Kitabı oku: «Mitler ve efsaneler», sayfa 3
Niobe
Teb ülkesinin kraliçesi Niobe hayatındaki birçok şeyden gurur duyardı. Kocası Amphion, Müzlerden çok güzel bir lir getirmişti, kraliyet sarayının taşları lirin melodisiyle can bulmuştu. Babası, tanrılar tarafından ağırlanan Tantalus’tu ve kendisi, güçlü bir krallığın yöneticisiydi; muhteşem bir güzelliğin ve ruhun büyük kadınsı gururunu taşıyordu. Fakat bunlardan hiçbiri ona, on dört çocuğunun verdiği gururdan daha fazlasını veremezdi. Yedi kız ve yedi oğlan dünyaya getirmişti.
Annelerin en mutlusu olan Niobe, kendisinin böyle özel olarak kutsandığına inanmasaydı, her şey belki de böyle sürüp giderdi. İyi talihi hakkındaki kanaati onun felaketiydi.
Kâhin Tiresias’ın kızı, tanrılar konusunda oldukça bilge biri olan Manto bir gün Teb’in bütün kadınlarını, Tanrıça Latona ve onun iki çocuğu Apollo ile Diana onuruna bir arada toplanmaya çağırdı. “Defneden taçlarınızı başınıza koyun,” dedi “kurbanlarınızı getirin ilahi dualarla.”
Tebli kadınlar bir araya toplanmaya başladığı esnada, Niobe altın işlemeli kıyafetlere sarınmış, öfkesine rağmen göz alıcı güzelliği ve omzuna dökülen saçlarıyla, peşinde kalabalık bir grupla çıkageldi. Bir şeylerle uğraşan bu kadınların ortasında durdu ve sesini yükselterek onlara seslendi:
“Daha ayrıcalıklı kişiler arasında yaşarken, gidip de size hikâyeleri anlatılan bu tanrılara tapacak kadar aptal mısınız? Siz Latona’ya kurbanlar sunarken benim ilahi ismim neden duyulmadan kalsın? Babam Tantalus tanrıların sofrasına oturan tek ölümlü ve annem Dione ise, göklerde yıldız gibi parlayan Pleiades’in kardeşidir. Amcalarımdan biri sırtına yüklediği gökleri taşıyan dev Atlas’tır, büyükbabam Jüpiter ise tanrıların atasıdır. Frigya halkı bana itaat eder; kocamın çaldığı müzikle bir araya getirdiği duvarlarla örülü Cadmus şehri kocamla bana aittir. Sarayımın her köşesi paha biçilemez mücevherle doludur. Elbette başka mücevherlerim de var; başka hiçbir anneye nasip olamayacak yedi güzel kız, yedi kuvvetli oğlan ve birçok gelinimle damadım var. Söyleyin bakalım bu gururum yersiz mi? Bana değil de, titanların adı sanı duyulmamış bu kızına tapmadan önce bir daha düşünün. Bu kadın, koca dünyada yaşayacak yer bulamayıp, haline acıyan Delos’un adasında, tekinsiz bir sığınakta doğurdu çocuklarını. Bu zavallı yaratık, sadece iki çocuğun annesi oldu o izbe yerde. Benim annelik mutluluğumun sadece yedide biri! Kim benim talihimi inkâr edebilir? Kim her daim mutlu olacağımdan şüphe duyabilir? Eğer benim mutluluğumu paramparça etseydi, talih zor durumda kalırdı. Benim kıymetli çocuklarımdan alın birini, yine de sayıları asla Latona’nın iki değersiz çocuğu kadar az olmayacak. Alın kurbanlarınızı buradan! Çıkarın defneden taçlarınızı başınızdan. Evlerinize dönün ve bir daha asla böyle bir aptallık yaptığınızı görmeyeyim!”
Birdenbire meydana gelen bu olaydan korkan kadınlar, taçlarını saçlarından çıkarıp, kurbanlarını bırakıp evlerine dönerken, hâlâ içlerinden Latona’ya dua ediyorlardı.
Delos adasında Cynthia Dağı’nın tepesinde, Latona iki evladıyla otururken Teb’de yaşanan bu olayı izlemişti. “Bakın sevgili evlatlarım,” dedi, “ben, sizi doğurduğu için çok mutlu olan ve Juno hariç hiçbir tanrıçaya boyun eğmeyen ben, sonradan görme bir ölümlü tarafından alay konusu oldum. Ve eğer beni korumazsanız, tüm eski ve kutsal sunaklardan silinip gidecek adım! Niobe, sizi de küçük düşürdü; kendi çocukları için sizi bir kenara fırlatıp atmak istiyor.”
Latona sözlerine devam edecekken Apollo araya girerek, “Daha fazla dövünme anne, bu sadece onun cezasını bir an önce kesmemizi engeller.”
Hemen o ve kız kardeşi, sihirli bir buluta bürünerek kendilerini gizlediler ve havada usulca süzülerek Cadmus kalesine ve şehrine geldiler.
Şehir duvarlarının hemen dışında atları yarışlara hazırlamak için kullanılan boş bir arazi vardı. Amphion’un yedi oğlu burada kendilerince eğleniyorlardı, birden en büyük olanı çığlık atarak dizginlerini bıraktı ve atından düştü. Kalbine bir ok saplanmıştı. Birbiri ardına hepsi yere devrildi.
Kara haber tez yayıldı şehirde. Yedi oğlunun da can verdiğini duyan Amphion kendi kılıcının üstüne düştü. Hizmetkârlarının çığlıkları kadınların olduğu kısma yayıldı.
Niobe, uzunca bir süre tanrıların böylesi bir intikam aldığına inanamadı. Durumu idrak eder etmez, kendisine yakışmayan bir şekilde, yüce tanrıçanın sunağındaki insanları önüne katarak kibirli bir tavırla şehri arşınladı. Kederinden gözü dönmüş kraliçe, oğullarının olduğu yere aceleyle yol aldı. Kendisini evlatlarının ölü bedenlerine yasladı, her birini tek tek öptü. Kollarını göğe kaldırarak bağırdı: “Gör benim ıstırabımı seni zalim Latona; yedi evladımın ölümü başımı yere eğdirdi. Zafer senin, ey benim muzaffer düşmanım!”
Niobe’nin yedi kızı, yas kıyafetleri üzerlerinde, salınmış saçlarıyla ağabeylerinin yanlarında duruyorlardı. Onları gören Niobe’nin beyaz yüzüne bir umut ışığı geldi. “Ey muzaffer, bunca kaybıma rağmen yine de senin mutluluğundan daha fazlasına sahibim.”
Kadın zar zor konuşmaya devam ederken birden gerilen bir yayın sesi duyuldu. Olayı seyreden herkes korkudan kalakaldı, ancak kötü talihi Niobe’yi öyle güçlendirmişti ki hiç korkmadı.
Derken kızlardan biri elini göğsüne götürdü, etine saplanmış oku çekip çıkardı ve bilinçsiz bir şekilde yere yığıldı. Kızlardan bir diğeri annesini teselli etmek için hızlıca yanına giderken, vücudunda açılan gizli bir yara yüzünden birden yere düştü. Bir tek kız kalana kadar hepsi teker teker yere düştü. Kız, Niobe’nin kucağına koştu ve tıpkı bir çocuk gibi başını annesinin kıyafetleri arasına gömdü.
Niobe, “Bu evladımı bırak bana,” diye bağırdı. “En küçüğü o!”
Fakat daha yakarışı bitmeden kızının cansız bedeni kucağından kayıp düştü ve Niobe kızlarının ve oğullarının ölü bedenleri arasında tek başına kaldı. Kederden dili tutulmuştu. Saçları bile kımıldamıyordu. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Dertli çehresindeki gözleri hareket etmiyordu. Vücudunun hiçbir yerinde en küçük bir yaşam belirtisi yoktu. Damarları kan taşımayı durdurdu, boynu kaskatı kesildi, kolları ve ayakları sertleşti; tüm vücudu soğuk, cansız bir taşa dönüştü. Taş olmuş gözlerinden akmaya devam eden yaşlar hariç, hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı.
Sonra çok kuvvetli bir rüzgâr taşa dönüşen sureti aldı, denizleri aşarak onu Sipylus’un falezleri altındaki, çıplak dağların içine kurulmuş Lidya’ya getirdi. Burası, Niobe’nin memleketiydi. Burada, dağın tepesinde, Niobe mermerden yapılmış bir heykel gibi hareketsiz kalacaktı artık. Ve o gün bugündür, bir annenin kederli çehresinden süzülen yaşları orada görebilirsiniz.
Gorgon Başı
Perseus, bir kralın kızı olan Danae’nin oğluydu. Henüz daha küçük bir çocukken, kötü kalpli bazı insanlar onu ve annesini bir sandığa kapatarak, denize bıraktılar. Rüzgâr estikçe sandık kıyıdan uzaklaşıp sürükleniyordu. Sonrasında güçlü dalgalar sandığı bir ona yana bir bu yana sallamaya başladı. Heybetli büyük dalgalar köpürerek üstlerine geliyordu, Danae de hemen oğlunu bağrına bastırdı. Gece olduğunda sandık biraz duruldu; ne battı ne de alabora oldu. Bir adanın yakınlarında süzülüyordu ki balıkçının birinin ağına takıldı. Hemen dışarı çıktılar ve kumda iyice kurudular. Bu adanın ismi Seriphus’tu ve balıkçının kardeşi olan Kral Polydectes tarafından yönetilmekteydi.
Bunu söylemekten pek memnunum ki, bu balıkçı son derece insancıl ve doğru düzgün bir adamdı. Danae ve oğluna çok kibar davrandı; Perseus büyüyüp de çok yakışıklı, çok güçlü ve eli silah kullanmaya pek yatkın bir delikanlı oluncaya dek onlarla arkadaşlık yapmaya devam etti. Kral, bu zamandan çok daha öncesinde, yüzen bir sandıkta topraklarına gelen bu yabancıları, yani Danae ve oğlunu, görmüştü. Erkek kardeşi balıkçı gibi kibar ve iyi kalpli olmayan bu adam kötülük dolu birisiydi. Bu sebeple çareyi, Perseus’u çok tehlikeli ve hatta ölümüne bile sebep olabilecek bir göreve göndermede buldu, böylece Danae’ye istediği kötülüğü yapabilecekti. Böylece kötü kalpli kral, genç bir adama verebileceği en tehlikeli görevin ne olabileceğine dair düşünmeye başladı. Nihayet aklına Perseus’u göndermek için çok tehlikeli bir fikir geldi.
Genç adam saraya geldi ve kralı tahtında otururken buldu.
“Perseus,” dedi kral kurnazca gülümseyerek. “Artık büyüyüp kocaman adam oldun. Annene ve sana çok büyük iyiliklerim dokundu, elbette erkek kardeşimin de. Umarım, bize olan borcunun bir kısmını ödemek seni üzmez.”
“Lütfen, majesteleri,” dedi Perseus. “Bunun için hayatımı seve seve riske atarım.”
“Peki öyleyse,” diye devam etti kral, dudaklarında aynı şeytani gülümsemeyle. “Sana teklif etmek istediğim bir macera var. Oldukça cesur ve girişken bir delikanlı olduğun için, şüphesiz bu maceranın kendini göstermek adına çok büyük bir fırsat olduğunu sen de göreceksin. Benim iyi Perseus’um, bilmelisin ki güzel Prenses Hippodamia’yla evlenmeyi düşünüyorum. Böylesi olaylarda geleneksel olarak geline oldukça abartılı, seçkin ve merak uyandırıcı hediyeler sunmak gerekir. Açıkça söylemeliyim ki, prensesin zarif zevkine göre bir hediyeyi nereden bulabileceğim konusunda kafam biraz karışık. Kendimi övmek gibi olmasın ama bu sabah bu hediyenin ne olacağına dair bir karar verdim.”
Perseus oldukça hevesli bir şekilde “Ve benim Majestelerine bu konuda yardımcı olmamı istiyorsunuz,” dedi.
Kral Polydectes olabilecek en cana yakın tavrıyla, “Eğer inandığım kadar cesursan, yardımcı olabilirsin,” diye yanıtladı. “Güzeller güzeli Hippodamia’ma sunmak için aklıma koyduğum hediye yılan saçları olan Gorgon Medusa’nın başı ve sevgili Perseus, onu getirmen için sana bel bağladım. Prensesle bir yuva kurma konusunda çok endişeliyim; sen Gorgon’u aramak için ne kadar erken yola çıkarsan, o kadar iyi olur.”
“Yarın sabah yola koyulacağım,” diye yanıtladı kralı Perseus.
“Yalvarırım sana öyle olsun, benim yürekli delikanlım,” dedi kral neşelenerek. “Ve Perseus, Gorgon’un başını keserken, darbelerine çok dikkat et, görünüşüne bir zarar verme. Onu eve, Prenses Hippodamia’nın zarif zevkine sunulabilecek en iyi şekilde getirmelisin.”
Perseus saraydan ayrılırken, Polydectes’in patlattığı kahkahayı duymamıştı. Çok eğlenen kötü kral genç adamı kapana kıstırmanın yolunu bulmuştu. Perseus’un yılan saçlı Medusa’nın kafasını kesme görevini üstlendiği haberi çabucak yayıldı. Herkes çok neşelenmişti, bu adada yaşayan insanlar da tıpkı kralları gibi çok kötüydüler, Danae ve oğlunun başına gelecek her türlü kötülük onlar için her şeyden daha güzeldi. Bu talihsiz Seriphus adasındaki tek iyi kalpli adam balıkçıydı. Perseus yoldan geçerken onun arkasından işaret ediyorlar, birbirlerine göz kırpıp bağırarak onunla alay ediyorlardı.
“Haha, Medusa’nın yılanları adamakıllı sokacak onu,” diyorlardı.
O zamanlarda üç tane Gorgon hayattaydı ve bu yaratıklar dünya kurulduktan bu yana, hatta sonrasında ve hatta tüm zamanlar boyunca görüp görülebilecek en korkunç ve en garip canavarlardı. Bunların ne çeşit yaratıklar ya da ifritler olduğunu bilemiyorum. Üç kız kardeştiler ve oldukça uzaktan da olsa kadınlara benzeyen bir şekilde dünyaya gelmişlerdi. Fakat gerçekte, oldukça korkunç ve zararlı ejderhaların soyundan geliyorlardı. Aslına bakarsanız, bu üç kız kardeşin ne kadar gudubet yaratıklar olduklarını hayal etmek oldukça güç. İnsanların dediklerine bakarsanız eğer, saç örgüleri yerine, her birinin kafasından yüz devasa yılan fışkırıyordu ve bu yılanların her biri canlı, yerinde durmayan, kıvrım kıvrım halde hareket edip en sonunda da zehirli ve çatallı dilleriyle ısırıyorlardı. Dişleri oldukça uzun ve sivriydi, elleri pirinçten yapılmıştı ve gövdeleri demirden değilse bile, onun kadar sert ve delinmez pullarla kaplıydı. Kanatları da vardı ve olağanüstüydüler. Sizi temin ederim ki Gorgonlar gün ışığında uçmaya başladıkları zaman, hiç şüphe yok, baş döndürücü gözüküyorlardı çünkü kanatlarındaki her bir tüy kusursuz, göz alıcı, parıldayan altından yapılmıştı.
Fakat göklerde uçarken, bu göz alıcı parlaklıkları insanların gözlerine iliştiğinde, hepsi onlara bakmayı bırakıp derhal saklanacakları bir yer bulmak için koşuşturmaya başlıyorlardı. Şimdi siz bu insanların Gorgonların saç yerine kafalarından çıkan yılanların ısırıklarından, korkunç sivri dişleriyle onları ısıracaklarından ya da pirinçten yapılmış elleriyle onları parçalayacaklarından korktuklarını düşünüyor olabilirsiniz. Elbette bunlar da tehlikelerden bazılarıydı ancak ne en büyüğü ne de kaçması en zor olanıydı. Bu mendebur yaratıklarla ilgili başlarına gelebilecek en büyük felaket şuydu: Eğer ki zavallı bir ölümlü gözlerini bu canavarlardan birinin yüzüne dikerse, derhal eti ve kanı yok olarak soğuk ve cansız bir taşa dönüşüyordu.
Yani hepinizin anlayacağı gibi bu, kötü kral Polydectes’in masum delikanlı için planladığı çok tehlikeli bir görevdi. Perseus bu vazife üzerine biraz düşündükten sonra, bu görevin üstesinden gelme şansının ne kadar az olduğunu kendisi de gördü ve Medusa’nın yılan saçlı kafasını getirme fikrinden ziyade kendisini taşa dönüşmüş olarak hayal ediyordu. Diğer tüm tehlikeler bir yana, Perseus’un üstesinden gelmesi gereken bir büyük tehlike daha vardı. Bu altın kanatlı, demir pulla örtülü, uzun sivri dişli, pirinçten pençeleri olan ve yılan saçlı canavarlarla savaşıp onları öldürmenin yanında, bir de bu işi gözleri kapalı ya da en azından çarpıştığı düşmana pek de göz atmadan yapmalıydı. Aksi takdirde daha elini darbe indirmek için kaldırır kaldırmaz, bir taşa dönüşür ve yüzyıllarca, ta ki rüzgâr, hava ve zaman onu un ufak edene kadar kolu havada kalırdı. Böyle bir şeyin başına gelmesi, daha birçok cesur vazifeye atılmak ve parlak, güzel dünyanın keyfini çıkarmak isteyen genç bir adam için çok hüzünlü bir son olurdu.
Bu düşünceler Perseus’u öyle büyük kederlere gark etti ki, üstlendiği görevi annesine söylemeye dili varmıyordu. Bu sebeple, zırhını giydi, kılıcını kuşandı ve adadan ayrılarak anakaraya geçti. Burada kuytu bir yer bulup gözyaşlarının akıp gitmesine engel olamadan oturdu.
Acı içinde otururken, yakından gelen bir ses duydu.
Ses “Perseus,” dedi. “Neden bu kadar üzgünsün?”
Ellerinin arasına aldığı kafasını kaldırarak dikkatlice etrafa baktı. Perseus kendisini bu ıssız yerde yalnız sanıyordu ama bir yabancı vardı burada. Oldukça çevik, zeki ve cin fikirli görünen genç bir adamdı. Kafasına eski usul bir şapka ve omuzlarına bir pelerin geçirmişti. Elinde garip kıvrımları olan bir asa tutuyordu, belinde eğri büğrü ve kısa bir kılıç takılıydı. Oldukça canlı ve hareketli biriydi, tıpkı sürekli egzersiz yapan, hoplamaya zıplamaya alışkın insanlar gibi. Tüm bunlar bir yana, yabancının oldukça neşeli, bilgiç ve yardımsever bir havası da vardı, gerçi biraz kurnazca bir hali de yok değildi. Perseus ona baktıkça ruhunun daha da canlandığını hissediyordu. Öte yandan çok cesur bir genç olarak, birinin onu küçük bir okul çocuğu gibi gözyaşları içinde görmüş olmasından büyük utanç duyuyordu, üstelik umutsuzluğa kapılmak için de bir neden yoktu. Perseus gözyaşlarını kuruladı ve yabancıya hareketli bir şekilde ve elinden geldiğince cesur görünmeye çalışarak cevap verdi.
“Hayır, üzgün değilim,” dedi. “Sadece üstlendiğim görevle ilgili endişeliyim.”
“Demek öyle,” dedi yabancı. “Öyleyse anlat bana, büyük ihtimalle sana yardımcı olabilirim. Ben birçok genç adama, başta çok zor görünen maceralara atılmalarında yardım ettim. Belki beni duymuşsundur. Birçok adım var ancak bunlar içinde bana en uygun olanı Quicksilver. Söyle bakalım derdin nedir ve bunu halledebilmek için neler yapabiliriz, konuşalım.”
Yabancının sözleri ve tavrı, Perseus’u deminki halinden bambaşka bir hale soktu. Şimdiki halinden daha kötü olamayacağını ve yeni arkadaşının sonunda her şeyi yoluna koymak için ona tavsiyeler verebileceğini düşündü. Böylece yabancıya, konunun ne olduğunu anlaması için birkaç kelime etmeye karar verdi. Kral Polydectes’in güzel Prenses Hippodamia’ya düğün hediyesi olarak yılan saçlı Medusa’nın başını vermek istediğini, kendisinin bu görevi üstlendiğini ancak taşa dönüşmekten korktuğunu anlattı.
“Ve bu pek yazık olur,” dedi kurnazca gülümsemesiyle Quicksilver. “Doğrusunu istersen senden çok yakışıklı mermer bir heykel olur ve un ufak olup gitmen de yüzyıllar sürer. Yine de kısa süreliğine genç bir adam olmak, yıllarca taş kesilip kalmaktan iyidir.”
“Hem de nasıl!” diye bağırdı Perseus, gözyaşları tekrardan akıyordu. “Üstelik biricik oğlu taşa dönüşürse, benim sevgili annem ne yapar?”
“Tamam, tamam, ümit edelim ki olaylar böyle kötü bir şekilde bitmesin,” dedi Quicksilver cesaretlendirici bir ses tonuyla. “Ben tam da sana yardım edebilecek insanım. Kız kardeşim ve ben şu an içinden çıkılmaz gibi gözüken bu macerayı güvenle atlatman için elimizden geleni yapacağız.”
“Kız kardeşin mi?” dedi Perseus.
“Evet, kız kardeşim,” dedi yabancı. “Sana yemin ederim, kendisi çok bilge birisidir; benim de zekâm kıvraktır. Eğer cesur ve dikkatli olup bizim tavsiyelerimizi dinlersen, taşa dönüşme konusunda asla endişelenmene gerek kalmaz. Fakat öncelikle, şu zırhını ayna gibi olana dek güzelce bir temizle.”
Bu Perseus’a, bir maceraya başlama yolu olarak çok garip geldi; zırhına bakıp kendi suretini görmektense zırhının Gorgonların pirinçten pençelerine karşı onu koruyacak olması ona daha mühim bir meseleymiş gibi geliyordu. Yine de, Quicksilver’ın kendisinden daha bilgili olduğunu göz önüne alınca hemen işe koyuldu ve zırhını ovmaya başladı. O kadar özenli ve iyi niyetle yaptı ki işini, zırhı, tıpkı hasat zamanındaki ay gibi parlamaya başladı. Quicksilver gülümseyerek zırha baktı, onaylarcasına başını salladı. Sonra kısa ve eğri büğrü kılıcını çekerek, eskimiş kılıcı yerine onu Perseus’un kemerine bağladı.
“Benim kılıcım hariç hiçbir kılıç senin amacına hizmet etmez,” dedi Quicksilver. “En mükemmel şekilde yapılmıştır, demiri ve pirinci kolayca keser. Evet, şimdi işe koyulalım, sırada Üç Gri Kadın’ı bulmak var, onlar bize orman perilerinin nerede olduklarını söyleyecekler.”
“Üç Gri Kadın!” diye bağırdı Perseus. Bu ona, macera yolunda karşılaşacağı yeni bir zorluk gibi geliyordu. “Yalvarırım söyle, kim bu Üç Gri Kadın? Daha önce hiç duymamıştım.”
“Onlar, oldukça garip üç yaşlı hanım,” dedi Quicksilver gülerek. “Ortak kullandıkları bir gözleri ve sadece birer dişleri var. Dahası, onları ya yıldızların aydınlattığı bir vakit ya da akşam alacasında bulabilirsin çünkü güneş ışığında ya da ay ışığında kendilerini asla göstermezler.”
“İyi de,” dedi Perseus. “Neden zamanımı bu Üç Gri Kadın’la harcayayım? Bir an önce korkunç Gorgonları aramaya başlamak daha iyi olmaz mı?”
“Hayır, hayır,” diye yanıtladı arkadaşı. “Gorgonlara giden yolu bulmadan önce yapman gereken başka şeyler var. Bu hanımları avlamaktan başka yapacak bir şey yok. Onlarla tanıştığımızda, Gorgonlara çok da uzak olmadığımıza emin olabilirsin. Hadi biraz canlanalım.”
Perseus arkadaşının bilgeliğine çok güvendiği için daha fazla itiraz etmedi ve maceraya bir an önce başlamaya hazır olduğunu söyledi. İşleri gereğince yola koyuldular ve oldukça hızlı adımlarla yürümeye başladılar. Hatta öyle ki, Perseus atik arkadaşı Quicksilver’a yetişmekte epeyce zorlandı. Doğruyu söylemek gerekirse, bu konuda aklına gelen tek şey Quicksilver’ın bir çift kanatlı ayakkabıya sahip olduğu ve haliyle onun fevkalade bir biçimde yol almasına yardımcı olduğuydu. Bir de göz ucuyla arkadaşının yan tarafına bakınca, kafasının hemen yanında kanatları olduğunu gördü. Tam olarak bakışlarını çevirse de algılanabilecek bir şey yoktu, sadece tuhaf bir miğfer takmıştı. Kıvrımlı asa da Quicksilver’a çok büyük kolaylık sağlıyordu; öyle ki oldukça hareketli genç bir adam olan Perseus’un nefesi kesilmişken arkadaşı asa sayesinde hızla yola devam ediyordu.
“Hey!” diye bağırdı arkadaşı nihayet. Perseus’un ona yetişmesinin ne kadar zor olduğunu biliyordu bu yaramaz. “Asayı sen al, belli ki benden daha fazla ihtiyacın var. Seriphus adasında senden daha iyi yürüyen başka adamlar yok mu?”
“Eğer bir çift kanatlı ayakkabım olsaydı,” dedi Perseus şakacı bir şekilde arkadaşının ayağına bakarak “oldukça iyi yürürdüm.”
“Bir çift de sana bulmalıyız,” diye yanıtladı Quicksilver.
Fakat asa en ufak bir güçsüzlük hissetmeden Perseus’un yoluna devam etmesine yardım etti. Sanki bu sopa canlıydı ve canının bir kısmını Perseus’a ödünç vermişti. O ve Quicksilver sohbet ederek kolaylıkla ilerliyorlardı. Quicksilver eski maceraları hakkında konuşuyor, bir sürü güzel hikâye ve cin fikirlerinin bu maceraları çözme konusunda nasıl yardımcı olduğunu anlatıyordu. Perseus onun ne kadar harika bir insan olduğunu düşünmeye başladı. Besbelli dünyayı iyi biliyordu, kimse Perseus’a bu çok bilgili arkadaşı kadar büyüleyici gelmemişti. Perseus, kendi zekâsının daha kıvrak olmasını umarak arkadaşını daha bir hevesle dinlemeye başladı.
Derken Perseus, Quicksilver’ın bir kız kardeşten bahsettiğini ve onun atıldıkları bu macerada onlara yardım edebileceğini söylediği anımsadı.
“Kız kardeşin nerede?” diye sordu “Yakın bir zamanda tanışacak mıyız?”
“Her şeyin zamanı var,” dedi arkadaşı. “Fakat şunu söylemeliyim ki kız kardeşim benden oldukça farklı bir karaktere sahiptir. Ağırbaşlı ve ölçülüdür, nadiren gülümser, asla gülmez ve eğer çok mühim bir mesele değilse asla tek bir kelime etmez. En aklı başında sohbet hariç hiçbir sohbeti de dinlemez.”
“Olur şey değil!” diye bağırdı, “Tek bir kelime etmeye korkarım.”
“Seni temin ederim, çok yetenekli birisidir,” diye devam etti Quicksilver. “On parmağında on marifet vardır. Kısacası öyle bilgedir ki çoğu insan onu bilgeliğin simgesi olarak görür. Fakat gerçeği söylemek gerekirse, ben onu pek şen şakrak bulmam ve sanırım sen de onu en iyi yol arkadaşı olarak düşünmezsin. Yine de kendine göre çok iyi olduğu yönleri de vardır ve Gorgonlarla karşılaştığında bu yönlerinden kesinlikle faydalanacaksın.”
O zamana kadar ortalık alacakaranlığa dönmüştü. Her yanı kabarık otların sardığı, çok vahşi ve ıssız bir yere gelmişlerdi. Öyle sessiz ve kasvetli bir yerdi ki daha önce kimse burada yaşamamış ya da yolu buradan geçmemişti adeta. Giderek karanlıklaşan gri alacakaranlıkta her yer harabeye dönmüş ve tenhalaşmıştı. Perseus kederli biçimde Quicksilver’a baktı ve daha gidecek çok yolları olup olmadığını sordu.
“Şişt!” diye fısıldadı arkadaşı. “Sessiz ol. Bu, Üç Gri Kadın’la tanışmak için en doğru yer ve zaman. Sen onları görmeden önce onlar seni görmesin, dikkatli ol. Üçünün tek bir gözü olmasına rağmen, yarım düzine normal gözden çok daha keskindir.”
“Peki, onlarla karşılaştığım zaman ne yapmalıyım?” diye sordu Perseus.
Quicksilver Perseus’a Üç Gri Kadın’ın bir tek olan gözü nasıl kullandıklarını açıkladı. Alışkanlıkları gereği, kendi aralarında bu gözü değiştirip kullanıyorlardı; tıpkı bir çift gözlük camına sahiplermiş gibi; onların durumunda daha uygun bir deyişle, tek camlı bir gözlüğe sahiplermiş gibi. Üçünden biri belli bir süre kullandıktan sonra, gözü çukurundan çıkarıp diğer kız kardeşine veriyordu. Sıra kime gelmişse hemen gözü alıp yuvasına koyuyor ve dünyaya göz atarak eğleniyordu. Buradan da anlaşılacağı üzere, diğer iki kadın karanlıkta kalırken sadece bir tanesi görebiliyordu. Dahası, tam gözü elden ele uzattıkları esnada, yaşlı kadınlardan hiçbiri en ufak bir ışıltı dahi göremiyordu. Bugüne kadar birçok tuhaf şey duydum ve birçoğunu da deneyimledim ancak bunlardan hiçbiri tek bir gözle dünyayı seyreden bu Üç Gri Kadın’ın hikâyesiyle kıyaslanamaz.
Perseus da böyle düşünmüş olacak ki şaşırıp kalmıştı. Neredeyse arkadaşının onunla dalga geçtiğini ve yaşlı hanımların bu dünyada olmadıklarını zannetmişti.
“Birazdan doğru mu yoksa yalan mı söylüyorum anlarsın,” dedi Quicksilver. “Sus, şişt, şişt! Geliyorlar.”
Perseus dikkatli bir şekilde akşam alacasına doğru baktı ve orada, çok uzak olmayan mesafede Üç Gri Kadın’ı fark etti. Işık giderek sönükleşmişti, kadınların ne çeşit şekillere sahip olduklarını zar zor görebiliyordu. Sadece uzun gri saçları olduğunu gördü, kadınlar yakınlaştıkça, iki tanesinin alınlarının tam ortasında boş bir göz çukuru olduğunu gördü. Fakat üçüncü kız kardeşin alnının ortasında çok büyük, parlak ve delici bir göz vardı. Yüzükteki mükemmel bir elmas gibi parlıyordu. Perseus iyice kavradı ki tıpkı gündüz vakti gördüğü gibi, en karanlık gecede de her bir yanı mükemmelce görmeleri bu yüzdendi. Üç kişinin gözlerinin görebileceği tüm yetenek tek bir gözde bir araya gelmişti.
Bu üç yaşlı hanım sanki her biri kendi başına görebiliyormuş gibi tek bir gözle rahatça idare ediyorlardı. Alnında gözü taşıma şansına sahip olan kadın her kimse diğer ikisini elleriyle yönlendiriyor ve etrafına keskin bakışlarla göz gezdiriyordu. O kadar ki Perseus acaba kadın kalın ot yığınlarının arkasında saklanan onu ve arkadaşı Quicksilver’ı görüyor mu diye ürkmüştü. Tanrı korusun, böylesi keskin bir gözün menzilinde olmak gerçekten çok korkutucuydu.
Ot yığınlarına varmadan evvel kadınlardan biri konuştu:
“Kardeşim, Korkuluk Kardeşim!” diye bağırdı. “Sen hakkını yeterince kullandın, şimdi sıra bende.”
“Biraz daha kalsın bende Karabasan Kardeşim,” dedi Korkuluk. “Sanırım şu otların olduğu yerde bir şey görür gibi oldum.”
“Peki neymiş o?” diye sertçe ve meraklı bir biçimde yanıtladı Karabasan. “Kalın otların içini senin kadar iyi göremez miyim? Göz senin olduğu kadar benim de. Ben de senin kadar biliyorum onu kullanmayı hatta belki biraz daha bile iyi biliyorum. Hemen bakmak için ısrar ediyorum!”
Aslında sıra, üçüncü kız kardeş olan Dehşet’e aitti. O da şikâyet etmeye başladı ve sıranın kendisinde olduğunu, hep diğer ikisinin kullanmak istediklerini söyledi. Tartışmanın sonunda yaşlı Bayan Korkuluk gözü alnından çekip çıkardı ve elinde tutmaya başladı.
“Alın biriniz,” dedi. “Ve şu aptalca tartışmaya bir son verin. Kendi adıma, bir parça karanlıktan memnun olurum. Alın çabuk aksi takdirde yeniden alnıma yerleştirmem gerekecek.”
Hemen, Karabasan ve Dehşet’in her ikisi de ellerini uzatıp Korkuluk’un elinden gözü kapmak için hevesle yokladılar. Her ikisi de kör olduğu için Korkuluk’un elini bulmaları hiç de kolay değildi ve Korkuluk da o esnada gözü elinde tuttuğu için diğer iki kardeşi kadar kördü. Elleri gözü bir türlü bulamıyordu. Böylece, siz sevgili okurlarımın bir bakışta anlayabileceği gibi, bu üç yaşlı hanım tuhaf bir karışıklığın içinde buldular kendilerini. Korkuluk onu elinde tutarken, göz parlamasına ve bir yıldız gibi ışımasına rağmen Gri Kadınlar en ufak bir ışıltıyı bile yakalayamıyorlardı, çünkü görme arzusuyla öyle sabırsızdılar ki, her biri karanlıkta kalmıştı.
Quicksilver, Dehşet ve Karabasan’ın gözü yakalamaya çalışmasından ve sürekli suçu birbirlerine atmasından dört köşe olmuştu. Bir kahkaha patlatmamak için kendini zor tutuyordu.
“Şimdi senin sıran,” diye fısıldadı Perseus’a. “Acele et, ikisinden biri gözü alıp kafalarına yerleştirmeden önce yaşlı kadınlara doğru git ve gözü Korkuluk’un elinden kap!”
Üç Gri Kadın hâlâ bağrışırken, Perseus bir anda çalılıkların arasından fırladı ve ödülü kaptı. Elinde tuttuğu bu olağanüstü göz ışıl ışıl parlıyordu, sanki bir çift gözkapağına sahip olmuş olsaydı göz kırpacakmış gibi bilmiş bir havayla Perseus’a bakıyordu. Fakat Gri Kadınlar’ın ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu, her biri gözü bir diğeri aldı zannediyordu ve yeni bir münakaşa başladı aralarında. Perseus bu üç saygıdeğer hanımı daha büyük anlaşmazlıklara düşürmemek için onlara konuyu açmanın en doğrusu olacağını düşündü.
“Güzel hanımlar,” dedi. “Yalvarırım birbirinize kızmayınız. Eğer hatalı biri varsa o da benim; sizin mükemmel ve göz kamaştırıcı gözünüzü elimde tutma şerefine nail olduğum için!”
“Sen! Gözümüz sende! Peki ya sen kimsin?” diye bağırdı kadınların üçü de bir nefeste. Elbette çok korkmuşlardı; kim olduğunu asla tahmin edemedikleri bir yabancı gelip onlara ait gözü elinde tuttuğunu söylüyordu. “Ah, ne yapacağız kardeşlerim? Ne yapacağız? Hepimiz karanlıkta kaldık! Gözümüzü geri ver! Kıymetli, biricik gözümüzü bize geri ver! Senin zaten iki tane var. Gözümüzü ver!”
“Onlara,” diye fısıldadı Quicksilver Perseus’a “uçan pabuçlara, sihirli cüzdana ve karanlığın başlığına sahip olan perileri nerede bulacağını sana söyler söylemez gözü geri alacaklarını söyle.”
“Benim sevgili, değerli güzel hanımlarım,” dedi Perseus Gri Kadınlar’a dönerek. “Bu kadar korkmanıza gerek yok, ben kötü bir adam değilim. Bana perileri nerede bulacağımı söylediğiniz an, gözünüzü eskisinden de parlak ve sapasağlam bir şekilde geri alacaksınız.”
“Periler! Aman Tanrım! Hangi perilerden bahsediyor?” diye bağırdı Korkuluk. “Dediklerine göre birçok harika peri varmış. Bazıları ormanda avlanmaya gidermiş, bazıları ağaçların arasında yaşarmış, bazılarının da su kaynaklarının oralarda çok rahat evleri varmış. Biz onlar hakkında bir şey bilmiyoruz. Alacakaranlıkta gezinmeye giden üç talihsiz zavallıyız. Sahip olduğumuz tek şey gözümüzdü, o da çalındı şimdi. Lütfen onu geri ver, iyi kalpli yabancı, her kimsen geri ver onu lütfen!”
Bu esnada Üç Gri Kadın’dan her biri elleriyle etrafı yokluyor ve Perseus’u yakalamak için olanca güçleriyle çabalıyorlardı. Fakat Perseus gözü onlardan uzak tutmak için önlemini almıştı.
Annesinden aldığı terbiyesiyle Perseus, “Saygıdeğer hanımlar,” dedi. “Gözünüzü elimde tutuyorum ve siz bana perilerin yerini söyleyene dek onu güvenli bir şekilde tutmaya devam edeceğim. Bahsettiğim bu periler, sihirli cüzdana, uçan pabuçlara ve görünmezlik başlığına sahip olan periler.”
“Acı bize! Kardeşlerim, bu genç adam neden bahsediyor böyle?” diye bağırdı üç kız kardeş büyük bir şaşkınlık içinde. “Bir çift uçan pabuç,” dedi, “eğer onları giyecek kadar aptal olsaydı topukları kafasından yükseklerde uçardı. Ve bir görünmezlik başlığı! Eğer altında saklanacak kadar büyük değilse, bir başlık onu nasıl görünmez kılabilir ki? Ve bir de sihirli cüzdan! Ne çeşit bir buluş bu gerçekten merak ettim! Hayır, hayır sevgili yabancı, bu olağanüstü şeylerle ilgili sana söyleyecek bir şeyimiz yok. Kendine ait iki gözün var, bizdeyse üç kişiye yalnızca bir göz! Bu bahsettiğin harikaları, bizim gibi üç kör yaşlı yaratıktan daha kolay bulabilirsin.”
Onların bu şekilde konuştuğunu duyan Perseus Gri Kadınlar’ın gerçekten de bir şey bilmediğini düşünmeye başladı. Bu kadar zahmete soktuğu için çok üzülen Perseus tam gözü onlara geri verip çaldığı için özür dileyecekti ki Quicksilver hemen elini yakaladı.
“Seni kandırmalarına izin verme!” dedi Quicksilver. “Bu Üç Gri Kadın, dünya üzerinde sana perilerin yerini söyleyebilecek yegâne kişilerdir. Ve eğer bu bilgiyi edinemezsen, yılan saçlı Medusa’nın kafasını kesme görevini asla başaramazsın. Gözü sakın bırakma, her şey yoluna girecek.”
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.