Kitabı oku: «Ali Akbaş Armağanı», sayfa 2
Çocuk Şairi mi?
Yıllardan sonra Ankara’ya geldi. Üniversiteye girdi. Yüksek lisans yaptı. Fakat o kayda kuyuda gelen adam değildi ki! Bu kadardı işte. Üniversitedeki gençlere Türk dili okutmanlığı yapar, onlara dilin düzenini, güzelliğini buldurmaya çalışırdı o kadar. Sınıf şart değildi, yurttaki odalarında da, çay kahve içtikleri yerlerde de hep bunu yaptı.
Bir zamanlar, çocuklar için yazdığını sandık:
Ay bulutun ağında
Mavi sularda balık
Şaplaya dursun
Çocuk masal çağında
Gönül dağında ceylan
Zıplaya dursun
Kavakta bir kargacık
Dilinde bir nakarat
Vaklaya dursun…
Evet, şaplamak, zıplamak, vaklamak, kargacık… Bunlar çocuk dilinin kelimeleri gibi. Ama ne fark eder ki! Kelimelerin ahengi daha o çağlarda dilimize yerleşmeye başlamaz mı? Şair olmayan bu sesi duyamaz, hissedemez belki ama şair bu sesi bir yerlerinde saklar ve günü gelince meydana çıkarır. Kafdağı’nı hep masallarda duyduk. Bir ulaşılmaz, büyülü âlem gibi çocuk dimağlarımızda yer etti. Evet, çocuk dimağlarımızda sevdiğimiz, hayalimiz Kafdağı’nın ardındadır. Ali Akbaş o imgeyi alır, bambaşka bir düzlemin içine oturtur:
Hastalar,
Kar isterler
Kafdağı’nın ardından
Ve buluttan döşek.
Onlar,
Yaramaz çocuklardır,
Sallanır durur,
Dünyanın balkonundan,
Düştü düşecek!
Eh, “yaramaz çocuklar” da girdi ya şiire, dört başı mamur bir çocuk şiiri geçti elimize. Fakat o ne? Dünyanın balkonundan / Düştü düşecek! Akbaş’ın yaptığı çocuk duyarlılığından istifade ederek yepyeni, özgün imgeler bulmaktır. Hepimizin içindeki çocuğu yakalamaktır. Çocukluk çağlarımıza duyduğumuz özlemin, o derin duygunun gücünden yararlanmaktır. Kitabının adı Masal Çağı olsa da bu böyledir.
Çocuk şairi olmayı kendisi de mi benimsedi ne? 1991’de Kültür Bakanlığının yayımladığı Kuş Sofrası böyle bir izlenim uyandırıyor. Çocuklar için resimlenmiş o güzel baskılı kitabı elimize alınca hissettiğimiz budur. Akbaş’ın çocuk şiirleri bu kitapta toplanmış. Hele ilk yaprağı çevirip de “Sevgili Çocuklar” hitabını görünce, arkasından da “İşte size bir demet şiir. Ben yazdım, Yıldız Ablanız resimledi. Beğenirseniz okursunuz; beğenmezseniz verin kuşlara geri bize getirsinler.” cümlelerini okuyunca izleniminiz, yerini kesin bir hükme bırakır. Ama durun bir dakika! Ali Akbaş’ın kitaptaki ön sözünü okumaya devam edin:
“Aslında ben bu şiirleri yazarken kimlerin okuyacağını hiç düşünmedim bile. Elimden geldiğince güzel yazmaya çalıştım o kadar. Çocuklar için yazılmış bir eseri büyükler de severek okuyamıyorsa o eser kötü bir eserdir. Unutmayalım ki çocuklarını aldatanlar, aslında kendileri aldanırlar.”
Demek ki Ali Akbaş özellikle (burada be tahsis kelimesini kullansam meramımı çok daha belirgin anlatmış olacaktım ama şimdi bir de dil meselemize dokunmayalım.) çocuklar için yazmıyormuş. Çocuk ruhunu, çocuk duyarlılığını yansıtan şiirler de yazıyormuş. Birileri de onları ayırıp bunlar “çocuk şiirleri” diyormuş. Elbette Ali Akbaş her yaştan insanın, her tür duygusunu, duygulanışını eserlerinde yansıtacaktı. Elbette bunların içinde yaşlılar da, gençler de, çocuklar da olmalıydı. Epik de, lirik de, pastoral de olmalıydı ve Akbaş’ın şiirinde bunların hepsi vardır. Kuş Sofrası şiirine “çocuk şiiri” dersek bence bir şeyleri eksik söylemiş oluruz. Şu mısralardaki imgeler, imgeler değil sadece, onların söyleniş, sunuluş tarzı bize halis şiiri vermiyor mu?
Gökyüzünden mâvilik
Buluttan süt sağarız
Gelin öksüzler gelin
Kırkımız da sığarız
Biz yemeden doyarız
Soframız kuş sofrası.
Akbaş’ın derdi şiir dedik ya… O, Yahya Kemal gibi has şiirin, halis şiirin peşindeydi. Halis şiiri yakalayanların da peşindeydi. Yunus’un da Fuzuli’nin de:
Bir çöl gecesinde gök parıl parıl
Fuzûlî mehtaptan şiir sağarmış
Onun ilhamına hız vermek için
Ay daha geç batar, erken doğarmış.
Akbaş’ın Şiirinde Turan
Fakat Akbaş halis şiiri ararken İstanbul ile Osmanlı cetlerimizle sınırlı kalmadı. Nahçıvan’dan Göygöl’e, Kerkük’ten Kırım’a, Kazan’a; Doğu Türkistan’a, Yakut ellerine kadar uzandı. Oyunskiy Sagusu, Saha Yeri’nin, Yakutistan’ın destanıdır. Oyunskiy Sagusu, bir “olonho”dur, Yakut destanıdır. 1939’da kurşuna dizilen Oyunskiy’nin derleyip toparladığı olonholardan biri gibidir. Bu destan şiirde Saha kızları da konuşur, şamanlar da, ak saçlı ozanlar da. Bir ana şaman şöyle konuşur:
Huuu
Gürültülü göklerin
Kara bulutların rûhu
Bir fırtına ol da gel
Davulunu çal da gel
Kov şu gürûhu
Huuu
Umay Anamızın rûhu
Gökyüzünden in de gel
Bir ak kuğu ol da gel
Üstümüze kanat ger
Bizleri koru…
Bu Yakut destanını bir Orta Asya destancısının sesiyle okumalı. Yahut en iyisi You Tube’a Juliana Yakut yazıp onun ağız kopuzunu dinlerken okumalı. Yakut kızı Juliana’nın sesi ile Akbaş’ın Şaman Anası’nın sesi birbirine karışmalı.
Ahmet Cevat’ı biliriz bilmesine, onun o ihtişamlı Çırpınırdın Karadeniz’ini boğazımız yırtılırcasına okuruz okumasına ama onun memleketini, Göy-göl’ü bilir miyiz? Gidip görmeyenimiz çoktur elbette ama Ali Akbaş’ın şiirinden Göygöl’ü bir efsane gibi okumamız mümkündür:
Yanılıp Göygöl’ü su sanmasınlar
Bismillâh demeden yıkanmasınlar:
Bir seher vaktinde vardım Göygöl’e
Burda kızlar gül takıyor kâküle
Alev alev bir gül attım su yandı
Sunam derin uykusundan uyandı…
Efsaneden, masaldan kurtulamaz Ali Akbaş. Mısralarında masallardan, efsanelerden izler vardır. Cinler, devler vardır. Tuttuğu gül alev alevdir, atınca su tutuşur. Göygöl bazen tüllere bürünmüş bir kızdır, bazen feleğin düşmüş aynası. Bazen de ağlayan göz gibi buğuludur. Sanki Tepegöz’ün babası çoban, peri kızını orada yakalamıştır. Köroğlu, Kaçak Nebi hep oralarda at sürmüştür. En iyisi bir tar eşliğinde dinlemeli şiiri. Çünkü şiir musikidir. Şükrü Elçin’in Doğu Türkistan’dan getirdiği bir taşa yazılır şiir, yine musiki olur:
İşte şu ince yol gider Turan’a
Bir mızrak ormanı tuğlar gölgesi
Savaşlar döş döşe kıran kırana
Duyuluyor ok ıslığı nal sesi
Bir arzuhâlim var Bahadır Hân’a
Kalksın aradaki zaman perdesi
Tarihi gizleyen duman perdesi.
Akbaş’ın şiirinde zaman perdesi kalkar. Manasçının kopuzunda, Alpamısçının dombrasında olduğu gibi. Mısralar perde perde musiki olur; musiki eski zamanlara giden yol olur.
Zampok Eyin Pi?
Sanılmasın ki Akbaş’ın şiirinde sadece Turan var, destan var; karlı dağ, derin göl, çorak bozkır var. Onun kaleminde her şey şiir olur:
Leylâ’nın başına örttüğü tül kadar ince
Dolunay bir buluta bürününce
Şiir oluyor
Kumsalda bir kedi gibi uysal
Dalgalar ayağımı yalıyor
Şiir oluyor
Bahçede çim biçiyor bir ihtiyar
Kokusu genzime doluyor
Şiir oluyor…
Evet, gören gözler, hisseden yürekler için her ânımızda, oturduğumuz kalktığımız her yerde şiir var. Şiir var ama şairin kalemi değerse şiir ortaya çıkar. Dilin ahengi mısralara yansırsa şiir ortaya çıkar. Anlam duyguya, duygu sese bürünürse şiir ortaya çıkar. Aksi “cambaz”lıktır:
“Zampok eyin pi?” Yani,
“İp niye kopmaz!…”
Diyor şair
Azizim
Niçin kopmasın ip?…
Siz bu kadar gererseniz
İp kopar
Cambaz düşer
Seyirciler dağılır
Ve bir anda
Yasa dönüşür eğlence.
Şiirin sesini, ahengini, içindeki ince duygu ve manayı yok eden şaire (müteşaire mi desem?) bir itirazdır bu. “İpi gerenler” deyince aklınıza kim geliyorsa işte onlar Türk şiirini, dilin sesini yok etmeye çalıştılar, şiir okuyucusunu dağıtmaya çalıştılar ama elbette yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen bir dil, birkaç “cambaz”ın kalemiyle ahengini kaybedecek değildi. Bizim hüznümüzün, bizim sevincimizin, bizim yasımızın, bizim zaferimizin şiirini yazan şairleri bu dil elbette var etmeye devam edecekti. Genç Korkut Akbaş’tan Ali Akbaş’a evrilen şairimiz işte bunlardan biridir.
Yakup Ömeroğlu ile
ALİ ABİ VE BAZI HATIRALAR
Yakup ÖMEROĞLU
İnsanların hayatındaki bazı küçük kesitler, onların ruh derinliklerini anlamak için büyük imkân tanır. O kısa sürelerde, âdeta insanın iç alemini, ruh dünyasının gizli köşelerini örten perdeler kalkar ve insan, bir anlığına makyajlarından arınmış olarak ortaya çıkar. Bu kesitler gece yağmurunda şimşek aydınlığı gibidir.
Ali Akbaş’ın 80. Yaşı anısına hazırlanan kitap için kaleme alınan bu yazıda, onun hayatında benim şahit olduğum ve onu daha yakından tanınmasına imkân sağlayacağını düşündüğüm hatıraları anlatmak istedim.
Bu yazı vesilesiyle düşündüm de ben, Ali Akbaş abiyi, 35 yılı aşkın bir süredir tanıyorum ve bu zamanın son 25 yılında çok yakın ilişkilerimiz oldu.
O bizim abimizdi, daha doğrusu büyük abilerimizdendi. Abilik, biraz hamiliği, biraz hocalığı arkadaşlık hamuru ile birlikte içine alır. Bu yüzden “abilik”, bizim nesillerde başkanlık, hocalık gibi pek çok ilişki türü ve unvandan üstün tutulur. Bir Kerkük türküsü, “ben sana bey derim, daim beyler bey olur” diyor. Abilik de öyle bir şeydir. Abilik ilişkisinin üzerine çok az şey çıkabilir.
Ali abi, bizden önce pek çok nesile de abilik yapmıştı.
Denebilir ki, Ali abi Ankara’ya tayin olduktan sonra Başkent’te kültür, sanat ve edebiyatla ilgilenen pek çok insanın sanat anlayışına, düşünce yapısına tesir etmiştir. O abilik yaptıklarına gönlünün kapısını açtığı gibi evinin kapısını da açar ve muhterem eşleri Ayten abla bu gençlerin ablalık görevini de hiç sorgulamadan üstlenir.
Bizim Ali abinin evine davet edildiğimiz zaman Oran semtinde Anadolu sitesinde oturuyordu. Hâlbuki asıl efsane ev ortamı Emek Mahallesindeki evidir. Kimler misafir olmamıştı ki o eve: Bayram Bilge Tokel, Cemal Kurnaz, Yağmur Tunalı ve pek çok isim. Zamanın ruhundan ve Emek mahallesinin merkezi oluşundan mıdır bilmem o evin atmosferini yaşayanlar bugün de özlemle o hatıraları anlatıyorlar. Biz Anadolu Sitesinde Ali abinin evine davet edildiğimiz de oğulları Taşer ve Emre’nin bağlamalarını dinledik, küçük oğlu Selçuk ise bütün kaidelerini icra etmek istercesine zor söylenen, müzik yapısı ağır olan “Dağlar dağlar viran dağlar… ” adlı Balkan türküsünü söylerdi. Bu bir tür kültür mahfili olan evde yalnızca Ankara’da yaşayan gençler, kültür sanat adamları konuk edilmezdi. Türk Dünyası’ndan Ankara’ya yolu düşen şairler yazarlar da uğrar hatta bazıları günlerce Abinin evinde misafir edilirlerdi. Mesela Yakutistan’dan gelip Ankara Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan ve Saha Yakut kültür ve edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasına önemli katkılar sunan Yuri Vasley bunlardan biriydi. Onun ziyaretlerinin birinde ben de Ali abinin evindeydim ve merhum Yuri hoca aileden birisi gibi eve geliyor ve çocukların amcası olarak bu sıcak aile ortamını paylaşıyordu. Ama Türk Dünyası’ndan Ankara’ya gelip Ali abinin evinde misafir edilenlerden en ilginci Çuvaş Şair Raisa Sarbi olsa gerek. Sarbi Türkiye Türkçesini neredeyse hiç bilmiyordu ve Ayten abla da doğaldır ki hiç Çuvaşça bilmiyordu ama onların kendi aralarında yaptıkları sohbeti Ali abi uzun yıllar keyifle anlattı ve hayretle “anlaşamıyorlardı” diye bu sohbetten bahsederdi. Özbek şair Tahir Kahhar, Azerbaycanlı Doktor Ramiz Bey ve daha niceleri Ali abinin aile ortamını ve evini hiç çekinmeden ziyaret edenlerdendi.
Bu güzel evin insanlardan başka konukları da olurdu: Balkona gelen kuşlar… Diyeceksiniz ki bütün balkonlara kuşlar konar. Evet, ama Ali abinin misafirleri henüz yumurtadan çıkmış güvercin yavruları. Güvercinler balkonlarına yuva yaptığını görünce balkonun kapısını çekip onlar rahatsız olmasın diye uzun süre balkonlarını kullanmazlar ama balkon kapısından da onları keyifle izlerler. Ailece ve günü geldiğinde yumurtalardan güvercin yavruları çıkar anne babaları yavruları beslemektedir ama henüz yumurtadan çıkmalarına kısa bir süre olmuştur ki artık anne baba güvercinler görünmez olurlar işte bunu fark eden Ali abi 3 yavru güvercinin anne babalığı görevini de üstlenir. Bu çok zordur elbette, yeni doğmuş kuşlara ne yedirilir, onların sağlıklı gelişmeleri için nelere ihtiyaçları var, nasıl beslenebilirler, büyümeleri için ne yapmak gerekir, Ali abi büyük bir heyecanla önce bunları öğrenir ve hazırladığı mamayı balıkla yavru güvercinlerin ağzına vererek onları sevgiyle şefkatle büyütür ve günü geldiğinde artık yuvadan uçarlar onun bu merhametini şefkatini bilen dostları da yardıma ihtiyacı olan kuş yavrularını getirip ona emanet verirler. Mesela Naci Bostancı’nın anne babasını kaybeden kuşları Ali abiye getirip emanet ettiğini hatırlıyorum Ali abi o yavruları da büyük bir özenle besleyip büyüttü ve yuvadan uçurdu.
Abilik; biraz hamilik, biraz hocalık ve biraz da arkadaşlıktır demiştik ya bir kış günü görüştüğümüzde onun yorgun hatta biraz da üşütmüş ve rahatsız olduğunu fark ettim ne olduğunu sorduğumda anlattığı hikâye çok ilginçti:
Hasköy’de bir bekâr evine gitmişti gece. İki battaniyeyi koltuğunun altına alıp o bekâr evindeki gençler üşümesinler diye dolmuşlarla otobüslerle gençlerin evine varmıştı. Gençlerin evinde yakacaklarının azaldığını duymuştu başkalarından, hem hâllerini görmek hem de iki battaniye götürüp ısınmalarına destek olmak için soğuk Ankara gecelerinde yollara düşmüştü. O yıllarda akşam olduğunda dolmuş ve otobüsler son derece azalırdı. Dönüşte, geç vakitte araç bulmak için beklerken bir miktar üşümüştü. Kırgınlığının ve yorgunluğunun sebebi yaşadığı o soğuk geceydi.
Şiir sözlerle resim çizmektir biraz da ama Ali abi fırçayla resim çizmeyi çok arzu ediyordu onun karakalem çalışmaları, karakalem portre çalışmaları aslında dostlar arasında meşhurdu son derecede başarılıydı kaç yağlı boya takımı kuruttu bilmiyorum ama resim çalışmak için, yağlı boya resimler yapmak için malzemeler aldığının ben şahidiyim. Kelimelerle tablolar çizen usta yağlı boyayla gönlünün renklerini tuvale yansıtma imkânını maalesef hiç bulamadı ama onun için sevdiklerinin karakalem portrelerini çizmek hoş bir tutkuydu. Âdeta sohbet esnasında bir ağaç gölgesinde çay içerken siz farkında olmadan Ali ağabey bir karakalem portresini çizip size uzatabilir.
Resim çizme isteği onda sıradan bir tutku değildir aslında resimden anlayan, resimleri yorumlayabilen bir resim kültürüne de sahiptir Ali Akbaş. Ünlü Alman besteci Hans Eisler şöyle diyordu: “Sadece müzikten anlayan, müzikten hiçbir şey anlamaz”. Ali Akbaş için de sanat bir bütündür: resim de, müzik de, heykel de, geleneksel sanatlarımız da ve hayatın kendisi… Müzik demişken Ali abinin Türk halk müziği ile ilgili kültürü emsalsizdir. O türkülerimize bir başka bakar, türkülerimizi bir başka dinler. Halk müziğiyle uğraşan müzisyen dostlarım da dâhil çok az kişide Ali abinin türkü kültürü kadar geniş ve derin bir birikime rastladım. “Türküler bizim romanlarımızdır” diyordu ya Yahya Kemal, Ali abi de türküleri biraz öyle dinler, biraz öyle okur. Türküleri dinlerken Anadolu’nun dertlerini, çilelerini yüreğinde hisseder ve oradan bir kültür tarihi çıkarır. Bizim türkülerimizdeki şifreleri çözer. “Elif dedim, be dedim, kız ben sana ne dedim” diye başlayan türküyü, pek çok kişi türkünün bu mısralarını kafiye tutturmak için söylenmiş zannederek hafife alır. Ama Ali abi türküyü söyleyenin sevdiğinden su istediğini düşünür. Elif ve be yan yana geldiğinde eski dilde ab olur ki bu da su demektir. Pek çok husus vardır türkülerde onun fark ettiği belki bu yüzdendir en güzel türkülerimizden ikisinin ona ait oluşu. “Kimse çekmez türkülerin çektiğini kervanda buğradır bizim türküler.” Türküler şiirinin bir başka mısraında; “Bizim kızlar bulmayınca dengini ya türkü yakar ya kendini” diye Anadolu’nun genç fidanlarının yaralarına ortak olur. Bu geniş halk müziği kültürünü, diğer bütün alanlarda olduğu gibi çevresindekilerle de paylaşır, onların da zevklerinin, bilgilerinin, kültürlerinin gelişmelerine katkıda bulunur. Bu manada kıymetli eşleri Ayten ablanın müzik zevki ve kültürü de eşsizdir. Oğulları Taşer’in nikâh merasimi yapılacaktır, Ankara’nın güzel salonlarından birisi Atakule’nin içindeki nikâh salonu kiralanır ve Ayten abla salon görevlilerine misafirlerin karşılanması sırasında ve merasim süresince Türk sanat müziği eserlerinin çalınmasını istediklerini ifade eder ve lütfen Sadettin Kaynak’tan bu tarafa gelmeyin, eski eserleri dinletin diye de özel bir talimat verir. Bilmem, kaç kişi farkındadır; Sadettin Kaynak’tan sonra sanat müziği eserlerimizin bestelerinin arabeskleştiğinin. Bestelerdeki bu seviye zafiyeti Ayten ablayı rahatsız etmektedir Ayten ablanın salon görevlilerini bu tarzda uyarmasından Ali abi son derece memnun olmuştu ve bunu sonraki dönemlerde de sık sık dile getiriyordu. Çevresinde olan herkesin, hepimizin yalnızca şiir ve edebiyat zevkinin değil, müzik ve resim zevkinin gelişmesinde de onun tutumunun, davranışlarının, yaşayışının önemli katkıları vardı elbette.
Yazılan şiirlerin, hikâyelerin, yazıların sevdikleriyle ve zevkine güvendikleriyle karşılıklı okunması, istişare edilmesi Ali abinin sık yaptığı davranışlarındandı. Yeni bir şiiri, yeni bir hikâyeyi karşılıklı olarak dostların birbirine okuması çok ayrıcalıklı bir durumdu elbette. Eserlerinin kendisi olduğu gibi, bazen onlara isim verme de bu istişarelerin konusu olurdu hatta yalnızca şiirlerin, hikâyelerin, kitabın ismi değil yapılan televizyon-radyo programlarının isimlerini de tartışırdık. 2008 yılı olmalı, sanatçı dostumuz İrfan Gürdal’la TRT’de bir program hazırlığındayız. Programda Türk Dünyası’ndan müzikler olacak. Bu müzikleri İrfan Gürdal’ın şefliğinde Türk Dünyası Müzik Topluluğu icra edecek, Türk Dünyası’ndan sanatçılar davet edeceğiz ve müziklerin arasında da Türk Dünyası’yla ilgili sohbet bölümleri olacak. Ben de bu sohbet bölümlerinde İrfan’la beraber bulunacağım. Programın adını bulmakta zorluk yaşıyorduk çünkü daha önce hiç kullanılmamış bir isim olmalıydı bizim önerdiklerimizin hemen tamamı ya beğenilmemiş ya da daha önceden başka programlar tarafından kullanılmış çıkıyordu. Programın hazırlık aşamalarında Ali abi ile istişare ediyorduk isim bulamadığımızı söyledik. Programa bir ad konulmalıydı, Ali abi birkaç teklif sıraladı ama onun teklifleri de daha önce kullanılmış isimlerdendi. “Ayten’e soralım” dedi. Daha önce Ayten abla Bayram Bilge Tokel ağabeyin programına isim koymuştu. Çok geçmeden bizim programımıza da bir isim buldu: Programımızın adı Gönül Bağı olacaktı. İlginçtir gönül dağı adında birkaç kez program yapılmış ama hiç kimse Gönül Bağı adında, bir program adı olabileceğini düşünmemişti. Bu güzel isim bizim programımızla başladı. Hem gönüller arasındaki ilişkiyi; halklar, sanatlarımız, tarihimiz arasındaki bağları hem de bahçe anlamındaki gül bağı gibi güzelliklerle dolu bir mekânı çağrıştırması bakımından Gönül Bağı çok güzel bir program adıydı ve bizim programımıza da çok uygundu. Sonraki yıllarda Gönül Bağı ismini TRT başka yapımlar içinde kullanmaya devam etti.
Ali abi dostluklarına çok kıymet verir, bir şehir birkaç kişiyle anlamlıdır der, birkaç dostu o şehirde yoksa o şehrin ışığı da onun için sönmüş demektir.
Ali abinin Türk kültürüne ve onun değerlerine olan bağlılığı çok yüksektir. Bunun en güzel örneğini Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı ile ilgili çalışma esnasında yaşadığımız bir hatırayı paylaşmak isterim. 2007 yılıydı ve biz Avrasya Yazarlar Birliği olarak faaliyetlerimize yeni başlamıştık. 2008 yılının Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı olduğunu fark etmiş ve bununla ilgili çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorduk. Birkaç yönetim kurulu toplantısını yalnız bu gündemle yaptık. Kaşgarlı Mahmut’un bininci yılını uluslararası bir seviyede kutlamalıyız bunun temini için bizim yapabileceklerimizi sıralamıştık. Bu seviyeye ulaşılamazsa hiç değilse bir ya da birden çok Türk devleti bu yıla sahip çıkmalı ve devlet seviyesinde kutlamalıydı. Bunların hiçbirisini başaramazsak biz Avrasya Yazarlar Birliği olarak kendi imkânlarımız ölçüsünde bu yılı kutlama gayretine girecektik. Kültür Bakanlığına, Millî Eğitim Bakanlığına gelecek yılın Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılı olduğuna dair yazılar yazdık, darphaneye bininci yıl hatıra parası basılması için, postaneye Kaşgarlı Mahmut pulu çıkarılması için müracaatlarda bulunduk. 2007 yılının sonbaharında Bakü’de Türk Dünyası Kurultayı toplanıyordu. Kurultayın açılışında devlet başkanlarımızın Kaşgarlı Mahmut yılını kutlayacaklarına dair konuşmalarında ifadeler bulunmasını veya kurultayın sonuç bildirisine bu hususun dâhil edilmesi için girişimlerde bulunduk. Bu arada yönetim kurulunun önünde mühim bir mesele daha vardı Kaşgarlı Mahmut’un eşsiz eseri Divanı Lügatit Türk gibi kayıp olan ama bazı kaynaklarda varlığından bahsedilen hatta Kaşgarlı Mahmut’un kendisinin Türkçenin gramerini yazdım dediği Kitab-ı Cevahirin bininci yılda bulunması için bir kampanya düzenlemeye karar vermiştik. Bilindiği gibi dilimizin emsalsiz eseri Divanı Lügatit Türk de uzun yıllar kayıptı aydınlar onun varlığını biliyorlardı fakat kendisini gören olmamıştı. Ali Emirî Efendi, Divanı Lügatit Türk’ü buldu ve Türk Dünyası’na, insanlığa hediye etti acaba Kitab-ı Cevahirin de bulunabilir miydi? Bulunmasa da böyle bir kitabın varlığından uluslararası kamuoyu daha yakından haberdar edilip farkındalık oluşturabilir miydi? Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu amaçla bir ödül ilan edecektik. Ödülün miktarını yönetim kurulu uzun süre tartıştı, ödülü altınla vermeye karar verdik. Altının miktarı ise bininci yılda 1000 altın olacaktı. Kaşgarlı Mahmut’un doğumunun bininci yılında onun kayıp eseri Kitab-ı Cevahirin’i bulan kişiye 1000 Cumhuriyet altını ödül verilecekti, bu kararı verilmişti. Arkadaşlarımızdan birisi sorma ihtiyacı duydu: 1000 Cumhuriyet altını bizim için oldukça büyük bir meblağdı eğer bir kişi ben Kitab-ı Cevahiri buldum diyerek gelirse, biz 1000 Cumhuriyet altınını nereden bulacaktık? Bu soru sorulduğunda yönetim kurulunda önce küçük bir tereddüt oluşmuştu ki Ali abi hiç tereddütsüz şu cevabı verdi: Benim oturduğum ev 1000 Cumhuriyet altınından fazla eder. Ben evimi bu ödülün fonuna koyuyorum. Eğer Kitab-ı Cevahirin bulunursa evim satılıp ödülün parası sahibine ödenecektir. Bu süre içerisinde bana hak vâki olursa vasiyetimdir bunu böyle yaparsınız.
Ali abinin oturduğu bir evi vardı ve o evi de Kaşgarlı Mahmut’un, Kitab-ı Cevahirin adlı eserinin bulunmasının ödülü olarak, bulan kişiye vermeye hiç tereddütsüz razıydı. Evet, onun Türk kültürüne ve tarihine gönülden bağlılığını anlatmak için pek çok hatıra bulunabilir ama bence en çarpıcı olanı ve Ali Akbaş’ı en iyi anlatanı onun Kitab-ı Cevahirin hatırası olsa gerektir.
Ali Akbaş hayatını bu adanmışlıkla yaşamış, büyük bir şair ve kültür adamıdır. Onun dost halkasında bulunmak, dostlar arasında sayılmak, talihin bize sunduğu büyük bahtımızdır.