Kitabı oku: «60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi»
27 Eylül 2020 tarihinde başlayan II Karabağ Savaşı’na iştirak eden tüm ordu mensubuna, bu savaşta canını kaybeden tüm şehitlerin aziz ruhuna ve zafere armağan…
Ön Söz
Burada hikâye türünün önce Dünya Edebiyatında, sonra Azerbaycan Edebiyatında yeri ile ilgili bir sunuş olabilirdi. Sonda çalışmanın amaçlarına değinmek şartıyla, sunuşta kitabın kendi hikâyesini anlatmayı tercih ettim. Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisiyken Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri I-II ve Hikâye Tahlilleri kitaplarıyla tanıştığımda “Bizde de böyle çalışmalar var mı?” diye düşünmüş, yoksa yapılması gerektiği kanaatine varmıştım. Alanda kademe kademe ilerlerken 2015’te Necati Tonga’nın Yaşayan Hikâyemiz kitap-projesine katıldım. Yine aynı düşünceler aklıma geldi. Bizim hikâyelerimiz için de böyle bir çalışma yapılması gerektiğini düşündüm. Neden başlamayayım ki? Hem bu kez bir proje şeklinde ekiple çalışmak düşüncesi doğmuştu. Görev değişikliği, yeni dersler derken projeye 2019’un Nisan-Mayıs aylarında başladık. Proje iki aşamalıydı. İlk merhalede Azerbaycan edebiyatından seçtiğimiz hikâyelerden henüz aktarımı yapılmayanlar Türkiye Türkçesine kazandırılacak, ikinci merhalede bu hikâyeler tahlil edilecekti. Kitabın yayımı 2020’nin Mayıs ayı için planlandı. Fakat dünyayı saran ve sarsan pandemi dönemi başladı, bu hem psikolojik, hem de fiziki bazı sorunlar yaşamamıza sebep oldu. Projemiz bu süreçten ciddi şekilde etkilendi. Azerbaycan Edebiyatıyla ilgili sanal ortamda yeterli kaynağın olmaması ve kütüphanelerin kapalı olması da işimizi bir hayli zorlaştırdı. Bugün, yarın derken 2020’nin sonuna geldik. Ve Karabağ Şavaşı… Tarihe İkinci Karabağ Savaşı olarak geçen bu savaş günlerinin birinde kitabın ön sözünü yazdım. Bir gözümüz ağlarken, diğer gözümüzle güldüğümüze şahitti zaman. Canımızdan can ayrılıyorken her insan kaybında, canımıza can katılıyordu her defa yeni bir köyümüz, ilçelerimize kavuştuğumuzda. Bu kitap böyle tarihi günlerde doğdu, bu günlerin şahidi oldu. Böyle bir kutlu tarihin şahidi gibi okuyucuya ulaştığında da bambaşka bir Azerbaycan’ın şahidi olmak tek dileğim.
* * *
Azerbaycan Hikâye Tahlilleri başlıklı üç kitap olarak düşünülen projenin ilki olan 60’lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi kitabı artık elimizdedir. Bugün Azerbaycan sahası edebiyatında var olan, özellikle eser tahlili çalışmaları daha çok Sovyet döneminden kalma olup, belli bir ideolojinin mahsulleridir. Bu anlamda Türkiye sahası edebiyatında uygulanan tahlil metotlarını kullanarak Azerbaycan sahası edebî ürünlerine yeni bir gözle bakmak edebiyatımız için faydalı olacaktır.
Türkiye üniversitelerinde kurulmuş Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümlerinde okutulan ders kitabı, özellikle Azerbaycan sahası edebiyatıyla ilgili eksikliği doldurmak da bu çalışmaya başlamada önemli etkenlerden bir diğeridir.
Projenin bir başka önemi Azerbaycan ve Türkiye arasında bilimsel ve edebî ilişkilerin geliştirilmesine hizmettir.
* * *
Kitapta Azerbaycan Edebiyatı’nın önemli bir döneminde, bir dönüm noktasının başlangıcı diyebileceğimiz 60’lı yıllar ve sonrasında, eser vermiş yirmi hikâyeciye yer ayırdık, fakat bunlardan ikisi (İsi Melikzade ve Vagif Nesip) ile ilgili çalışmalar proje formatına uygun olmaması nedeniyle kitaba alınmadı. Kitapta yazarlar doğum yıllarına göre sıralandı. Her yazarla ilgili ansiklopedik bilgilere yer verildikten sonra tahlil edilecek hikâye, sonrasında tahlil çalışması yerleştirildi.
Kitapta yer alan ve proje kapsamında Türkiye Türkçesine aktarımı yapılan hikâyeler daha önce birtakım dergilerde yayımlandı. Bu dergilerin künyesi hikâye metinlerinin altında yer aldı. Çalışmada proje dışında olan aktarmalardan da faydalanıldı. Bu hikâyeler kitaba alınmadan çalışmaların Kaynakça bölümünde belirtildi.
Kitapta yer alan yazar biyografileri için Azerbaycan Nesri Antalogiyası (Bakı: Şerq ve Qerb, 2016), Beş Katlı Evin Altıncı Katındaki Adam: Anar (A.Atay, Ankara: Bengü, 2008) gibi kitaplar ve Azerbaycan Edebiyatı İsimler Sözlüğü sitesi kaynak olarak kullanılmıştır.
Projede Azerbaycan ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde çalışan akademisyenler yer aldı ve çalışmalarıyla katkıda bulundular. Başta Prof. Dr. Nurullah Çetin ve Prof. Dr. Oktay Yivli olmak üzere hocalarımızın her birine ayrı ayrı teşekkürümü ifade etmek isterim. Eenstitüde oluşturduğu çalışma ortamı için Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü başkanı Prof. Dr. Gövher Bahşeliyeva’ya şükranlarımı sunarım. Proje ekibinde görev alarak gerek hazırlık aşamasında gerekse çalışma boyunca katkılarını esirgemeyen Dr. Ülvi Babasoy ve Doç. Dr. Atıf Akgün’e teşekkür ederim. Proje kapsamında hikâyelerin aktarımını gönüllü üstlenen değerli akademisyenler Doç. Dr. Atıf Akgün, Dr. Kemale Elekberova, Dr. İsmail Alper Kumsar, Dr.Yılmaz Özkaya, Dr. Elnure Rızayeva, İsmail Özgür, Harun Yakarer ve aziz öğrencilerim Canan Şimşek, Zeynep Katar’ın emeklerini takdirle yad ediyorum. Yine kendisine gönderdiğimiz birkaç hikâyenin çevirisini hızlı ve eksiksiz yapan Aynur Kahraman’a teşekkürü borç bilirim. Aynı zamanda bazı ücretli aktarmaların masraflarını gönüllü olarak üstlenen ve isminin zikredilmesini istemeyen bir dostumuza da minnettarlığımı bildirmeliyim. Son olarak kitabın basım külfetini yüklenen Yakup Ömeroğlu’nun şahsında BENGÜ Yayınevi ve Avrasya Yazarlar Birliği camiasına teşekkür ederim.
Lale Qasımlı2020
ENVER MEHMETHANLI
Enver Gafaroğlu Mehmethanlı, 29 Şubat 1913’te Göyçay’da doğdu. Göyçay İlkokulu’nu bitirdikten sonra, Bakü’de N. Nerimanov adına açılan Endüstri Meslek Lisesi’nden mezun oldu. 1934’de Azerneşr’de redaktör ve tercüman, 1936’da Moskova’da Yüksek Yönetmen Enstitüsü’nde öğrenci, 1938’de Azerbaycan Yazarlar Birliği’ne üye oldu. 1941’de Azerbaycanfilm Stüdyosu’nda senaryo şubesi başkanı, İkinci Dünya Savaşı’nda muhabir olarak çalıştı. 1942’nin sonunda bir grup Azerbaycanlı yazarla Kuzey Kafkas Cephesi’nde mücadele etti. 1943’te Bakü’de Azerbaycan Radyo Programları Komitesi’nde başkanlık yaptı. Yeniden savaş için Zakafkasiya Cephesi’ne, oradan da İran’a gönderildi. 1944’te Tebriz’de Vatan Yolunda gazetesinde redaktör oldu. 1946’da Azerbaycanfilm Stüdyosu’nda senaryo heyetinin başyönetmenliğini yaptı. Edebiyat âlemine 1930’lu yıllarda atıldı. Eserleri birçok dile tercüme edildi. 1947’de Şarkın Seheri, 1951’de Od İçinde adlı piyesleri ve 1957’de Şirvan Güzeli adlı lirik komedisi sahnelendi. Şirvan Güzeli adlı piyesi ödüle değer görüldü. Onun senaryolarından hareketle Bahtiyar, Feteli Han (Mehdi Hüseyinzade ile), Muhabbet Destanı, Babek adlı filmler çekildi. Avrupa ve klasik Rus yazarlarından tercümeler yaptı. Çalışmalarından dolayı pek çok kurum tarafından ödüllendirildi. 19 Aralık 1990 tarihinde Bakü’de öldü.
BUZ HEYKEL
Kırk bir yılının kışı. Soğuk bir gece. Sanki canlı cansız etrafta ne varsa donup buz bağlamış, hava ıslık çalıyordu. Taş çatlıyor, ağaç çıtırdıyor, toprak çatırdıyor, nefes tıkanıyor, diken gibi boğaza saplanıyordu.
Ve şimdi bembeyaz bir zulmet içinde, doğuya doğru uçsuz bucaksız karlı çöllerle tenha bir gölge hareket ediyor.
O genç bir anne, yavrusunu bağrına basmış, yurduna saldıran vahşi düşmanın elinden kaçmış, namusunu kara ellerden kurtarmış, kendisini ve bebeğini bu merhametsiz gecenin ellerine çoktan bırakmıştır.
Ve şimdi bembeyaz bir zulmet içinde, doğuya doğru yüzünü çevirip “büyük toprağa” doğru gidiyor.
Karşıda, sahilleri ormanlarla çevrili büyük bir nehir var, cepheleri o nehrin yakasından geçiyor ve zaman zaman oradan gelen top sesleri sessiz gecelerde dağlardaki çığların uğultusu gibi dondurucu geceyi titretiyordu.
Ve anne acele ediyor, hava aydınlanmadan cepheye yetişmeli, yavrusunu nehrin karşısındaki bağımsız toprağa geçirmeli, göğsünün üstündeki çocuğun hayatı yeniden ateş sıcağı, sabah güneşi ile ısıtılmalıdır.
Anne durmadan gidiyor, düşüyor, karın içinde çabalıyor, çırpınıyor, ayağa kalkıyor ama ne kadar yol giderse gitsin sanki zaman da bu gece donmuş hareket etmiyor, saniyeler ilerlemiyor ve karlı çöllerin sonsuzluğunda bir karış da olsa tükeniş alameti görünmüyor.
Anne zamanla yoruluyor; soğuk, zehirle sıvanmış bir kılıç gibi kesiyor, çaresiz anne bu kılıcın bağrındaki yavrusunun canına kıydığını düşünüyor ve annenin kısık gözleri sığınacak yer arıyor.
Biraz ileride çift bir şekilde bitmiş kayın ağacı, iki beyaz sütun gibi göklere yükseliyordu, anne o ağaçlara doğru gidiyor. Kucağındaki yavrusuyla o ağaçlara yaslanıp duruyor, şimdi ayakta kalmak, bir şeylere güvenmek için bu sonsuz karlı çöllerde bu bir çift çıplak kayın ağacından başka bir güvence yok…
Ayaz ise buzlu bir ateş gibi annenin yüzünü, gözünü kesiyor, anne yüreğinde kıvrılan bir korkunun ağladığını fark ediyor, feryat ettiğini duyuyor;
–Yavrun donuyor, yavrun donacak, kollarının arasındaki duygusal bir nefes kesilecek, göğsünün üzerine buz bağlanmış bir dünyanın ağırlığı çökecek…
Lakin anne, yüreğinde ağlayan korkuya isyan ediyordu. “Bırak dünya buza dönsün, hayat yer üstünden kaçıp yeraltına taşınsın, ne olursa olsun anne yüreğinin sıcaklığı sönmeyecek, merhametsiz olan hiç bir kör kuvvet, küçük bir hayat fidanını annesinden koparamaz.”
Ve anne ani hareketle üstündeki yün ceketi çıkarıyor, yavrusunu sıkı sıkı sarmalıyor, ama ayaz kızgın bir demir gibi annenin yüzünü, gözünü dağladıkça, iliklerine kadar işleyen soğuktan vücudu titredikçe, anne öyle zannediyor ki, bu donan onun yavrusudur. Anne bu sefer başındaki kalın yazmayı da çıkarıyor, yine yavrusunu sarmalıyor ve kendisi ise savunmasız haliyle ayaz karşısında daha da savunmasız kalıyor.
Şimdi o, donduğunu anlıyor, ayazın buzlu kemendinden kurtuluşa inancı yoktur ve güvendiği tek şey yaslandığı bu bir çift kayın ağacı onu ayakta tutacaktır. O şimdi yine eliyle üzerinden bir şeyler çıkarıp yavrusunu sarmalıyor ve titreyen son nefesini, duyulmayan son sözünü de yavrusunun üzerine örtüyordu; “Korkma tıfılım, korkma ufacığım, son nefesimin sıcaklığı da senindir…”
Sonra anne susuyor, beyninde bir uğultu kopuyor, kulakları dibinde kırık bakır simler geriliyor ve gerilen bu simler birbirinin ardı sıra kırılıyor, annenin göz kapakları kilitleniyor, nefesi ayaklarının altına dökülüyor ve anne ayazın buz zinciriyle, çift kayın ağaçlarına bitişip hareketsiz kalıyor.
Ve şimdi gökte yıldızları bağırtan amansız bir kış gecesi; anneye başka bir yün hırka giydiriyor, başka bir yazma örtüyor ve ayazın buz parmakları durmadan anne için billur işlemelerle beyaz yıldızlı, yeni bir elbise dikiyor…
Aydınlığıyla gözleri kamaştıran ayazlı bir sabah açılmıştır.
Ve iki beyaz sütun gibi göklere yükselen çifte kayın ağaçları karşısında beyaz önlüklü üç kişi durmuştur.
Onlar gece pususundan dönen genç dövüşçülerdir, şimdi her üçü başlarını açıp yerlerinden kımıldanmadan, gördükleri bu manzara karşısında donup kaldılar ve onlar ömürleri boyunca gördükleri bu manzarayı da unutmayacaklar…
Bu, donmuş genç bir kadının geceden kalma buz heykelidir.
Ve onlar, genç dövüşçüler mukaddes bir mihrap karşısında durmuşçasına nefeslerini tuttular. Ne zamandan beri burada gelip durduklarını unuttular ve taş gibi yüreklerinden asılan hissin ifadesiyle söz dışında kalındığı için, sustular!
Nihayet, onlardan biri hareketlendi, bilinmez bir güç onu ileri sürüklüyor, yaklaşıyor, donmuş annenin buz heykeli karşısında duruyorve anlık tereddütten sonra delicesine bir ümidin telkini üzerine annenin kolları arasındaki üzeri buz kaplamış şeyi kontrol ediyor, heyecandan titreyen parmaklarıyla karı temizliyor ve heyecanla buz altındaki örtüyü çözüyor, açıyor, dağıtıyor ve birden… Oradan, en derinden küçük bir varlığın bakışları gözlerine dikiliyorken, bütün beklediklerine ve beklemediklerinerağmen bu ansızın yavru bakışından tuhaf oluyor, göğsündeniteklenmiş gibi bir adım geri sıçrıyor ve sonra dönüp telaş içinde ona bakan yoldaşlarına, susarak durmuş bu karlı çöllerin sessizliğine ve donmuş, buz bağlamış bütün dünyaya sesleniyor:
“Ufaklık sağ, arkadaşlar, duyun, ufaklık sağ ve bütün dünya duysun ufaklık sağ!…”
Ve o vakit üçü de aynı anda annenin kucağındaki yavruya doğru eğiliyor, bakıyorlar, gözlerine inanamıyorlar. Bakıyorlar; boğazlarında düğümlenen kederden dolayı hiçbiri hiçbir şey diyemiyor, sabah aydınlığından gözleri kamaşan yavru ise donmuş ana kucağından hayretlerle onlara bakıyor ve gülümsüyor. Defalarca-sına savaşlardan çıkmış bu üç genç dövüşçünün gözlerinde yaş durmuyor ve her üçü ellerinin tersiyle gözyaşlarını siliyorlar…
Sonra başlarını kaldırıp yeniden annenin buzdan heykeline bakıyorlar ve yere kadar secde ederek son kez annenin buzdan heykelinin karşısında baş eğiyorlar.
Vakittir… Artık geri dönmeliler… Her üçü arka arkaya sırayla geri dönüyorlar ve yavruyu sırayla kucaklarında götürüyorlar ve her defasında yavru kimin kucağındaysa diğer ikisinden biri önde, biri arkada yavruyu koruyorlar.
Ve şimdi genç ananın buz heykeli artık onlar için tunçtan yapılmış, ana yüreğinin ölmezliğini tecessüm ettiren en muhteşem bir abide gibi her zaman onların hayalinde kalacak ebedi bir heykeldir.
[Aktaran: AdemYeşil,Enver Mehmethanlı, Kırmızı Goncalar,(Haz. A.T.Altay ve A.Yeşil),Bengü Yay., Ank., 2015, ss. 101-104.]
Bebekler Yaşasın Diye Donar Anneler: Enver Mehmethanlı’nın “Buz Heykel” Hikâyesinin Tahlili
Necati TONGA
1930’lu yılların ortalarında edebiyat âlemine dâhil olan, 1947 yılında yayımladığı Şarkın Seheri adlı piyesiyle dikkatleri üzerine çeken Enver Mehmethanlı (1913-1990), modern Azerbaycan hikâyesinin kurucu isimlerinden biri olarak dikkat çeker. Yavuz Akpınar, Azerî Edebiyatı Araştırmaları adlı kitabında Enver Mehmethanlı’yı; Mirza İbrahimof (1911-1993), Sabit Rehman (1910-1970), İlyas Efendiyev (1914-1996), Süleyman Valiyev (1916-1996) ve İmran Gasimof (1918-1981) ile birlikte savaş yıllarında edebî faaliyete başlayıp daha çok 1946’dan sonraki yıllarda olgunluk çağına ulaşmış yazarlardan biri olarak anar.
Akpınar’a (1994) göre Enver Mehmethanlı, Sovyet devri Azerbaycan nesrinin olgun örneklerine imza atan bir yazardır (s. 68, 77). Anar, aynı zamanda akrabası olan Enver Mehmethanlı’nın Azerbaycan edebiyatındaki yerini “biraz da sitemli bir şekilde” şu cümlelerle değerlendirir:
“Enver, ilk hikâyelerinin yazarı gibi, otuzlu yıllarda ne sebeptense Allah göstermesin dünyasını değişmiş olsaydı, bugün onu mesela musikide Asef Zeynallı, ressamlıkta Rüstem Mustafayev gibi çok erken vefat etmiş nadir bir yetenek gibi hatırlar ve değerlendirirlerdi. Babasına göre, kendi taşkın hareketlerine 37. yılın kurbanı olsaydı şimdi daha çok putlaştırılırdı. Vatan savunması cephelerinde ölseydi, Azerbaycan nesrinin unutulmaz savaş kurbanı gibi anılırdı… Ama edebiyatta gerçek, dayanıksız görüşlerin yerini tutması için o bütün ömrünü, bütün sıkıntılı hayatını yaşamalıymış… Ve eğer birinin söylediği gibi, yazarlık bir meslek değil, bir yaşam biçimiyse Enver’in maneviyatımızdaki yeri bugün belirlenmiş seviyesinden kat kat yüksektir. Edebiyat tarihimizde ona ayrılmış kısımdan çok büyüktür” (Aktaran Nuraliyeva, 2013, s. 11).
Mikail Rızakuluzade ise, Enver Mehmethanlı’nın üslubuna dikkat çeker:
“Enver Mehmethanlı, Azerbaycan nesrinde akıcı üslubun öncüsü sayılabilir. Yazarlığının, hele yaratıcılığının ilk yıllarında kaleme aldığı Bakı Geceleri, edebiyatımızda şiirsel üslupla yazılmış en güzel eser olarak gösterilebilir. Bölgeden başkente, büyük, çok büyük arzular, umutlarla gelmiş gencin duyguları o kadar zarif, ince, akıcı bir dille tasvir olunur ki insan bu hikâyeyi okuduğunda gerçekleri unutur” (Aktaran Nuraliyeva, 2013, s. 9).
Şarkın Seheri, Od İçinde gibi piyeslerinde halkın acılarını işleyen Mehmethanlı, hikâyelerinde de tarih ve savaş temalarına yoğunlaşan, bu sayede dönemin tarihî panoramasını gözler önüne seren bir yazar olarak ön plana çıkar. Pek çok dile çevrilen “Buz Heykel”, Mehmethanlı’nın hikâye dünyasını bir bütün hâlinde yansıtan önemli metinlerden biridir.
“Buz Heykel” hikâyesinde anne sevgisi teması, ismi verilmeyen bir anne ve bebeğinin başından geçenlerden hareketle anlatılır. Hikâyenin vaka örgüsü şu şekilde özetlenebilir: 1941 yılı kışının soğuk bir gecesinde bir anne, sırtında yavrusuyla birlikte yol almaktadır. Anne, amansız kış şartlarından bebeğini korumak için her yolu dener. Neticede bir kayın ağacının kovuğuna sığınan anne donar ve ölür. Sabahın aydınlığı ile birlikte üç asker, buzdan bir heykele dönüşmüş anne ile hayata tutunmuş bebeğini görürler. Karşılaştıkları manzara karşısında duygulanan ve ağlamaya başlayan üç asker, bebeği kucaklarına alarak ebedî bir heykele dönüşen anneye selam vererek uzaklaşırlar.
“Buz Heykel” hikâyesinde Enver Mehmethanlı trajik bir vakayı ele almaktadır. Yazar, hikâyenin daha ilk cümlelerinde anlatacağı hüzünlü hikâyeye zemin hazırlamıştır. Hikâye, zaman belirten ve mekânın acımasızlığını ortaya koyan şu cümlelerle başlar: “Kırk bir yılının kışı. Soğuk bir gece. Sanki canlı cansız etrafta ne varsa donup buz bağlamış, hava ıslık çalıyordu. Taş çatlıyor, ağaç çıtırdıyor, toprak çatırdıyor, nefes tıkanıyor, diken gibi boğaza saplanıyordu”(Mehmethanlı, 2013, s. 101).
“Buz Heykel”, iki ana birimden oluşmaktadır. Birinci birimde ismi verilmeyen bir genç kadın bebeğiyle birlikte soğuk kış şartları içinde düşman askerlerinden kaçmaktadır. Çocuğunu ölümün pençesinden kurtarmak isteyen anne, her türlü çareye başvurur ve neticede kendisi donarak ölürken bebeği hayatta kalır. Hikâyenin ikinci biriminde ise annenin donuşundan birkaç saat sonrası anlatılır. Bu birim, askerlerin anneyi ve bebeğini görmesiyle başlar, bebeğin askerler tarafından alınıp götürülmesiyle sonlanır.
“Buz Heykel”de ilk bakışta görünen konu; bir annenin bebeği için yaptığı fedakârlıktır ve hikâyenin teması “anne sevgisi/şefkati” olarak tespit edilebilir. Enver Mehmethanlı, hikâyesinde trajik olduğu kadar evrensel bir temaya yoğunlaşmıştır. Anne sevgisi yahut şefkati, asırlardır dünya edebiyatında hemen her edebî türde sıkça işlenen temalardan biridir. Bu bağlamda Türk edebiyatından yalnızca iki hikâye örneği vermekle yetinelim:
Modern Türk hikâyesinin önemli isimlerinden Refik Halid Karay, “Gözyaşı” adlı hikâyesinde Mehmethanlı’nın hikâyesinde işlenen vakaya ve şahıslar kadrosuna benzer bir tarzda hikâyesini kurgulamıştır. Refik Halid, “Gözyaşı”nda Dul Ayşe adlı hikâye kişisinin Balkan Savaşı esnasında sınıra çok yakın olan köylerden anayurda doğru kaçışını anlatır. Hikâyede anlatılan; çamur, karanlık ve yağmur ortasında üç çocuğuyla hayatta kalmaya çalışan bir annenin kaçışıdır. Tıpkı Mehmethanlı gibi Karay da hikâyesinde çocukları için bütün var gücüyle çabalayan bir anne portresi çizer:
“Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya kimi atla koşuyor, kaçıyor.
Öndeki ümit, ordumuza yetişmek; arkadaki korku, düşman ordularına çiğnenmek!” (Karay, 2000, s. 38).
Aynı tema etrafında şekillenen bir başka hikâye, günümüz Türk hikâyesinin temsilcilerinden Hüseyin Su’ya aittir ve “Ana Üşümesi” adını taşır. Bu hikâye, yine karanlık ve sisli bir gecede, bir ana-oğulun yolculuklarında yaşadığı sıkıntılar üzerine kurulur. Hikâyede ana-oğul, gecenin karanlığında kaybolur fakat nihayette diğer iki hikâyeden farklı bir şekilde varacakları yere ulaşırlar. Hikâyenin sonlarına doğru, “anne şefkati” tam bir dil ustalığıyla dile getirilir:
“Ali dayı, avlu kapısında karşıladı anayla oğulu. İçeri aldılar acıyarak, ahla vah-la söylenerek. Ocaktaki ateşleri öne çekerek üzerine bolca tezek vurdular. Koyu bir duman çıkararak yanmaya başladı tezekler. Sıcağı görünce elleri ayakları çözüldü. Ellerini ateşe tutarak oğlunun orasına burasına basıyor, ısıtmaya çalışıyordu. Kendi üşüdüğünün ayrımında bile değildi. ‘Çocuklar ısınsın diye anneler üşür’dü nasılsa” (Su, 2008, s. 20).
Enver Mehmethanlı’nın evrensel bir temaya eğilen “Buz Heykel” hikâyesi,“millî romantik duyuş tarzı”yla kaleme alınmış bir metindir. Şerif Aktaş, millî romantik duyuş tarzını “[şair veya yazarın] aklını ve iradesini kullanarak, sosyal ve tarihî tekevvün içinde coşkuyla kendi ‘ben’ini hissetmesi ve ortaya çıkarmasına sebep olan ruh hâli” olarak tanımlar (Aktaş, 2011, s. 34). “Buz Heykel” hikâyesinde de böyle bir ruh hâlinin tezahürü ile karşılaşırız. Enver Mehmethanlı, bu hikâyesinde millet olma bilinci ve duyarlılığını bir annenin savaş esnasında sergilediği fedakârlık ile ölümsüzleştirmeye çalışır. Hikâyenin hemen başında bu genç anne, şu cümlelerle tasvir edilir: “O genç bir anne, yavrusunu bağrına basmış, yurduna saldıran vahşi düşmanların elinden kaçmış, namusunu kara ellerden kurtarmış, kendini ve bebeğini bu merhametsiz gecenin ellerine çoktan bırakmıştır” (Mehmethanlı, 2013, s. 101).
“Buz Heykel”de olayların takdim tarzı, bakış açısı ve tema bu genç anne etrafında şekillenmiştir. Hikâyenin baş kişisi olan genç anne, millî romantik bir tarzla takdim edilen, verdiği mücadele ile hikâye boyunca yüceltilen ve neticede sembolleştirilen bir şahıs olarak ön plana çıkar. O, metnin sonunda buzdan bir heykele dönüşerek âdeta savaşın acılarını yaşayan bütün Azerbaycan kadınlarının sembolü olarak sunulmuştur. Nitekim Pervin Nuraliyeva (2013), Mehmethanlı ile ilgili kaleme aldığı bir yazıda şu yorumu yapmıştır: “‘Buz Heykel’i okuyan her çocuk kendini buzu yarıp sağ kalan çocuğun yerine koymakta, anasını kahraman görmekte ve en sonunda mücadelesini kendi çocukluğuyla kıyaslayabilir” (s. 9).
Hikâyenin diğer şahısları donmaktan kurtulan bebek ve üç askerdir.
Hikâyede mekân, fiktif/gerçeğimsi/itibarî yapıyı oluşturan önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Edebî eserlerde mekân, bir fon teşkil ederek işlenen olayları anlamamıza ve şahısları tanımamıza yardımcı olur. Metinde olay örgüsünü meydana getiren unsurların özellikleri ve şahısların psikolojik hâlleri mekânın da şekillenmesine etki eden faktörler olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda “Buz Heykel” hikâyesinde olaylar -ismi anılmamakla birlikte- Azerbaycan Türklerinin yaşadığı geniş bir toprak parçasında cereyan eder. Hikâyede annenin ulaşmaya çalıştığı “büyük toprak” ifadesiyle kastedilen dönemin SSCB’sidir. Hikâyede etrafı ormanlarla kaplı nehirler, karla kaplı toprak parçaları, sığınılan kayın ağacının kovuğu geniş mekânın parçası olarak sunulur. “Buz Heykel”de mekân, hikâye kahramanın ruh hâlini ortaya koyacak tarzda sunulmuştur.
Mekân gibi zaman unsuru da hikâyenin genel terkibini meydana getiren önemli unsurlardan biridir. Fiktif/gerçeğimsi/itibarî özellik gösteren edebî eserlerde zaman unsurunun da “gerçeğimsi” olması tabiîdir. Tahkiyeli eserlerde zaman, vaka örgüsünün sunulmasında önemli bir yere sahip olduğu için eserin tahlili esnasında da zamanın belirlenmesi ve değerlendirilmesi gerekir. “Buz Heykel” hikâyesinde işlenen olay, 1941 yılının bir kış gecesinde cereyan eder. Bu tarih, II. Dünya Savaşı’nın bütün şiddeti ile sürdüğü günlere işaret etmektedir. Mehmethanlı’nın savaş yıllarında ülkenin çeşitli bölgelerinde muhabir olarak görev yaptığı bilinmektedir. Bu görevi esnasında yaptığı gözlemler, muhtemelen hikâyesine kaynaklık teşkil etmiştir. Metnin sonuna konulan nottan da hikâyenin 1944 yılında II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Bakü’de yazıldığı anlaşılmaktadır.
“Buz Heykel” hikâyesinin ilk biriminde zaman soğuk bir kış gecesidir ve hikâyede zaman mefhumu da annenin verdiği mücadelenin ağırlığını hissettirecek tarzda takdim edilir. Annenin verdiği mücadele çerçevesinde zamanın donuşu şu cümleyle vurgulanır: “(…) sanki zaman da bu gece donmuş hareket etmiyor, saniyeler ilerlemiyor ve karlı çöllerin sonsuzluğunda bir karış da olsa tükeniş alameti görünmüyor” (Mehmethanlı, 2013, s. 102). Hikâyenin ikinci biriminde ise gece nihayete ermiş, “aydınlığıyla gözleri kamaştıran ayazlı bir sabah” (Mehmethanlı, 2013, s. 103) anlatılmıştır.
Bir yazarın içinde yaşadığı hayat karşısındaki tercih, tepki ve sezgilerini gösteren tavrına “bakış açısı” denir ki bu terim tahkiyeli eserlerde kurguyu hazırlayan unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Yazarın hikâyesini kurgularken takındığı tutum ve kullandığı teknikler bakış açısının oluşmasında etkili olur. Bu minvalde “Buz Heykel”de tasvir ve tahlil edici bakış açıları kullanılmıştır. Tasvirlerin ve tahlillerin gerçekçi bir şekilde yapıldığı hikâye, teklik 3. şahıs ağzından anlatılmıştır. Mehmethanlı’nın kahraman anlatıcı yerine “O” anlatımı da denilen “izlenimci bakış açısı”yla hikâyesini kurguladığı görülür.
“Buz Heykel” hikâyesinin dikkat çeken bir diğer özelliği oldukça kısa bir metin oluşudur. Buz Heykel, bir olayı işlemekle birlikte daha çok zamanın kısa bir kesitini ele alan ve “durum”a yoğunlaşan Çehov tarzı hikâyeye ait özelikler sergiler. Mehmethanlı, hikâyesinde anlatmak istediğini girift ve şiirli bir dille ortaya koymuştur.
Sonuç
Sonuç olarak diyebiliriz ki tahlil etmeye çalıştığımız “Buz Heykel”, Mehmethanlı’nın en tanınmış ve yazarın hikâye dünyasını bir bütün hâlinde yansıtan metinlerden biridir. Enver Mehmethanlı, “Buz Heykel” hikâyesinde trajik olduğu kadar evrensel bir olayı ele almıştır. İzlenimci bir bakış açısıyla kaleme alınan metinde “anne sevgisi” teması merkeze alınarak savaşın insanlar üzerinde yaptığı yıkıntılar şiirli ve girift bir dille, millî romantik duyuş tarzını anımsatacak tarzda işlenmiştir.
KAYNAKÇA
Akpınar, Y. (1994). Azerî Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh.
Aktaş, Ş. (2011). Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı-I. Edebiyat Ve Edebî Metinler Üzerine İncelemeler (ss. 29-39). Ankara: Kurgan.
Karay, R. H. (2000). Gözyaşı, Gurbet Hikâyeleri İçinde. İstanbul: İnkılâp.
Mehmethanlı, E. (2013). Kırmızı Goncalar (A. Tunga Altay ve A.Yeşil, Akt.). Ankara: Bengü.
Nuraliyeva, P. (2013). Enver Mehmethanlı 100 Enver Ağrısı. Kırmızı Goncalar (ss. 5-11). Ankara: Bengü.
Su, H. (2008). Ana Üşümesi. Ankara: Hece.