Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kerem ile Aslı»

Anonim
Yazı tipi:

Kerem ile Aslı

Eski zamanlarda İran’ın İsfahan şehrinde çok adil bir hükümdar vardı. Memleketi çok güzel idare eder, kimsenin hakkını kimsede bırakmazdı. Bunun için herkes tarafından sevilirdi. Fakat bu hükümdar talihinden şikâyet eder, mesut olmadığına yanardı. Çünkü dünya yüzünde tek bir evladı yoktu.

Bir gün makamında otururken düşünceye daldı, kendi kendine; “Ben…” dedi. “Yeryüzündeki insanların en bedbahtıyım. Ölünce namım dünyadan silinecek, adımı kimse ağzına almayacak. Ne olurdu Cenabıhak bana bunca görkem ve servet yerine bir tek evlat verseydi. O vakit ben de diğer insanlar gibi hâlimden şikâyet etmezdim. Zenginlik, mevki, rütbe, şan ve şöhret insanı mesut edemez.” Saadet, ekmek parası kazanmaktan âciz bir adama gülümsüyordu, şöhreti her tarafı saran bir iktidar adamına dönüp bakmıyordu bile!..

Hükümdarın bir de Keşiş Hazinedarı vardı. Tuhaf değil midir ki, bu Keşiş’in de şimdiye kadar hiç evladı olmamıştı. O da talihinden şikâyetçiydi.

Hükümdar, kendi kendine söylenirken içeri Keşiş girdi. Efendisinin hatırını sordu. Hükümdar zaten dertleşecek bir arkadaşın gelmesini bekliyordu. Hemen içini dökmeye başladı:

“Görüyorsun, çok fena vaziyetteyim. Bir insan ne kadar çok yaşasa da bir gün muhakkak ölür, hiçbirimiz bâki değiliz. Lakin ölünce yeryüzünde bir iz bırakamadan, çabucak unutuluvermek tecellilerin en acısıdır.”

“Ah benim devletli efendim. Ben de aynı dertten mustaribim, benim de dünya yüzünde tek bir zürriyetim yok fakat gam yemiyorum. Çünkü insan ne kadar düşünürse o kadar üzüntülü olur. Senin de gece gündüz düşünmen lazım. Mal, mülk, para vs. her şeyin tamam. Yalnız bir noksanın var ki, buna sahip olsaydın baba olamamanın acısını unuturdun.”

Hükümdar merakla sordu:

“Aman Keşiş. O noksan neymiş? Söyle de hemen icabına bakalım.”

Keşiş kısaca anlattı:

“Çok basit devletlim, çok basit. Hem de çabucak yapılması mümkün! Öyle bir bahçe yaptır ki, içinde havuzlar bulunsun, renk renk çiçekler olsun. Ağaçlarında çeşit çeşit kuşlar ötsün ve muhtelif yerlerinde şırıl şırıl sular aksın. Sonra devletli efendim de bahçeye gelip gönlünü avutsun.”

Hükümdar Keşiş’e hak verdi:

“Çok doğru söylüyorsun, böyle bir bahçe yapılması için derhal emir vereceğim.”

Ertesi gün memlekette ne kadar mimar, mühendis varsa davet edildi. Onlara gerekli olan ne kadar bahçıvan varsa saraya getirtildi.

Tam bir buçuk sene süren devamlı bir çalışmadan sonra bahçe ikmal edildi. Hükümdar büyük merasim ile bahçenin açılış törenini yaparak memleketin fakir fukarasına para dağıttı, ziyafet çekti.

Bahçe hakikaten insanın acı ve kederini dağıtıyordu. Hükümdar ile Keşiş her gün bahçenin güzel bir yerine oturuyorlar, dereden tepeden konuşuyorlar, kuşların ötmelerini, suların şırıltılarını dinliyorlar, rengârenk çiçeklerin bayıltıcı kokularını içlerine çekiyorlar, kederi hatırlarına bile getirmiyorlardı.

Bir gün hükümdarın karısı Hanım Sultan’la Keşiş’in karısı bahçeye gezmeye geliyorlardı. Önlerine ağaç fidanları satan bir köylü çıktı:

“Ucuz veriyorum, birer elma fidanı alınız, bahçelerinize dikiniz. Göreceksiniz, yakın zamanda meyve verecekler.”

Hükümdarın karısı ile Keşiş’in karısı birer elma fidanı aldılar, getirip bahçeye diktiler. Artık ikisi her gün geliyorlar, fidanlarını seviyorlar, büyütmeye çalışıyorlardı. Bu iki kadın, elma fidanlarıyla uğraşırken âdeta teselli oluyorlardı. Diyorlardı ki:

“Evladımız olmadı, bari birer ağaç yetiştirelim de meyvelerini yiyelim.”

Fakat büyüyüp kocaman ağaç oldukları hâlde fidanları meyve vermedi. Hükümdarın karısı bu duruma çok üzüldü:

“Ya Rabbi, yeryüzünde bir evladım yok. Bari bir ağaç yetiştireyim dedim. Fakat bu hususta da şansım yaver gitmedi. Her ne olursa senden olur.” diye yalvardı ve bir ağacın dibinde uyuyakaldı.

Rüyasında fidanı aldığı adamı gördü.

Adam aynen:

“Merak etme kızım.” dedi. “Ağacın meyve verecek, muradın hâsıl olacak.”

Hanım Sultan rüyasını sabahleyin Keşiş’in karısına söyledi. Merak edip ikisi bahçeye girdiler, gerçekten ağaçta kırmızı bir elma gördüler.

Hükümdarın karısı elmayı kopardı; tam ortasından kesti, yarısını kendisi yedi, yarısını da Keşiş’in karısına yedirdi. Sonra dedi ki:

“Bunda bir hikmet var… Galiba Mevla bize birer evlat ihsan edecek. Gel sözleşelim; benim oğlum, senin de kızın olursa kızını oğluma verir misin?” dedi.

Kadınların niyetleri sağlam çıktı. Allah’ın izniyle o akşam hamile kaldılar ve vakit gelince birer evlat sahibi oldular. Hanım Sultan bir oğlan, Keşiş’in karısı da bir kız doğurdu. Oğlanın adını Ahmet Mirza, kızın adını da Kara Sultan koydular.

İsfahan hükümdarı bu iki bebek için memlekette günlerce şenlik yaptırdı. Hapishane kapılarını ardına kadar açtırıp bütün mahpusları salıverdi. Fakir fukaraya sadakalar verdi, memleket halkına ziyafetler çekti.

Keşiş vesveseli adamdı. Bir gün kendi kendine düşündü: “Gerçi hükümdarın gözündeyim. Beni çok seviyor. Fakat onun yolu ayrı, benim yolum ayrı; onun dini başka, benim dinim başka. Hâlbuki karım, kızımı Ahmet Mirza’ya vereceğini vadetmiş, bu nasıl olur? İmkânı yok. Galiba bu yüzden İsfahan’dan ayrılmak mecburiyetinde kalacağım.”

Bu düşüncesini gidip karısına söyledi:

“Ah karı, düşünmeden söz verirsin de insanı zor durumda bırakırsın. Ben kızımı dini ayrı bir hükümdarın oğluna hiç verir miyim? Öyle zannediyorum ki, bu kızın yüzünden başımıza işler gelecek, diyar diyar dolaşacağız.”

Karısı, kocasına seslendi:

“Gene zırvalamaya başlama. Kızımız daha üç aylık bebek. Evlenmesine on beş yirmi sene var. O zamana kadar kim bilir neler olur! Aradan bir müddet geçince kızı saklarız, hükümdarı kız öldü diye kandırırız. Yalandan bir cenaze merasimi yapıp ahalinin gözünü de boyarız. Sonra bir bahaneyle memleketi terk edip başka yere gideriz. İsfahan’dan başka memleket yok değil ya…”

Keşiş, karısını takdir etti:

“Aferim be karı. Ben öyle ince düşünememiştim, güzel fikir, dediğin gibi yaparsak hükümdarın elinden yakamızı kolayca sıyırırız.

İki sene sonra memleketi kara bir haber sardı. Keşiş’in kızı ölmüş. Bu kara haberden hükümdar çok müteessir olmuştu. Çünkü Keşiş’in kızı ölmüş demek, kendisinin müstakbel gelini ölmüş demekti.

Keşiş, bir gün hükümdarın huzuruna çıktı:

“Devletli efendim.” dedi. “Cenabıhak verdiği saadeti çok görüp geri aldı. Üzüntümden deli divane olacağım. İsfahan’ı terk ederek şöyle kısa bir seyahate çıkarsam biraz açılırım zannediyorum. Şimdiye kadar hizmetinde kusur etmedim. Bundan sonra da sağlığına dua edip diyar diyar dolaşayım. Kızımın ölümü bana çok acı geldi.”

Bu teklife karşı, hükümdar ne diyebilirdi ki! Hemen bu teklifi kabul etti.

“Senin yanımdan ayrılmanı arzu etmiyorum fakat elimden ne gelir? Yaşlı bir babanın burada kalmasına ve üzüntüsünden kahrolmasına göz yumamam. Allah selamet versin, kısmet olursa inşallah bir gün gene görüşürüz.”

Keşiş, hükümdarı bu suretle aldatarak evine geldi. Zaten yolculuk hazırlığını iki gün evvel yapmıştı. Hemen hareket etti İsfahan’dan. Üç günlük mesafede bulunan Zengi köyüne yerleşti. Kısa zamanda orada itibar ve şöhret sahibi oldu, kendisini herkese tanıttı.

Gelelim Ahmet Mirza’ya:

Küçük Mirza, beş yaşında okula başladı. Sofu adında cin fikirli bir çocukla arkadaş olmuştu. Onun yaşı da beşten fazla değildi. Okula daima beraber giderler, derslerine beraber çalışırlardı. Seneler geçtikçe büyüye büyüye on iki on üç yaşına girdiler. Bir gün Sofu dedi ki:

“Daima okul derslerine çalışıyoruz. Hâlbuki hayatta alınacak, öğrenilecek daha çok dersler var. Ata binmeyi, avcılık yapmayı bilmek çok lazımdır. Biraz da bunlara çalışalım.”

“Olur be, yarından itibaren başlayalım. Hükümdar babam ikimize de birer at verir.”

İki arkadaş hemen ertesi gün okulu asmaya, ata binmeyi, avcılık yapmayı öğrenmeye başladılar ve kısa sürede başarı gösterdiler. Hem öyle ki, kırk yıllık binicileri, avcıları yarı yolda bıraktılar.

İki sene daha geçti. Ahmet Mirza on beş yaşına girdi. Yakışıklı bir delikanlı oldu. Değil kızları, birçok yaşlı kadını bile çileden çıkaracak kadar ilgi uyandırdı. Issız bir yerde rast geldikleri vakit ilanıaşk eden dilberlerin haddi hesabı yoktu. Amma o hepsini reddediyor, birer bahaneyle başından savıyordu.

Bir gece rüyasında güzellikte emsalini görmediği bir kızın elinden şarap içti. Uyanınca kendisini değişmiş buldu, içinde ılık bir şeyin dolaştığını hissetti. Rüyasında gördüğü kızın hayali bir türlü gözlerinin önünden gitmiyordu. Bir gün Sofu’ya:

“Arkadaş.”dedi. “Bana bir hâl oldu. Rüyamda bir peri kızı gördüm, elinden şarap içtim. Şimdi ona tutuldum, aşkıyla kül olacağım. Babamdan izin alayım da seninle kısa bir seyahate çıkalım. Belki kendimi biraz toplarım. Âşık olmak ne kötü şeymiş.” dedi.

Arkadaşının razı olması üzerine gidip babasından izin aldı. Atlarına binerek, şahinlerini kollarına, tazılarını arkalarına, ok ve yaylarını omuzlarına alarak yola çıktılar. Üç saat sonra Zengi köyüne vardılar. Köyün en zengini olan Keşiş’in evine indiler. Keşiş misafirlerine çok ilgi gösterdi. Fakat iki taraf da birbirini tanımıyordu. Ahmet Mirza kendisini bir çiftlik sahibinin oğlu diye tanıtmıştı.

Bunlar Keşiş’in evinde bir haftadan fazla kaldılar. Gündüzleri ava çıkıyorlar, geceleri de gelip yıldızların altında deliksiz bir uyku çekiyorlardı. Mirza aşkı filan unutmuş, kendisini toplamıştı.

Bir gün ava çıkmışlardı, güzel bir kuş gördüler. Mirza kuşu salıverdi. Kuş da gide gide bir bahçeye indi. Şahin de arkasından onu takip etti.

Mirza atından inip:

“Aman Sofu şu atı biraz tut. Ben bahçeye girip kuş ile şahini bulayım.” dedi.

Bahçeye girip şahini ararken gördü ki, bir köşk, köşkün önünde bir havuz var… Havuzun kenarında tıpkı rüyasında gördüğü kıza benzeyen bir melek gergef işliyor.

Beyin dizleri gevşedi, gözleri karardı. Kalbindeki aşk ateşi kabardı.

 
Başı yastık göre mi
Gözü dilber görenin
Gözüne uyku gire mi
Zülfüne berdar olanın
 

diyerek üzerine atıldı. Gözlerinden, yanaklarından, dudaklarından öptü.

Kız neye uğradığını şaşırdı, kendisini gayriihtiyari meçhul delikanlının kolları arasına bıraktı. Sonra aklını başına toplayarak birdenbire silkindi. Küçücük çıplak ayaklarıyla çimenlerin üzerinden kaçmak istedi. Fakat mümkün mü! Nazik bileği, Mirza’nın çelik parmakları tarafından yakalanmıştı. Baktı ki olacak gibi değil, yalvarmaya başladı:

“Ne olur, beni üzme. İşte alacağını aldın. Daha ne istiyorsun?”

“Daha ne mi istiyorum? Bu da sorulacak şey mi? Kalbini alıp götürmek istiyorum. Ben avcıyım, bir kalp avlamadan gidersem sonra beni ayıplarlar.”

Kız bunlardan bir şey anlamadı. Hafif bir çığlık kopararak:

“Kalbimi vermem, sonra ölürüm!” diye bağırdı.

Mirza dayanamadı. Kızın yalnız güzelliğine değil, saflığına da âşık oldu. Ani bir hareketle dudaklarını dudaklarıyla birleştirdi. Onu bayıltıncaya kadar öptü.

Baygın kızı alıp bir ağacın altına götürdü. Yüzüne su serperek onu ayılttı. Kız gözlerini açıp da delikanlıyı baş ucunda görünce hafifçe gülümsedi. Demek o da memnun olmuştu. İkisi konuşmaya başladılar:

“Adın ne?”

“Kara Sultan. Ya senin?”

“Benim de Mirza. Kimin kızısın?”

“Keşiş’in kızıyım. Babam vaktiyle İsfahan hükümdarının hazinedarıymış. Bu kadar konuştuk. Şimdi kerem eyle de bizi görmesin.”

“Baban İsfahan hükümdarının hazinedarıymış, aslı nedir?”

Kız “Aslı nedir?”den bir şey anlamayıp ricasını tekrar etti:

“Kerem eyle artık ayrılalım.”

“Aslı nedir? Söyle de ayrılalım.”

“Ben de keremin ne olduğunu bilmiyorum.”

Mirza, “Aslı nedir?” diye Keşiş’in soyunu sopunu öğrenmek istiyordu. Kız, “Aslı” kelimesini şimdiye kadar hiç işitmediğinden bu sualden bir şey anlamıyordu. Delikanlı “Aslı nedir?” diye sordukça kız “Kerem eyle”den başka bir şey söylemiyordu. Bu Mirza’nın hoşuna gitti.

“Peki ayrılalım.” dedi. “Fakat bundan sonra senin adın Aslı, benim adım Kerem olsun.”

Kız kabul etti ve o dakika delikanlıya âşık oldu.

Mirza sevdiğinden ayrılıp uzaklaştı. Fakat bir türlü gitmek istemiyordu.

Oralarda dolaşmaya başladı. Bunu gören Kara Sultan şunları söyledi:

Aldı Aslı:

 
Ne gezersin melül melül bu yerde
Aman Kerem beni rüsva eyleme
Beni sana kısmet etmiş Yaradan
Aman Kerem beni rüsva eyleme
 
 
Hiç olur mu buralarda öyle iş
Keşiş babam duyar ederse teftiş
Durmadan öp gül yüzümden, kalk sıvış
Aman Kerem beni rüsva eyleme
 
 
Doyamadım tatlı tatlı dilinden
Gözüm kan bürüdü korkmam ölümden
Sarılma hiç ince meyatı belimden
Aman Kerem beni rüsva eyleme
 
 
Ağa Kerem, paşa Kerem, han Kerem
Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem
Adı olsun sana kurban can Kerem
Aman Kerem beni rüsva eyleme
 

deyip kesti…

Mirza, kızın yalvarmasına dayanamayıp ayrıldı. Fakat bir hatıra bile almadım diye geriye döndüğü vakit, Aslı’yı bıraktığı yerde bulamadı.

Dört tarafına bakarken gergefin üstünde bir çevre gördü. Çevreyi alıp koynuna soktu.

Sofu’nun yanına gelince:

“Ey Sofu.” dedi. ”Bugün bu kadar avladığımız yeter. Haydi artık dönelim.”

“Ama elimizde bir şey yok.”

“Elimizde bir yay var mı, yok mu sonra anlarsın.”

Sofu arkadaşının hâl ve tavırlarında bir başkalık sezdi. Anlamış gibi görünerek itaat etti:

“Peki dönelim.”

Kerem günden güne kötülüyordu. Aslı’nın aşkı onun kalbini yangın gibi sarmıştı, cayır cayır yanıyordu.

Keşiş, delikanlının gün geçtikçe sararıp solduğunu görünce:

“Beyim.” dedi. “Buranın havası yaramadı galiba. İsfahan’a geri dönseniz iyi olur.”

Kerem, manalı manalı Keşiş’in yüzüne baktı:

“Beni bu hâle koyan hep senin kızındır. Lakin senin bir şeyden haberin yok.”

Ertesi gün iki arkadaş İsfahan’a geri döndüler.

Babası, oğlunun durumunda bir değişiklik, bir gayritabiilik hâsıl olduğunu ilk görüşte anlayarak sordu:

“Yavrum bir derdin mi var?”

Mirza utandı. Derdini söylemedi, kısaca:

“Hayır!” dedi.

Fakat hükümdar emin olamadı. Hemen hekimler, hocalar getirerek oğlunun derdini keşfetmelerini emreyledi amma bir netice elde edemedi. Çünkü hastalığının derdini kimse bilemedi.

Bir gün hükümdar, oğlunun yanına geldi:

“Derdini söylemekten niçin sakınıyorsun? Sen derdini sakladıkça ben babalık vazifemi yapamayacağım. Çünkü derdini bilmiyorum ki, derman bulmaya çalışayım.”

“Baba, benim derdimi Lokman Hekim bile keşfedemez. Bana bir saz getirirsen her şeyi öğrenirsin.”

Hükümdar, bir saz getirilmesini emretti. Kerem, sazı alıp çalmaya başladı.

Aldı Kerem:

 
Keşiş bahçesinde bir güzel gördüm
Aklımı başımdan aldı ne çare
Taramış zülfünü, dökmüş yüzüne
Serimi sevdaya saldı ne çare
 
 
Ben de bildim bu kız Keşiş kızıdır
Seherde göğe çıkmış tan yıldızıdır
Darılmış o güzel, bana küsmüştür
Hâlimden bilmezsin şimdi ne çare
 
 
Hasretlik çekerim ben ey atalar
Bülbül gülü dalında kurar yuvalar
Çar köşe dibinden yâre baksalar
Bulmazlar cihanda mislin ne çare
 
 
Bir kerre sormazsın benim ahvalim
Asla rahmetmedi o lebi lâlim
Aşk oduna yaktı beni o zalim
Ateşi serimde kaldı ne çare
 
 
Dertli Kerem der ki firkatim kati
Keskindir kılıcı, yürüktür atı
Ol İsevi ben, Muhammet ümmeti
Bir kâfir sabrımı çaldı ne çare
 

deyip kesti…

Lakin hükümdar bundan bir şey anlayamadığını söyledi. Kerem kızdı:

“Baba! Ben seni anlayışlı bilirdim, meğer dünyadan haberin yokmuş, diyerek çekilip gitti.”

Hükümdar hayret etti. Bütün müneccimleri, falcıları çağırttı:

“Her kim oğlumun derdini bilirse onu ihya edeceğim.” dedi.

Müneccimler, falcılar hemen işe başladılar ama kaç para eder. Kerem’in derdini bir türlü öğrenemediler.

Bir gün Kerem, sarayın penceresi önüne ah ederek oturdu. Bu hâli bir kocakarı görüp pencerenin dibine geldi:

“Oğlum, burada mahzun mahzun ne oturuyorsun? Şehrin bütün gelinlik kızları yaylaya çıktı. Sen de çıksan onlara bakarak gönlünü eğlendirirsin.”

“Kocakarı, sen iyi kalpli bir kadına benziyorsun. Kimseye söylemediğim sırrımı sana söyleyeceğim. Acaba kızların arasında Zengi’de oturan Keşiş’in kızı da bulunacak mı?”

“Aman oğlum doğru söyle, yoksa onun aşkı için mi bu hâle düştün?” diye sordu.

“Anladığın gibi. Fakat bunu kimseye söyleme.”

Kocakarı söylemeyeceğine dair söz vererek oradan ayrıldı. Koşa koşa hükümdarın huzuruna gitti. Meseleyi anlatarak epeyce ihsan aldı.

Hükümdar derhal Zengi’ye adamlar gönderdi. Keşiş’i huzuruna getirtti.

“Ee… Keşiş hani senin kızın ölmüştü?”

“Doğrudur.”

“Ya yanınızdaki kız neci?”

Kurnaz Keşiş hiç düşünmeden bir yalan uydurdu:

“Zengi’ye giderken yolda fakir bir kadına rastladık. Kucağında çocuğu vardı. Parayla çocuğu satın alıp evlat gibi büyüttük; yanımızdaki kız işte odur.”

Hükümdar inandı. Çünkü Keşiş’i, katiyen yalan söylemez, doğruluktan ayrılmaz bir adam olarak tanıyordu. Sadece dönerek:

“Artık evlatlığın değil, kızın demektir. Allah’ın emriyle Peygamber’in kavliyle onu oğluma istiyorum.” dedi.

Keşiş yerinden üç karış yukarı sıçradı:

“Aman hükümdarım nasıl olur? Dinimiz ayrı değil mi?” dedi.

Hükümdar:

“Bu bir mâni teşkil etmez. Kızı Müslüman yaparak meseleyi hallediveririz.”

Keşiş:

“Aman devletlim. Onun yanımdan ayrılmasını istemiyorum. Malımı, mülkümü, bütün varımı al da kızımı benden ayırma.”

“Fakat oğlum onun için harap oluyor. Eğer güzellikle vermezsen zorla alacağım…”

Keşiş sapsarı kesildi ama kendisini çabuk topladı:

“Bana beş ay müddet ver de hazırlık yapayım. Mademki zorla almak niyetindesin, ben de buna meydan vermemek için razı oluyorum.”

“Anlaştık ama kızını oğlumla nişanla da öyle git.”

Keşiş, İsfahan hükümdarının elinden kurtulmak için bunu da yaptı.

Nişan alıp nişan verdikten sonra Zengi’ye geri döndü.

Meğer, Sofu konuşmaları dinliyormuş. Derhal Kerem’e müjde götürdü.

Kerem bu müjdenin sevinciyle sazını eline alıp çalmaya başladı.

Aldı Kerem:

 
Vadesi erince susam, sümbülün
Sefasın sürdükçe dal gelsin gitsin
Sürelim dünyanın zevk-i sefasın
Tek dola boynuma kol gelsin gitsin
 
 
Susam nedir, sümbül nedir, gül nedir
Mah yüzünde dane dane hâl nedir
Şeker nedir, şerbet nedir, bal nedir
Ver, ağzım içinde dil gelsin gitsin
 
 
Dost benimdir, evvel gelen benimdir
Ağzında söylenen kelam benimdir
Yârim seyre çıkmış âlem benimdir
Giyinmiş yeşili al gelsin gitsin
 
 
Şah geldi fethetti Kerem’in kanı
Gerçek âşık kapısında refik et beni
Dostu kapısında refik et beni
Uğrasın üstüne el gelsin gitsin
 

deyip kesti…

Fakat günler, haftalar geçtikçe Kerem’in sabırsızlığı artıyordu:

“Acaba babam benim sevdiğimi ne zaman getirecek?” diye acele ediyor, bazen de ağlıyordu.

Bir gün tahammül edemeyip sazını eline alarak babasının yanına gitti. Derdini söylemeye başladı.

Aldı Kerem:

 
Aştı gitti karlı dağın ardına
Han Aslı’m aklıma düştü ağlarım
Hey ağalar dayanamam derdine
Han Aslı’m aklıma düştü ağlarım
 
 
Yüce dağlar başı bana yurt olur
Dağ başında arslan, tilki kurt olur
Bu ayrılık bize yavuz dert olur
Sevdiğim aklıma düştü ağlarım
 
 
Yüce dağ başında ötüşür kuşlar
Meralin uçuşun kimler görmüşler
Derdimi anlamaz bunda Keşişler
Han Aslı’m aklıma düştü ağlarım
 
 
Ey ağalar dinlen sözüm ezeli
Güz gelince bağlar döker gazeli
Bizi anlamaz bu yerin güzeli
Sevdiğim aklıma düştü ağlarım
 
 
Dertli Kerem eder bu derdim bitmez
Yârimin sevdası serimden gitmez
Yüz bin öğüt versen biri kâr etmez
Han Aslı’m aklıma düştü ağlarım
 

deyip kesti…

Hükümdar, bir taraftan düğün hazırlığını yapadursun; Keşiş, Zengi’ye dönünce meseleyi karısına anlattı:

“Ben sana bu kız büyürse başımıza çok felaketler getirecek dememiş miydim? İşte korktuğum başıma geldi. Mirza Bey burada misafirken kızımı görmüş, ona âşık olmuş, babasına söylemiş. Şah da benden kızı istedi. Şimdi ne yapacağız?” dedi.

Karısı:

“Bunun için merak etme. Kızı alıp kaçarız.”

Keşiş karısının bulduğu çareyi kabul etti. Derhal yol hazırlığı yaparak ertesi gün erkenden hareket ettiler. Keşiş’in köyü terk ettiği haberi çabucak her tarafa yayıldı.

Keşiş’in kaçmasında önemli bir sebep vardı. Belki, köyün başına büyük bir felaket gelecek diye kaçmıştır, tarzında görüş yürüten köylü de köyü terk etmeye karar verdi.

Bir hafta içinde Zengi köyünde tek bir insan kalmadı.

Verilen süre dolmuştu. İçlerinde Kerem de olduğu hâlde hükümdar Zengi’ye bir heyet gönderdi.Yolda acele acele gitmekte olan iki adama rast geldiler.

Kerem:

“Böyle acele acele nereye gidiyorsunuz?” dedi.

Onlar da:

“Bir hafta evvel Keşiş buradan kaçtı. Biz de acaba başımıza bir felaket mi gelecek diye köyümüzü terk ettik, bunun için başka bir tarafa gidiyoruz.” dediler.

Kerem, bu cevabı işitince ağlamaya başladı.

“Eyvah, bütün hayallerim mahvoldu.” diye ah çekerek şunları söyledi:

Aldı Kerem:

 
Han Aslı’m Zengi’den firar eylemiş
Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
Bile gitmiş atasiyle anası
Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
 
 
İsfahan beyleri kalktılar toya
Zengi’nin halkı da dayandı Hoy’a
Has gümüşten olsa bir akça maya
Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
 
 
Uzak gitmiş yeğreğiyle eşkini
Sona kalmış ihtiyarı düşkünü
Ne kaçarsın hey Tanrı’nın şaşkını
Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
 
 
Dertli Kerem bu aşk ile pişmiştir
Sevda için bu serin geçmiştir
Aslı, Keşiş Hoy üstüne gitmiştir
Yol vermeyin başı dumanlı dağlar
 

deyip kesti…

Atını son süratle sürerek kafileden ayrıldı. Çabucak Zengi’ye gelip kızla görüştüğü bahçeye gitti. Aslı’nın gergefinden başka bir şey bulamadı. Bunun üzerine şu türküyü söyledi:

Aldı Kerem:

 
Geldim dost bağına eyledim nazar
Gördüm yârin bahçesinde gül yeri
Ak gerdana dane dane dizilmiş
Aklımı başımdan aldı hâl yeri
 
 
Gece gündüz çağırırım ya Celil
Kadir Mevla’m üstümüzde hem delil
Gergefini örtmüş iğnesi melil
Belli yârin gergefinde et yeri
 
 
Arzuhâl yazdırdım ben Aslı dosta
Onun için gönlüm oldu çok hasta
Yastığı kan ağlar, yorganı yasta
Döşek cevap eder bende bel yeri
 
 
Kerem’ini atmış yatları tutmuş
Derdini toplayıp derdime katmış
Ela gözlerinden kan revan etmiş
İşte dostlar yatağında sel yeri
 

deyip kesti…

Sonra köşkün yanındaki selvi ağacının dibine gitti. Selvi ağacına sevdiğini sormak için hazin hazin bakalım ne söyledi:

Aldı Kerem:

 
Dur selvi dur, senden haber sorayım
Selvi ağacı senin meralin kani
Dinle gel dinle ver bana cevabı
Selvi ağacı senin meralin kani
 
 
Hayal meyal olmuş karşıki dağlar
Hastanın hâlinden ne bilir sağlar
Döşek melül durur, yastık kan ağlar
Selvi ağacı senin meralin kani
 
 
Doğru söylemezsen kaddin eğilsin
Dilerim Mevla’dan belin bükülsün
Çürüsün yaprağın dalın kurusun
Selvi ağacı senin meralin kani
 
 
Dertli Kerem eder yanıp tüterim
Yavrumun peşinden bir gün yeterim
Viran bağda bülbül olup öterim
Selvi ağacı senin meralin kani
 

deyip kesti…

Kerem bahçede feryat edip gezerken bir köşkün önüne vardı. Baktı ki köşkte bir kız oturuyor. Tıpkı Aslı Han’a benzer.

Bu kızı görünce:

“Ey vefasız yâr, oradan beni seyredip zevklenirsin.” diyerek kıza şu türküyü söyledi:

Aldı Kerem:

 
Ela gözlü nazlı dilber
Meylini bu yana dönder
Evvel benim idin amber
Gelin m’oldun, gelin m’oldun
 
 
Pencereye çektin perde
Sen uğrattın beni derde
Ben gidersem sen bu yerde
Kalır m’oldun, kalır m’oldun
 
 
Evlerinin önü iğde
İğdenin dalları yerde
Alt tavanlı yüksek evde
Gelin m’oldun, gelin m’oldun
 
 
Aynasın almış dizine
Sürmesin çekmiş gözüne
Serpuşun eğmiş yüzüne
Hanım m’oldun, hanım m’oldun
 
 
Siyah zülfün, ince belin
Yoktur Aslı’m sencileyin
Dertli Kerem bencileyin
Yanar m’oldun, yanar m’oldun
 

deyip kesti…

Kız, Kerem’e bakıp:

“Beyim sen beni kime benzettin? Gelip böyle türkü söylersin.” dedi.

Kerem:

“Ben seni Keşiş kızı Aslı Han’a benzettim.” dedi.

Kız:

“Beyim ben Aslı Han değilim. Sual eylediğin Keşiş buradan kaçalı beş gün oldu. İşte görmez misin, Zengi’nin içinde kimse kalmadı, hep beraber kaçtılar.” dedi.

Kerem:

“Şimdi Keşiş ne tarafa gitti?” diye sordu.

Kız:

“Kim bilir belki Hoy’a doğru gitmiştir.” dedi.

Kerem bu haberi işitip tekrar Keşiş’in bahçesine geldi. Baktı ki, bahçenin şenliği gitmiş. Bahçe melül ve mahzun duruyor. Bahçenin sessizliğini görüp:

“Ah efendim senin bahçen bile mahzun olmuş.” deyip aldı sazı eline, bakalım ne dedi.

Aldı Kerem:

 
Keşiş bahçesine geldim
Gördüm ki ben, nazlım gitmiş
Bağ gözüme hor göründü
Salınıp gezenim gitmiş
 
 
Baktım kaşına gözüne
Can mı dayanır sözüne
Siyah zülfün mah yüzüne
Tarayıp dökenim gitmiş
 
 
Yâr boyu benzer fidana
Yanar ateş saldı cana
Ben arayım yana yana
Ol benim cananım gitmiş
 
 
Varayım ben de varayım
Nazlı cemalin göreyim
Sineme hançer vurayım
Sevgili yâranım gitmiş
 
 
Ne yerde olduğun bilmem
Bulam seni sonra gülem
Baktım kaşına gözüne
Ko ecelim gelsin ölem
 
 
Madem Aslı Hanım gitmiş
Kerem der böyle kalırsam
Düşmandan öcüm alırsam
Vadem yeter ben ölürsem
 

deyip kesti…

Kerem, Keşiş’in bahçesinde söyleyedursun, biz gelelim babasına… Kerem’in arkasından birçok asker gelmişti. Askerler de İsfahan’dan Zengi’ye doğru geliyorlardı. Keşiş’in konağına gelip içeri girdiler. Baktılar ki, Keşiş yok! Şah, Zengi’nin içinden birkaç ihtiyar çağırıp Keşiş’i sordu. Onlar da bütün durumu haber verdiler:

“Efendim bilmeyiz. Beş günden beridir Keşiş burda yok. Bir gece, karısı ve kızıyla birlikte ortadan kayboldu. Ne tarafa gittiğini bilmeyiz.” dediler.

Şah bu işi bildi. Eyvah evladım duyarsa kendini helak eder diye başladı Kerem’i aramaya. Her bir tarafa gitti. Sofu ile babası da bir bahçeye geldiler. Gördüler ki Kerem’in elinde saz, “Ah” dedikçe dumanı göklere çıkar.

Babası:

“Niçin ağlıyorsun?” dedi.

Kerem:

“Baba derdimi sana söyleyim.” deyip aldı sazı eline, bakalım ne dedi.

Aldı Kerem:

 
Felek beni bağıbandan eyledi
Dost bağrına giremedim ağlarım
Elim ile diktim bağ ve bostanın
Güllerini deremedim ağlarım
 
 
Ne çok olur bu civarın ceylanı
Kovalar avcılar ararlar anı
Ben de sevmiştim o Aslı Hanı
Yâr boynunu saramadım ağlarım
 
 
Kani benim dudu dilli meralim
Yitirdim yârim yanar ağlarım
Kesildi takatim, bitti kararım
Dost hâlimden bilemedi ağlarım
 
 
Kerem eder dostlar bu ne, kim imiş
Ele düğün bayram, bana gam imiş
Hercainin edeceği var imiş
İkrarında duramadı ağlarım
 

deyip kesti…

Lakin babası bunun söylediğinden bir şey anlamadı. Oradan Kerem’i alıp Keşiş’in konağına geldiler. Birkaç gün geçtikten sonra Zengi’den ayrılarak İsfahan’a geldiler. Kerem, kızın aşkıyla bütün gün inleyip sızlamaya devam etti.

Kerem’in derdinden âlem tedirgin oldu. Sonra babasına haber verdiler ki, buna bir çare eyleye. Babası derhal akıllı adamları çağırıp dedi ki:

“Varın şu benim oğlumun derdini anlayın, sonra da bana haber verin.

Akıllı adamlar gelip Kerem’e:

“Beyim derdin nedir? Niçin ağlarsın?” dediler.

Kerem:

“Benim derdimi bileyim derseniz, size derdimi söyleyim.” deyip aldı sazı eline, akıllı adamların ricalarına karşı bakalım ne dedi.

Aldı Kerem:

 
Yeşil başlı telli turnam
Şimdi bizim gölden uçtu
Aklımı başımdan aldı
Vardı gayrı göle düştü
 
 
Seher yeli gül dağıtır
Gönül aşkın budağıdır
Yel eser zülfün dağıtır
Şimdi fırsat ele düştü
 
 
Dünya kadar olsun malın
Mevla’m artırsın kemalin
Güneş yüzün, mah cemalin
Yazık dilden dile düştü
 
 
Bir zaman çekerim yası
Yüreğimden gitmez pası
Onulmaz aşkın yarası
Altın kemer bele düştü
 
 
Yoluna koymuşum canı
Seversen İncil, Furkan’ı
Kerem sevdi Aslı Han’ı
O da gurbet ele düştü
 

deyip kesti…

Akıllı adamlar baktılar ki söz kabul etmez. Babasına bu kadar nasihat ettik, kızın gittiğini haber almış. Bize türkü söyledi ve dedi ki;

 
Kerem sevdi Aslı Han’ı
O da gurbet ele düştü
 

Böylece babasına söylediler. Babası da kalkıp:

“Bir de ben varayım.” dedi.

Sofu gelip Kerem’e haber verdi. Kerem ayağa kalkıp saygı gösterdi. O vakit babası:

“Oğlum niçin öyle feryat edersin, bir derdin mi var?” diye sordu.

Kerem de aldı sazı eline, bakalım ne dedi.

Aldı Kerem:

 
Aslı’m göçtü vatanından, ilinden
Yürü rakip hatırcığın hoş olsun
Bu ayrılık bize gelir Mevla’dan
Ağlasın da eli gözler yaş olsun
 
 
Yüzüme gülerdin bilmezdin fendin
Var gayriye çözdür göğsünün bendin
Aziz dostum iken azil mi ettin
Kadrimi bilmeyen varsın düş olsun
 
 
Sevda ile ateş düştü yerimden
Yoluna koymuşum canı serimden
O yâr bulmuş bize Mevla kerimden
Başın yansın ayakların yaş olsun
 
 
Biz de gider olduk bu düz ovadan
Yâran, yoldaş unutmayın duadan
Yavru şahin uçurmuşum yuvadan
Ben gideyim hatırınız hoş olsun
 
 
Uğrun uğrun dost bağına girdiğim
EI uzatıp gonca gülün derdiğim
Yârim ile zevk-i sefa sürdüğüm
Gününüz hayal geceniz düş olsun
 
 
Siyah zülfün mah yüzüne ayıran
Kelp rakibin dostluğunu kayıran
Yâri benden, beni yârdan ayıran
Dilerim onulmaz derde düş olsun
 
 
Erisin dağların karı erisin
Seller insin, ovaları bürüsün
Sürahiler dolsun, bade yürüsün
İçin beyler için size aşk olsun
 
 
Beyler oynar satrancın merdini
Kimse bilmez yüreğimin derdini
Çok çekmişim bu dilberin derdini
Ben çekeyim bununla hoş olsun
 
 
Dertli Kerem gider kendi yoluna
Mevla’m dert vermesin başka kuluna
Elle kuş kondurmuş gülün dalına
Kuş konmazsa bizim güller boş olsun
 

deyip kesti…

Ama babası yine Kerem’in hâlinden bir şey anlamayıp:

“Derdin nedir bana söyle.” dedi.

O vakit Kerem efkârından babasının yanından kalkıp dışarı çıktı.

Sofu:

“Bak Kerem! Sen bunlara yüz yıl türkü söylesen bunların bir şey anlayacakları yoktur. Aşktan da anlamazlar. İkimiz hemen arkalarından gideriz. Her nerede bulursak alır geliriz. Bunun çaresi budur.” dedi.

Kerem, Sofu’ya:

“Öyle ise var iki tane at getir. Binek taşına hazır et, ben varayım babamdan izin alayım.” deyip hemen babasının yanına geldi.

Babası:

“Oğlum hayrola, böyle gelmenin aslı nedir?” dedi.

Kerem de aldı sazı eline, bakalım veda ederken babasına ne söyledi.

Aldı Kerem:

 
Gider oldum yâranlarım dizilsin
Bol olsun ekmeği, aşı dünyanın
Şimdengeru defterimiz dürülsün
Sürmelensin kaşı gözü dünyanın
 
 
Erenler kurduğu yoldur kesilmez
Dolu dolu aşk badesi içilmez
Buna dünya derler halka küsülmez
Lalü gevher olsun taşı dünyanın
 
 
Bağ ile dağ olsun çöller, sahralar
İsterse süt olsun yedi deryalar
Cümle meyve versin dağlar, ovalar
İsterse yaz olsun kışı dünyanın
 
 
Dertli Kerem eder dünya fânidir
Niceleri aptal eder yürüdür
Kimse bilmez ne zamandan beridir
Hiç hesaba gelmez yaşı dünyanın
 

deyip kesti…

Babası şaşırıp kaldı:

“Oğlum, şimdi ne yapalım?” dedi.

Kerem:

“Baba ben anladım ki senin aşktan haberin yok. Türkçesi, ben Aslı için yanıyorum. Benim Aslı’mı babası alıp kaçmış.” dedi.

Babası:

“Oğlum, Keşiş kızı kaçtı ise ben sana ondan daha iyisini alırım.”

Kerem:

“Baba ben ondan başkasını istemem. Sen bana izin ver, gider arkasından bulur, onu alıp gelirim.” dedi.

Babası razı olmadı. Kerem babasına yalvarıp ayağına düştü.

Babası:

“Ben sana en iyisini alayım, gel feragat eyle, bir Keşiş kızı için kendini helak etme, eğer muradın evlenmek ise içeride cariyeler çok, al birini odalık eyle, sana kim ne der? Gel bunun için diyarı gurbete gitme çünkü diyarı gurbet güçtür.”

Kerem:

“Baba ben ondan başkasını istemem, elbette giderim.” dedi.

Babası:

“Be hey edepsiz! Şöyle dedim olmadı, böyle dedim olmadı. Var yıkıl git! Cehenneme kadar yolun var.” dedi.

Kerem de babasının elini öpüp:

“İşte ben de bunu isterim.” deyip, kalkıp sazı elinde hareme girerek anasının yanına geldi.

Anası, oğlunu böyle görünce aklı gidiverdi:

“Oğlum böyle olmanın aslı nedir?” dedi.

Kerem:

“Şimdi sana söylerim.” deyip aldı sazı eline, bakalım ne dedi.

Aldı Kerem:

 
Cam kasavet bugün başa derildi
Ağla ninem ayrılığın günüdür
Bize kısmet gurbet elde verildi
Ağla ninem ayrılığın günüdür
 
 
Beni kül eyledi elin dilleri
Şimdengeru gözlemeyin yolları
Varayım gezeyim gurbet elleri
Ağla ninem ayrılığın günüdür
 
 
Canım ninem benim ricam sizedir
Feleğin ettiği bana cezadır
Belki Aslı’m Kerem yolun gözetir
Ağla ninem ayrılığın günüdür
 

deyip kesti…

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺69,70