Kitabı oku: «Binbir Gece Masalları», sayfa 11
DENİZCİ SİNBAD’IN İKİNCİ YOLCULUĞU
“Canım kardeşim, rahat ve keyifli bir hayat sürüyordum. Dün de anlattığım gibi büyük bir huzur ve neşe içerisindeydim; ta ki Allah’ın evrenini ve insanların şehirlerini gezme düşüncesi beni zapt edinceye dek… Yine yola çıkmak ve ticaret yapıp para kazanmak arzusu duyuyordum. Bu düşünceyle büyük miktarda bir parayı, ticari malları ve yolculuk eşyaları almak üzere harcadım. Satın aldıklarımı toparladım ve limana gittim. Talih bu ya orada yola çıkmaya hazır heybetli bir gemiye rastladım. Öyle bir gemi ki en kaliteli malzemelerle donatılmış. Tıpkı benim gibi ticaretle meşgul olan birkaç yolcuyla birlikte gemiye bindim. Eşyalarımızı yükler yüklemez demir aldık. Yolculuğumuz, ilk başlarda oldukça rahattı. Farklı yerlere, adalara gittik. Gittiğimiz her yerde kalabalık bir tacir grubuyla karşılaşıyor, mal alıp satıyorduk. Sonunda kader bizi, yeşilin en güzel tonlarını içinde barındıran, çeşit çeşit meyvelerle dolu, kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, derelerin billur gibi aktığı muhteşem bir adaya sürükledi. Fakat bu adada insan varlığına işaret edecek herhangi bir şey mevcut değildi. Ne bir ses ne bir görüntü… Kaptan bu adaya demir attı. Tüccarlar ve mürettebat hemen karaya çıktı ve kuşların barındığı ağaçların gölgesindeki çimenlerde temiz havayı solumaya başladı. Doğanın bu fevkalade güzelliği, hepimizi büyülüyor, her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Rabb’imizin eseri, herkeste muazzam bir hayret duygusuna yol açıyordu. Ben de diğerleri gibi adaya çıktım ve Yaradan’ın bana lütfettiği yiyecekleri çıkarttım. Meltem rüzgârı o kadar tatlı, çiçeklerin kokusu o kadar güzeldi ki bir anda mayıştım ve yere uzanıp uykuya daldım.
Uyandığımda yalnızdım. Gemi çoktan yola çıkmıştı. O an terk edildiğimi anladım. Bana haber vermek belli ki hiç kimsenin aklına gelmemişti. Adayı baştan aşağı taradım fakat in cin top oynuyordu. Bu durum bende şiddetli bir ızdıraba ve endişeye yol açtı. Üzüntüden âdeta ölecek gibiydim. Dokunsalar ağlayacaktım. Yorgundum ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Sonunda ümidimi iyice kaybettim. Kendi kendime şöyle dedim:
Kedi her zaman dört ayağı üzerine düşmez! İlk seferde beni bulunduğum ıssız yerden kurtaran biri olmuştu fakat şimdi hiç şansım yok…
Sonra ağlayıp sızlanmaya başladım. Büyük bir öfkeye kapılmıştım. Bir kez daha yolculuğun tehlikelerine ve sıkıntılarına maruz kaldığım için kendimi suçluyordum. Kendi ülkemde, kendi evimde, yediğim önümde yemediğim arkamdayken ıssız bir yerde yapayalnız ve çaresiz kalmış olmayı kendime yediremiyordum. Bağdat’tan ayrıldığım için çok pişmandım. Üstelik bütün bunları kıl payı kurtulabildiğim ve çok büyük acılar çekmeme sebep olan ilk yolculuğumun sonrasında yaşamıştım. Birden kendi kendime şöyle söylediğimi fark ettim: Allah’tan geldik yine Allah’a döneceğiz.
Tıpkı cin çarpmış gibi deliye dönmüştüm. Ayağa kalktım ve bütün adayı dolaştım. Daha sonra büyük bir ağaca tırmandım ve etrafımı gözetlemeye başladım. Fakat gökyüzü, deniz, ağaçlar, kuşlar ve alabildiğine uzanan sahil dışında hiçbir şey görmedim. Bir süre sonra meraklı bakışlarım, adanın içlerinde bir yerlerde bulunan büyük, beyaz bir şeye takıldı. Ağaçtan indim ve o şeyi daha yakından görebilmek için yürümeye başladım. Yanına yaklaştığımda o şeyin, göklere doğru yükselen geniş çaplı bir kubbe olduğunu anladım. Etrafında yürüdüm. Kapısı yoktu. Onun için üstüne çıkmaya karar verdimse de öylesine kaygan ve pürüzsüzdü ki bunu başaramadım. Bunun üzerine bir yere işaret koydum ve kubbenin etrafında dolaştım ki çevresini ölçebileyim. İşaret koyduğum yere geri dönünceye kadar tam beş yüz adım attım. Akşam oluyordu ve benim hâlâ kalacak bir yerim yoktu. Bu kubbede kalmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm ve içeri girmenin yolları üzerine kafa yormaya başladım. Sonra bir anda güneş saklandı ve hava karardı. Bir bulutun güneşin önünü kapattığını düşündüm fakat yaz günü bu imkânsızdı. Büyük bir merakla kafamı kaldırdığımda bulut sandığım şeyin devasa bir kuş olduğunu gördüm. Akılalmaz derecede büyük kanatlarıyla gökteki güneşi gölgeleyen kocaman bir kuş…
Bu görüntü şaşkınlığımı ikiye katladı ve eskilerin, hikâyesini anlattığı bir kuşu hatırladım. Adı Rıh olan bu kuş, bir adada yaşar ve yavrularını fillerle beslermiş. Gördüğüm kubbenin de bu kuşun yumurtası olduğunu anladım. Yüce Rabb’imin yarattıkları beni bir kez daha şaşkına çevirmişti. Ben hayranlıkla kendisini seyrederken kuş, birden kubbenin üstüne kondu ve kuluçkaya yattı. Tam da bu vaziyette uykuya daldı. Kendisi uykudan ve uyuklamadan uzak Rabb’imin hikmetine bak!.. Bunu görünce ayağa kalktım, sarığımı çözdüm ve sarıp bükmek suretiyle ip hâline getirdikten sonra bir ucunu belime, diğer ucunu da Rıh’a bağladım. Şöyle düşünüyordum:
Belki de bu kuş beni içinde insanların yaşadığı bir adaya götürür. Öyle bir yerde yaşamak bu ıssız adada kalmaktan daha iyidir.
Bütün gece tetikteydim. Kuş, ben farkında olmadan uçmaya başlar diye uyumaktan korkuyordum. Şafak söker sökmez Rıh, yumurtasının üzerinden kalktı. Kanatlarını açtı ve büyük bir çığlık kopararak havaya yükseldi. Bu arada beni de birlikte sürüklüyordu tabii. Yükselmeyi ve süzülmeyi uzun bir süre kesmedi. Öyle ki sonunda gök kubbenin sınırlarına vardığını düşündüm. Yüksek bir tepenin üstüne konuncaya kadar yavaş yavaş alçaldı. Yere iner inmez kendimi çözmeye davrandım. Kuş beni fark etmemiş, varlığımı hissetmemişti bile. Ama ben korkudan tir tir titriyordum. Bu yüzden aceleyle ipi çözdüm. Bu sırada kuşun, pençeleriyle bir şeyi kavrayıp havalandığını fark ettim. Dikkatlice baktığımda tuttuğu şeyin iri yarı, upuzun bir yılan olduğunu gördüm. Bir süre sonra ikisi de gözden kayboldu. Büyük bir şaşkınlıkla yürüyerek oradan uzaklaştım. Kendimi yüksek dağlarla çevrili geniş ve derin bir vadide buldum. Yükseklikleri kavrayış sınırlarının ötesinde olan, herhangi bir mahlukatın tırmanmaktan aciz kalacağı heybetli dağlarla çevrili bir tepe… Bu görüntü karşısında yaptığım şeye pişman olarak kendi kendimi suçladım.
Bununla kıyaslayacak olursak eğer, kaldığım ada cennetti cennet! Orası bu ıssız yerden kat kat daha iyiydi. En azından yiyecek meyve ve içecek su bulabiliyordum. Buradaysa ne bir ağaç ne de su içebileceğim bir dere var. Ama tek galip Allah’tır ve dönüşümüz ancak onadır. Hakikaten de bir derdim bitmeden diğeri başlıyor. Her seferinde başım daha da büyük bir belaya giriyor. Çilem bitmiyor!
Yine de cesaretimi topladım, vadiye doğru yürüdüm ve birden fark ettim ki bu bölgenin toprağı elmastan! Elmas… Bütün madenleri, değerli taşları, porselenleri kesebilen yegâne taş… O kadar dayanıklı ki demir bile onu parçalayamaz ve hiçbir şekilde bütünlüğü bozulamaz. Dahası vadi, palmiye ağacı büyüklüğünde yılanlarla kaplıydı. Tek lokmada koca bir fili yiyebilecek bu yılanlar, Rıhlar ya da kartallar kendilerini parçalara ayırır endişesiyle gündüzleri saklanır, geceleri ortaya çıkardı. Yaptığıma bir kez daha pişman olup kendi kendime şöyle dedim: Allah biliyor ya kendi kuyumu kendim kazdım!
Kendime kalacak bir yer ararken yavaş yavaş akşam oluyordu. Yılanların korkusundan canımın derdine düştüğüm için yemek ya da içmek aklımın ucundan geçmiyordu. Birden gözüme bir mağara ilişti. Mağaranın dar girişinden içeri girdim ve orada büyük bir taş gördüm. Taşı yuvarlayıp girişi kapattım.
Bu arada şöyle düşünüyordum: Bu gecelik burada güvendeyim, sabah olur olmaz da yola çıkarım. Bakalım talihim bana ne getirecek?..
Oturdum ve mağarayı incelemeye başladım. Kuytu bir köşede devasa bir yılanın kuluçkaya yattığını gördüm. Bu görüntü, bütün hücrelerimle titrememe ve tüylerimin diken diken olmasına sebep oldu. Ellerimi havaya kaldırdım ve Allah’a tevekkül ettim. Sabah oluncaya kadar uyumadım. Taşı mağaranın girişinden kaldırıp yola çıktığımda âdeta sarhoş bir adam gibi sendeliyordum. Dahası, açlıktan başım dönüyordu. Böylesine hazin bir vaziyette vadi boyunca yürürken aniden bir et parçası önüme düşüverdi. Etrafıma bakınıp da kimseyi görmeyince büyük bir hayret içine düştüm ve aklıma tüccarların, gezginlerin ve hacıların anlattığı bir hikâye geldi. Hikâyeye göre elmaslarla kaplı bir dağ varmış ve bu dağ, insanların geçemeyeceği ölümcül tuzaklarla doluymuş fakat elmas ticaretiyle uğraşan tüccarlar bu işi çözmek için bir yol bulmuşlar. Şöyle ki; bir koyun alıp derisini yüzdükten sonra hayvanı parçalar, dağın tepesinden vadiye doğru yuvarlarlarmış. Et taze ve kanlı olduğundan yapış yapış olur kıymetli taşları üzerinde toplarmış. Sonra eti öğlene kadar orada bırakır, akbabaların ve kartalların onları dağın tepesine çıkarmalarını beklerlermiş. Orada da kuşları korkutup kaçırarak etten uzaklaştırırlarmış ki ete yapışmış olan elmasları toplayabilsinler. Elmasları ele geçirmenin tek yolu buymuş. Et parçasının önüme düştüğünü gördüğümde aklıma bu hikâye geldi. Derhâl yanına gittim ve ceplerimi, sarığımı ve elbisemin kıvrımlarını elmaslarla doldurdum. Ben bu işle meşgulken birden önüme büyük bir parça et daha düştü. Sırtüstü yattım ve etin arkasına gizlendim. Tam ete tutunmuştum ki birden bir kartal üzerine çullandı ve eti pençeleriyle kavrayarak havalandı. Beni de tabii ki… Yüksek bir dağın zirvesine varıncaya dek de uçmaya devam etti. Et parçasını dağın tepesinde bıraktı ve parçalamak üzere yanına yaklaştı fakat birden yüksek bir gürültü eşliğinde üzerine tahta parçaları yağmaya başladı. Bunun üzerine korktu ve uzaklaştı. Ben de ayağa kalktım, üstüm başım kan içindeydi çünkü uzunca bir süre ete tutunmuştum. Kartal uzaklaşınca bir tüccar, etin yanına geldi fakat beni görünce korkusundan titremeye başladı. Tek kelime bile etmedi. Eti çevirdiğinde üzerinde bir tane bile elmas bulamayınca sinirle bağırdı:
‘Vah benim talihsiz başım! Tek galip Allah’tır ve kovulmuş şeytanın şerrinden ona sığınırım.’
Sonra kendi kendine ağlayıp sızlanmaya ve dövünmeye başladı.
Şöyle diyordu: ‘Vah vah! Bu nasıl olur?’
Yanına gittiğimde bana şöyle dedi: ‘Sen kimsin ve burada ne işin var?’
‘Korkma, ben iyi bir adamım. Ticaretle uğraşırım. Buraya gelmemin çok önemli bir sebebi var. Neşelen, çünkü bende seni mutlu edecek bir şey var. Yanımda çok sayıda elmas getirdim. Onları seninle paylaşabilirim. Hiç yoktan iyidir. Üzülecek bir şey yok…’
Bunun üzerine adamın keyfi yerine geldi ve bana teşekkür etti. Oturduk ve diğer tüccarlar gelinceye dek sohbet ettik. Tüccarlar bana selam verdiler. Hepsi de etlerini yuvarlamıştı. Onlara hikâyemi, denizde yaşadığım sıkıntıları, vadiye ulaşıncaya dek yaşadıklarımı, tüccarla elmasları paylaşmamı anlattım. Hepsi de kurtuluşuma sevindi ve:
‘Allah sana yeni bir hayat nasip etmiş. Şimdiye kadar hiç kimse bu vadiden canlı çıkamadı. Seni kurtaran Allah’a şükürler olsun!’ dediler.
Geceyi rahat bir yerde geçirdik. Yılanlar vadisinden sağ salim kurtulup iyi yürekli insanlarla karşılaştığım için çok mutluydum. Sabah olunca yola çıktık ve kocaman dağları aştık. Yol boyunca bir sürü yılan gördük. Yüz kişiyi barındıracak büyüklükte kâfur ağaçlarının olduğu güzel bir adaya gelinceye dek de yol almaya devam ettik. İnsanlar kâfur ağacının özünden faydalanmak istediklerinde koca bir demirle ağacın üst kısmını delip ağacın özünü kovalara doldururlarmış. Bu öz, zamanla beton gibi sertleşirmiş. Fakat bu işlem ağacı öldürür işe yaramaz hâle getirirmiş. Dahası, bu adada gergedan denilen vahşi bir yaratık yaşarmış. Deveden bile daha büyük olan bu hayvan, inekler ve boğalar gibi otlanır, ağaçların yaprakları ve dallarıyla beslenirmiş. On metre boyu ve kalın boynuzu ile oldukça ilginç bir hayvanmış. Seyyahların ve hacıların “karkadan” dediği bu hayvan, boynuzunda koca bir fili taşır ve adanın çeşitli yerlerinde otlanırken filin ağırlığını hissetmezmiş bile. Olur da hayvan ölür ve güneşten yağı erirse gergedanın gözleri kör olur, ölerek yere serilirmiş. Sonra Rıh gelir, gergedanı ve boynuzunda taşıdığı fili götürür yavrularını beslermiş. Bu adada şahit olduğum diğer bir ilginç şey ise çeşit çeşit öküzler ve boğalardır ki bunları bizim ülkemizde bulamazsın. Yanımda getirdiğim elmasları burada sattım ve ülkeye özgü çeşitli mallar satın aldım. Sonra da malları hayvanlara yükledim ve tüccarlarla birlikte ticaret yapmak üzere diyar diyar gezmeye başladım. Bu sayede yabancı ülkeleri ve Allah’ın yarattıklarını tanıma şansım olmuştu. Böyle böyle Basra’ya kadar geldik. Burada birkaç gün kaldıktan sonra da Bağdat’ın yolunu tuttum.
Şehrime vardığımda arkadaşlarım ve ailemle bir araya geldim. Fakirlere sadaka, dostlarıma hediyeler verdim. Sonra yiyip içmeye, en güzel kıyafetlerimi giyerek mesut bir hayat yaşamaya başladım. Arkadaşlarımla vakit geçirmek, çektiğim bütün sıkıntıları unutturmuştu bana. Artık hayatın tadını çıkarabiliyordum. Huzurlu bir kalp ve rahat bir kafa ile birlikte… Geri dönüşümü duyan herkes, bana maceralarımı ve gittiğim ülkelerde gördüklerimi soruyordu. Ben de onlara başıma gelenleri ve çektiğim sıkıntıları anlattım. Dostlarım bir yandan hikâyeme hayret ediyor diğer yandan sağ salim gelişime seviniyorlardı.
İşte bu, ikinci yolculuğumun hikâyesi.. Yarın inşallah üçüncü yolculuğumda başıma gelenleri anlatacağım.”
Herkes Denizci Sinbad’ın hikâyesine hayret etmiş. Hep birlikte yemek yedikten sonra Denizci Sinbad, Hamal Sinbad’a yüz dinar verilmesini emretmiş. O da parayı almış ve eve gidinceye kadar hayır duaları okumuş. Bu arada duyduklarına şaşırmaktan da kendini alamıyormuş. Ertesi sabah gün doğar doğmaz uyanmış ve sabah namazını kıldıktan sonra Denizci Sinbad’ın evine doğru yol almış. Hayırlı sabahlar dileyerek içeri girmiş. Tüccar da onu yanına oturtmuş. Herkes gelip de yemeklerini yedikten sonra ev sahibi şöyle demiş:
“Şimdi size anlatacaklarım, daha önce duyduklarınızdan bile daha ilginç. Dinleyin kardeşlerim. Gizleneni de açıklananı da sadece yüce Allah bilir.”
DENİZCİ SİNBAD’IN ÜÇÜNCÜ YOLCULUĞU
“Size dün anlattığım gibi ikinci yolculuğumdan büyük bir sevinçle dönmüştüm çünkü sıhhatim yerindeydi ve servetim daha da artmıştı. Bütün kayıplarımın karşılığını yüce Allah telafi etmişti. Rahatlığın ve zenginliğin lezzetini doyasıya yaşayarak bir süre daha Bağdat’ta kaldım fakat bir zaman sonra nefsim beni ele geçirdi ve yolculuğa çıkıp maceralar yaşamak hevesine kapıldım. Daha fazla servet biriktirme isteğine de engel olamıyordum. Ne de olsa insan doğası açgözlülüğe meyillidir… Böylece kararımı verdim. Çeşit çeşit yolculuk malzemesini hazırladım ve Basra’ya doğru yola çıktım. Orada yolculuğa çıkmaya hazır bir gemiye rastladım. Yolculuk, daha ziyade farklı ülkelerde ticaret yapmak isteyen tüccarlar için düzenlenmişti ve bu adamlar sağlam, imanlı, takva sahibi kişilerdi. Onlarla birlikte gemiye bindim. Yüce Allah’ın rızası ve yardımıyla yolculuğumuzun sağ salim geçmesini diledik. Birbirimize hayır duaları okuduk ve yolculuğumuza başladık. Büyük bir neşe ve memnuniyetle farklı denizleri, adaları ve şehirleri gezdik. Hepimiz kendi ticaretimizle meşgul olduk ve böyle böyle yolculuğumuza devam ettik. Ta ki bir gün, denizde yol alırken devasa dalgalarla karşılaşıncaya kadar… Güvertede durup okyanusu inceleyen kaptanımız birden bağırıp dövünmeye, saçını sakalını yolmaya başladı. Büyük bir panik içindeydi ve derhâl yelkenlerin sarılıp demir atılmasını emretti.
‘Reis ne oluyor Allah aşkına?” diye sorduk.
‘Ah kardeşim! Allah yardımcımız olsun. Rüzgâra yenik düştük, bizi yolumuzdan uzaklaştırdı ve buralara, okyanusun ortasına sürükledi. Şu anda Maymunlar Dağı’nın oradayız. Burası maymuna benzeyen kıllı insanların yaşadığı bir yer. Bu insanlar öylesine vahşidir ki yanlarına yaklaşan, canlı çıkamaz. İçimden bir ses hepimizin öleceğini söylüyor.’
Kaptan cümlesini henüz bitirmişti ki birden karşımızda maymunları gördük. Çekirge sürüsü gibi geminin etrafını sardılar. ‘Korkunç’ kelimesi onları tanımlamakta aciz kalırdı. Yüzleri siyah kıllarla kaplı, pis, ufak tefek yaratıklardı. Dört karış boyları, sarı gözleri ve siyah yüzleriyle dillerini anlamak şöyle dursun kimse onların ne olduğunu bilmiyordu bile. Bu canavarlardan kaçıp da saklanmayacak insan yoktur! Onları öldürmeye ya da uzaklaştırmaya cesaret edemiyorduk çünkü sayıca üstünlükleri elimizi kolumuzu bağlamıştı. Her ne kadar malımızı mülkümüzü yağmalamalarından korksak da istediklerini yapmalarına izin verdik. Önce halatların üzerinden gemiye tırmandılar, sonra da kemirerek onları parçaladılar. Bunun üzerine rüzgâr bizi sürükledi ve gemi karaya oturdu. Maymunlar bizi yaka paça indirip gemiyle ve içindekilerle birlikte uzaklaştılar. Hiçbirimizin nereye gittiğimize dair en ufak bir fikri yoktu.
Böylece adada kalmaya başladık. Ağaçlardaki meyvelerden ve yerde biten otlardan yiyip derelerden su içtik.
Bir gün adanın ortasında bir ev gördük. Büyük bir hızla oraya doğru gittik ve uzaktan ev sandığımız yerin aslında kocaman bir kale olduğunu anladık. Etrafı geniş, sarsılmaz duvarlarla çevrili bu kalenin abanoz ağacından yapılma kapıları sonuna kadar açıktı. İçeri girdik ve geniş bir meydan gördük. Avlunun etrafında kapıları açık olan bir sürü oda vardı. Biraz ileride ise pirinç kaplama mutfak eşyalarıyla dolu kocaman bir tezgâh ve çok sayıda kemik gördük. Etrafımıza bakıp da kimseyi göremeyince merakımız bir kat daha arttı. Sonra bir süre avluda oturduk; uykumuz gelince de uyuduk. Öğleden akşama kadar uyumuştuk. Uyandığımızda aniden yer sarsılmaya başladı. Havada ürkütücü bir uğultu vardı ve kalenin tepesinden insan şeklinde korkunç bir yaratık üzerimize atladı. Hurma ağacı gibi iri yarı, gözleri yanan iki odun parçası gibi kırmızı, sivri dişli, simsiyah bir mahluktu. Ağzı neredeyse bir değirmen kadar büyüktü. Dudakları göğsüne kadar sarkıyordu. Elleriyse âdeta bir aslan pençesini andırıyordu. Hele o kulakları… Tarif edecek kelime bulamıyorum. Bu dehşet verici devi gördüğümüzde neredeyse bayılacaktık. Her geçen saniye korkumuz, katlanarak artıyordu. Bu endişe hepimizi öldürebilirdi.
Bir süre yürüdü ve yeri göğü inletip yüreğimizi ağzımıza getirdi. Sonra da tezgâhın üzerine oturarak şöyle bir bakındı. Bizleri fark eder etmez yanımıza geldi. Beni kolumdan sürükleyerek arkadaşlarımın arasından aldı ve bir süre inceledi. Âdeta bir kasabın keseceği koyunu yoklaması gibi… Yorgunluk ve sıkıntıdan zayıf düşmüştüm; beni yemeye değer bulmadı. Zayıf ve yağsız olduğumdan ağzına layık değildim belli ki… Beni bıraktıktan sonra başka bir arkadaşımı aldı ve tıpkı bana yaptığı gibi onu da incelemeye başladı. Aynı şekilde herkesi inceledi ve nihayet kaptanımızı gözüne kestirdi. Reis güçlü, kuvvetli, geniş omuzlu bir adamdı. Vücudu yağlıydı ve oldukça sağlıklı gözüküyordu. Bu hâliyle devin hoşuna gitmiş olacak ki yaratık onu yakaladı. Bir kasabın koyunu tutması gibi tuttu onu. Yere yatırdı ve ayağıyla boynunu kırdı. Sonra uzun bir şiş getirdi ve zavallı adamı şişe geçirdi. Sonra da alev alev yanan bir ateş yakıp şişlediği reisi çevirmeye başladı. Ta ki et kızarıncaya kadar… İyice piştiğine ikna olduğunda kebap gibi önüne koydu bizim kaptanı… Vücudundaki her bir uzvu parçaladı ve tıpkı bizim tavuk yerken yaptığımız gibi tırnaklarıyla derisini yüzüp yemeye başladı, sonra da kemikleri kemirdi. Zavallı kaptanımızdan geriye kalanı da duvarın öteki tarafına fırlattı. Bir süre oturduktan sonra taş tezgâha uzandı ve uyumaya başladı. Âdeta boğazı kesilmiş bir kuzuyu andırıyordu iğrenç devin horlama sesi. Sabah oluncaya kadar uyumaya devam etti. Sonra da yoluna gitti.
Gittiğine emin olduğumuzda konuşmaya başladık. Ağlayıp sızlayarak başımıza gelenlerden dert yanıyorduk birbirimize:
‘Keşke denizde boğulsaydık ya da maymunlara yem olsaydık… Bu kömürde yanarak pişmekten daha iyidir. Allah biliyor ya bu rezil, iğrenç bir ölüm şekli… Ama en nihayetinde Allah’ın dediği olur ve tek galip odur. Gerçekten de çok sefil bir şekilde öleceğiz ve kimse bize ne olduğunu bilmeyecek; çünkü buradan kaçış yok!’
Sonra ayağa kalktık ve saklanacak bir yer ya da kaçacak bir yol bulmak üzere adayı dolaşmaya başladık. Ateşte pişirilip yenmediğimiz müddetçe ölüm bizim için korkulacak bir şey değildi. Bütün çabalarımıza rağmen saklanacak bir yer bulamadık. Gece olunca da korkumuzdan kaleye geri döndük ve oturmaya başladık. Bir zaman sonra yer sarsıldı ve siyah dev yanımıza gelip bizleri yokladıktan sonra ağzına layık birini buldu. Kaptanımıza yaptıklarını ona da yaptı. Zavallıyı önce öldürdü, sonra pişirdi. Karnını doyurur doyurmaz da tezgâha uzandı ve bütün gece uyudu. Boğazı kesilmiş bir hayvan gibi böğürerek… Sabah olunca da kalktı ve daha önce olduğu gibi yoluna gitti.
Onun gitmesi üzerine toplandık ve birbirimizle konuşmaya başladık:
‘Allah biliyor ya kendimizi denize atıp boğulsak yeridir. Böyle bir ölüm, pişirilmekten daha az korkunç…’
Bir diğeri: ‘Hey siz! Sözlerime kulak verin. Onu öldürelim. Müslüman kardeşlerimizi de onun zulmünden kurtarmış oluruz!’ dedi.
Ben: ‘Dinleyin beni kardeşlerim! Eğer onu öldürmekten başka çaremiz yoksa önce bir miktar tahtayı deniz kıyısına taşıyalım ve orada kendimize bir sal yapalım. Onu öldürmeyi başarırsak üzerine biner ve Allah’ın izniyle buradan uzaklaşırız. Yoksa bir gemi geçip de bizi alıncaya kadar burada beklemeye mecburuz. Eğer onu öldürmeyi başaramazsak da yine sala biner, denize açılırız. Boğulursak da en azından boynumuzun kırılmasından ve ateşte pişirilmekten kurtulmuş oluruz. Kaçarsak kaçarız. Kaçamazsak şehit oluruz.’ dedim.
‘Allah biliyor ya söylediklerin doğru.’ dediler.
Benim söylediklerimde hemfikir oldular ve tahtaları taşımaya koyulduk.
Tezgâhın yanındaki tahtaları kıyıya taşıdık ve bir sal yaptık. Sonra onu kıyıya bağlayıp yiyecek ne varsa istifleyerek kaleye geri döndük. Akşam olur olmaz yine yer sarsıldı ve dev, ısırmak üzere olan bir köpek gibi hırlayarak üzerimize geldi. Yanımıza gelip teker teker hepimizi yokladı ve daha önce yaptığı gibi içimizden birinde karar kıldı. Zavallıyı yedikten sonra tezgâhın üzerinde uykuya dalıp gök gürültüsünü andıran horlamasıyla uyumaya başladı. Uyuduğuna emin olur olmaz iki tane demir şiş aldık ve onları kızgın ateşte bir güzel ısıttık. Sonra şişleri sıkıca kavrayıp devin yanına geldik ve gözlerine saplayıp iyice bastırdık. Şişleri tüm gücümüzle itiyorduk ki yaratık kör olsun. Bizim şişleri saplamamız üzerine dev, çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Korkudan iliklerimize kadar titredik. Aniden tezgâhın üzerinden fırlayıp el yordamıyla bizleri aramaya başladı. Arkadaşlarım ve ben sağa sola kaçmaya başladık. Kör olduğundan bizi göremiyordu fakat biz yine de onun karşısında dehşete düşüyor, hayatımız için endişeleniyorduk. Sonra el yordamıyla kapıyı buldu ve çıkıp gitti. Gürleyişinden yer sarsılıyordu. Hepimiz dehşete düşmüştük. Nihayet kendimizi toparlayıp kaleden çıktık ve salı yaptığımız yere geldik. Birbirimize:
‘Eğer bu lanet yaratık gün batımına kadar gelmezse öldüğüne emin olabiliriz ama olur da gelirse Allah’a tevekkül eder, salımıza atlar, yola çıkarız.’ diyorduk.
Biz bunları der demez siyah dev, gulyabani gibi iki arkadaşıyla birlikte ortaya çıktı. Arkadaşları, ateş gibi kırmızı gözleriyle kendisinden daha iğrenç ve daha korkunçtu. Onları görmemiz üzerine derhâl salımıza atladık, bağı çözdük ve denizde yol almaya başladık. Devler bizi görünce bağırmaya ve deniz kıyısına koşmaya başladılar. Üzerimize attıkları taşların bir kısmı bize isabet ediyor, bir kısmı denize düşüyordu. Bütün gücümüzle kürek çekerek taşlarının ulaşamayacağı bir mesafeye kadar geldik. Fakat arkadaşlarımın çoğu devlerin attığı taşlar yüzünden ölmüştü. Dalgalar ve rüzgâr bizi sağa sola savuruyor ve hepimizi yutacak büyüklükte bir girdabın ortasına sürüklüyordu. Nereye gittiğimize dair bir fikrimiz yoktu ve yanımdaki arkadaşlarım birer birer ölüyordu. Nihayetinde üç kişi kalmıştık. Olur da biri ölürse onu denize atıyor böylece yükümüzü hafifletiyorduk.
Açlık hepimizi yorgun düşürmüştü fakat yine de cesaretimizi topluyor ve birbirimizi teşvik edecek sözler söyleyip hayatımız için tüm gücümüzle kürek çekiyorduk. Sonunda rüzgâr bizi bir adaya getirdi. Yorgunluk, açlık ve korkudan kendimizi kaybetmiştik; âdeta ölü gibiydik. Kıyıya vardığımızda bir süre adanın etrafında dolaşmaya başladık. Bu ada kuşları, ağaçları ve akarsuları ile âdeta bir cennet gibi gelmişti bize. Meyvelerden yiyip karnımızı doyurduk. Devden kurtulduğumuz ve denizden sağ salim çıkıp kıyıya ulaştığımız için çok mutluyduk. Akşam olunca yattık; fakat tam uykuya daldığımız sırada gözlerimizi kapatmamızla rüzgâr uğultusuna benzeyen bir ıslık sesiyle uyanmamız bir oldu. Ayağa kalktığımızda karşımızda ejderhaya benzeyen kocaman bir yılan gördük. Daha korkunç olanıysa bu canavarın etrafımızı kuşatmış olmasıydı… Birden kafasını kaldırdı ve arkadaşlarımdan birini yakalayarak yuttu. Zavallının kaburgalarının kırılma sesini duyabiliyorduk. Sonra yoluna devam etti. Bizlerse müthiş bir hayret içindeydik. Arkadaşımız için üzülüyor, kendi hayatımız için endişe ediyor ve:
‘Allah biliyor ya bu korkunç bir şey… Karşılaştığımız her ölüm, bir öncekinden daha dehşet verici. Siyah devden ve denizin tehlikelerinden kurtulduğumuza seviniyorduk fakat şimdi çok daha kötü bir durumdayız. Galip olan Allah’tır. Onun dilemesiyle devden ve boğulmaktan kurtulduk fakat bu iğrenç canavardan nasıl kaçacağız?’ diyorduk.
Bir süre adada dolaştık. Ağaçlardaki meyvelerden yiyor, derenin sularından içiyorduk. Güneş batınca da yüksek bir ağaca çıkıp uyumaya başladık. Hava iyice kararınca dehşet verici bir yılan çıkageldi. Önce sağına soluna bakındı, sonra da bizim bulunduğumuz ağaca tırmanıp arkadaşımı yutuverdi. Bu görüntü, beni dehşet içinde bırakmıştı. Zavallı arkadaşımın kemiklerinin kırılma sesini duyabiliyordum. Arkadaşımı bir güzel yuttuktan sonra da ağaçtan aşağı kaydı. Gün ağarıp da yılanın gittiğini görünce aşağı indim. Korkudan ve acıdan âdeta ölü gibiydim. Kendimi denize atmayı ve bu dünyanın kederinden tamamen kurtulmayı düşündüm fakat buna cesaret edemedim. Ne de olsa hayat bu. Böyle bir durumda bile vazgeçemiyor insan… Ben de uzun ve geniş beş parça tahta buldum. İki tanesini ayaklarıma, iki tanesini de göğsümün sağ ve sol tarafına bağladım. En geniş ve en uzun olanınıysa kafama bağlamıştım. Sonra sırtüstü uzandım. Her yerim tahtalarla kaplıydı ve bu hâlimle âdeta bir tabutun içinde gibiydim. Hava kararır kararmaz yılan geldi ve yanıma yaklaştı fakat beni çevreleyen tahtalardan dolayı amacına ulaşamadı. Beni yemeyi başaramayınca etrafımda dolanmaya başladı. Bu arada ben de onu seyrediyordum. Korkudan neredeyse ölüyordum. Arada bir yanımdan uzaklaşıyor fakat bir zaman sonra geri geliyordu. Yanıma yaklaşma teşebbüsleri, kendimi bağladığım tahtalardan dolayı her seferinde sonuçsuz kalıyordu. Güneş doğuncaya kadar hep çevremdeydi. Sabah olur olmaz da büyük bir öfke ve şiddetli bir hayal kırıklığıyla yanımdan uzaklaştı.
Yılan uzaklaştığında kendimi çözdüm. Acıdan ve korkudan yarı ölü bir hâldeydim. Adanın kıyısına indim ve etrafı izlemeye koyuldum. Tam da bu sırada denizin ortasındaki bir gemi gözüme çarptı. Kocaman bir ağaç dalını elime aldım ve onunla gemidekilere işaret ettim. Uzunca bir süre bağırdım. Onlar da beni görmüş ve birbirlerine:
‘Şu gördüğümüz şeyin yanına gidelim ve ne olduğuna bir bakalım. Belki de bir insandır.’ demişler.
Kıyıya yanaşıp beni gemiye aldılar ve başıma gelenleri sordular. Ben de onlara baştan sona tüm maceralarımı anlattım. Hikâyem hepsini şaşkına çevirmişti. Üstüme başıma giyecek bir şeyler verdiler. Dahası yemek ikram ettiler. Ben de karnımı iyice doyuruncaya kadar yedim. Ama ruhuma ferahlık veren asıl şey, lezzetli ve taze suya kavuşmamdı. Artık çok rahattım. Yüce Allah beni âdeta ölüyken diriltmişti. Ben de Rabb’ime merhameti ve lütufkârlığı için şükrettim. Büyük bir felaketten sonra yeniden hayat bulmuştum. Bir zaman sonra çektiğim bütün acıları sadece kötü bir rüya olarak kabul ettim. Sakin bir rüzgârla bir süre daha yol aldık. Ta ki yüce Rabb’imiz bizleri sandal ağacıyla meşhur El-Salahitah Adası’na ulaştırıncaya kadar… Kaptan demir attığında tüccarlar mallarını indirdi ve bir süre kendi ticaretleriyle meşgul oldular.
Sonra kaptan bana dönerek:
‘Şimdi beni dinle yabancı. Şu an için yoksul bir kimsesin ve bir sürü korkunç şey yaşamışsın. Sana ülkene dönmene yardımcı olacak bir teklifim var. Umarım sana faydası olur da bana dua edersin.’ dedi.
‘Ne olduğunu söyle, dualarım seninle!’ diye cevap verdim.
‘Bir zamanlar bizimle birlikte yolculuk eden bir adam vardı fakat maalesef onu kaybettik. Şimdi ölü mü sağ mı bilmiyoruz. Ondan hiçbir haber alamadık. Zavallının mallarını sana emanet etmek niyetindeyim. O malları bu adada satarsın. Eline üç beş kuruş bir şey geçer. Kalanını da şahsi eşyalarıyla birlikte Bağdat’a, adamın ailesine yollarız. Şimdi söyle bakalım bu görevi kabul edip diğer tüccarlar gibi malları satmaya razı mısın?’
‘Emriniz başım üstüne efendim. Allah biliyor ya hakkınızı ödeyemem.’ dedim ve ona teşekkür ettim.
O da denizcilere söz konusu malları indirmelerini söyledi ve onları bana emanet etti.
Geminin kâtibi, kaptana sordu:
‘Efendim, bu paketlerin içinde ne var? Üzerlerine kimin adını yazayım?’
Kaptan: ‘Üzerlerine Denizci Sinbad yaz. Bir zamanlar bizimle olan ve Rıh adasında kaybettiğimiz kardeşimizin adını… Zavallıdan bir daha haber alamadık. Şimdi bu yabancıya onun mallarını emanet ederiz, o da onları satıp payını alır. Paranın kalanını da Bağdat’a, sahibine, kendisini bulamazsak da ailesine yollarız.’
Kâtip: ‘Hakikaten de çok güzel düşünmüşsün reis!’ dedi.
Sabırla bütün tüccarların gemiden inmelerini bekledim. Gemideki herkes indi ve işleriyle meşgul olmaya başladı. Sonra cesaretimi topladım ve kaptanın yanına gidip sordum: ‘Efendim, mallarını satmamı istediğiniz Sinbad’ın kim olduğunu biliyor musunuz?’
‘Ona dair bildiğim tek şey, Bağdatlı olduğu ve Denizci Sinbad adıyla tanındığı. Birkaç tane arkadaşımızla birlikte demir attığımız bir adada boğuldu. O günden beri de ondan haber alamadım.’
Bunun üzerine bağırarak şöyle dedim:
‘Kaptan, Allah her daim sizin dostunuz ve yardımcınız olsun! Bilin ki ben Denizci Sinbad’ın ta kendisiyim ama sandığınız gibi boğulmadım. Diğer tüccarlar ve mürettebat ile birlikte ben de adaya indim. Çok güzel bir yerde tek başıma oturup meyvelerden yemeye başlamıştım. Böyle böyle oyalanırken birdenbire uyku bastırdı ve uyuyakaldım. Uyandığımdaysa gemiden ya da herhangi bir insandan eser yoktu. Bu mallar bana aittir. Elmaslar Adası’nda mücevher toplayan bütün tüccarlar da şahidimdir ki ben Denizci Sinbad’ım. Başımdan geçen her şeyi onlara anlattım. Beni nasıl unuttuğunuzu, adada nasıl uyuyakaldığımı… Kısacası başıma gelen her şeyi…’
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.