Kitabı oku: «Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası», sayfa 2
BİRİNCİ BÖLÜM
CENGİZ AYTMATOV’UN MASAL VE EFSANE DÜNYASI
“Masal gibi bir ömür yaşadı” desek bilmem ne kadar doğru olur. Ama kanaatimce hiç de yabana atılacak bir ifade değil bu söz. Kırgızların yaşadığı coğrafya, 20. Yüzyılın başlarında yaşanan büyük siyasî gelişmelerin de etkisindeydi. Çarlık dönemi sona ermekteydi, bu görülüyordu; çünkü geniş Orta Asya topraklarında yaşayan bütün halklar için bağımsızlık sözleri veriliyordu. Aydınlar buna inanmışlardı haklı olarak. Nereden bakılsa iki yüz yıllık bir Çarlık Rusya hegemonyası üzerlerinde ağır baskı kurmuştu. Ülkelerindeki yöneticiler, yeter ki halk hayatta kalabilsin diye tavizler vermiş, topraklar vermişti. Kırgız halkının Kurmancan Datka’sı vardı. Son derece zeki ve akıllı bir kadındı. Cesurdu da. Halkını yaşatabilmek için Çar ve onun gönderdiği valiler ile uyumlu çalışmayı yeğlemişti. Şimdi ise paha biçilmez bir biçimde, dayanılmaz hafifliği ile bağımsızlık rüzgârları esiyordu. Aydınlar bu rüzgârın verdiği güçle çalışıyorlardı. Yeni rejimin vaatlerine inanıyorlardı. İşte böyle bir aydındı baba Törekul. Öğretmendi. Halkın eğitilmesi için mücadele ediyordu, tıpkı oğlunun “İlk öğretmen” hikâyesinin kahramanı gibi. Kim bilir belki de yıllar sonra oğlu tarafından babanın yaşamı hikâyeleştirilmişti.
Masalsı bir başlangıç
Yüzyılın başında her şey bir “masal” gibi başlamış ve öyle de devam ediyordu. 1928’de Cengiz dünyaya geldi. Kırgızistan’ın Talas vadisinde, kükreyerek, köpürerek akıp giden Kürkürev ırmağının kıyısında bir köy olan Şeker’de doğmuştu. Masallardaki kadar güzel bir coğrafyada ilk yıllarını yaşadı. Ülkede yeni bir rejim kuruluyordu. Aydınlar kalemiyle, sanatıyla, zekâsıyla iş başındaydı. Fakat 1930’lu yıllar hiç de beklenildiği gibi başlamadı. Önce “kolektifleştirme” denilen bir uygulama başladı. O coğrafyanın insanına hiç uymayan “yerleşik” bir hayat düzeniydi. Konar-göçer hayattan yerleşik düzene geçmek hiç de hayırlı olmadı. Hayvancılık ve yaylacılık onların hayat tarzıydı. Çiftliklerde, kolektif hayat tarzının çizildiği kolhoz ve onların biraz daha büyüğü olan sovhozlardaki hayat tarzı onlara uymuyordu. Çok fazla insan kaybı oldu. Olsundu. Rejimin mühendislerinin umurunda değildi.
Aydınlara da yazılarında uymaları için formüller veya reçeteler sunulmuştu. Adı da “sosyalist realizm” olarak konulmuştu. Herkes, her kalem erbabı bu reçeteye uymak zorundaydı. Bu sosyalist realizm denen şeyde olumsuz hiçbir olaya yer vermek mümkün değildi. Hâlbuki yolunda gitmeyen o kadar çok şey vardı ki. Eli kalem tutanları Moskova’ya çağırıyorlar ve onlara sıkı bir eğitim veriyorlardı. Törekul da onlardan biriydi işte. Karısı Nagima’yı ve çocuklarını alıp Moskova’ya “edebiyat” eğitimi, bir başka deyişle “edebî eser nasıl yazılır” veya “insanlar nasıl eğitilir”in dersleri okutuluyordu.
Hani herkese özellikle aydınlara söz verilmişti; herkes bağımsızlığına kavuşacaktı? Hiçbiri gerçekleşmedi. Ne bağımsız cumhuriyetlerini kurabildiler ne de kalemlerine özgürlük verildi. Bu yönde yazı yazanların kalemleri kırılmalıydı. 1937’de halkını uyandırmak, onları eğitmek için yazı yazanların kalemleri bir bir kırılmaya başlandı. 1938’in sonuna kadar sürdü bu kıyım. Adı da kondu daha sonra: “Stalin kurbanları!”
Törekul daha Moskova’da iken “kaleminin kırılacağını” veya “boynunun büküleceğini” anlamıştı. Bir gün karısı ve çocuklarını alıp tren istasyonuna götürdü. Karısından çocuklarını alıp Kırgızistan’a götürmesini istedi. Talas’a gitmeliydiler. Şeker köyüne dönmeliydiler; çünkü büyükler oradaydı. Ancak onlar koruyabilirdi çocukları ve karısını. Öyle de oldu. Vedalaştılar tren istasyonunda; tıpkı Toprak Ana romanının “ana”sı Tolganay’ın kocasını ve çocuklarını savaşa gönderirken onlarla vedalaştığı gibi. Cepheye gidenlerin dönmeyeceğini biliyordu kadın. Şeker’e çocuklarıyla dönen Nagima da Törekul’un bir daha onlarla birlikte olamayacağını biliyordu. Hüzünlü bir elveda idi bu son görüşme. Gülsarı’da da Tanabay, anlı şanlı atı Gülsarı ile böyle vedalaşmıyor muydu romanın sonunda?
Masaldan kâbusa
Masal gibi başlayan çocukluk yılları Cengiz ve ailesi için kâbusa dönüşmüştü. Olsun, masal kahramanları da zorluklarla karşılaşmazlar mıydı hayatlarında? Karşılaşırlardı elbette. Zorlukları aşarak kendilerini ispatlar, ailelerini kurtarmazlar mıydı? Kurtarırlardı elbette. Çileli bir hayat başladı Şeker köyünde. Savaş da başlamıştı çok geçmeden. Çile sadece onlar için değildi. Herkes içindi. Eli silah tutan herkes cepheye çağrılmıştı. Vatan savaşıydı ne de olsa? Kimin savaşıydı diye sormaya kim cesaret edebilirdi ki? Edemezdi.
Cengiz, daha çocukluk yıllarında köyde geçirdikleri vakitlerde ninesinden masallar dinlerdi. Dinledikçe daha çok isterdi küçük Cengiz. Ninesi masal bulmak için komşuları dolaşırdı. Yine anlatırdı. O yıllarda yaylalara çıkarlarken yollarda ninesinden neler öğrenmemişti neler. Genç kızların türkülerini, yaylalara çıkarken develerin ve yüklerin nasıl hazırlandığını, zorlu geçitlerden geçerken hangi duaların edildiğini, çadırların nasıl kurulduğunu hafızasına kaydediyordu; çünkü insanın geçmişini kaydettiği bellek mekânı hafıza önemliydi. Allah korusun onu kaybetmek yani bir insanın “millî kimliğinin” kaydedildiği “bellek” mekânı olan hafızasını kaybetmesi onu “mankurt”laştırabilirdi. “Mankurt” olmak çok kötü bir şeydi. İnsan, insan olmaktan çıkıyor, içi samanla doldurulmuş “korkuluk”a benziyordu. Köleleşiyordu insan, başka insanlara sorunsuzca hizmet etmek için.
Biz babasız büyüdük!
Masal kahramanının olgunlaşması gibi Cengiz de büyüdükçe, hayatın zorluklarını birer birer aştıkça daha da çelikleşiyordu. Savaş gibi büyük bir yıkımı daha o yaşlarda yaşıyordu, üstelik babası yoktu ki başını omzuna dayasın da desteğini alsın. Bir daha kendisinden haber alınamamıştı babasından. Öldü mü kaldı mı kimse bilmiyordu. Babasız büyümeliydiler, babasız güçlükleri aşmalıydılar, babasız hayatta kalmayı başarmalıydılar. Gerçi köy halkı onları iyi tanıyordu ve ellerindeki bir dilim ekmeği bile bölüşüyorlardı; ama onların da yoktu ki. Tarlalara ekilen ve biçilen buğdaylar çuvallara doldurulup cepheye gönderiliyordu. Orada Savankullar, Daniyarlar, Sadıklar savaşıyordu. Vatan müdafaası için canlarını feda ediyorlardı. Nereden bilsinlerdi ki Sovyet rejiminin kurucuları onları kurşunların önlerine atarken kendileri cephe gerisinden seyrediyorlardı. Tolganay’ın kocası ve çocukları dönmemişlerdi cepheden. Gelini ise zavallı evliliğinin tadını bile çıkaramadan dul kalmıştı. Çobandan bir çocuk peydahladı. Bebeği doğururken de hayatını yitirdi. Yitirmeyip yaşasaydı köyde kim bilir onun için neler söylerlerdi. Cemile için söylemediler mi? Hem de nasıl. Hatta kocası Sadık cepheye gidince yalnız kalan genç gelinden faydalanmak isteyen Osman bile onun ardından neler söyledi neler. Hâlbuki Daniyar cepheden yaralı dönmüştü. Ölebilirdi de.
Cephe gerisinde de büyük bir savaş sürüyordu. Hatırlayın Tanpınar’ın 1920’li yılların yani Millî Mücadele yıllarının romanı olan Sahnenin Dışındakiler’i. Romanın kahramanı İhsan bir yerlerde; “Orada (Anadolu’da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız!..” diyordu. “Cemile” hikâyesinde ise sahnenin dışında olan sadece Osman idi. Herkes cepheye bir şeyler yetiştirmek için uğraşırken Daniyar da bacağından yaralı olduğu halde çuvalları taşıyordu. Osman öyle miydi ya? Osman, Cemile’yi tuzağına çekmeye ve düşürmeye çalışıyordu. Ne tuhaftır ki Cemile’nin ardından bağıranlar arasında ilk önce o duruyordu. Halbuki gönülden gönüle köprü kuran “türküler” vardı.
Türküler diyarı
İşte burada türküler devreye giriyordu; hani Cengiz’in köyde ve yaylalara çıkarken dinlediği genç kızların söylediği türküler vardı ya. İşte o türküler yok mu o türküler. Bunlar değil miydi kalpten kalbe köprü kuran?4 Hamide Aliyazıcıoğlu bir yazısında musikiyi veya buradaki şekliyle söylersek “türkü”yü “herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegâne dil” olarak tanımlıyor. Hatta “perilerin konuştuğu dil”e kadar götürüyor. Eserde Daniyar sakat bacağıyla sırtına aldığı buğday çuvalını vagonlara çıkarırken çektiği acıyı Cemile’nin türkülerini dinlerken de yaşıyordu. Türküler yasak bir aşkın tınısını taşıyordu, nasıl yürek yakmasın ki.
Kahrolası kara kâğıtlar!
Cengiz henüz 12-13 yaşında iken savaşın cephe gerisinde hem kendisinin hem de ailesinin yaşam savaşını veriyordu. Halk düşmanının oğluydu, ama şansı vardı ki iyi eğitim almıştı. O yıllarda bu özelliği çok işe yaradı. Hani masallardaki kahramanın üstün özelliklerinden biriymiş gibi. Cepheden gelen “ölüm” haberlerini ailelere ulaştırıyordu. Bu “kara kâğıt” kapısını çaldığı evi yasa boğuyordu, karalar bağlatıyordu. Annelerin yüreğini, taze gelinlerin ciğerini, genç kızların yarınlarını yakıyordu, yok ediyordu. Bunlara şahit olmaktan, bin kere ölmekten bir kere ölmek daha iyiydi. Cengiz her “kara kâğıt” ile yeniden ölüp, yeniden diriliyordu. Pişiriyordu bu anlar onu, tıpkı “sonsuz yolculuğu”na çıkmış masal kahramanı gibi. Yüreğini çelikleştiriyordu, kızgın demirde dövülerek çeliğe dönmüş bir kişilik oluşturuyordu.
İlginç olan başka bir şey daha vardı. Rejim babasını “halk düşmanı” ilan etmişti ve tutuklamıştı. Hatta kurşuna dizmişti diğer yüz otuz altı kişi ile birlikte. Cengiz ve ailesi bunu bilmiyordu elbette. Bilse ne yapabilirdi ki? Hiçbir şey. Stalin’i değil, etrafındakileri suçluyorlardı. Yakın dostu, edebiyat araştırmacısı akademisyen Osmonakun İbragimov, onun için “… Savaş başladığında Cengiz henüz 14’üne bile girmemişti ve cepheye gitmek için yanıp tutuşuyordu. Galiba çocuksu bir kahramanlık peşindeydi. Genç Cengiz, Törökul Aytmatov’un oğlunun ne kadar cesur olduğunu herkese göstermek istiyordu.” – diyordu kitabında onun hatıralarını anlatırken.5
Cengiz savaşa gidememişti ama Kazak tiyatro yazarı Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdığı ve Türkiye Türkçesine “Fujiyama” adıyla çevrilen eserinde beş liseli genci cepheye göndermekten çekinmemişti. Öğretmenleri Ayşe apay onları ne kadar durdurmaya çalışsa da kanları deli akıyordu. Onları durdurmak mümkün değildi. Cepheye giden beş arkadaş içinde şair ruhlu biri vardı ve o diğerlerinden ayrılıyordu. Adı da Sabur idi. Daha cepheye gider gitmez savaşın gereksizliğini anlamıştı. Cengiz’in de şiir denemeleri olduğunu biliyoruz, fakat daha çok resme merakı vardı. Bu yönünü “Cemile” hikâyesinde görecekti okuyucular. Sabur bir gece cephede beş arkadaştan başka kimsenin olmadığı bir ateş etrafında şiirini okudu. Muhtemelen okuduğuna da pişman oldu. Ertesi gün sorguya çekildi ve hapsedildi. Daha sonra da sürgün edildi. Sabur o sürgünden döndü; ama bir daha insan içine çıkmadı. İnsanlardan ve insanlıktan ümidini kesti. Cengiz cepheye gitmese de ona bu ilhamı kim verdi, bugüne kadar kimse bilmedi. Diğer taraftan bu sahne eseri galiba 1983’te New York’ta sahnelendi. “Bir oyundan öte …” diye başlıklar atıldı. Öyleydi; zira savaştaki yıkımın ötesinde insanların insanlığında yıkım vardı. Her şeyden önce yazar Aytmatov, “her Mozart’ın bir Salyeri’si vardır” diyerek tarihi bir olaya da göndermede bulunuyordu. Mozart deli dolu, hayatla iç içe ve doğuştan müziğe yetenekli bir gençti. Saray onu yeni keşfetmişti. Sarayın müzisyeni ise Salyeri idi. Bulunduğu yüce makamın tehlikeye düştüğünü görünce Mozart’ı yok etmeyi kafasına koydu. Sonunda Mozart’a kendi ölüm rapsodisini yazdırmayı başardı. Acı olan tarafı ise Mozart neyi niçin yazdığını çok geç fark etmişti.
Bu liseli beş gençten dördü savaştan dönmeyi başarmış ve hepsi de önemli mevkilere gelmiş, sorumluluk almış, hatta bazıları evlenmişti bile. Aradan geçen çeyrek asırda epey geliştirmişlerdi kendilerini. Öğretmenlerini de çağırdılar Fujiyama’nın zirvesindeki pikniğe. Geceyi orada geçirmeyi planlamışlardı. Çadırlarını kurdular, ateşlerini yaktılar. Ayşe öğretmen de katıldı onlara. Ateşin etrafında toplandılar ve “günahlarını itiraf” etme oyunu oynamaya başladılar. Ne günahlar işlenmişti yarabbi. Sanki günahlarını itiraf ettiklerinde af olunacaklarmış gibiydiler. Hâlbuki lisede gördükleri Sovyet eğitimi onlara Tanrı’nın olmadığını öğretmişti. “Yüzene tüküreceğiz!” gibi laflar ediyorlardı. Ateşin etrafındaki günah çıkarma işlemi geç vakit yukarıdan aşağıda “taş atma” oyunuyla sona erdi. Kim daha uzağa atacaktı taşları. Sabah kalktıklarında ise aşağıda, dağın eteğinde yaşlı bir kadın başına aldığı bir taş darbesiyle ölmüş olarak bulundu. Sabur’u kim ihbar etti, yaşlı kadını öldüren taşı kim attı, hâlâ kimse bilmiyor.
Savaştan sonraki savaş
Nihayet bütün yıkımıyla savaş bitmişti. Cengiz ve ailesi savaşı iliklerine kadar yaşayarak hayatta kalmayı başarmışlardı. Baba Törekul’dan hala haber yoktu. Kim bilir başına neler gelmişti. Ailenin açlık sınavı verdiğini, kıt kanaat geçinirken tek ineklerinin de çalındığını, Cengiz’in hırsızın peşine elinde tüfekle düştüğünü, kendisini ihtiyar bir adamın durduğunu anlatmaya gerek bile yok. Nitekim “Yüz yüze” hikâyesinde İsmail tiplemesiyle bu olayı anlatmıştı. Güya cepheye gitmek için çıkmıştı evden İsmail. Korkudan mı yoksa savaşın hiçbir şey kazandırmayacağını bildiğinden midir nedir bilinmez, İsmail geri dönmüştü. Geri dönmüştü dönmesine de eve gidecek, karısı Seyde’ye ve köy halkına görünecek yüzü bulamıyordu kendinde. Gizlice eve geldi, Seyde ile görüştü. Sonra yine karanlıklar içinde kayboldu. Karısı Seyde bir sabah uyandığında evin tek geçim kaynağı olan ineklerinin kaybolduğunu veya çalındığını anladı. İsmail, kendi evinin tek ineğini çalmış, kesmişti bile. Sonrasını anlatmaya bile gerek yok.
Sovyet yurtlarını savaşın tahribatından kurtarmak için genel bir seferberlik ilan edilmişti. Ülke veya ülkeler yeniden inşa edilmeliydi. Herkes çalışmalıydı, aydınlar da kalemlerini bu yolda yürütmeliydiler. Yazılarında herkesin çok çalışması gerektiğini anlatmalıydılar halka. Gece gündüz herkes işinin başında bütün gücüyle ülkeyi mamur hale getirmek için uğraşmalıydı.
Eline kalem almak, ateşten gömlek giymek gibi!
1950’li yılların başıydı. Cengiz artık delikanlı olmuştu. Eli de kalem tutmaya başlamıştı. “Gazeteci Cüdo” diye bir hikâye yazdı 1952’de. Bir Japon gencinin gözünden “Sovyet rejimi”ni ve Stalin’i övüyordu. Babasını ortadan yok eden rejim bu rejim değil miydi? Osmonakun’un ifadesiyle daha sonra bu hikâyeyi yazdığı için “utanç” duymuştu.6 Pek de ilgi çekmedi zaten. Bir iki ufak tefek denemeden sonra “Cemile”yi yazdı. Sen misin yazan? Kılıçlar çekilmiş, bıçaklar bilenmiş vaziyette Moskova’daki bütün Sovyet edebiyat eleştirmenleri bir taraftan Kırgızistan’daki Kırgız eleştirmenler diğer taraftan Cengiz’i paramparça etmek için kalemlerini ellerine almışlardı. Kalemlerinin ucundan “kan” damlıyordu “mürekkep” yerine.
Masum bir aşkı anlattığını düşünüyordu; fakat böyle bir aşka ne Kırgızistan ne de Sovyet otoriteleri hazırdı. Evli bir kadın, üstelik kocası cephede savaşırken nasıl olur da bir başkasına âşık olabilirdi. Olmamalıydı. Öyle düşünüyordu herkes. Kimse “kadın”ın “sevme” hakkından bahsetmiyordu. Hikâyedeki Osman bile aynı fikirdeydi. Tuhaf değil miydi? Aslında Osman utancından yerin dibine batmalıydı. Kime göre?
Peki, niye yazmıştı Cengiz böyle bir romanı? Bu soruya cevap vermek kolay değil elbette. Dedik ya savaş yılları onu çelikleştirmişti diye. Yine o sıralarda aşk şarabını da içmişti. Niye içmesin ki artık 14-15 yaşlarında delikanlı olmuştu. Osmonakun’un ifadesiyle “… savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu” hissetmişti. Fakat “âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadın” idi.7 Örselenmiş genç bir ruha bu beklenmedik “aşk” ilaç gibi gelmişti. Onun ateşiyle yanıp tutuşmaya başladı; “… Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.” – diyordu Osmonakun. Hâlâ tartışılagelen Cemile’ye ne kadar da benziyor, değil mi? Cemile’ye benzeyen bu genç kadın da onun gibi neşeli ve al yazmalı birisiydi. Hayat işte, bazen kahramanlık yaşatır, bazen hüzün ve keder, bazen de acı olaylar. İşte tam da bu aşkı ve mutluluğu Seyit ile resmetmeye çalıştığı “Cemile” yüzünden başı derde girmişken yardımına iki büyük kalem erbabı yetişti.
Kazak halkının büyük yazarı, Abay’ın hayatını ölümsüzleştiren Muhtar Avezov çıktı ortaya ve bir yazı yazdı, yayınladı Moskova’da. “Bırakın!” diyordu Cengiz’in yakasını ve kalemini. Bir sene sonra da Fransız eleştirmen Louis Aragon bir yazı yayınlıyordu ve ona göre “Cemile dünyanın en güzel aşk” hikâyesiydi. Akıl alır gibi değildi; ama iki büyük kalem Cengiz’i müdafaa edince ucundan kan damlayan kalemler, çekilmiş kılıçlar ve bilenmiş bıçaklar yerine konuldu.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu defa “Yüzyüze”yi yazdı. Yine kıyametler koptu. Nasıl kopmasındı ki? Kahramanımız İsmail savaştan kaçmış, hırsızlık bile yapmıştı. Böyle şey olmazdı. Böyle şeyler Sovyet edebiyatı olarak çizilen çerçeveye uymuyordu. Büyük geliyordu veya yabancı. Ama Cengiz kalemi eline alarak ateşten gömleği giymişti bir kere ne kalemi bırakabilirdi ne de gömleği çıkarabilirdi.
Kurtarıcı Manas, kahraman Manas
“… Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder.” – Kırgız halkının büyük destanı Manas’ı keşfetti, onu okudu, onu dinledi, onu anladı ve nihayet hep onu yazdı. Ninesinden dinlediği masalların yanına artık Manas da yerleşmişti. Zaten daha küçük ve babasızken oradan oraya hayatın savurduğu zamanlarda iki dili birden çok güzel öğrenmişti. Şimdi de Manas’ın dilini çözüyordu. Manas ona çok şey anlattı, çok derin dünyalara, çok engin bozkırlara yol açtı. Manas destanı onun için sadece bir kahramanı tasvir etmiyordu, bunun yanında kültür hazinesinin, tarihin anahtarlarını veriyordu.
“O, yıllar içinde değil, aylar içinde büyüyüverdi.” – diyor Osmanakun İbraimov kitabında. (s. 25) Henüz dokuz veya on yaşlarında iken iki aşkı tecrübe etti. Bir taraftan kendisinden yaşça büyük Mırzagül Biykeç, diğer taraftan Manas. İkincisi ile Kırgız halkının ruh derinliklerine, tarih dehlizlerine, hayatta kalma mücadelelerine, kahramanlık duygularına inerken birincisi ile de kendi içine doğru yolculuğa çıktı. Âşık oldu, çocukça bir aşktı. Cemile ile Daniyar el ele köyü terk ederken azcık “kıskansa” da onların mutluluğunu resmetmeye çalışıyordu, safça ve çocukça.
İbraimov bu köyden çıkışı daha da ileri götürerek “Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması”na benzetir. (s. 29) Aşka ve âşıklara methiyeler düzen, “aşk emektir” gibi övgüler yağdıran Aytmatov okurlarını üzeceğini bilse de İbraimov, iki sene sonra Cemile’nin tek başına ve perişan vaziyette köye döndüğü gerçeğini de paylaşır. Keşke paylaşmasa mıydı? Hiç bilmese miydik bu gerçeği? Böyle türkülerle başlayan ve gerçek aşka benzeyen belki de “gerçek aşk” budur dediğimiz aşka iki yıl mı ömür biçilecek bundan sonra? Kim bilir.
Tren ve tren yolculuğu, bulutlar: Sınır tanımayan gezginler
Tren, herkesin bildiği gibi bir ulaşım aracıdır olmasına da Sovyetler Birliği için çok farklı anlamlar da gizlidir içinde. Okunası kitaplar arasında Yuri Buy-da’nın orijinal adı Don Domino olan ve Türkçeye Sıfır Treni olarak çevrilmiş kitabını zikredebiliriz.8 Mehmet Özgül’ün çevirisiyle yayınlanan kitabın kapak yazısında şöyle denilir:
Rusya’nın derinliklerinde kaybolmuş, kasvetli, çamurlu, soğuk bir istasyon. Ve her gece geçen bir tren… Kimsenin nereden gelip nereye gittiğini, ne taşıdığını bilmediği bir tren. Bütün dünyadan soyutlanmış bu no man’s land’in, seven, umut eden, hiçbir zaman gelmeyecek bir cevabı bekleyen, yavaş yavaş tükenen sakinleri…
Kitabın tanıtım yazısında yazar için “Yeni kuşak Rus edebiyatının en parlak temsilcilerinden Yuri Buyda” diye bahsediyor ve romanda okuyucuya “Rusya’nın ve insanoğlunun trajik yazgısının muhteşem bir metaforunu sunuyor” diyor. Sonra da “Okuru, toprağın, demirin, kokuların, etin ve kanın somut dünyasına sokan, sarsıcı bir roman” olarak yorumluyor ve bırakıyor.
Aytmatov ve tren
Baba Törekul Moskova’daki eğitimi esnasında Stalin rejiminin aydınları katliamını sürdürdüğü yıllarda sıranın kendisine geldiğini hissettiğinde ailesini kurtarmak için Moskova’dan trene bindirip uğurluyor onları. Karısı Nagima ve çocukları kurtarıyor, o an için. Kendisi tahmin ettiği gibi “halk düşmanı” olarak yaftalanıp kurşuna diziliyor. Tek başına değil elbette. Yanında yüz otuz altı insan daha var. Hepsi kurşunlanmış ve kireç kuyusuna veya Bişkek’in Çon Taş bölgesindeki bir fabrikanın çukuruna atılmış.
Aşım Cakıbbekov’un “Biz babasız büyüdük” hikâyesindeki gibi bir çileli hayat Cengiz ve ailesini bekliyor köyleri Şeker’de. İnsanlık henüz ölmediği için köy halkı onları koruma altına alıyor, özellikle nine ve teyze onlarla evlerini ve ekmeklerini paylaşıyorlar. Cengiz o yaşlarda köyde kendine iş buluyor. Savaş yılları olduğu için cepheden gelen ölüm haberlerini ailelere dağıtıyor. İnsanları ve onların yüzlerindeki acıyı ilk defa orada yakından tanıyor. “Kara kağıt”lardan nefret ediyor.
Aytmatov bunları daha sonra “Hayatımdan notlar” başlığı ve Çocukluğum isimli kitapta ayrıntılarıyla anlatıyor.
Toprak Ana’da Tolganay, kocası ve çocuklarını istasyondan uğurluyor gelmeyeceklerini, dönmeyeceklerini bile bile. Tolganay, kocası ve üç oğlunu cepheye tren ile yolcu ederken onların arkasından baka kalıyor. Dönmeyeceklerini hissediyor kadın. Sonra gidip içini “toprak ana”ya, insanoğlunun, insanlığın “ana”sına içini döküyor. İki dertli ana acılarını paylaşırken dünyaya da mesajlarını gönderiyor. İbraimov’un anlattıklarına göre Aytmatov, “harap olmuş bir duvarın dibinde yaşlı bir kadına kesinlikle kendisi hakkında yazacağını söyler.” Şöyle bir manzara tasavvur edin: Çatısı, bacası yıkık, duvarları çökmüş bir ev. Çökmüş duvara yaslanmış, oturduğu yerde başını iki dizinin arasına almış, saracak kimsesi kalmadığı için kollarını da kalan gücüyle dizlerinin birleştiği yere düğümlemiş, gözleri içine çökmüş, uzağa bom boş gözlerle bakan, üzerinde yırtık pırtık elbisesiyle yaşlı bir kadın. Alnındaki çizgiler sanki kaderine yazılmış olan acıları yeterince yaşadığını açık açık söylüyor. Tahayyül edin böyle bir tabloyu ve kadının iç dünyasını keşfetmeye çalışın. Hiç de kolay değil. Aytmatov işte bu kadına hayat hikâyesini anlatacağının sözünü veriyor ve ortaya Toprak Ana gibi klasik bir eser çıkıyor. Her şeyi bir kenara bırakın sadece gelini Aliman’ın kocasını cepheye gönderdikten sonraki çaresizliğini ve çobanla yaşadıklarını düşünün. Hatta gelin tam da burada bugün Afganistan olarak adlandırdığımız rahmetli Ergeş Uçkun’un ifadesiyle Güney Türkistan coğrafyasında yaşananları anlatan Atıq Rahimi’nin Sabır Taşı romanını okuyun. Daha da ileri gidip Toprak Ana ile mukayeseli olarak inceleyin.
Romanda imgeler havada uçuşuyor. Bu yönüyle de evrensel bir boyuta yükseliyor. Sanat eserlerinin içinde doğduğu toplumun bir aynası olduğu bilinen bir gerçek. Burada İbraimov’un Aytmatov hakkında, onun düşünce dünyası ile ilgili notunu düşelim: “Söz, Aytmatov için boşluğa, evrenin entelektüel sessizliğine, doğanın döngüsünü açıklamaya ve hayatın kaosunu ifade etmeye yönelik bir şey anlamına gelmekteydi.” (s. 38) Her iki yazar da “söz”ün sönmez ateşiyle insanların ruhlarını canlandırıyor, yüreklerini yakıyor, dağlıyor ve canlarını acıtıyor. Aslında bütün bunları yapan “söz”ün kendisi değil, içinde saklı, gizli olan anlamlardır. Yukarıda betimlenen yaşlı kadını bir ressam çok güzel çizebilir. Bir bestekâr onun duygularını notalara dökebilir. Bir yazar ise hem içinden geçenleri hem de fazlasıyla geçmiş olanları bütün insanlığa “söz”ün içine sıkıştırarak ulaştırabilir.
Sabır Taşı’ndaki nisbeten genç kadın, şuursuz olarak yere serili yatakta yatan kocası ile konuşur. Bir diyalog olması gerekirken monolog yer alır. Karşılıksız bir konuşma, karşılıksız bir itiraftır kadının kocasına anlattıkları. Tolganay’ın Toprak Ana ile konuşması da öyle değil midir? Aytmatov, teşhis sanatıyla toprağı kişileştirir ve konuşturur. Tanrı’nın ağzından çıkan sözler gibidir onun söyledikleri. İnsanoğlu topraktan yaratılmadı mı? Öyleyse, hiç de yadırgamaz Aytmatov okuyucusu onun konuşmalarını. Rahimi’nin romanının altıncı sayfasında “… Ah siz erkekler! Elinize silah geçtiğinde kadınlarınızı unutursunuz” der kadın kocası ile konuşurken. Erkeğin kendisini duyması mümkün değildir, fakat duyan ve gören erkek okuyucu kitlesi için müthiş sözlerdir bunlar.
Geriye dönüşler ile geçmişte yaşananlar özetlenir. Tolganay uzun yıllar mutlu bir hayat sürmüş, rejim ve devlet için var gücüyle çalışmış, üç erkek çocuk yetiştirmiş bir kadındır. Geçmişten şikâyeti yoktur. Şimdiden ve gelecekten şikâyetçidir. Aslında gelecek diye bir düşüncesi de yoktur, kalmamıştır. Onun bugünü de kocasıyla, geleceği de çocuklarıyla savaş tanrıları tarafından ellerinden alınmış, çalınmıştır.
Cengiz Aytmatov 1980’li yıllarda Gün Olur Asra Bedel’i Moskova’dan trenle Bişkek’e giderken kafasında tasarlıyor. Tren bozkırın derinliklerinde yol alırken uzaya fırlatılan roket ile ilgili bir haber yayınlanıyor. Bu haberin üzerine böyle bir roman tasarlıyor. Nitekim romanda anlatılan Nayman Ana’nın gömüldüğü Kırgızların kutsal mekânı Ana Beyit’in olduğu yerdir buralar. Nayman Ana, mankurtlaştırılmış, hafızası silinmiş, geçmişini, anne-babasını unutmuş oğlu tarafından vurulmuş bir Kırgız kadınıdır. Oğlunun yayından çıkan oku tam kalbinin üzerine yediğinde devesi Akmaya’nın üzerinden yıkılırken başından çözülüp rüzgârla birlikte uçmaya başlayan beyaz başörtüsü daha sonra Dönenbay kuşuna dönüşerek geniş bozkırda yolunu şaşırmış, yoldan çıkmış veya çıkarılmış, aslını unutmuş veya unutturulmuşlara kişilere kim olduklarını hatırlatır. “Senin baban Dönenbay, Dönenbay!” diyerek onları asıllarını unutmamaları konusunda uyarır. Aytmatov işte bu romanında geniş Kazak bozkırının kuş uçmaz kervan geçmez bir yerindeki Boranlı tren istasyonunda yaşayan, seven, umudunu yitirmiş, ömürleri yavaş yavaş tükenen, hatta tükenmiş olan (Kazangap) olanları anlatıyor.
Tren, bu istasyonda her zaman durmuyor bile. Bazen duruyor, ikmal yapıyor. Ne taşıdığını bile kimse bilmiyor. Daha sonra okuyucu öğreniyor ki bilinçli bir öğretmen olan Abutalip gibi milliyetçi, vatansever aydınlar bu trenlerin vagonlarında Tansıkbayev gibi rejimin gönüllü kölesi olmuş, ırkdaşlarının üzerine basarak yükselmeyi ilke edinmiş müfettişlerin işkence gibi sorgulamalarından geçiyorlar. Treni dışarıdan seyredenler içeride ne olup bittiğini bilmiyorlar. Bilmek de istemiyorlar, zira bilmek için araştırmak, soruşturmak gerekiyor. Yuri Buyda’nın Sıfır Treni’nde içeride neler olduğunu, neler döndüğünü merak edenlerin akıbetini görmek mümkün. Aytmatov da Tansıkbayev’in kendi üzerinden rütbe almasını önlemek için tren Moskova’ya vardığında kendini altına atarak öldürüyor. Tren ve tren rayları ölüm saçıyor, ölü kusuyor. 1943-1944’te yine Stalin döneminde yerlerinden yurtlarından sökülüp hayvan vagonlarıyla toplu ölüme götürülen Kafkas ve Kırım halkları gibi.
Geliniz şimdi bunları bir kenara bırakalım da Aytmatov’un masallarına ve efsanelerine yakından bakalım.