Kitabı oku: «Hayyam'ın Konukları Matematik ve Şiir», sayfa 2
III
Dünya adlı bir kukla sahnesindeyiz;
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer ikişer;
Bitince oyun, sandıktayız hepimiz.
Hayyam geriye döndüğünde, Nizam nefret dolu gözlerle Sılahan’a bakıyordu.
“Beni burada görmesin! Melikşah’ın, Terken Hatun’un sırdaşıdır dikkat et!” dedi.
Hayyam, sohbeti değiştirecek bir konu düşünerek başını salladı. Nizam’ın yüzünde alaycı ifadeler belirdi. Hayyam’a bakarak kendine göre tatlı tatlı söylendi.
“Cilveli İran dilberleri, ateşli Arap kısrakları, ağzı var dili yok onca Kıpçak cariyesi dururken bu eli kamçılı, at kokulu, kaba saba Selçuklu kadınını neylersin?”
Hayyam yutkundu.
“Ben onu değil, o beni aldı efendim” dedi. Özel hayatını didikleyen bu sohbetin bir an önce bitmesini, binlerce defa, canı gönülden temenni ederek ekledi.
“Bin tutsak kadının râm olmasına değişmem bir hür kadının gönülden gelen sevgisini…”
Nizam kısa, kuru bir kahkaha attı. Bilgiç bilgiç, dişlerinin arasından tısladı.
“Gümüş kamçısıyla girişirse görürsün o zaman hür kadını… Terken Hatun da hür!” dedi.
Karahanlı Tamgaç Han’ın nazlı kızı Terken Hatun, Harezm’den Melikşah’a gelin gelirken bin kişilik saray halkını da getirmişti. Sılahan’ın ailesi de bu kafiledendi. Sarayın eski sakinleri, kadınları yerine gelinle birlikte gelen harem halkı yerleşmişti. Terken Hatun’un eşini kıskanması, İsfahan’ın yüksek çevrelerinde eğlence konusuydu. Nizam, Hayyam’a yüklendikçe, Hayyam da yaşına hürmeten ses etmiyor bilakis üzülmüş gibi duruyordu.
“Benden söylemesi” diye tekrar başladı Nizam.
“Terken Hatun’dan beter bu kız!.. Selçukî kadınları, Arap ve Acem geleneklerine uymaz, seni paylaşamaz. Ne buldun bunda? Bunlar yılda bir kere açılırlar Nevruz gülleri gibi…”
Hayyam baktı konu uzadıkça uzuyor, Nizam’ı susturmak için kendisi konuşmaya karar verdi.
“Saray kaleminde avunmak için bezeme yaparken yazmayı, yazarken okumayı öğrenmişti. Nefes almadan hamle yapan bir pençe kıvraklığı vardı kalem tutuşunda.” dedi.
Nizam ayrı telden çalıyordu.
“İsfahan’ın yarısı ikta olarak verildi. Hala burunlarını sokmadıkları yer yok! Senden umdukları bir şey olmasa nikaha izin vermezlerdi.”
Hayyam’ın alnından terler fışkırdı. Nizam, kızı bırakmış, sülalesini yeriyordu. Cennet sahnesine baktı. Diğer tutsak kadınların şaşkın ve hantal davranışlarına karşılık Sılahan, keşif askeri kadar uyanık, dişi pars gibi sessiz ve hızlı yapıyordu işini. Tepesi attı. Bu yergileri cepheden savunma kararı aldı. Sesini yükseltti.
“Bu hatunda vefa var.” dedi. “Ak gününde, kara gününde yanında yer alır. Güzelliği ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez!”
Kestirip atmıştı. Nizam acılı bir gülümsemeyle baktı.
“Sen âşık olmuşsun Hayyam! Kan dökücü bir cellada âşık olmakla aynıdır böyle bir güzele meyletmek.”
Böyle anlarda en doğrusu yüreğindekini haykırmaktı. Hayyam’ın sesi buz gibiydi.
“Hürriyet içinde beni seçmesinden kıvanç duydum. Cariye almaya benzemiyor bu!”
Sonra bir dörtlük söyledi.
“Bir yürek ki yanmaz yürek denir mi ona? Sevmek haram! Yüreğinde ateş olmayana! Bir gününü sevgisiz geçirdinse yazık! En boş geçen günün o gündür inan bana!
“Kusuruma bakma!” dedi Nizam. “Ben Türkleri savaşta, kervancılıkta severim en çok!”
“Bilirim!” dedi Hayyam kaşlarını çattı.
“Bunca zahmetli işi gören bu mübarekleri bırakalım da bunlar dilediği gibi davransınlar öyleyse. İsyan çıkardılar medreselerde okuyabilmek için. Az kan dökülmedi. Fakat bu istekleri karşılanınca kimseye bir zararları olmadı!”
“Evet, ben dahi alıştım, hoşnudum, lakin saray kalemi dahil her yere doluşuyor kadınları. Bereketi kalır mı bilmem şah devletinin?”
Nizam durakladı. Hayyam’ı boş yere örselediğinin farkına varmıştı. Sabbah konusu çözülmüştü. Melikşah’la aralarında şimdilik ciddi bir mesele olmadığı halde sırf saraya yakın olma ihtimali olduğu için bir kadına karşı Hayyam’ı soğutmaya çalışmak anlamsızdı.
“Benim de zaaflarım var, her insan gibi!” dedi. Ardından ekledi. “Ay ışığı gibi görülür fakat gösterilemez diyerek, ne de güzel tarif ettin gönül iklimini Hayyam! Takdir ettim! Sen bana bakma! Sana latife etmezsem kime edebilirim?” dedi.
Güvenlik hariç, her işte Melikşah’tan fazla kudreti olan Nizam, gerçekten de yalnızca Hayyam’ın katında ciddiyetinden sıyrılabilir, aklına eseni söylerdi.
Dostça bakıştılar.
Hayyam’ın işaretiyle sâzendeler bir Meraga havası çaldılar. Nizam, musikiyi içer gibi dinlerken sordu.
“Hasan Sabbah gidisi için bunca altını saçtığına değer mi?”
Hayyam’ın uzun zamandır gerilmiş yüzünde ilk defa küçük bir tebessüm belirdi.
“Bazen, bin geceyi bir geceye sığdırmak içindir altın, hayatı hızlandırmaya yarar. Ne dermiş merhum İbni Sina ‘Ancak harcadıkların senindir. Sakladıkların başkaları içindir.’ ”
Hayyam normale dönmüştü. Nizam derin bir nefes aldı. Merak ettiklerini de öğrenmişti. Vedalaşma anı da çoktan gelmiş, geçiyordu.
Nizam, müzik eşliğinde giderken Hayyam, yüreğinin ferahladığını hissetti. Nizam’ı, Sabbah’ın geleceğinden haberdar etmekle iyi yapmıştı. Zaten duyacağı bu ziyareti eğer bildirmeseydi esas tehlike o zaman belirecekti. Can düşmanıyla gizlice buluşan bir hain olarak algılanacaktı, Nizam’ın nazarında. Sabbah’ın ihtirasının tedavi edilebileceği fikri de kudretli vezirin öfke şimşeklerini yatıştırmış olmalıydı.
IV
Ah Yaratan, dünyayı yeniden yarataydı,
Yaratılırken beni de yanında tutaydı,
Derdim “-Ya benim adımı sil şu defterden,
Ya da, benim dileğimce yarat dünyayı!..”
Hayyam, kendi tasarısı olan cennet sahnesinde; sâzendelere, rakkâselere şadırvanın, kameriyelerin arkasında duruma göre gizlenecekleri yerleri, neşe içinde ayarlıyordu. İsfahan’ın ünlü köşklerinden, dillere destan geniş bahçelerinden ödünç alıp getirdiği tavus kuşu, keklik gibi cennet sahnesine yakışır mahlukları, uygun yerlere iliştiriyordu. ‘Tavus kuşları çiçek tarlalarının arasında rahatça gezinebilirdi ama sükuneti bozup dikkat dağıtacak kadar zinde ve hızlı kekliklerin ancak palazları, yani yavruları yani kalemkaşlarına gezinme izni verilebilirdi!’ Etrafın kirlenmesini istemiyordu. Çünkü bu sahn-ı cennet gecesi uzun olacaktı. Hayyam’ın talimatları yağmur gibi bu minval üzere yağarken, sâzendeler başı Pervin, Hayyam’dan aldığı keseyi açarak dağıtınca, neşeli kahkahalar büsbütün arttı.
Hayyam, bir fırsatını bulup, biraz önce kaba davrandığı Sıla Hatun’un gönlünü almak için yanına geldi. Bir bahaneyle etrafında dolaştı. Beklediğinin aksine Sılahan darılmış gibi durmuyordu.
“Misafirimin dikkatini dağıtmak istedim!” dedi Hay-yam.
“Başvezirdi gelen değil mi?”
“Nereden anladın?”
Sılahan’ın kömür gözlerinde parlayan mecalsiz şimşekler, ‘Sen beni ne sandın?’ diyor gibiydiler. Utanıp sıkılarak usulca fısıldadı.
“Beni haksız yere paylaman ele verdi seni.”
Hayyam’ın gönlündeki yıldızları yele verdi bu eda, bu naz.
“Boş ver siyaset ehlini.” dedi. “Bunlar aç kaplandan daha yırtıcıdır!” Bu bülbüller niye böyle içli içli şakır sana hikayet eyleyeyim.”
Sılahan’ın geniş yanakları, masala acıkmış bir çocuk yüzü gibi aydınlandı. Tünekten tüneğe zıplayan bir bülbülün kafesine sokuldular.
“Bülbüller!” dedi Hayyam.
“Sabah erkenden bağa gelirler. Üzüm ya da erik gibi birkaç meyveyi gagalarıyla yaralarlar. Akşam geldiklerinde, aynı meyvelerde yaralar kararmış, genişlemiş, özleri hafiften alkole dönüşmeye başlamıştır. Bu özü gagalarıyla didikleyip katre katre yudumlarlar. Bu da onların parmak kadar canlarının sermest olup şakımalarına yeter. Şarabı, bülbülleri izleyerek bulmuş olmalı Cem. Belki de birlikte buldular Dianisos’la! Üzümün özü, şaraba dönüşür, bizim özümüz ruha. Şarap o yüzden ruha yakındır. Şarabın kıvamı üzümün macerasına bağlıdır, ruhun usaresi de hayat tecrübemize…”
Sılahan’ın korku bilmediği gibi küskünlük de bilmeyen kömür gözleri esmer bir aydınlıkla harelendi. Bunca güzel körpe rakkasenin, onca işin arasında kadife gibi yumuşak bir sesle kendisine böyle ince, büyülü sözler sarf eden Hayyam’a yalın bir sevgiyle baktı.
“Sen anlatınca her şey ne kadar güzelleşiyor!” dedi. Kafesteki bülbüle ince parmaklarıyla yarısı kararmış bir üzüm tanesini uzatarak. Bakışları kenetlenmek üzere ısrarla birbirini aradı. Yüz yüze geldiler. Sılahan’ın kömür gözleri Hayyam’ın şair gönlünün karanlığına sonsuza dek simsiyah ışıklar düşürecek başka kanunlara sahip bir çift büyülü yıldız gibi parladı.
“Gönlümü zaten almıştın. Sanki seninle doldum ve sana taştım!” dedi Sılahan.
Sabbah’ın tahtırevanı ufukta göründüğünde Hayyam son hazırlıklarını yapıyordu.
Sabbah, ihtiraslı sert yüzü ve sivri sakalıyla tahtırevanın penceresinden sarkmış gelirken, öndeki hamalları azarlıyor aynı boyda olmadıklarından dolayı tahtırevanın sağa yattığından yakınıyordu!
Hayyam konuğunu heyecanla karşıladı. İltifatlar etti. Baş köşeye oturttu. Satranç kurdular. İlk oyunu Sabbah kazandı. İkinci oyuna başladılar. İkisi de şimşek gibi hızlı hamlelerle sonuç arıyorlardı. Bu halleriyle satranç oyununu da ciddiye almadıklarını, dahası ötesinde olduklarını gösteriyorlardı.
Sabbah, oyun aralarında taşları dizerken Nizam’a söyleniyor, Hayyam her defasında geçiştirmeye, susturmaya çalışıyordu. Nizam gitmişti fakat gölgesi yerli yerinde duruyor gibiydi. Hayyam’ın içinden, biraz önce orada Nizam’ın oturduğunu, Sabbah’a söyleyivermek geliyordu.
“Nizam velinimetim.” dedi Hayyam.
“Selçukileri bilemem ama Nizam pek cömert!”
“Beş bin yıl hata yapmayacak bir takvim için sana ödenen çok mudur?” dedi Hasan Sabbah.
Hayyam mahçup boynunu büktü.
“Pek o kadar da doğru değil!” dedi. “Belki iki bin, üç bin yıl sonra birkaç saatlik bir sapma, düzeltme gerektirebilir.”
“O zamana kadar dünya kalır mı?” dedi Hasan Sabbah.
“Her yıl kâhinler birkaç kıyamet alametinden söz edip dururlar.”
“Dünya belki kalır da bizim kalmayacağımız neredeyse kesin!” diye derin bir iç çekti Ömer Hayyam! “Buna da şükür!” dedi.
“Ay gibi bir sevgiliyle, yıl gibi geceler yaşadım. Bundan sonra da şiş yapacak bir koyun budu, bir somun ekmek olursa sevgilimle bana. İstemem fazlasını!”
“Gaflet uykusundan uyan artık Hayyam!” dedi, Sabbah öfkeyle! Tenhalarda gezerek düşündüğü için hep kavrukmuş hissi veren yüzündeki hatlar büsbütün keskinleşti. Sivri sakalı, çenesinin ucunda kurbanına eğilmiş merhametsiz bir aybalta gibi işliyordu.
“Nizam’a bu kadar güvenme!” dedi.
“Nizam bir yandan sana hediye testiler gönderir, diğer yandan ‘ayyaş’ diye, adını çıkartır, rezil olmanı ister. Ortalıkta gezen her şarap rübaisini senin hesabına yazar.”
“Siyasi bir rakip değilim ki ben. Siyaset sohbetini boş ver. Gönlümüzü oyalayacak o kadar çok şey var ki cihanda. Üç bilinmeyenli denklemler mesela! Yedi ülkeyi yönetmek kadar haz verip oyalar insanı!”
Sabbah’ın dili deha yayıyla gerilmiş bir mancınık olmuş, ağır eleştirilerle yüklü sözcüklerini ateş ve zehirden mamul gülleler gibi savuruyordu. Hayyam ürperdi. Sab-bah gibi adamlarla konuşmak tehlikeliydi. Ne yapar yaparlar insanın damarına kinin ve hasedin yakıcı zehrini boşaltırlardı.
Sabbah kükrüyordu.
“Bostan alaçığı kalır senin köşkün, Nizam’ın sarayının, köşklerinin yanında” Ardından ekliyordu.
“Ben de senin gibiyim. Parada pulda, köşkte kervanda gözüm yok bilirsin! Sadece benden daha aciz birini tepemde görmeye dayanamıyorum. Hükmetmek istiyorum. Sana da bu tevazuu yakıştıramıyorum. Senin tırnağın etmez, miadı dolmuş Nizam’ı o makama nasıl lâyık görürsün?
“Onun işi de zor. Kolay mı Selçuklu sultanına çalışmak? Hem sen ondan gençsin. İkbal için sıranı beklersin bir köşede!”
Sabbah uzun uzun esnedi.
“Burası ne kadar sakin!” dedi. “Tütsülerin dumanı genzimi yaktı! Kendimi yüzen bir balık gibi akışkan hissediyorum.”
Hayyam, hemen sürahiye davrandı.
“Demirhindi şurubu iyi gelir. Şifalıdır. Derince bir nefes al! Şu köşe yastığını al arkana! Emin ellerdesin.”
“Nizam’ın yanındayken sırtım kedi gibi kambur olurdu. Senin yanında huzur ve keyif var.”
“Keyfine bak öyleyse!” dedi Hayyam.
“Zekânın fersah fersah dolaşıp birbirini araması, bilginin ve düşüncenin onaylanması ihtiyacıdır. Nizamülmülk de kemale ermiş bir âlim, lakin siyaset işleri her insan gibi onu da sığlaştıracak belki zamanla!”
Sabbah kendinden geçmişti. Hayyam, emin olmak için sarstı.
“Hasan Sabbah! Hasan Sabbah! Sabaha çok var uyan yahu!”
Sabbah, uyanmak yerine keçeye büsbütün uzandı. Bir güvercin gibi göğsüyle yattığı yerde bir yuva oluşturmak için debelendi. Hayyam keyifle içeriye seslendi.
“Kızlar taşıyın bakalım şu mutsuz adamı! Şu hırs küpünü!”
Rakkase kızlar, Sabbah’ın uzandığı keçeyi cennet sahnesinin tam ortasına taşıdılar.
Herkes köşesine geçip istirahata çekildi. Birkaç saatlik derin, çok sesli, homurtulu bir uykudan sonra Hayyam’ın gayretleriyle Sabbah’ta uyanma belirtileri görüldü.
Hayyam’ın işaretiyle, sazendeler tellere dokunduklarında, bülbüller de musıkiye eşlik etmeye başlayınca bahçe şenlendi. Pervin ile Hayyam uygun yerlere kandiller yerleştirerek hoş bir ışık gölge dokusu oluşturdular. Eşin dostun bahçesinden ödünç alınmış tavus kuşları cennetin renklerine havi yelpazelerini açtılar. Keklikler kafeslerinde gakkıldaşıyor, kalemkaşlar ise sarsak adımlarıyla şaşkın şaşkın dolaşıyordu.
İsfahan’da bağ bozumu zamanıydı. Elbruz dağlarından serin bir tül gibi esen rüzgar, dalgalanan gümüş tenlerin, miski amber kokusunu yüklenerek ıslak bir buse gibi yüzleri okşayıp ciğerlere doluyor, herkesi hükmü altına alıyordu. Yasemin kokulu saçlar; mücevher parıltılı kıvrak bedenler üstünde, sonsuza kadar anılacak büyük bir gecenin nişaneleri olan tuğlar gibi, Meraga nağmeleriyle uyum halinde, şevkle dalgalanıyordu.
Duvardaki iki nişin birinde bir Uygur ikonu vardı. Diğeri boştu. Hayyam, Sılahan’ı boş olan nişe götürdü ve orada hareketsiz durmasını istedi. Sılahan bir heykel sessizliği içinde durmak fikrine şaşkın ve mahçup direnmeye çalıştı.
‘İnanır mı ayol? O kadar saf mı arkadaşın?’ diyecekti, caydı. Boş olan nişin içinde heykel sessizliğine gömüldü.
Hasan Sabbah kımıldadı. Gözlerini açtı. Hayyam kaçarken Sıla’yı oracıkta unuttu.
Sabbah’ın ilk gördüğü, burnunun ucundan paytak paytak geçen kalemkaşlar, bembeyaz nişin içinde canlıymış gibi duran heykeller oldu.
Ünlü sazende Pervin, Sabbah’ın yüzüne bir melek gibi eğildi. Misk ve amber kokusu sinmiş bir merhem ile şakaklarını şefkat ile ovmaya başladı.
“Çileli dünya hayatınız bitti!” diyordu, gülmemek için kendini zor tutarken.
“Artık cennetin sınırlarında konuğumuzsunuz. Hizmetinize amadeyiz efendimiz!”
Sabbah’a tanıdık ve dost geliyordu Pervin’in güzel yüzü. Kim bilir hangi mecliste karşılaşmış, pek büyük bir ihtimalle de uzaktan yutkunarak bakmıştı Pervin’e daha önce. Çok da genç olmayan Pervin, ay ışığı ve kandillerin yumuşak aydınlığında bir peri kızı gibi görünüyordu. Yaşlılık mefhumu, Sabbah’ın kanına karışan hayaller ilacının kıvılcımları sayesinde, en uzak yıldızların ardına saklanmış gibiydi.
Ömrü, insanları eğlendirmekle geçmiş Pervin, yalnızca sözleriyle değil oyunculuktaki ustalığıyla da Sabbah’a artık cennette olduğunu hissettiriyordu.
Sabbah, tavus kuşlarını da fark etti.
“Biz, dünyanın renklerine beyhude yere hayran kalmışız! Gerçek renkler böyle olurmuş!” diye mırıldandı. Türlü meyveler sarkan ağaçlara göz attı. O zamana kadar şadırvanın önünde salınan rakkaseler canlanan müzikle birlikte en kıvrak hareketlerle yaklaştılar.
Sabbah doğrulup oturdu. Pervin’in sunduğu nadide meyvelerden tattı. Ayağa fırlayıp haykırmak istiyordu fakat vücudunun ağır olduğunu hissediyordu. Belki vücudu hafifti de görünmez bir güç kendisini yere çekiyordu.
Bir başkası olsa, bu muhteşem sahnede kaderine razı olurdu. Lakin koca Hasan Sabbah çetin cevizdi. İyice cesaretini ve gücünü topladıktan sonra aniden ayağa kalktı. Nar ağacından bir portakal kopardı. Etrafına bakındı. Sonra Pervin’e döndü.
“Üç beş tane huriyle, bir iki sahte ağaçtan kurulu cennete kanar mıyım ben?” diye çıkıştı.
“Herhalde!” diye omuz silkti müzik ve gösteri meclislerinin ustası hazırcevap Pervin. “Biz de biliyoruz olmayacağını!.. Lakin böyle huysuz bir edayla sormasaydın açıklayabilirdim.”
Sonra misvakla parlattığı sedef dişleriyle güldü.
“Cennet, tıpkı Kaşan bağının iri gülleri gibi katmer katmerdir. Burası henüz sonsuz cennetin eşiği, daha başlangıç! İyi halin görüldükçe daha geniş köşeler açılacak ufukta! Kademe kademe, yavaş yavaş!” dedi.
Hasan Sabbah, Pervin’e tamamen inandığından değil lakin vücut kimyasındaki değişiklikten dolayı şaşkındı.
“Renkler katmer katmer! Her şey canlı!” diye kekeledi.
İran’ın, Turan’ın en kıvrak melodileri Elbruz dağlarından esen serin rüzgarla çalkalanıp kalplere doluyor, allı turnaların aşk mevsimi peşrevlerine benzer bir zarafetle rakkaseler dönüyor, parmaklarında ziller, ayaklarında halhallar, bileklerindeki altın halkalar en şuh çınlamalarla bu müstesna şölene eşlik ediyordu.
Beyaz ayak bilekleri üstünde uçuşan tüller arasından kıvrak bedenler, çiğ düşmüş tenler, kuğu boyunlar hayal gibi görünüyordu. Semerkant, Fergana vazolarının kulpları gibi ince kolların ucunda belli belirsiz hissedilen pembe parmaklar, dalga dalga ritimle yükseldikleri göklerin derinliklerindeki yıldızlardan yalnızca hissedebilenlere has olan şiir ve aşkı, şevkle sağıyordu.
Tenler gümüş, dudaklar altın, gerdanlar fil dişindendi. Rakkaseler döndükçe ince ipek şallarından savrulan hoş kokuları yüklenen serin rüzgar kalplerde uğulduyor, başları döndürüyordu.
Sabbah, imbikten bizzat süzmüştü ilk gençliğinde Tibet geyiğinin misk keselerinden elde edilen miski ve amber balığının karnından elde edilen amberi… Şimdi bütün hayatı bu tesirle birlikte sahne sahne açılan ufuklarda canlanıyordu.
“Cennette olduğun için mutlu değil misin?” diye soran Pervin’in yüzünde sahte bir hüzün vardı.
Sabbah ‘Yerimden bir kalksam ben sorarım sana!’ der gibi baktı. Gücünü iyice topladıktan sonra kalktı. Sendeledi fakat düşmedi. Kül yutmaz olduğunu yeniden göstermek gayretiyle doldu.
“Ağaçlara meyve yapıştırmakla olmuyor!” dedi.
“Nerede billur gibi sular, akikten merdivenler, altın gibi köşkler, zümrüt gibi bağlar, gümüşten geceler?” dedi.
Bunları söylerken duvarlar fildişine, gölgeler altına, sular billura, ay ışığı gümüşe dönüşüyordu. Yürüdü. Duvardaki nişin içinde duran birinci heykele tutundu. Heykel soğuk ve duygusuzdu. Duvar, bildiği duvarlardan olmalıydı. Birkaç adım daha attı. İkinci nişin önüne gelmişti.
Gizlice seyrettiği sahn-ı cennette; şaşkın, sarsak dolaşan Sabbah’ın haline gülmeye hazırlanan Hayyam’ın aklı başından gitti. Sılahan, Sabbah’ın yanıbaşındaydı ve her an tatsız bir şey olabilirdi. Halbuki Hayyam, Sıla’yı oraya kısa bir süre için, kendisi seyretmek üzere dikmişti. Diğer heykelle çok hoş bir simetri oluşturduğunu görüp süreyi uzatmıştı. Aynı gün ikinci haksızlığa uğrayan Sılahan artık ne dese haklıydı. Hayyam, bu korkulu düşüncelerle dikkat kesildi.
Sabbah, birinci heykelden uzaklaştı. İkinci heykele, yani üç eteği ile heykel sükutuyla taş kesilmiş duran Sıla’ya yönelmek gibi bir fikre sahip olduğuna dair en küçük bir belirti bile yoktu. Fakat sendeledi. Geri geri gidip Sıla’nın yanı başında durabildi. O sırada olan oldu. Oracıkta put gibi durmaktan zaten yeterince sıkılmış olan Sıla, bu tuhaf adamın bu derece yaklaşmasından rahatsız oldu. Önce duruşunu bozdu. Sabbah, hareketi fark edip döndü. Sılahan’a yuvasından oynamış dehşetli gözlerle baktı. Etekleri o zaman dikkatini çekti. Sılahan ilk adımını attığında Sabbah, hayatının geriye doğru en çevik sıçrayışını yaptı. Artık Sabbah bir saniye önceki Sabbah değildi. Aklı başından gitmiş, daha doğrusu başka bir boyuta geçmişti.
Sılahan yürüyüp gitti servi revan gibi. Sabbah’ın gözlerinde yürüyen; akıcı, etkileyici yürüyen bir heykeldi. Sabbah, biraz önce incelediği, soğukluğundan ürperdiği heykeli durdurmak için hamle yapacaktı ki Pervin’in gülümseyen yüzü araya girdi.
Şaşkındı Sabbah. Ağzı, damağı kurumuştu. Büyüye inanmazdı. Bu içinde bulunduğu halin ne olduğunu çözemeyeceğini sezerek Pervin’e döndü.
“Nasıl olduğunu bilmiyorum ama heykel yürüyüp gitti!” dedi.
Pervin, neşe içinde kıkır kıkır güldü.
“O da bir şey mi? Kanatlarımız oluşuyor, uçuyoruz bazen!” dedi.
Ne kadar da güzel görünüyordu! Etten kemikten değil de pembe beyaz güllerden yapılmış gibiydi cildi. Sesi ve şuh kahkahaları çın çın geliyordu Sabbah’ın kulaklarına… İşte bu anda Sabbah artık şüphelerinden tamamen arınmış başka kanunlara tabi yeni bir âlemin hava tabakasında, hatta deniz dibinde olduğuna emin hale gelmişti.