini, benzinin solmasına yol açan şeyin ne olduğunu ve sağlığına nasıl kavuştuğunu bilmek istiyorum çünkü ben seni sağlıklı görmeye alıştım. Bana anlatmanı rica ediyorum. Şimdi konuş ve benden hiçbir şey saklama.”
Bunu duyan Şahzaman, bir süre başını öne eğmiş, daha sonra kaldırmış ve:
“Sana sıkıntımın ne olduğunu, benzimi neyin soldurduğunu söyleyeceğim. Bağışla, beni iyileştiren şeyin ne olduğunu sana söyleyemem. Lütfen cevap vermem için beni zorlama.” demiş.
Şah Şehriyar bu sözlere çok şaşırmış: “Önce bana sağlığını neyin bozduğunu söyle.” demiş.
“Öyleyse anlatayım.” demiş Şahzaman.
“Vezirini beni davet etmek üzere ülkeme yolladığında gitmeye hazırlandım ve şehrin dışına çıktım. Fakat daha sonra, sana hediye etmeye niyetlendiğim bir miktar mücevheri unuttuğumu fark ettim ve tek başıma geri döndüm. Döndüğümde karımı iğrenç, zenci bir aşçıyla birlikte yatağımda buldum. Bunu görünce ikisini de kılıçtan geçirdim ve buraya geldim. Fakat zihnim hâlâ bu mesele ile meşguldü. Hastalandım ve zayıfladım… Ancak hâlâ beni iyileştiren şeyin ne olduğunu sana söyleyemem. Kusura bakma.”
Şehriyar kafasını sallamış, büyük bir hayret içinde kalbini yakan ateşin hiddetiyle haykırmış:
“Gerçekten de kadınların fesatlığı büyük!”
Sonra onların kötülüğünden Allah’a sığınmış ve:
“Hakikaten de kardeşim, bu fenalıktan karını ölüme göndererek kurtuldun. Böyle bir talihsizlik -ki senin gibi bir şahın başına asla gelmemeliydi- karşısında öfkelenmeni ve kederlenmeni anlıyorum ama Allah biliyor ki eğer senin yaşadığın şeyi ben yaşasaydım bin tane kadını kılıçtan geçirmeden rahat etmezdim. Allah’a şükürler olsun ki senin sıkıntını giderdi. Şimdi bana hastalığını iyileştiren ve rengini yerine getiren şeyin ne olduğunu söylemelisin. Tabii ki bunu gizleme sebebini de.” demiş.
“Ey zamanın şahı! Yalvarırım beni bağışla, bunu söyleyemem!”
“Hayır, söylemek zorundasın!”
“Ah kardeşim, bunu sana söylemem, beni hasta eden şeyden daha fazla keder verir diye korkuyorum.”
“İşte bu, bana olanları anlatman için iyi bir sebep. Allah hakkı için benden hiçbir şey gizleme!”
Bunun üzerine Şahzaman bütün gördüklerini baştan sona anlatmış ve sözlerini şöyle bitirmiş: “Benim iktidarımdan daha güçlü bir iktidara sahipsin ve yaşça da benden büyüksün. Böyleyken karının ihanetini ve fenalığını görmüş olmak, kendi acımı azımsamama sebep oldu. Zihnim berraklaştı. Böylece içimdeki hüzünden ve kederden kurtuldum. Yeniden yemeye, içmeye ve uyumaya başladım ve bu sayede gücümü ve sağlığımı geri kazandım. Bütün olanlar bundan ibaret.”
Bunu duyan Şah Şehriyar çok öfkelenmiş; o kadar ki kardeşini boğmak istemiş. Fakat hemen sakinleşip; “Ah kardeşim, bu konuda bana yalan söyleyeceğini düşünmüyorum ama kendi gözlerimle görünceye kadar bundan emin olamam.” demiş.
“O zaman bu fenalığı sen de görmelisin.” demiş Şahzaman. “Bir kere daha avlanmak için hazırlan, sonra benimle birlikte saklan, kendin de göreceksin ve gözlerin seni ikna edecektir.”
“Doğru.” demiş şah.
Ava çıkma niyetini askerlerine bildirmiş. Böylece askerleri, şehrin dışına doğru yola çıkmış, kamp kurmuşlar. Şehriyar da onlarla birlikteymiş. Kamp yerinin ortasına kurulmuş. Huzuruna kimseyi kabul etmek istemediğini söylemiş.
Gece olduğunda şah, vezirini çağırmış ve: “Benim yerime otur ve üç gece geçmeden yokluğumdan kimseye bahsetme.” demiş.
Kardeşler gizlenerek yola çıkmışlar ve saraya vardıklarında vakit geceymiş. Şafak vakti geldiğinde sefa bahçelerine bakan pencerenin orada saklanmışlar. Sultan ve hizmetkârları daha önce olduğu gibi ortaya çıkmış. Çeşmenin oraya gitmişler. Sonra herkes soyunmuş. On kadın ve on erkek… Şahın karısı bağırmış:
“Neredesin Seyit?”
İğrenç zenci, ağaç yolundan çıkagelmiş. Hemen kadının kollarına koşmuş ve bağırmış:
“Ben Seyit el Bin Saud!”
Kadın histerik bir şekilde gülmüş ve ikisi şehvet duygularını tatmin etmeye başlamışlar. Böylece birkaç saat geçirmişler. Beyaz köleler cariyelerin, zenci köle sultanın göğsünden başlarını kaldırıp hep beraber havuza gitmişler ve gusül abdesti aldıktan sonra elbiselerini giyip daha önceki gibi âlem yapmaya devam etmişler.
Şah Şehriyar, karısının ve cariyelerinin bu fenalığını gördükten sonra aklı başından gitmiş ve: “Gerçekten sadece yalnızlıkla, bu adi dünyanın fenalıklarından uzak kalınabilir. Allah biliyor ki bu hayat koca bir yalandan başka bir şey değil!” demiş ve sonra kardeşine: “Ah kardeşim, sana bir şey teklif edeceğim fakat bana itiraz etme.” demiş.
Kardeşi, “Tamam, etmem.” diye cevap vermiş.
Şöyle devam etmiş Şah Şehriyar: “Şahlığımızı bir süre bırakıp yola çıkalım, Allah’ın kâinatını gezelim. Bizim başımıza gelen felakete benzer bir şey yaşayan birini buluncaya kadar Rabb’imize sığınarak dolaşalım. Eğer kimseyi bulamazsak ölüm bize müstahak.”
Böylece kardeşler sarayın arka kapısından ikinci kez gizlice çıkmışlar, gece gündüz demeden gezmişler; ta ki tuzlu denizin kıyısındaki suyu tatlı derenin yakınında bulunan çayırın ortasındaki ağaca varıncaya dek. İkisi de dereden su içmiş ve dinlenmek için oturmuşlar. Bir saat kadar sonra büyük bir gürültü duymuşlar. Gökleri yerle bir eden bir gürültü… Dalgalar âdeta bir kule gibi göklere doğru yükselmiş. Bunu gören kardeşler çok korkmuş ve oldukça yüksek bir ağacın tepesine tırmanmışlar. Ne olduğunu anlamak için etraflarına bakınırken bir de ne görsünler? Bir cin… Uzun boylu, iri cüsseli, geniş alınlı bir cin… Geniş adımlarla yürüyerek suyun içinden geçmiş, iki şahın üstünde oturduğu ağacın yanına gelmiş ve oturmuş. Daha sonra yere bir sandık koymuş ve içinden çelikten yapılma yedi tane kilidi olan bir kutu çıkarmış. Kutuyu yedi anahtarla açmış. İçinden beyaz tenli, masum görünüşlü, endamlı, narin, ayın on dördü gibi güzel, üzerine âdeta gün doğmuş bir kız çıkmış. Şair Utayyah’ın da muhteşem bir şekilde söylediği gibi:
Parlaklığıyla geceyi aydınlattı, tıpkı sabah gibi
Süsledi güzelliğiyle bahçeleri
Işığıyla güneşi söndürdü sanki
Utandırdı ay ışığını soyunduğunda
Bütün mahlukat eğildi önünde
Zarafetini gördüklerinde
Ağlattı şehirleri
Cennet gibi güzelliğiyle.
Cin, yanına oturtmuş, ona bakmış ve: “Ah, asil kadın! Zifaf gecesinde kaçırıp benden başkasının bekâretini bozmasına engel olduğum kadın. Benden başka kimsenin sevmediği ve beraber olmadığı kadın… Ah sevdiceğim, birazcık dizinde uyuyacağım!” demiş.
Daha sonra başını kadının kucağına koymuş. Bacaklarını denize doğru uzatmış ve uyumaya başlamış, gök gürültüsünü andırırcasına horluyormuş.
Kadın, başını kaldırmış ve ağacın tepesinde oturan iki şahı görmüş. Sonra cinin kafasını kucağından indirmiş, yere koymuş. Ayağa kalkıp ağaçtakilere seslenmiş:
“Siz ikiniz aşağı gelin, bu cinden korkmayın!”
Kadının onları görmesi iki kardeşi çok korkutmuş ve ürkerek ona cevap vermişler: “Allah sizi korusun, bize merhamet edin hanımefendi! Aşağı inmeyelim.”
Kadın: “Allah sizi de korusun, derhâl aşağı inin! Eğer inmezseniz kocamı yani bu cini uyandırırım, o da sizi feci bir şekilde öldürür.”
İki şah korkuyla aşağı inmiş. Kadın, onların karşısına geçerek:
“Şimdi hemen benimle beraber olacaksınız; yoksa bu cini başınıza bela ederim, o da sizi anında keser.”
Şöyle demişler: “Hanımefendi Allah aşkına bizi bu işe karıştırmayın; biz sizin kocanızdan çok korkuyoruz, istediğiniz şeyi nasıl yapabiliriz?”
“Bırakın konuşmayı. Bunu yapacaksınız!” demiş kadın.
Olur da dediğini yapmazlarsa onları öldürtüp denize attıracağına gökleri ve yeri yaratan adına yemin etmiş. Bunun üzerine Şah Şehriyar, Şahzaman’a:
“Ah kardeşim, emrettiği şeyi yap!” demiş.
Şahzaman: “Sen yapmadan ben yapmayacağım.” diye cevap vermiş.
Böylece iki kardeş, kadınla birlikte olma konusunda tartışmaya başlamışlar. Kadın onlara seslenmiş:
“İtiraz ettiğinizi ve tartıştığınızı görüyorum, eğer erkek olup dediğimi yapmazsanız cini uyandırırım.”
Bunun üzerine cinin korkusundan kadının kendilerine yapmalarını emrettiği şeyi yapmışlar. Üzerinden kalktıklarında kadın: “Aferin!” demiş.
Sonra cebinden bir kese çıkarmış, kesenin içinde ipe dizilmiş beş yüz yetmiş tane mühür yüzüğü varmış. İki kardeşe sormuş: “Bunların ne olduğunu biliyor musunuz.”
“Bilmiyoruz.”
Bunun üzerine kadın: “Bu iğrenç cinin haberi olmadan benimle birlikte olan beş yüz yetmiş adamın mühür yüzükleri. Siz iki kardeş de bana mühür yüzüklerinizi verin.” demiş.
Yüzüklerini parmaklarından çıkarıp ona verdiklerinde kadın:
“Gerçek şu ki, bu cin beni düğün gecemde kaçırdı. Sonra beni bir sandığın içindeki tabuta koydu. Tabutu yedi tane sağlam çelik kilitle kilitledi ve beni öfkeli denizin dibine bıraktı. Sonra beni korumaya başladı ki iffetli ve namuslu kalayım. Güya benimle ilişkiye giren kimse hayatta kalmazmış. Ama ben istediğim kadar erkekle birlikte oldum. Bu sefil cin bilmiyor ki kader herhangi bir şekilde değiştirilemez ve gizlenemez. Bir kadın istediği şeyi istediği şekilde istediği erkekle yaşayabilir. Bir şiirde dediği gibi:
Ne güven kadınlara ne de itibar et sözlerine
Gül geç vaatlerine
İtibar etme kalplerine
Onların neşeleri de kederleri de
Bağlıdır şehvetlerine.
Yalan söylerler, inanma
“Seni seviyorum.” dediklerinde
Bu onların ihanetlerini gizleyişidir
Düzenbazlıktan vazgeçmezler.
Yusuf’a bak mesela
Mahvetmedi mi onu Züleyha?
Kovuldu Âdem cennetten.
Havva’nın yüzünden.
Görmüyor musun hâlâ
Kalplerinde eser yok iyilikten.
Diğer bir şiirde ise:
Suçlama kendini be adam!
Onlar sürükler seni sınırsız öfkelere
O kadar da suçlu değilsin
Gerçek bir âşık olursan zaten sana gelmez.
Eskilerden beri hep yaşadık biz bunları
Kendini kadınların hilelerinden ve cilvelerinden
Uzak tutan adamdır övgüyü hak eden.”
Bunu duyan kardeşler, hayretler içinde kalmışlar. Sonra kadın, cinin yanına gitmiş. Başını önceden olduğu gibi kucağına koymuş; yumuşak bir sesle:
“Şimdi yolunuza gidin ve kendinizi bu cinin fenalığından uzak tutun.” demiş.
Bunun üzerine Şah Şehriyar, kardeşine; “Tek galip Allah’tır ve ondan başka sığınılacak kimse yoktur. Bu kadınların fenalığından Rabb’ime sığınırım. Düşün ki kardeşim, bu güzel kadın, bizden çok daha kuvvetli bu cin ile beraber. Onun başına gelen şey bizimkinden çok daha kötü ki bu bizi teselli etmeye yeter. Şimdi ülkemize geri dönelim ve bir daha asla evlenmeyelim bu fena yaratıklarla ve onlara ne yapacağımızı gösterelim!” demiş ve yola çıkmışlar.
Üçüncü günün sabahında Şah Şehriyar’ın çadırına geri dönmüşler. Vezirleri, emirleri ve yüksek rütbeli idarecileri toplamışlar. Şah, valisine kaftanını vermiş ve derhâl şehre dönülmesi için emirler yağdırmış. Sonra şah, tahtına oturmuş ve iki kız babası olan vezirine:
“Sana karımı bulup öldürmeni emrediyorum çünkü o sözünü tutmadı ve bana sadakatsizlik etti.” demiş.
Bunun üzerine vezir, onu infaz yerine götürmüş ve kadını öldürmüş.
Şah Şehriyar mührünü eline alıp hareme gitmiş. Oradaki bütün cariyeleri ve memluk sevgililerini öldürmüş ve kendi kendine yemin etmiş: Evlendiği bütün kadınları zifaf gecesinden sonra öldürecekmiş ki böylece kimse onun şerefini ayaklar altına almasın.
“Çünkü…” demiş. “Dünya üzerinde bir tane bile iffetli kadın yok ve olmayacak!”
Sonra Şahzaman, evine dönmek için izin istemiş. Bütün eşyalarını almış ve ülkesine ulaşıncaya kadar şahın görevlileri ona eşlik etmiş. Bu arada Şehriyar, vezirine, gece birlikte olacağı kızı getirmesini söylemiş. Vezir de çok güzel bir kızı, emirlerden birinin kızını, getirmiş. Şah geceleyin onunla birlikte olmuş ve sabah olduğunda vezirine kızın kafasını vurmasını emretmiş. Sultandan korkan vezir de kızı öldürmüş.
Bu şekilde üç yıl geçmiş. Şah her gece bir bakireyle evlenmiş ve onu ertesi sabah öldürtmüş; ta ki halk ona karşı ayaklanıp onu lanetleyene dek. İnsanlar Allah’ın onu ve hâkimiyetini yok etmesini diliyor, kadınlar şikâyet ediyor, anneler gözyaşı döküyor ve aileler, kızlarını alıp şehirden ayrılıyormuş. Böylece şehirde şahla birlikte olacak tek bir genç kız bile kalmamış.
Şah yine başvezirine -kadınları infaz etmekle görevli kişiye- kendisine her zamanki gibi bir bakire getirmesini emretmiş. Vezir, şahın istediği kadını aramış fakat bulamamış. Bunun üzerine şahın canını almasından endişe ederek geri dönmüş.
Vezirin iki kızı varmış: Şehrazat ve Dünyazat. Büyük kızı kitapları, tarihî metinleri, önceki şahların efsanelerini, eskilerin yaptıklarını okur incelermiş. Hatta bir söylentiye göre tarihle, antik devirlerle ve eski hükümdarlarla alakalı bin kitaplık bir koleksiyonu varmış. Şairlerin eserlerini okur ve onları kalpten hissedermiş. Felsefe, sanat ve çeşitli ilimleri bilirmiş. Oldukça hoş, kibar, akıllı ve keskin zekâlı; çok okumuş, iyi yetiştirilmiş bir kızmış. O gün babasına sormuş:
“Seni böyle kederlendiren ve endişelendiren şey nedir?” Ardından bu konuyla ilgili bir şiir okumuş:
“Acıları olanlara söyle,
Keder sürmez sonsuza dek
Neşe sabahı olmayan bir gece
Geçer dert tasa, etme merak.”
Bunun üzerine vezir, şahla yaşadığı her şeyi baştan sona kızına anlatmış.
Kızı: “Allah aşkına baba, daha ne kadar kadın öldürülecek? Sana iki tarafı da kurtaracak çözümün ne olduğunu söyleyeyim mi?” demiş.
“Söyle kızım.” demiş vezir.
“Beni Şah Şehriyar’la evlendir. Ya yaşarım ya da memleketin sağ kalan kızlarını ölümden kurtarırım!”
“Allah seni affetsin!” diye bağırmış büyük bir öfke ile vezir: “Ah seni akılsız, kendini nasıl böyle bir tehlikeye atarsın? Ne cesaretle bana bu mantıksız ve aptalca şeyleri söylersin? Bil ki hayatı anlamaktan uzak olanlar yaşarlar talihsizliği ve sonunu düşünmeden hareket edene olur hayat düşman. Bir bahtsız adam der ki: ‘Hiçbir şey rahatımı, işgüzarlığım kadar bozmadı.’ ”
“Bırak bu hayırlı işi yapayım, isterse beni öldürsün. Diğerlerine kefaret olmak için ölmüş olurum.” diye araya girmiş Şehrazat.
“Ah evladım!” demiş vezir. “Hayatını böyle tehlikeye atmanın sana ne faydası var?”
“Ah baba, başıma ne gelirse gelsin bunu yapmalıyım.”
Vezir yine öfkelenmiş, kızını azarlamış ve ona sitemle: “Aslında eşek, öküz ve çiftçinin başına gelenlerin senin de başına gelmesinden korkarım.” demiş.
“Peki, ne gelmiş onların başına baba?” diye sormuş kız.
Bunun üzerine vezir; eşek, öküz ve çiftçinin hikâyesini anlatmaya başlamış:
“Bir zamanlar çok zengin ve bir sürü büyükbaş hayvanı olan bir çiftçi yaşarmış. Bu çiftçi karısı ve ailesi ile birlikte taşrada oturur, tarım ve rençperlik ile uğraşırmış. Yüce Allah bu adama her türlü yaratığın ve kuşun dillerini anlama kabiliyetini ihsan etmiş. Fakat olur da bu yeteneğinden birine bahsederse ölümle cezalandırılacakmış. Ölüm korkusundan bunu bir sır olarak saklamış. Bu adamın ahırında bir eşek bir de öküz kendi bölmelerinde yan yana dururmuş.
Bir gün adam hizmetçileriyle ahırın yanında otururken öküzün eşeğe şunları söylediğini duymuş:
‘Selam ve esenlikler olsun sabahların efendisine ki sen rahatça dinlenip iyi bakılıyorsun. Kaldığın yer iyi temizleniyor. Senin üstüne biniyor, sana iyi bakıyorlar. Yemin elekten geçiyor ve taze kaynak suyu içiyorsun. Bense -talihsiz yaratık ben- sabahın köründe kaldırılıyorum. Boynuma saban ve boyunduruk diye bir şey bağlıyorlar ve ben, gün doğumundan gün batımına kadar toprağı sürmekten yoruluyorum, yapabileceğimden çok daha fazlasını yapmaya zorlanıyorum. Vücudum yorgunluktan yıprandığında, boynumdaki deri yüzüldüğünde, bacaklarım ağrıdan sızladığında ve gözlerim yaşlarla dolduğunda bile ancak geceden geceye dinlenebiliyorum. Beni ahıra kapatıp içine çamur karışmış fasulye ve saman veriyorlar yem olarak. Bütün gece çöpün ve pisliğin arasında yatıyorum. Sense temizlenmiş, süpürülmüş yerde her zaman rahat içinde yatıyorsun. Sadece efendinin işi olduğunda -ki nadiren oluyor- senin üstüne biniyor ve şehre gidip hemen dönüyor. Demek istediğim şu ki ben yorulup sıkıntı çekerken sen rahatsın ve dinleniyorsun. Ben uykusuzken sen uyuyabiliyorsun. Ben açken sen karnını tıka basa doldurabiliyorsun. Beni hor görürlerken sana değer veriyorlar.’
Öküz konuşmasını bitirdiğinde eşek ona dönmüş ve: ‘Ah seni koca kafalı, zavallı! Öküz kafalı diye boşuna dememişler. Ey öküz efendi sende bir gram akıl yok! Sen budalaların en budalasısın ve belli ki hiç nasihat dinlemiyorsun.
Bilge bir adamın dediğini duymamışsın:
Başkaları için katlanıyorum dertlere, çilelere
Onlar zevküsefa sürerken ben tüketiyorum kendimi
Adam ki karartır yüzünü güneşte
Ağartmak için başkalarının elbiselerini.
Ama sen aptal, efendi için çalışıp didiniyorsun. Kendini başkasının rahatı için yorup hırpalamaya, harap etmeye hazırsın. Şu sözü hiç duymadın mı? Kişinin faydası da zararı da kendine. Sabah ezanında çalışmaya başlayıp gün batımında dönüyorsun. Gün boyunca her türlü sıkıntıya, dayağa ve hakarete maruz kalıyorsun. Şimdi beni dinle öküz efendi! Kokan yemliği boynuna bağladıklarında yere çök, tepinmeye başla, onları boynuzla ve böğür. Önüne yem koyduklarında iştahla ye, koca karnını doyur. Eğer tavsiyemi dinlersen benimkinden bile daha rahat bir hayatın olur. Tarlaya gittiğin zaman boynuna boyunduruk denilen şeyi bağladıklarında yere çök, seni dövmeye başlasalar bile kalkma. Kalksan da tekrar yat. Eve geldiğinde önüne o fasulyelerden koyarlarsa geri çekil, sadece kokla, tadına bile bakma, yalnızca samanla idare et. Sonra hastalanmışsın gibi yap. Bir gün, iki gün, hatta üç gün boyunca bunu yapmaya devam et. Böylece çalışıp didinmekten kurtulursun.’
Bu sözleri duyan öküz, eşeğin arkadaşı olduğunu düşünmüş ve ‘Nasihatin çok doğru.’ diyerek ona teşekkür etmiş. Bütün hayırlarının onun üzerine olmasını diledikten sonra şöyle haykırmış: ‘Sen ki hatalarımı görmemi ve uyanmamı sağladın. Teşekkür ederim.’
Meğer eşekle öküz kendi aralarında böyle konuşurken çiftçi onları kapı aralığından dinliyormuş. Ertesi gün öküzü götürmüş, boynuna sabanı asmışlar, her zamanki gibi çalışmaya zorlamışlar. Ama öküz, eşeğin tavsiyesi üzerine çalışmaktan kaçınmış ve sabanı süren işçi onu dövmeye başlayınca boyunduruğu kırıp kaçmış. Fakat adam onu yakalamış ve öldüresiye kırbaçlamış. Buna rağmen öküz kıpırdamamış ve akşama kadar yerde yatmaya devam etmiş. Sonra işçi onu götürüp ahıra bağlamış. Fakat öküz yemini yememiş; tıpkı sabahleyin yaptığı gibi… Tepinmemiş, ayağını yere vurmamış, boynuz atmamış ya da böğürmemiş. Dolayısıyla adam da meraklanmış. Öküze fasulyeleri ve samanı getirmiş. Fakat öküz sadece koklamış, sonra yatmış, yemden olabildiğince uzak durmuş ve bütün gece âdeta oruç tutarcasına aç kalmış.
Ertesi gün işçi gelip yemliğin fasulyelerle dolu olduğunu, samanın yenmediğini ve öküzün ayaklarını yayıp şişmiş karnıyla çok kötü bir hâlde yattığını görünce onun için endişelenmiş ve kendi kendine şöyle demiş: Allah biliyor ki bu hayvan mutlaka hastalandı ve dün bu sebepten tarlayı sürmedi.
Sonra çiftçinin yanına gitmiş ve olanları anlatmış: ‘Ah efendim! Öküz hasta, dün gece de bu sabah da yemini yemedi.’
Çiftçi, eşek ile öküz arasındaki konuşmaya kulak misafiri olduğu için ne olduğunu anlamış ve: ‘Alçak eşeği al, boyunduruğu boynuna geçir, sabanı da bağla ve öküzün işini ona yaptır.’ demiş.
Bunun üzerine işçi, eşeği götürmüş ve gün boyunca öküzün işini ona yaptırmış. Yorgun düştüğünde, kaburgaları ağrıyana dek ona çöp yedirmiş. eşeğin yan tarafı çökmüş ve boyunduruktan boynunun derisi yüzülmüş, akşam eve bacaklarını zorlukla sürüyerek dönmüş. Öküz ise gün boyu uzanıp yatmış, büyük bir iştahla yemini yemiş ve güzel tavsiyesi için eşeğe, başına ne geldiğini bilmeden hayır duaları etmiş.
Gece olup da eşek ahıra döndüğünde öküz ayağa kalkmış, saygıyla onun önünde durmuş ve: ‘Bütün güzellikler seninle olsun akıllı arkadaşım. Sayende gün boyu dinlendim ve yemeğimi huzur ve sükûnetle yedim.’ demiş.