Kitabı oku: «Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan», sayfa 3
DIĞER BAZI KÜLTÜREL MIRAS ÖGELERI
Bütün bu kültürel miras ögeleri dışında “karnıyarık ve imambayıldı” (Dağcı, 2011: 63) gibi yemek kültürü, efsane ve destanlara dair izler, Dağcı’nın romanları ve anılarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda iki örnekle yetinmek isteriz:
Haytarma (Oyun), Ağır Hava-Haytarma (Müzik)
Dağcı’nın eserlerinde yer alan bir başka geleneksel kültür unsuru ise “Ağır Hava” ve “Haytarma” oyunudur. Ağır Hava bir oyun müziğidir ve Haytarma da şenliklerde düğünlerde oynanan bir halk oyunudur. Değişik eserlerinde haytarmadan bahseden Dağcı, özellikle Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan adlı eserinde sıkça bu oyuna başvurur:
“Vazgeç, Veli! Rakıyı bırak, adam bize bir haytarma oynasın, daha iyi.”
“Peki,” dedi kara bıyıklı, ve başını klarnetçiye çevirdi
“Bir ağır hava-haytarma çal bize!”
Klarnetçi klarnetini dudaklarına kaldırdı, ağır hava-haytarma ‘yı çalmaya başladı.” (Dağcı, 2011: 83).
“Senin yolunu kesmiş Alim gerçek Alim değildi, sahte Alim’di. Gerçek Alim bu akşam Büyükonlar’da Celal Bektaş’ın oğlunun düğününde haytarma oynar gönül yoldaşı Sara’yla. Senin atını ve paranı çalan Alim başka bir Alim; buralarda kulaksız Alim derler ona. Korkma, cezasını buldu… kimse senin yolunu kesmez, paranı almaz gayrı!” (Dağcı, 2011: 113).
Ayrıca Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları (Dağcı, 1996: 239) ile Yansılar 1’de (Dağcı, 1994: 316) de haytarmadan söz eden cümleler vardır.
Kırım’la birlikte Anadolu ve Balkanlar’da Kaytarma adıyla bilinen bu oyun, Kırım Türk-Tatar kimliğinin önemli bir ögesi olmuştur. Öyle ki Haytarma, ayrıca 2013 Ukrayna yapımı bir filmin de adı olmuştur. Filmde Ahmet Han Sultan’ın hayatı ve Kırım-Tatar halkının 18 Mayıs 1944 yılında Stalin tarafından sürgün edilmesi anlatılmıştır.
Arzı-Kız Efsanesi, Regina ve Arzu-Ursula
Kırım’ın özcü kimliğini işaret eden efsanelerden birisi Arzı-Kız efsanesidir. Aslında yaygın bir taş kesilme efsanesidir ve gerek Kırım gerekse Anadolu ve Balkan coğrafyalarında “davranış ve tutum” belirleyici işlevi olan bir efsanedir. Cengiz Dağcı, bu efsaneyi Karadeniz kıyısındaki somut bir “heykel”le zihinlere kazıyan sözlü kültürün depolayıcı arşivi gibi metni bilir, anlatır ve inandırmayı temin için gösterilen somut izden bahseder. Buraya kadar olan kısım, bir aktarma işlevidir. Ancak bununla kalmaz, Arzı-Kız’la Regina arasında bir bağ kurar, efsaneyi Regina’ya uyarlar. Yani efsane ondan depolanmış bir metin değil yaşayan bir pratiktir, uygulamadır, ruhtur, hatta gerçektir. Nitekim 24 Ekim 1945’te doğan kızına da Arzu-Ursula adını koyar (Dağcı, 1998: 189). Görüldüğü üzere Arzu Kız ile Regina’yı birleştiren, anılarla kolektif belleğin efsanesini birleştiren Cengiz Dağcı, aynı zamanda aktarımla birlikte sürdürülebilirlik ve ihya vazifesini de yerine getirir. Efsaneler sözlü bir ürün olarak nakledilirken aynı zamanda somut bir mekân veya ize bağlanarak hem akılda kalıcılıklarını ve gerçekliklerini pekiştirirler hem de toprağı kutsama işlevi üstlenirler. İşte Dağcı da bireysel bir “aşk” hikâyesini kolektif bellekteki bir aşk efsanesiyle yoğurarak kendisini yeniden tanımlamaktadır. Metin şöyledir:
“Ağır bir yürekle gidiyorum iş yerime.
Mektupsuz ve habersiz gerçek Regina hayali bir Regina’ya dönüşüyor usumda: bizim Simeiz’de (Yoksa Köreiz’de miydi? Fark etmez, iki yer birbirine yakın) bir Arzu Kız heykeli vardı. Efsane basit: Arzu (Kırımlılarda Arzı denir) denizin kıyısındaki çeşmeden güğümüyle su alırken, çeşmenin duvarı üstünden kendisini gözetleyen korsan Ali Baba tarafından yakalanır. Haydut Ali kızı gemisine alıp alıp İstanbul’a götürür ve Arzu’yu sultanın haremine satar. Uzun bir zaman geçer aradan. Arzu bir kız çocuk doğurur. Ama kendi kıyısını unutamaz bir türlü her gün köyünün hasretiyle yaşar haremde. Sonunda dayanamaz, küçük kızıyla birlikte haremin penceresinden denize atlar ve yüzerek fırtınalı Karadeniz’i geçer; ama Simeiz’in kıyısında denizden çıkacakken, kucağındaki yavrusuyla taş kesilir suların içinde.
Regina’yı, kucağında küçük Arzu’yla ve Kuzey Denizi’nin buzlu suları içinde yüze yüze Baltık’ın kıyısına çıktığını, ama özlemiş olduğu Polonya’nın toprağına ayak basmağa kalmadan, kucağındaki yavruyla kıyıdaki suların içinde taş kesilip kaldığını görüyorum.” (Dağcı, 1998: 229-230).
Destanlar ve Çora Batır
Elbette örnekler bununla sınırlı değil… Cengiz Dağcı, Çora Batır ve Alim Aydamak başta olmak üzere Kırım’da kolektif belleğin malzemesi olan bir çok efsaneyi hem aktarmış hem de güncellemiştir. O kendini çoğu zaman bir efsane kahramanıyla özdeşleştirmiş bir yazardır. “Yansılar’da da düşlerimin atına binmiş, Çora Batır heyecanıyla koşturuyordum atımı.” (Dağcı, 1998: 264). Ancak başka araştırmalarda bolca örnek olduğu için biz burada babasının şahsında geleneğe bakışın olumsuz bir örneğini sergilese de Dağcı’nın sonuç olarak söylediği satırlara dikkat çekmek istiyoruz:
“Babam (eminim ki farkında olmadan) yalnızca kendisine değil, kendi ulusuna da yakınlaşan korkunç tragediyanın türküsünü söylüyordu. Faciayı önleyebilecek durumda değildi; değildi, çünkü yaklaşan facia, uzun yılların çaresizlik birikiminin getirdiği bir facia idi. Yurdun tarihinden edindiği (hiç değilse ruhsal) bir güce dayanacak ve, o güçten kaynaklanan umutla ilerisini düşünecek durumda da değildi babam; dolayısıyla boyuna ben garibim’i söylüyordu soluğu altından kendi kendine. Yok, geçmişte ulusun (Çora Batır, Gazi Geray, Alım Aydamak gibi) kahramanlarından habersiz değildi; ulusunun tarihi özelliklere sahip olduğunun da farkındaydı: Ama bu bilincinin yetersizliği, belki yetersizliğinden ziyade sönüklüğü, hatta cansızlığı, içinde yaşadığı garib aleminin boğucu ağlarından kurtulup çıkmasına izin vermiyordu. Gerçekten de bir ulusun tarihini tarihçiler yazmazlar; ulusun ressamları, yazarları, bestekârları, mimarları yazarlar.” (Dağcı, 1998: 254)
SONUÇ
Oysa şimdilerde Kırım-Tatar kültürel kimliğinde ve kolektif belleğinde müşterek ögeler ayıklanmış gibi durmaktadır. Tepreş’i “derviza” yerine ikame ederek sadece “diaspora”da kutlanılan bir tören haline getirmek de, Hıdırellez gibi makro ölçekli bir müşterek kutlamayı hafızalardan silmek de doğru bir yaklaşım olmamalıdır. Cengiz Dağcı bunları hiçbir zaman ayırmamıştır. Daha somut bir ifadeyle kuşatıcı ve kapsayıcı bir kolektif bellekle yerel ve grup kimliğini aynı potada eriterek sürdürülebilir bir hayat ve kimlik sahibi olarak var olmanın yöntemini keşfetmiştir. Bu yüzden o “özel” bir kültürel miras taşıyıcısı ve aktarıcısıdır, ancak o bu mirası sadece aktarmakla kalmamış ihya edici, sürdürülebilir olma özelliğini öne çıkarıcı, işlevsel, paylaşılabilir ve yaşanılabilir bir “kültürel belleğe” katkıda bulunmuştur, evrensel düzeyde tanıtma gayreti içinde olmuştur. Onun belleğini güçlü kılan da ülkesinden ve halkından uzakta bir yaşam sürme mecburiyetinde kalışı olsa gerektir.
Roman türünü kullanmış olması çok yüksek bir seviyeyi ve sıçramayı işaret eder. Zira epik anlatılar düzeyini aşma noktasına ulaşamamış, kendisine biçilen dar ve özcü kültürü çağdaş form ve türlerle ifade etmesine izin verilmemiş bir “hanlık” veya “Çarlık-Sovyet özerk” yapısıdır Kırım… Kabile ve hanedan ruhu ancak “epik” metinlerle kendini verir. Çora Batır veya Edige gibi Kıpçak’la ilgisini kuran metinler böyledir. Ancak Âşık Ömer, Hıdırellez, Osmanlı etkisiyle oluşan “küresel” boyuttaki Türk kültürü Kırım’a bir engin düşünme ve algılama imkânı vermiştir. Bu da 300 yıl gibi bir süre içinde oluşmuş ve tarihi ve iç mücadele şartları ancak bu kadarına müsaade etmiştir. Ne yazık ki bu durumu içeriden besleyen zihniyet de mevcuttur.
Cengiz Dağcı, özcü, kapalı ve dar bir Kırım-Tatar “kolektif belleği”nin değil, açık, tarihsel ve kapsayıcı bir “Türk” kolektif belleğinin aktarıcısı ve yaşatıcısı olmuştur. Onun belleği depolayıcı, arşivci değil fonksiyoneldir, işlevseldir. Bu durumu onun sözlerine bırakalım:
“Romanlarımı Türkiye Türkçesinde yazmama da başlıca sebep okur oldu.
Korkunç Yıllar’ın birçok bölümlerini Kırım Tatarcasıyle savaş yılları içinde yazmıştım. 1950’deydi sanırım Türkiye’den bir mektup aldım. Mektup, Kırım’dayken beni genç bir şair bilen, okurdandı. Savaştan sonra Londra’da oturduğumu öğrenen arkadaş adresime Türk yazarlarından iki-üç öykü kitabı gönderiyor ve mektubunda ayrıca edebi uğraşlarımı merak ettiğini yazıyordu…
Haftalarca mektubun ve öykülerin etkisi altında kaldım. İlk kez okuyordum Türk yazarlarının eserlerini. İstanbul Türkçesinin yüreğimde hoş bir sıcaklık ve tatlılık yaratmış olmasından başka, Kırım’da, özellikle Kırım’ın Karadeniz kıyısı bölgesinde, konuşulan ağızla Türkiye Türkçesi arasında şaşılacak bir yakınlık görüyordum.
Etkinin başka, belki en önemli yanı, beni Türkiye Türkçesinde yazmaya zorlayışıydı. Oysa karşılaşacağım engelleri kolay kolay aşamayacağımın farkındaydım. Yedi defter içine toplu Korkunç Yıllar’ın müsveddelerini çekmecemden çıkarıp tekrar ve tekrar okudum. Her okuduğumda annemin çocukluğumda bana konuştuğu dilin sade, sade olduğu kadar da tatlı ve şirin ahengi geliyordu kulaklarıma; Gurzuf-Kızıltaş kızlarının ve gençlerinin toy-düğünlerde, cıyın ve dervizalarda söyledikleri mani, yır ve çınları tekrarlanıyordu yüreğimde. Değeri biçilmez bir miras bulmuştum adeta. Bu mirasla varlığımın hatta kişiliğimin değişeceğini hisseder gibi oluyordum. Bu mirasla, bir zamanlar benim olan ama aradan geçmiş korkunç ve ölümcül yıllarla artık unutulmuş, yurdumun topraklarına yeniden kavuşabileceğimin; tüm umutsuzlukları, tüm güçlükleri yenip, yeni ve capcanlı bir hayata açılabileceğimin inancı uyanıyordu ruhumda. Kırım’ın binlerce kilometre uzağındaki kentin sokaklarında ve yabancı insanlar arasında dolanırken bu mani ve yırları mırıldanıyordum kendi kendime soluğum altında:
Kaya kayaya bakar
Kayadan seller akar…
Kaya dibi saz olur
Gül açarsa yaz olur…
Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz…
Benim dilimdi bu. Sade ama ne kadar da güzel, ne kadar da cana yakın benim dilimdi.
Karşılaştığım tüm güçlüklere göğüs gererek, Korkunç Yıllar’ı yeni baştan yazmaya karar verdim ve iki yıl süren geceli gündüzlü bir çalışmadan sonra elimin altında, aşağı yukarı, bugün Türk okurunun elinde bulunan romanın şekli bulunuyordu.” (Dağcı, 1994: 81-83)
KAYNAKÇA
ASSMANN, Jan (2015) Kültürel Bellek Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, 2.bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAYRAKTAR, Zülfikar-SAÇKESEN, Ahmet (2012) “Eskişehir Kırım Tatar Türklerinde Tepreş Şenlikleri”, JASSS The Journal of Academic Social Science Studies, 5(1), s. 49-61.
DAĞCI, Cengiz (1991) Yansılar 3, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1992) Anneme Mektuplar, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1993) Yansılar 4, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1994) Yansılar 1, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1996) Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997) Ben ve İçimdeki Ben (Yansılar’dan Kalanlar) 5, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997) Yansılar 2, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1998) Hatıralarda Cengiz Dağcı (Yazarın Kendi Kaleminden), Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2007) Onlar da İnsandı, 9.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2010) Badem Dalına Asılı Bebekler, 6.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2011) Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2012) Üşüyen Sokak, 4.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2013) İhtiyar Savaşçı, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul .
DAĞCI, Cengiz (2015) Yoldaşlar, 3. bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul .
HALBWACHS, Maurice (2018) Kolektif Bellek, Çev. Zuhal Karagöz, Pinhan Yayınları, İstanbul.
LARRAİN, Jorge (1995) İdeoloji ve Kültürel Kimlik Üçüncü Dünya Gerçeği, Çev. Neşe Nur Domaniç, Sarmal Yayınevi, İstanbul.
Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Bir Sembol Olarak Üniforma
Ayşe Energin5
Vatan hasretiyle yaşayan ve vatanına kavuşamadan hayatını kaybeden Kırımlı yazar Cengiz Dağcı, romanları aracılığıyla sadece kendi hayatını değil II. Dünya Savaşı’nı, savaş sırasında Rus ve Alman ordularında, Alman esir kamplarını, Kırım’ı ve bu coğrafyada yaşananları da büyük bir ustalıkla kaleme almıştır.
O, eserlerinde; savaş, acı, işkence gibi konuları; insanın en vahşi halleriyle yansıtırken ince bir ruhla ve sanat kaygısıyla edebî değerden ödün vermemeye çalışarak işlemeyi başarmıştır.
Cengiz Dağcı, acının ve zulmün yoğunluğunun eserin sanat değerine engel olmaması için kelimelerini büyük bir titizlikle seçer. Buradan hareketle özellikle romanlarında yer alan ifadelerin pek çoğunun gerçek anlamlarını, ancak eserin ya da eserlerinin tamamı irdelendiğinde kavranabilecek bir bütünlük içinde ele alınabileceğini, birer sembol olduğunu söylemek mümkündür.
Sevim Kantarcıoğlu, “Edebî eserler, insanlık tarihinin ve milletlerin benliği “ der. Cengiz Dağcı ise hatıralarında Yaşanan zaferlerin, mutlulukların, acıların özellikle edebî eserlere sanatçının farklı ve duyarlı yaklaşımıyla ölümsüzlük kazanıp ve nesilden nesile ulaş.” tırıldığını (Kefeli, 2011: 9) ifade eder. Gerçeği yansıtma arzusu ve estetik değerden ödün vermeme çabası düşünüldüğünde, sembollerin edebî eserler için ne denli önem taşıdığı da anlaşılacaktır. Yazarın şu ifadeleri roman türüne bakışını ve romanlarında taşıdığı sanat endişesini göstermesi bakımından da önemlidir:
“Romanlarımda, her yazar gibi, kendi hayatımın gerçeklerinden istifade etmişimdir. Gördüğüm, duyduğum, bildiğim, tanığı olduğum olaylar, bir sanatkâr prizmasından geçirilerek aktarılmıştır eserlerime. Ancak bu romanlarım benim şahsî hayatımdır anlamına gelmez.” ( Dağcı: 1998: 8)
Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanı Yaşar Nabi’nin teşvikiyle 1956 yılında Varlık yayınlarınca neşredilmiştir. Eser, “Kırım’ın acı kaderiyle ilgili” önemli bir noktada durmaktadır.
Yurdunu Kaybeden Adam, Korkunç Yıllar romanının devamı niteliğindedir. Her iki romanın asıl kahramanı da Sadık Turan’dır. Sadık Turan’ın karakterini, millî duygularını ve yaşamını belirleyen olaylardan biri daha çocukluk yıllarında sınıfının penceresinden dehşet, acı ve korkuyla seyrettiği bir minarenin yıkılışıdır. Bu olay onun için sadece bir ibadethanenin işlevini yitirmesi değil, bir insanın can damarlarının koparılması, kalbine “bıçak saplanması” gibidir.
Yazar, Ruslar tarafından bilinçli ve sistemli bir şekilde yok edilmeye çalışılan Türk kimliğine zarar gelmemesini sağlamak için tek çaresi kendi iç dünyasındaki varlığa, inanç, vatan aşkı ve sevgiye, sığınmak olan kahramanı Sadık Turan›ın ilk bilinç ışığını daha o küçükken ve romanın başında yine nesneler ve tabiattan hareketle sunmuştur.
Yazar için nesneler ya da tabiat unsurları bir tür haberci niteliğinde, bir bütünün parçalarıdır. Söz konusu durumun “bellek ve imgelem iç içe geçmiş durumdadır. Her ikisi de birbirinin derinleşmesine karşılıklı katkıda bulunur” (Bachelard: 1996: 32-33) ifadesiyle benzer özelliklere sahip olduğu açıktır. Bu açıdan bakıldığında Cengiz Dağcı’nın romanlarında yer alan “üniforma” kelimesinin de Türk Dil Kurumu tarafından yapılan “Aynı işi yapanların giydikleri, tüzükle belirtilmiş, bir örnek giysi. 2. Silahlı kuvvetlerin resmî giysisi.” (http://www.tdk.org.tr) tanımından daha farklı, soyut bir anlama da sahip olduğu, sembol niteliğini taşıdığı görülür.
Sadık Turan çaresizlik, yalnızlık ve korkuyla geçen çocukluk yıllarında hayatta kalma mücadelesinin ne demek olduğunu fark etmiştir. Onun, çok erken yaşlarda, babasız kaldığını ansızın öğrendiği bir akşam yemeğinde, tüm olacaklardan habersiz açlığını bastırmak için ağzına attığı «bir lokma ekmek içimde zehir olmuştu” (Dağcı: 1976: 14) ifadesi romanın devamında yer alacak somut soyut geçişi için de bir örnek niteliğindedir.
Ernst Gombrich, sanatın dile getirilmesinde ya da büyük sanat eserlerinin oluşturulmasında imgelerin rolü üzerinde dururken hatıranın, nesnenin imgeye dönüşebileceğini belirtir. O, sanatın; insanın günümüze kadar ortaya koyduğu imgelerin öyküsü olduğunu belirtir ve şunları söyler:
“Ben, bu öyküyü kaleme alırken, özellikle bir değer yargısı doğrultusunda seçtiğim imgelere yer veriyorum. Böylece Sanatın Öyküsü, iyi imgeler yaratmanın öyküsü oluyor.” (Gombrich: 1986: 74)
Bu durumda Cengiz Dağcı’nın da insanın ruhunu çepeçevre saran maddî unsurlardan bazılarına yeni ve ancak kendi dünyası içinde değerlendirildiğinde asıl anlamına ulaşılabilecek imgeler olarak bakması şaşırtıcı olmayacaktır.
Korkunç Yıllar’ın asıl kahramanı Rus askeri Sadık Turan, Yurdunu Kaybeden Adam’da Alman askeri olarak görülür. O, ilk kısımda Rus askerî üniforması, ikinci kısımdaysa Alman üniforması giyer.
Romanın geneline bakıldığında giysilerin ya da kahramanların kıyafetleri üzerinde durulmazken Sadık Turan’ın üniformasından sık sık söz edilir. Yazar, bu kelimeyi vatana kavuşmasına engel bir kavram, bir tür parmaklık olarak görmüştür. Aslında bu durum sadece söz konusu iki roman için geçerli değildir. Yazar, Ölüm ve Korku Günleri’nde (Dağcı, 1995: 9) sorduğu “Kimim ben? Ben kimim?” sorularının cevabını Ben ve İçimdeki Ben’de de arar:
Ben hiçbir şey istemedim. Ne ipek kıravat ne gümüş başlı baston; ne şık giysili kadınlar. (…) Ben elli yıldır yabancı bir kıyıda hüzün gömleğim içinde yaşadım.” (Dağcı: 1995: 60)
Sadık Turan, Korkunç Yıllar romanının ilk bölümünde Rus üniformalıdır. Rus askeri olmadan “Orta kumandan okuluna” gitmeye karar vermeden hemen önce, babası ve arkadaşı Süleyman’ın6 söyledikleri eserde üniformaya yüklenen anlamın ilk ipuçları gibidir:
“ ‘Sadık, be’ dedi, sen o gavur takımıyla iki sene yaşayamazsın. Ya subay olup onlara emredeceksin ya da sıvışacaksın…
Babam, kim ve ne olursan ol büyük adam ol Sadık. Her sahada siz bu yurda lazımsınız. Bilginizi arttırırsınız, yeni insanlarla tanışırsınız, Kırım’da sürünmekle kime ne faydanız dokunacak? Doktorlarımız tükeniyor hiç olmazsa subaylarımız olsun. Onlar da bir gün bu yurda faydalı olurlar.” (Dağcı,1975b: 45)
O, bu üniformayı bir amaç uğruna giymiştir. Bu amaç; vatana hizmettir. Yaptığı şeyin vatanına hizmet olmadığını fark ettiğinde artık her şey için çok geçtir. O artık Komünist sistemin “şahsî malı” gibidir.
Asker üniforması onun “hüzün gömleği” belki de açlık, işkence ve sefalet içinde sadece hayatta kalmaya çalıştığı esir kamplarından da büyük bir eziyet kaynağı olacaktır. Bu gerçeği anlamaya başladığında, ölmek üzere olan bir doktorun pişmanlık ve uyarı dolu “Ruslar için savaşma” cümleleri onu derinden etkilemiştir. Sadık Turan da artık bu savaşın içindedir, “sistemin malı” olarak görünür. Oysa çocukluğundan bu yana içinde yaşadığı bambaşka gerçek vardır: büyük vatan aşkı, milletini faydalı olma amacı. Bu amacı gerçekleştirebilmek için giydiği asker üniforması artık resmen sisteme ait olduğunun ve sadece kolhozun değil Rus diasporasının da bir parçası olduğunun göstergesi gibidir.7
Sadık Turan’ın esir kampında başka bir kampa nakledileceği ve yanındaki “Türk” arkadaşlarından ayrılmayacağını umut eder. Fakat bir seçim yapmak zorundadır ya arkadaşlarıyla birlikte hareket edecek ya da Rus üniformasıyla kampta kalacaktır. O, hiç düşünmeden «bitlerini ayıkladığı” giysileri giyer. Bu giysiler onun için bir tür pranga olan asker üniformasından çok farklıdır. Roman içerisinde kahramanın yaşadıkları öylesine dehşet vericidir ki denilebilir ki kendi kendine sürekli tekrar ettiği “korkma Sadık korkarsan ölürsün” cümlesi defalarca kez anlam bulmuştur. Bu durum savaşın “toplu ve örgütlü bir şiddet” (Aktaş, 2013: 45-62) tanımıyla da örtüşmektedir.
Mucize eseri hayatta kalan ve tüm yaşadıkları, özellikle vatan hasretiyle ruhunda büyük yaralar açılan yazar, kendisi hakkında çıkan haberlerden söz ederken şunu vurgular:
“Gazetelerin birinde hakkımda yazılmış bir yazıyı daha okuyorum:
‘Cengiz Dağcı… Rus ordusunda tank teğmeni olarak İkinci Dünya Savaşı’na katıldı. Almanlara karşı savaştı… Esir düştü… Almanların düzenledikleri Türkistan lejyonuyla Ruslara karşı savaştı…” (Dağcı, 1998: 7)
Savaşın görünürdeki cephelerinin yanında, biyografik okuma ve imgeler bağıyla ortaya çıkarılabilecek bir cephesi daha vardır. Askeri üniforma, vatan ve hürriyet algısı da bu bağlardan biridir. Bu anlamda Cengiz Dağcı da Sadık Turan gibi “bir kurban, bir romancı”dır.8
Üniforma; Kırım Türkü, Kazak, Kırgız, Tatar, Başkurt, Tacikli, Türkmen fark etmeksizin Türk milletini kendi siyasî, askerî ve ekonomik çıkarları için kullanan ve nihaî amacı Türkistan coğrafyasını Türksüz bırakmak olan, Rus, Alman fark etmez, “yabancı” ülkelerin silahlarından biri gibidir.
Nitekim Korkunç Yıllar’ın sonunda Sadık Turan ve Türkistan Lejyonunda görev alacak olan diğer askerler Rus üniformalarını Alman subayın ironik ifadeleriyle birlikte ateşe atma yarışına girerler:
“Şimdi bir koşu yapacağız. Herkes Bolşevik üniformasını eline alsın. Hanginiz üniformasını daha evvel ateşe atacak bakalım? Hazır mısınız?
Ayaklarımızın dibinde duran üniformalarımızı ateşe fırlattık. Beni sevindirmesi gereken bu hadise içimde bir yaraya dokunur gibi oldu. (…) “ (Dağcı, 1965: 8)
Bu sahne Sadık için son derece anlamlıdır. O, aslında yeni bir hayata başlıyor gibi görünse de savaşın, vahşetin ve vatanı uğruna bu kez Almanların temsilcisi olacağının yani her şeyin yine aynı olacağının bilincine varmıştır.
Casusluk teklifini reddettiğinde Alman Subayının cümleleri çarpıcıdır. Subay ona büyük bir ceza verildiğini söylercesine artık düşman üniforması giyip savaşacağını söylediğinde yine piyon olarak kullanılacağının farkına varmıştır.
O, roman içerisinde Kiril alfabesine geçirilen Kırım’ı ne denli büyük bir tehlikenin beklediğinin farkına varmıştır. Sadık Turan, bu durumu sadece Süleyman’a da ispatlamak uğruna bile hayatını tehlikeye atacak kadar şuurludur. Bu şuurdaki bir kahramanın, başka milletin bayrağı altında, onarlın asker üniformasıyla kendi toprakları ve insanı için savaştığını düşünerek yola çıkması ancak bu yolun dönülemeyecek bir yol olduğunu yine kendi insanına zulmedildiğini görmesi büyük bir trajedidir.
Romanın devamı niteliğindeki Yurdunu Kaybeden Adam ise Sadık Turan’ın alman ordusunda subay olduğu kısmını içermektedir. Alman üniformasıyla savaşmak zorundadır.
Sadık Turan bu kez Roma’daki tedavisi sırasında anlattığı savaş hatıraları 1942 baharında başlamaktadır. Kahraman altı haftalık “acil subay kursu” eğitimi alır. Başlangıçta Kırgızistan’ın bağımsızlığı için savaştığına inanmış ya da kendini inandırmak istemiştir. Çünkü esir kampından başka kurtuluş yolu olmadığının o da farkındadır. O da lejyondaki diğer Kırgız, Kazak, Türkmen, Başkurt, Tacikli Türkler gibi Türkistan için savaşmaktadır.
Burada üniformanın öneminin Almanlar tarafından fark edildiğini görüyoruz. Üniformanın kolunun iç tarafında “Üç Beyaz” Semerkand Camii ve etrafında da “Allah bizimledir” cümlesi işlenmiştir. Askerler her gün “Can Kurban sana Türkistan!” (Dağcı, 1965: 9) haykırışlarıyla talim yapar. Ruslardan kurtarılacak camiler sık sık vurgulanarak din duygusu kullanılır. Aynı zamanda tabur imamları vardır. Bu durumda yazar dahil oradaki Türklerin hepsi doğru bir amaç için yanlış üniformayla savaştıklarını ilerleyen zamanla birlikte anlarlar.
Kahramanın gerçeği fark edişi ve bu farkındalığı yine üniforma aracılığıyla aktarması anlamlıdır:
“Biz zaten ölmek için üniforma giymiştik. Ölesiye savaşmak için silahlanmıştık.” (Dağcı, 1965: 119) Yazar, bir Alman askerinin ağzından Muhan’ın haksız yere idam edilmesine karşı çıktığı ve yargılanmasını istediği için duyduğu şu cümlelerle üniformanın roman içinde taşıdığı anlamı bir kere daha vurgulamıştır:
“Biz sizi esir kamplarından aldık, giydirdik, esirlikten kurtardık. Mahkeme olmadanmış! Alman üniforması giymekle benden böyle sual sormaya hak kazandığını mı sandın?” (Dağcı, 1965: 119)
Cengiz Dağcı “giydirilmiş” kahramanı Sadık Turan aracılığıyla üniformanın emperyalist güçlerin bir aracı olduğunu ve zihinlerdeki kimlik algısını kökünden değiştirip aidiyet duygusunu yok etmekte önemli bir rol oynadığını göstermesi önemlidir. Türk’e yaşama şansı tanımayan dünya düzeninin kahramanın ruhunda açtığı tahribat büyüktür.
Zaten sosyal ve ekonomik anlamda bir kaos olan savaş, bireyin benlik algısı ve önceliklerini de tamamen değiştirmekte onu vahşileştirmektedir. Sadık Turan, üniformasıyla “tek dişi kalmış canavar” suretinde olsa da içindeki insanî ve millî duygular canlılığını korumuştur.
Bu anlamda üniforma onun için hem bir hapishanedir hem de ruhu ve maddi varlığı arasındaki çelişkinin büyük bir göstergesi.