Kitabı oku: «Altın Sincap», sayfa 2
Lele Ğıymadiyeva
HANGİSİ GERÇEK HANGİSİ HAYÂL ?
Aybulat’ın odasında ne yok ki… Karşıki duvarı boydan boya kaplayan dev ekranlı ev sinemasından, dvd çalardan tutun da, rengârenk balıkların yüzdüğü kocaman akvaryuma kadar var. Sağ taraf duvarı bir uçtan öbür uca çeşit çeşit bilgisayarlar kuşatmış durumda. Dizüstü bilgisayardan alın da, sağında solunda yazıcısı, tarayıcısı bulunan koca gövdelisine kadar, hepsi orada mevcut. Onun karşısındaki uzun, dar masada irili ufaklı cep telefonları var. Aybulat bu eşyalar arasında tekerlekli koltuğundan hiç kalkmadan hareket ediyor. Annesi sabahleyin işe giderken tabak dolusu pastırmalı, peynirli sandviçleri, kutu kutu meyve sularını odasına bırakıyor. Bu leziz şeyler Aybulat’ın peşinden odanın kâh bir köşesine kâh öbür köşesine geziniyordu. O, ya ihtiyaç gidermek için ya da anne babası eve gelip yemeğe çağırdıklarında ancak kalkıyordu tahtından. Ne dışarıdaki çocukların bağrış çağrışlarını, ne arabaların uğultusunu duyuyordu. Kulağındaki kocaman kulaklıktan çıkan “dım tıs dım tıs” ritmine kendini kaptırmış, kafasını gövdesini oynata oynata, sabahtan akşama kadar sanal dünyasında yüzüyordu. Kâh korkunç yaratıklarla savaşıp kan ter içinde kalıyor, kâh koltuğuna gömülüp, birbirinden çirkin varlıklarla dolu çizgi filmleri seyrediyordu. Bunlardan da bıktı mı, volkmeni, cep telefonları yerlerinden oynuyordu…
Geçenlerde köyden babaannesi geldi. Aybulat’ın odasına girince yüreği parçalandı kadıncağızın: “Ah yavrum! Anne baban seni mahvetmişler!” diyerek ağladı. Aybulat buna çok şaşırdı. Anne babası, o televizyonda ne görse alıyorlar, bir dediğini iki etmiyorlardı. Ne demek şimdi yani mahvetmişler? Daha başka nasıl olmalıydı ki o? “Bu yıl inşallah ilkokula başlayacaksın!” dedi ninesi sevinçle. Aybulat bunda sevinecek bir şey göremedi. O zaten çatır çatır okuyordu. Kalem tutmayı bilmese de, bilgisayarda her hangi bir kelimeyi yazabiliyordu. Ona okul falan gerekmiyordu. Filmlerde görmüştü okulun ne olduğunu. Öğretmenlerin çocuklara neler çektirdiğini çok iyi biliyordu.
Bugün, bir elinde sandviç, diğerinde kumanda, koltuğuna oturmuş halde ayağıyla yeri iterek pencereye kadar geldi. Açık pencereden perdeleri dalgalandıra dalgalandıra (Hayret! Annesi nasılsa bugün pencereyi kapatmayı unutmuş.) başta soğukça bir rüzgâr akın etti odaya. Peşi sıra, Aybulat’ın kafasından büyük bir futbol topu girdi içeri. Aybulat lokmayı çiğnemeyi bırakıp, kulaklığı çıkardı ve şaşkınlık içinde baka kaldı. O sırada dışarıda bağrış çağrış başladı. Sokaktakiler yavaşça pencerenin altına yaklaştılar ve bir çocuğu başlarını yukarı doğru kaldırdılar. Saçı başı dağınık, tişörtü kirlenmiş bu haşarı çocuk, bütün odaya şöyle bir göz gezdirdi ve başını sallayarak:
– Vay, vay, dedi.
– Sen de kimsin? diye sordu Aybulat, zihnini toparlayarak.
– Adım Marat! Komşunuzun çocuğuyum. Benim seni görmüşlüğüm var ama adını bilmiyorum. Seni kocaman siyah arabaya bindirip bir yerlere götürüp getiriyorlar değil mi?
Nereye olsun canım, sinemaya tabii ki. Orada sana büyülü bir gözlük veriyorlar. Kulağına da daha büyük bir kulaklık takıyorlar. Böylelikle filmin içine girip oradaki şovalyelerle birlikte savaşmış gibi oluyorsun. Uçsuz bucaksız okyanuslarda kocaman gemilerde yüzüyorsun. Hatta üzerine tuzlu su bile sıçrıyor…
Aybulat şu an hayâlinde ta nerelere gidip geldi. Pencere kenarında oturan çocuğu da neredeyse unutuyordu. Onun:
– Peki sen sokağa neden hiç çıkmıyorsun, sorusu kendine getirdi.
– Sokağa… Peki, ne varki sokakta? Ay-bulat ona tuhaf tuhaf baktı. Onun için kendi odasından başka ilginç bir yer olması mümkün değildi.
– Ne olduğunu kendi gözlerinle görmek istemez misin? Hadi o zaman topu ver de, birlikte çıkalım.
Aybulat koltuğundan güçlükle kalkabildi. Ayakları iyice uyuşmuştu. Masanın altına yuvarlanan topu nefes nefese eğilip aldı. Sonra sandalyeye emekleyerek çıkıp Marat’ın yanına, pencere kenarına oturdu.
Peki dışarıda ne vardı? Tıpkı televizyon ekranındaki gibiydi. Aynı oradaki gibi ağaçlar ve otlar. Futbol sahası.... Çocuklar… Bunlar çizgi filmdeki galaksi futboluna yetişemez tabii ki. “Hadi, hadi.” diyerek ısrar etti Marat. “Top oynamayı denemek ister misin?”
Aybulat bu soruya cevap veremedi. Topa kendi ayağınla vurmak nasıl bir şeydi acaba? Ama yine de kabul etti. Fakat sokağa nasıl çıkacağını kestiremedi. Evleri zemin katta olsa da pencere yerden yüksek sayılırdı. Bu yüzden korkuyordu. Baksana, Marat oluk borusunu kucaklayıp kayarak kolayca iniverdi. Gülerek Aybulat’a bakıyordu. O sırada pencere hizasına bir kaç çocuk daha geldi. Hadi, hadi demeye başladılar. O an Aybulat’ın aklına çok güzel bir fikir geldi. Filmde gördüğü şeydi bu tabii ki. Kalın perdeyi var gücüyle çekip kornişinden söktü ve dışarıya attı. Çocuklar onun düşüncesini hemen anlayıverdi. Apar topar perdeyi dört bir taraftan gerdiler. Aybulat gözlerini sıkıcı yumdu ve aşağıya atladı…
Yere ayağı değer değmez, Aybulat’ı en çok şaşırtan şey şu oldu: Evlerinin önü kızlar oğlanlarla doluydu. Yakalamaca oynuyorlar, salıncakta sallanıyorlar, top oynuyorlar, ağaca tırmanıyorlar, daha neler neler yapıyorlardı… Tıpkı filmlerdeki gibi. Bunlar gerçek mi diyerek hepsine tek tek dokunmak istedi. Böyle sersemlemiş bir halde kala kalmışken, Marat Aybulat’ı âdeta koltuğuna girerek futbol sahasının kenarına kadar getirdi. Topu önüne şak diye koydu ve: “Hadi vur!” dedi.
Heh! Ne var ki bunda! Çizgi filmlerde görmüşlüğü var canım. İstese ta şu ağacın tepesine kadar uçurabilirdi topu. Aybulat ne tarafa şut çekeyim diye biraz düşündü. Sonra ayağını burnuna kadar kaldırdı. Ortalığı inleterek bağırdı ve bir vuruş yaptı. Top kımıldamadı bile. Dahası kendisi şap diye düşüverdi yere. Çoluk çocuk kahkahayı bastılar. Aybulat yattığı yerde hiç hareket etmeden, bu durumda ne yapılacağını düşünmeye başladı. Onların yaptığı gibi yapmalıydı. Kendini zorlayarak gülmeye çalıştı. Sonra da diğer çocuklar gibi topun peşinden koşturmaya başladı. Koşarken ayakları birbirine dolanıp düştü. Üstü başı toza toprağa belendi. Çok kötü yoruldu. Oradan biraz uzaklaşıp dinleneceği bir yer aramaya gitti. O sırada bir de ne görsün! Dört tekerlekli kocaman bir bebek arabası duruyordu karşısında. İçi bomboş. Aybulat fazla düşünmeden ayaklarını sallandırarak bebek arabasının içine uzandı. Fakat bu keyif fazla uzun sürmedi. Şişman bir teyze bağıra çağıra, ellerini sallayarak yanına gelip dikeldi:
– Kalk! Utanmaz! Bu ne terbiyesizlik, diyerek arabayı sallamaya başladı.
Aybulat yattığı yerden uzun süre şaşkınlıkla baktı. Teyze baktı olmuyor, kocaman elleriyle onu kavarayıp aldı ve ayakları üzerine yere bastırdı.
– Sen laftan anlamıyor musun? Kimin oğlusun sen? Babana söyleyeyim de aklını başına getirsin bir güzel. Hiç utanmıyor da!
Utanınca kendini sıkıp yüzünü kızartman gerekiyordu herhalde. Filmde öyle yapıyorlardı. Sonra da başını öne eğip sağ ayağının baş parmağıyla toprağı eşeliyorsun. Aybulat da öyle yaptı. Teyze onu bir sürü azarladı ve oradan ayrıldı.
Canı sıkılarak: “İnsanlar bu sokak denen yerden ne zevk alıyor ki?” diye düşündü. O sırada karşısına, kocaman bir çoban köpeğiyle sahibi çıkıverdi. Aybulat sevinçten uçuyordu. Kendi sanal dünyasında tıpkı böyle bir köpeğe binip dolaşıyordu çünkü! Onunla sürüngenlerle dolu mağaralara giriyor, bulutlara binip gökyüzünde de uçuyordu. Denize inip insan kafalı balıklarla da savaşıyordu…
Kucağını açmış bekleyen Aybulat’a, çoban köpeği hırıldamaya başladı. Aybulat durmadan köpeği kucaklamak, kocaman başını, yamyassı kulaklarını okşamak için çabalıyordu. Köpek arka ayaklarına dikeldi. Hırlayarak çirkin siyah dişlerini gösterdi. Sahibi yularından çekmese, bu şımarık çocuğu parçalamaya hazırdı.
– Ne yaptığını sanıyorsun sen şaşkın, diye azarladı adam elindeki gazeteyi sinek kovalar gibi savura savura. Oyuncak mı sandın sen bunu?
Aybulat adama tuhaf tuhaf baktı. Ne yapmak istiyordu bu insanlar? Ne yapsan yaranamıyorsun onlara. Ne diye şu Marat’ın peşinden çıkmıştı ki? Güya dışarısı eğlenceliymiş! Yok, hayır onun kendi kurduğu dünyası var. İster aya çıkar, ister denizin derinliklerine dalar. Kafası bozuldu mu, bu köpeğin sahibine, şu şişman teyzeye, top oynayan ukalâ çocuklara yüz çeşit silahla ateş edebilir…
Böyle canı sıkılmış yürürken, sokağın öbür ucunu bulmuş meğer. Gittiği yönde: “Bu arabalar gözlerini fal taşı gibi açmış bana doğru neden bağıra çağıra geliyorlar acaba?” diye hayretler içinde kaldı. Hemen karşısında kocaman vinci görünce tekrar heyecanlandı. Dur bir dakika! Onun bildiği bir şeydi bu! Aha bak şimdi şu kancaya tutunup mavi gökyüzüne uçacak. Futbol sahasına da, vızır vızır giden arabalara da, apartmanların tepelerine de, onu tekerlekli koltuğundan kaldıran çocuklara da yukarıdan bakıp geçecek o…
Kancanın böyle dibine kadar gelmesini kimbilir nasıl bir heyecanla beklemişti. Birinin kocaman elleriyle onu kucağına alıp sokağın öbür başına indirmesiyle kendine geliverdi. “Demek bu da hayâl ettiğim gibi olmayacak.” diyerek daha bir içerledi.
Annesi oğlundan önce eve gelmişti. Aybulat’a kapıyı açtığında nutku tutuldu. Eli ayağına dolaştı. Oğlunun kire batmış yüzünü, başını öpmeye başladı. İyice örselenmiş tişörtünü, çimen kokusu sinmiş kot pantolonunu çıkarttı ve: “Ne yaptılar sana böyle yavrum, ne yaptılar sana bir tânem, diye söylendi durdu.
… Annesi ertesi gün pencereleri kapatmayı unutmadı. Aybulat için tabak dolusu nefis yiyeceker bıraktı odasına. Evden çıkarken kapının kitlenip kitlenmediğini defalarca kontrol etti.
Ama ne var ki Aybulat’a bir haller oldu. O gün onun irili ufaklı bilgisayarları işsiz güçsüz oturdu. Televizyonu da tatil yaptı. Telefonunun kâh biri kâh ötekisi çeşit çeşit müzikler çalsa da yanlarına bile yaklaşmadı. Tekerlekli koltuğuna öfkeyle tekme attı ve sokağa bakan pencerenin yanına geldi. Başını pencereye dayayıp derin derin düşünmeye başladı. Hangisi gerçek hangisi hayâldi bu dünyanın? İşte şu an bu soruya cevap bulması lazımdı.
Rinat Möhammediyev
GERDANLIKLI GÜVERCİN
Pencerenin karşısına bir güvercin kondu. Beyaz bir güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Ama yine de benim pek fazla ilgimi çekmedi. Bu civarda müstakil evler çok olduğundan herhâlde, öylelerine rastlamak sıradan bir şeydi. Aslında günümüz şehirlisini hayrete düşürmek âdeta imkânsız. Hele bir güvercin onu hiç etkilemez. Güvercinin mavisini de, kahverengisini de, gümüş renklisini de, beyazını da hatta sarısını bile görmüşlüğüm var. Güvercini umursamayıp masamdaki işe daldım.
Böyle epey bir zaman geçti galiba. Güvercini ben unuttum gittim tabii. Başımı bir kaldırdım, hâlâ pencerenin karşısında duruyormuş mübarek. Biraz önce konduğu yerden milim bile hareket etmemiş. Kurumlanıp duruyordu işte. Güneşte ısınıyor diyeceğim ama, hava bulutlu. Üstelik kuzeyden soğuk rüzgâr da esiyor. Yaz demeye bin şahit lazım.
Bunlar bir yana, boynunu uzatıp başını kaldırdı. Gözetlendiğini sezdi galiba. Dönüp, çiy damlacıkları gibi gözlerini bana dikti. En fazla iki metre mesafe vardır aramızda. Çıt ses yok. İkimiz de öylece oturuyoruz. Kim yenecek, kimin bakışları daha uzun sürecek diye yarışıyoruz âdeta. İki camlı pencerenin karşı tarafında o, bu tarafında ben.
Böyle otururken, nedense rahatsızlık duydum bu yaptığım şeyden. İnsan olduğumu unutup güvercinle aşık atıyormuşum baksana. Bulutlu havada, soğuk havanın kucağında oturan masum kuşun mosmor kesilmiş ayaklarına, çiy damlacıklarını hatırlatan gözlerine ilişti gözüm. İçimi yaktı o gözlerden yayılan sıcaklık, parlaklık. Sanki güneşti ışıldayan gözlerinde. Farkında olmadan ayağa kalkıp, bir öte bir beri yürümeye başlamışım.
Sonunda güvercin de, gözünü pencereden aldı ve pencere kenarından güzelce adımlayarak ilerledi. O da benim gibi bir öte bir beri yürümeye başladı… Hayret bir şey! Ne anlam çıkarmalı şimdi bundan? Bu yaptığı şeyle kendince beni kızdırmak mı istiyordu acaba?.. Pencere kenarındaki sacta tık tık dolaşıyor. Adımlarını daha bir cesaretli atmaya başladı anlaşılan. Ayaklarının çıkardığı ses git gide yükselmeye başladı sanki. Kızdırmak gibi bir düşünce aklının köşesinden bile geçmemiştir tabii ki. Ben bunu bir insan olarak, pek çok kimseye has olan, işkillenme dürtüsünden dolayı düşündüm elbette. Uzun süre hareketsiz durmaktan bıkıp, yorgun ayaklarına can gelmesi için gezinmeye başlayan güvercini haksız yere suçlayacaktım neredeyse.
Bu tutumumdan rahatsız olduğumdan herhâlde, içimde birden şefkat hisleri uyandı. Bir süre sonra elime ekmek içi alıp, güvercini ürkütmemeye dikkat ederek, usulca balkonun kapısını açtım. Ne kadar dikkatli olmaya çalışsam da güvercin beni gördü. Hemen pencere kenarından havalanıp balkonun uzak köşesindeki demire kondu. Başını çevirip hâlâ beni gözetliyordu. Kuşun ürkmesine küçük bir adım ya da dikkatsiz bir hareket yetecekti. Fakat gönlüm onun uçup gitmesini, gözden kaybolmasını istemiyordu. Ekmek içini küçük küçük böldüm ve pencere kenarındaki sacın ucuna koyup içeri girdim.
Güvercin soğukkanlı, hiç telâş etmiyordu. Balkonun kapısını kapatmamı, pencereden biraz uzaklaşmamı bekledi. Benim bir tuzak kurmadığımdan emin olduktan sonra, kanatlarını çırpıp ekmek ufaklarının yanına geldi. Bir kez daha sağına soluna bakındıktan sonra onları yemeye başladı. Bu sefer sac, ayak seslerinden değil gagasının tak tak vurmasından tangırdıyordu. Bu arada yer yer pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Kanatlarına çeki düzen verdiği sırada, boynunu eğerek, başını sallaya sallaya sanki bana teşekkürde bulunuyordu. Ekmek ufaklarının bir tekini bile bırakmayıp yedikten sonra, tekrar havalanıp balkonun köşesine kondu. Fakat bu defa en uzak köşesine değil, daha yakınına. Ben bunu, bana güvenmesi olarak yorumladım. Hem tekrar balkona çıkmama müsade etmesi şeklinde anladım. Kendimi büsbütün güvercinin iradesine teslim etmiş olmalıyım ki, onun beklediği gibi yaptım; pencere kenarına tekrar ekmek ufaklarını bırakıp girdim.
Güvercin yeniden pencere kenarına konup, ekmeği yemeğe koyuldu. Yeme işini bitirdikte sonra karnı doydu herhade. Fakat bu sefer oradan gitmekte acele etmedi. Başını yavaşça kaldırıp, pencerenin arkasına şöyle bir göz gezdirdi ve kanadının kenarındaki tüyleri yoklar gibi boynunu uzatıp gagasını temizlemeye başladı. Acele etmedi, telâşa kapılmadı. O bu işi kendine göre bir zevkle, özel bir titizlikle yaptı. Bu iş de tamam dercesine şöyle bir silkelendi ve başını tekrar bir tarafa eğip, pencereye bakmaya durdu. Boynunun etrafındaki tüyleri kabartıp hıçkırık tutmuş insan gibi, tuhaf hareketler yapmaya başladı.
Yaptığı son hareketlerden, kendimce bir sonuç çıkarıp hemen mutfağa gittim ve fincana su doldurup geldim. Sakına sakına balkona yöneldim. Bir yandan kapıyı açıyorum, öbür yandansa tereddütteyim; belki yanılıyorumdur. Suya ihtiyacı hiç yoktur belki. Bak işte dünkü yağmur suları öyle duruyor, ne kadar su birikintisi var etrafta… Senin klorlu suyuna mı kaldı o? Balkona çıkan da ben, tereddüt geçiren de. Güvercinin karnı doydu. Onun hiç bir şey istediği yok. Kanatlarını çırpıp uçar gider gibi geliyordu bana. Değil kuş, insanlardan da öyleleri az değil ki. İşi düştü mü, peşini bırakmaz. İşi hallolduktan sonra da ne arar ne de sorar. Güvercinse sadece bir kuş. Hiç düşünmez uçar gider tabii.
Fakat bu kuş beni bir kez daha hayrete düşürdü. Balkona adım atmıştım ki, gelip omuzbaşıma konmasın mı? Ne yapacağımı şaşırdım. Güvercin omuzumda. Gagasında guglama sesi, tatlı bir melodi sanki.
Bu durum daha ne kadar uzar giderdi bilemiyorum. Bu defasında da yine kendisi kurtardı beni. Güvenimi boşa çıkarmadın, sınavı başarıyla geçtin der gibi kulağımın hemen dibinde kanatlarını çırparak fincan tutan elime kondu. O sırada son bir defa, yanılmıyor muyum dercesine gözlerini bana diktikten sonra, beyaza çalan, hafif eğik gagasını elimdeki su dolu fincana daldırdı. Kendinden geçip kana kana içti. Meğer benim bu zamana kadar bir kuşun bu şekilde su içtiğini gördüğüm hiç olmamış. Çok yakından, bu kadar canlı, özgür bir kuşu da ilk defa görüyordumu. Kafesteki kuşlar başka, onlardan bahsetmiyorum. Kafesteki bir kuşun gözleri cam gibi donuk, acı ve hüzünle sarılmış oluyor. Bu kuşsa özgür. Sekizinci katın balkonunda, açık alanda. Bu yüzden onun gözlerinde ne korkudan ne ürkmeden bir eser vardı. Öbür elimi uzatıp kanatlarının ucuna dokunmaktan, bembeyaz kanatlarını, boz kahverengi gerdanını okşamaktan kendimi alabilmem, bu zevkten kendimi mahrum etmem hiç düşünülebilir mi?
Ertesi gün, tam bu vakitlerde gerdanlıklı beyaz güvercin pencereme tekrar kondu. Böylece ben, hiç hesapta yokken kendime bir güvenilir dost daha edindim.
Belki anlattığım bu olaya burada nokta da koyabilirdim. Fakat beyaz güvercin hafıza dağarcığımda unutulmaya yüz tutmuş, diğer bir olayı hatırlattı bana. Bundan yaklaşık üç yıl önceydi. Yeni bir daireye taşınmıştık. Büyük şehrin başka bir semtine alışmakta, ısınmakta zorluk çektiğimiz günlerdi. Yaz mevsiminin güze kayan bir dönemiydi. Her sabah kalkıp güne zinde başlamak için yanı başımızda bulunan havalimanı civarına çıkıp biraz koşu yapıyordum. Buradaki ıssız patikalarda koşan sadece ben değildim. Fakat hiç birini tanımıyordum. Ne onlar beni ne de ben onları… Ne durup tokalaşan, ne baş selamı veren vardı. Her zaman tek başıma koşuyordum.
Bir gün beni hayrete düşüren bir olay yaşadım. Güzel güzel koşmama devam ederken, önüme, ayağımın ucuna kuru bir balçık parçası düştü. Düştü ve küçük parçacıklara ayrılıp dağıldı. İrkildim ve duruverdim. En ilginci, ne önümde ne arkamda kimsecikler vardı. Kim, neden yapmış olabilir, diye durup bir müddet etrafıma bakındım. Olan bitenden hiç bir şey anlamadım ve koşuma kaldığım yerden devam ettim.
Bu kadarla kalsa neyse… Ertesi gün, neredeyse aynı yerde, aynı dakikada, en fazla bir metre yakınıma aynı şekilde kuru balçık düşmesin mi? Bu defasında da etrafta kimsecikler gözükmüyordu. Kendi kendime: “Yok, hayır her gün her gün böyle olursa işimiz var bizim. Bu bilmeceyi çözeceğim ben. Benimle alay eden bu kişiyi bulacağım dedim mi, bulurum.” dedim kendi kendime. Patikanın on on beş metre uzağında, bir kaç kök çalılık var. Doğruca oraya gittim. İçimden: “Herhâlde eski bir dost şaka yapıyor bana.” diye düşünüyorum. Fakat ne kadar aradıysam da çalılığın arkasında değil insan, bir tane serçe bile bulmadım. Hiç kimsecikler yok. Yer yarıldı da içine girdi sanki, ses seda yok. İçime bir kuşku düştü. Kaçacak, saklanacak hiç bir yer yok ki. Bu durum beni iyice tedirgin etti. O gün, ne koşmaktan ne de çalışmaktan bir zevk aldım.
Sabahın ilk ışıklarının şebnemlerde yıkandığı bir günde yine o patikada koşmaya gittim. Acele etmiyordum. Her zamanki gibi aynı tempoda koşuyorum. Fakat sakin olmaya ne kadar gayret etsem de, o noktaya yaklaştıkça, tedirginliğim artıyordu. Bu sefer de şaka yapmaya cesaret ederler mi, kuru balçığı tekrar atarlar mı, diyorum. Sürekli etrafıma bakınıyorum. Sezdirmeden dönüp arkama bakıyorum yer yer. Hiç beklemediği bir anda, fark ettirmeden görmek, kaçıp saklandığı yeri öğrenmek istiyordum şu muzip şakacının. İki gün üstüste balçık atılan o esrarengiz ve iyice ürkütücü olmaya başlayan noktaya gelince, elimde olmayarak durakladığımı da farketmemi-şim. Önüme, arkama bakıyorum, sağı solu kolluyorum. “Hadi atsanıza. Ama bu son atışınız olacak bugün.” diyorum içimden. Çünkü bu böyle devam edemez. Ben saklambaç oynamaya çıkmıyorum. Keyfimden de yapmıyorum bu koşuyu. Uzun iş günü öncesi vücudun uyuşukluğunu atması, zinde olması için koşuyorum. Oyun oynamanın sırası mı? Tam da bulmuşlar eğlenecek adamı…
Tam orada bulunduğum esnada her tarafı kollayıp, bir sağa bir sola hızlı hızlı bakınırken şu meşhur balçık düşmesin mi yine? Patikaya değil, çimenlere de değil, tam tepeme düştü bu sefer… Kim? Nasıl? Nereden? gibi sorular doğana kadar cevabı kendiliğinde bulundu. Ben buradayım dercesine keskin gaklamasıyla tek başına bir karga uçmaktaydı havada. Ardına dönüp bakmadan uçup gitti. Ta ilerideki gevrek söğüde yaklaşınca kanatlarını çırpmayı bıraktı ve bir kez daha “gaak” diyerek ağacın tepesine iniş yaptı. Kardeşleri onu gürültü şamata ile karşıladılar.
Başıma düşen balçık parçası, patikada koştuğum o ilk sabahı yeniden hatırlattı: Patikanın çevresini kara bir bulut gibi kargalar sarmıştı. Üzerlerine yürümekten çekinip, ormanda konacak yer mi bitti, bula bula patikayı mı buldunuz dercesine, o an elime ilk geçen şeyi, taş mı artık, kuru balçık mı fırlatmıştım bunlara. Değip değmediğini bilmiyorum, ortalığı birbirine katıp havalanmışlar ve tam işte bu gevrek söğüde konmuşlardı. Ben koşmama devam etmiş, kargaları unutmuş gitmiştim.
Gördün mü bak! Demek bu onların benden intikam alışıydı. Kargaların beni bir kaç gün gözetleyip takip ettikleri anlaşılıyor. Sonunda maksatlarına da ulaştılar. Nasıl da bayram ediyorlar baksana…
O günden sonra yoluma balçık filan atan olmadı. Kara kargaların verdiği bu ibretlik dersi gerek evde gerek işte anlatmaya çalıştım. Gülüp geçtiler, inanan çıkmadı. Bu yaşadığım şeye insanları inandırmak mümkün görünmeyince, ben bile unutmaya başlamıştım artık. Bu olayı bana, işte şu sözünü edip durduğum güvercin hatırlattı.
Atalarımızın: “Aş atana aşla, taş atana taşla cevap verirler.” dediği şey bu olsa gerek. Bunu ben bizzat yaşamış oldum. Hayır, burada mesele, güvercinin beyaz, karganın kara olmasında değil…
Ama yine de çalışma masasının karşısında güvercin olmayışı bir eksiklik. Bugün yine pencere kenarına güvercin kondu. Beyaz güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.