Kitabı oku: «Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler», sayfa 2
Hiçbir seçimde aday ve taraf olmadım.
Şimdi ise seçim tahlilleri yaparak vakit geçiriyorum.
O yüzden bana “Analiz Cafer” diyorlar, dedi.
…
Ne kadar da uymuştu bu lâkap ona…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 11.02.2010)
DÖNÜŞ
Arabamın yarı açık camından içeri dolan çam kokulu dağ havasını zevkle ciğerlerime doldurup boşaltarak koyu karanlığın koynunda ilerlerken birden motor öksürük nöbetine tutulmuş gibi sarsılmaya başladı. Bir iki teklemeden sonra tamamen sustu. Trafiğin akışını engellememek için, yolun iyice sağına yaklaşarak durdum. Arabanın ön ve arka taraflarına uzaktan fark edilecek şekilde reflektörleri yerleştirdim. Bir yandan “Hayırdır inşallah” diye kendi kendime söylenirken diğer yandan bunun olağan bir durum olmadığını düşünüyordum. Yola çıkmadan önce arabamın bakımını yaptırmıştım. Dolayısıyla büyük bir arıza olmamalıydı; ama bu dağ başında arızanın büyüğü küçüğü fark etmezdi ki. Kısa bir süre nefesimi tutarak bekledim. Kontağı yarım devir açıp biraz durduktan sonra marşa basıp hafifçe gaza yüklendim. Ama nafile… Marş dinamosunun gıcırdayan sesi bir sonraki aşamaya geçememişti. Tavan lambasını yakarak eşimin meraklı ve tedirgin bakışlarına, omuzlarımı hafifçe yukarı kaldırıp, başımı da boynuma gömerek “çalışmıyor, anlamadım, biraz bekleyelim bakalım,” diye karşılık verdim. Arka koltukta, olanlardan habersiz uyuyan beş ve on yaşlarındaki çocuklarım Hilâl ve Elif’i uyandırmamak için mümkün olduğunca sessiz hareket etmeye çalışıyordum. Torpido gözünden el fenerini alarak bu işlerden anlarmışım gibi arabanın kaputunu açtım. Niyetim yapabileceğim bir şey olup olmadığını kontrol etmekti. Ama yoktu. Üstelik içeride ailemle beraberken hissetmediğim bir ürperti dışarıya çıkınca büyüyerek ta yüreğime işlemişti. Gecenin bir yarısı, Toroslar’ın en bilinmedik yerinde olmaktan kaynaklanan korku kendini iyice hissettirmişti. İki küçük çocuğum ve eşimle bu dağ başında korumasız ve çaresiz bir hâldeydim. Güya kestirmeden giderek daha çabuk varmayı hedeflemiştik tatil köyüne. Kendimden başka kimsenin duymayacağı şekilde “nasıl kestirmeyse” diye kendi kendime kızarak söylene söylene kaputu sessizce kapatıp aceleyle yerime döndüm.
Eşimin meraklı gözlerle aradığı sorunun cevabını, ümitsiz bakışlarımla verdiğimi düşünerek boş bir çabayla bir iki kere daha marşa bastım; ama hepsi boşunaydı. Gereksiz bir uğraştı yaptığım. Akünün şarjını tüketmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada eşimle her göz göze gelmemizde sözcüklere dökülmeyen; ama ikimizin de çok iyi anladığı bir lisanla, aslında yola çıkmadan önce yaptığımız büyük hatayı ve bu hatanın sonucu olarak bu sıkıntıları yaşadığımızı biliyorduk. Yapmamız gereken şey bu durumu en kısa zamanda telafi etmekti. Ama nasıl?
…
Çoğu memur ailelerin yaptığı gibi bir tatil köyünden yer ayırtmakla başladı hikâyemiz. Ödemelerimiz taksitli olacaktı. Araya giren hatırlı dostlar sayesinde istediğimiz tarihlerde tatil yapma şansını elde ettik. Üstelik beğenmezsek bu tarihleri istediğimiz gibi değiştirme imkânımız da mevcuttu. Kendimize göre de ekonomik bulduğumuz bir takvim belirleyerek çoluk çocuğumuzla beraber kısa bir süre de olsa, tatili Antalya’da geçirmeye karar verdik.
Konya’nın Ereğli ilçesinde çoluk çocuğuyla oturmakta olan bir halam vardı. Babamın en büyük ablası ve ailenin yaşayan en büyüğüydü. Beni rahmetli babamın emaneti olarak görür, bu sebeple çok severdi. Son yıllarda yaşam gaileleri nedeniyle sık görüşemez olmuştuk. Birbirimizi özlüyor, bu özlemimizi ancak telefon görüşmeleriyle giderebiliyorduk. Son görüşmemizde bizleri çok özlediğini, hasta ve yaşlı olduğundan bir daha görüşüp görüşemeyeceğimizin zor olduğunu söyleyerek bizlerden helâllik istedi. Bizler de iyi dilek ve temennilerimizle ona uzun ömürler diledik. Bu konuşmanın akabinde eşimle yaptığımız değerlendirme sonucunda Antalya’ya tatile giderken güzergâhımızda olduğundan halama uğramamızın iyi olacağını kararlaştırdık. Sürpriz olsun diyerek de önceden haber etmemeye karar verdik.
Fakat arabaya eşyalarımızı yükleyip de yola çıkacağımız sıra fikir değiştirmiştik. Bir gün fazladan tatil yapabilmek için Toroslar’ı kestirmeden aşacaktık. Böyle olunca halama tatile giderken değil de tatilden dönerken uğrayacaktık. Ya da başka bir zaman… İşte eşimle göz göze geldikçe bu karar değişikliğinin bizi yolda bıraktığını birbirimize ima ediyorduk.
Aklımızca sorunu tespit etmiştik; ama çözüm görünmüyordu. Önümüzde fiili bir durum vardı. Gecenin bir yarısı dağ başında kalmıştık. Kimseye ulaşmamız mümkün görünmüyordu. Bu süre zarfında yoldan geçen tek tük vasıtalardan, durup halimizi soran da yoktu. Araçlara gerek fenerimle işaret vererek gerekse el hareketleri yaparak yardım istememin hiçbir faydası olmamıştı. Biraz da yokuşta olmamızın dezavantajıyla kimseyi durdurmayı başaramamıştım. Bu arada çocuklar da uyanmışlardı. Hissettirmek istemesek de bizlerdeki tedirginliğin yansımaları onlarda da görünmeye başlamıştı. Ufak tefek mızırdanmalarla başlayan huysuzluklar, yerini korku nöbetlerine bırakmak üzereydi. Bir şeyler yapmalıydım; ama bu neydi? Çaresizliğim o kadar belirgindi ki son derece seri hareketlerle önce arabaya girerek motoru çalıştırmaya uğraşıyordum. Çalışmayınca dışarı çıkıp arabalara el kaldırıyor, o da sonuç vermeyince ortalıkta geziniyordum. İçimden arabayı tekmelemek bile geliyordu. En büyük paniği ben yaşıyor gibiydim.
…
Mucize mi, bilemem. Bizi bu zor durumdan kurtaracak gelişme, tam da o anlarda oldu. Bütün ümitlerimizin tükenmek üzereyken karşı istikametinden yokuş yukarı gelen bir araba selektör yaparak yanımızda durdu. İnen adam belli ki yardım etmek istiyordu ve etti de.
…
Bu iyiliksever sürücü, tatil için ailesiyle bu civarı seçmiş ve bitiminde memleketine dönüyordu. Akranım sayılabilecek yaşlarda ve temiz görünümlü biriydi. Üstelik o, benim gibi direksiyon şoförü değil; tamir işlerinden de anlıyordu. Bunun öyle olduğunu da küçük sayılabilecek; ama yaptığı ustaca bir iki hareketle arabayı çalıştırarak bana şoför koltuğumu teslim etmesiyle tescillemiş oldu.
…
Kâbus bitmişti… Mucizeyi gerçekleştiren hikmetin gereğini yapmak ise bize düşüyordu. Yardımsever yolcu ve ailesini uğurladıktan sonra, herkesin ortak isteği olduğuna emin olduğum bir kararla arabamın yönünü Konya istikametine çevirdim. Tüm aileyi birden neşe sarmıştı. Peş peşe şükür duaları edilmekteydi. Biraz önceki korkudan eser kalmamış, çocuklar ertesi günkü tatil hayallerini unutmuşlar; halamızla ilgili sohbete başlamışlardı. Öyle ki cadalozluğu ile meşhur küçük kızım bile tüm huzursuzluğunu atmış, etrafa kahkaha ve neşe saçıyordu.
…
Ereğli’ye girdiğimizde sabah güneşi ufuktan yüzünü göstermek üzereydi. Geleceğimizden haberi olmayan halama yapacağımız sürprizle gece yaşadığımız maceranın heyecanı birbirine karışmıştı. İyi ki dönmüştük. Halam çok sevinecekti. Biz de bir aile büyüğünü mutlu edebilmenin hazzını yaşayacaktık.
Evin önüne vardığımızda beli bükülmüş, yüzünden nurlar saçan halamda hiçbir hayret belirtisi görünmüyordu. Biz arabadan inerken o bize doğru gelmeye çalışıyor ve titreyen sesiyle adetâ hesap soruyordu:
–Oğlum nerde kaldınız? Akşamdan beri sizi bekliyorum… Şaşırma sırası bizdeydi.
Nasıl olur da halam bizi akşamdan beri beklerdi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2010)
SALINCAK
Adı Kezban’dı.
Soğuk bir kış gününde, bize en yakın komşu evde dünyaya gelmişti. Köyümüzde doğan her çocuk gibi onun da adı, kulağına ezan okunarak konulmuştu. Sağlıklı, mutlu, bereketli, uzun bir ömür sürmesi için dualar edilmişti. Ne var ki ailesi yoksuldu. Çocukluk yılları yokluklar, zorluklar içinde geçmişti. “Zihnî yetileri zayıf.” demişti köyde sağlık taraması yapan doktorlardan biri. “Herkes gibi günlük işlerini yapar, ama bazen geç algılayabilir, göz önünden ayırmamak lâzım.” diye de eklemişti.
Annesi saf, babası sorumsuzdu. Evin bütün işleri askere gidecek olan abisinin sırtındaydı. O da gidince ne olacağı belli değildi. İş ona düşüyordu. Küçücük varlığıyla tüm zorlukları yok edemeyeceğine göre, onlarla beraber yaşayarak büyüyecekti. Derdin dert, acının acı olduğunu bilemeyecekti. Bunları hayatın gereğiymiş gibi zannedecek, sorgulamayacaktı. Sefaleti, yokluğu yaşasa da işlerin böyle yürüyebileceğini, sonra düzeleceğini düşündü; şikâyet etmedi.
Hiç oyuncağı olmadı. Ona, “Oyuncak ister misin?” diye soran da olmadı. Oyun olduğunu bilmeden, kendini eğlendirdiği en iyi araç, yük halatından icat ettiği bir tür salıncaktı. Boş zamanlarında sofanın tavanındaki en kalın ağaca salıncağını kurar, zamanın çoğunu sallanarak geçirirdi. Sallanırken mutluydu. Sallanırken hayaller kurardı: çocuksu, temiz, masum…
–Hasan Abi sen ne iş yapıyorsun, diye sordu bir gün.
Uzaktan akrabam olduğu için bana hep abi derdi.
–Ziraat Mühendisiyim Kezban, ben de sizin gibi meyve yetiştiriyorum, dedim.
Aklı yatmamıştı.
Meyve yetiştirmek için okumaya ne gerek var, niye öğretmen olmadın. Ben öğretmen olacağım, dedi.
Sonra da ufak tefek kâğıt parçalarına yaptığı resimleri gösterdi gururla.
Okula gidince de okuma yazmayı öğrenecekmiş.
Fakat benim resimlerine ettiğim övgüleri yeterli görmemişti. Takındığı alaycı ve küçümser tavırla, “Ben öğretmen olacağım, ben öğretmen olacağım,” diyerek uzaklaşıp gitmişti.
Hep kalabalıklar içinde ve etrafında ona gıpta edenlerle dolu bir ortamda görürdü kendini. Melekeleri zayıf, idealleri değişikti. Başarılar yaşamak isterdi; ama hayatın gerçekleri farklıydı. Hedefleriyle hakikatler uyuşmuyordu. Düşüncelerini gerçekleştirmek için kendisinin ve ailesinin durumunun buna müsait olmadığını kavrayamıyordu. Dolayısıyla cevabını bulamadığı sorular onu daha da yalnızlığa itiyor, etrafından uzaklaştırıyordu. Kendine yeni bir sığınak arıyor, hayal ettiği farklı dünyayı gerçek zannediyor, ruhunda gelgitler yaşıyordu.
Hızlandırdığı salıncağının her havalanışında, uçsuz bucaksız hayal âlemlerine dalıyor, her inişinde tahta zemine değen ayaklarıyla beraber hakikatlere dönmesi gerekirken bunu gerçekleştiremiyordu.
İşte böyle bir günde, hızlanan salıncağına hâkim olamayarak ciddi bir kaza geçirdi. Bacaklarına ve boynuna dolanan halattan kurtulamayınca, sağa sola çarparak yaralandı. Vücudunda oluşan eziklerin yarattığı morluk ve acılar kısa zamanda iyileşip yok oldu; fakat boynuna dolanan halatı ruhunda yok edemedi. Kurtulmak için yaptığı ters bir hareket sonucunda daha da tehlikeli bir durum oluşmuş; ağzına köpükler yığılmış, soluğu kesilecek gibi olmuştu. Güç bela kurtarıldığında şuuru yerinde değildi. Sonuçta epeyi bir süreyi yatakta geçirmek zorunda kaldı. Günlerce iyileşemedi. Hafakanlar bastı. Kâbuslarla uyandı gece yarıları. Ne zaman bir halat veya ip görse tedirgin oldu. Kaza gününü hiç unutamadı. İpleri, halatları, ayrı şeyleri birleştiren değil; insanı hayattan uzaklaştırmaya yarayan birer nesne olarak algıladı. Uzak durdu, eline almaya çekindi. O günden sonra da bir daha salıncağa binmedi. Rahatsızlığı ve ruhundaki çatışma, kaygı iyice belirginleşerek yalnızlaştı; içine kapandı. Küstü hayata. Çocukluğu bitmeden oyunları bitip gitti…
Oyunları gibi eğitim-öğretim hayatı da çabuk bitti. Yaşıtlarından geç gittiği ilkokulun birinci yılının sonunda öğretmeni, artık okula gelmesine gerek olmadığını söyleyince dünya bir kere daha yıkıldı, bu sözler ömrünün sonuna değin yük oldu, inmedi sırtından. Öğretmenine bunun sebebini sorduklarında verdiği cevapla, kayıt defterine düştüğü “…Öğrenme zorluğu… Otistik… Psikolojik… Asosyal…” gibi notların birbiriyle uyumsuzluğunu ve çözüm yollarını ise hiç araştıran olmadı. Durumuna uygun başka okullar bulunsa da okuyabilecek imkânı yoktu.
Güldüğü vaki değildi.
Herkes kahkahalarla gülerken onun yüzüne yayılan tebessüm insanların bu kadar katılırcasına gülebilmelerine olan hayretindendi.
***
Gelinlik kız olduğunda da “ister misin” ya da “kimi istersin” diye sorulmadı. Birbirine denk görülerek köyün safça bir adamına verildi. Hem de gelinliksiz, alsız, duvaksız…
Yeni evine gitmek üzere baba ocağından ayrılırken boğazı düğümlendi. Her şeyden vazgeçmeyi düşündü bir an. Kaçmak istedi, kendini dağlara vurup bilinmezlere karışmak istedi. Yapamadı. Yüreğine gömdü hıçkırıklarını. Belki iyi olur diye umutlandı. Ailesiyle vedalaşırken gülümsemeye çalıştı. Onu almak üzere damat tarafından gelenlere doğru ilerlerken de hüznünü belli etmemeye gayret etti. Öyle öğretilmişti önceden. O da öyle davrandı. Mutlu olduğunu sandılar.
***
İstanbul’un kenar semtlerinden birindeki tek katlı gecekondunun önünde kadınlı erkekli bir grup insan toplanmıştı. Kireçle badanalanmış kömürlüğün kapısı, biraz önce kırılarak içeri girilmişti. Tavanda sallanan evin gelinini görenlerin yüzünü ani ve soğuk bir ürperti kaplamıştı. Evin erkeği ise ne yaptığını bilemeyecek durumdaydı. Tam bir panik yaşanıyordu. Kimileri elleriyle yüzlerini kapatırken kimileri de merakları giderilmiş olarak uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Evden feryatlar yükseliyordu. Evin en küçük kızı ise küçücük bedeniyle, annesini kurtarmaya çalışanlara yardım etme telaşındaydı. İpten indirilen Kezban’ın ayakları dibine düşen kâğıt parçasını gördü, kaptı ve annesinin soğumuş bedenine sarıldı.
–Çocuklarına yazık, diyorlardı.
–Ne olursa olsun, insan canına kıyar mı?
–Kocası nöbetteymiş…
–Keşke köyden gelmeselerdi…
–Sebep belli miymiş?
–Yok, kimse bir şey bilmiyor… -Kaynanasıyla sık sık kavga ediyorlarmış… -Mektup falan bırakmış mı acaba?
–Kim bilir…
***
Baba evinin önü kalabalıktı.
Şehirlerdeki köy derneklerince düzenlenen cenaze seferlerinden biri daha gerçekleşmiş, Kezban’ın sağlığında hiçbir sebeple bir araya gelmeyecek insanlar dâhil herkes toplanmıştı. Bu anı görebilse kim bilir neler düşünürdü? Kararından vazgeçer miydi acaba?
Bu arada İstanbul’dan günü birliğine gelen komşulardan çoğu, ertesi gün mesaiye yetişmek zorunda olduklarından, bir an önce yola çıkmak için acele ediyorlardı. Dolayısıyla defin işi erken bitirilmeliydi. Öyle de yapıldı. Namaz vakti dışında olmasına rağmen sünnete uygun olarak akşam karanlığına kalmadan defnedildi.
Her şey bitmişti. Herkes ayrılmış, taziye evinin asıl sahipleri kalmıştı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. Baştan beri çocuğuna karşı olan ilgisizliğinin verdiği pişmanlık ve vicdan azabıyla içi yanan baba, bu acıya dayanabilmek için evde dolaşıp duruyordu. Yüz yıllık ahşap binanın artık pek kullanılmayan küçük odasına girdi. Burası Kezban’ın odasıydı. Küçük torunu Zeynep, elinde bir kâğıt parçasıyla tahta zemine yüzüstü yatmıştı. Onu, şefkatle kucağına alıp kâğıda baktı. Bu, kızının kömürlükte ipten indirildiğinde Zeynep’in alıp sakladığı kâğıttı. Kâğıdın bir yüzünde annesinin yaptığı mutlu bir çocuk resmi vardı. Öbür yüzünde ise zor okunan tek satırlık bir not:
“Ben öğretmen olacağım…”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 15.04.2010)
HIÇKIRIK BESTESİ
Dip dalgalarıyla yarışan kulaçlarım,
Az geldi yeni yetme ayrılıklara.
Tamburi boynumu eğerek
Söylediğim hıçkırık besteleri,
Yankılanmadı kâgir duvarlarda,
Anlamını bulmadı acılarım.
Tek dozluk gülücükler sardı yüzümü.
Salı pazarlarında satılık aşklar
Üryan gezinirken meydanlarda,
Murdar arzulara kapattım gözümü.
Derler ki:
Allâme-i cihan olsan,
Çıkıp arşa, sallansan güneşin eteğinde,
Tekme atsan yıldızlara,
Komşu olsan gezegenlere,
Diz çökersin bir çilli yüz önünde
Hasret değirmeninde öğüterek nefsimi
Senden sonra zifir ektim gecelere.
Bıkmadık mı ayrı yerlerde aynı rüyaları görmekten?
Bir yürek yarasıyım, karanlığın hançeresinde.
El değmemiş kuşluklarda
Önceden duası edilmiş dileklerim inlesin,
Cehennem korolarına inat
Mabedimin kubbelerini süsleyen, pirinç levhalarda titresin.
Bir pişmanlık zamanı borç ver,
Pamukta ateş nasıl saklanır göstereyim.
Pusatsız çıktığım gönül seferlerinden,
Ganimet getirdiğim tüm sermayemi
Dizlerinin dibine sereyim.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010
ÇAPRAZ ZAMANLAR
Al keklikler seken ikindilerde,
Isınsın kuzeyler güne at maya.
Hoyratlığın fink attığı demlerde,
Ömrüm yürek olmuş başlar atmaya.
Nem tutmaz ve karar feryatlar kurur,
Eller göğü gözler yeri yoğurur,
Mor bulutlar kor yıldırım doğurur,
Uçurumlar adam arar yutmaya.
Hayal kuleleri döner gerçeğe,
Gölgeden kaleler değer ölçeğe,
Dua tohumları ekilir göğe,
Ergen vuslat bekler cana katmaya.
Yorgun mevsimlerin kuytu yerinde,
Ala koçlar yün devşirir serinde,
İt karası ayaz gecelerinde,
Fesatlar an kollar yiğit satmaya.
Yordamsız bakışlar kutlu katında,
Bedeli narına yanmak tadında,
Çapraz zamanların hükmü altında,
Sevdam vakit gözler sözün tutmaya.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)
VİCDAN DEHLİZLERİM
Saç tarar seyyareler arzın boy aynasında.
Zamana kurşun sıkarken zaman hırsızı,
Vakitsizliğin girdabında kâinat.
Asıyorum İbrahim’in astığı imanla
Savaş baltamı dünyanın boynuna,
Ve yeni bir savaşa başlıyorum,
Kınalı kuşların gözlerine sürme çektiği şafaklarda.
Yorgun zaman kırıntılarında,
Önce korkmayı öğrendim,
Sonra korkmaktan korkmayı.
Aslında iyi biliriz ‘ölüp hatıra olmayı’
Bundandır boğazı sıkılmış kaldı hep
Dört elif miktarı feryatlarım,
Can suyudur vuslatsız sevdalara gözyaşlarım.
Bu nöbette sıra yok
Bütün nöbetler benim.
Dilim dilim olmuş dilim.
Türlü hakikatler haykırıyor yüzüme
Kendime bile itiraf edemediğim.
Eski bir köy evinin asılmış tavanında,
Sallanır günahlarım üzüm koruğu morluğunda,
Yanmışım ceviz gölgesi koyuluğunda.
Kırdım kilidini sevda hücresinin,
Koca şehrin ilan tahtası göğsüm,
Kanadı kırılmış rüzgârlar,
Yıldızlar olmuş kördüğüm.
Çıkışı belirsiz vicdan dehlizlerimde,
Vuruyorlar beynime güm… güm…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)
ATAMAN KALEBOZAN
atamankalebozan@hotmail.com
28 Şubat 1968’de Ankara’nın Çamlıdere İlçesi’nin Bökeler Köyü’nde doğdu. Sırasıyla Esentepe İlköğretim Okulu, 30 Ağustos Ortaokulu ve Başkent Lisesi’ni Ankara’da tamamladı. Gazi Üniversitesi İİBF İşletme bölümünü bitirdi. Bir süre kendi mesleğiyle ilgili alanda çalıştıktan sonra sınıf öğretmenliğine atandı. Hâlen görevini sürdürmektedir. Evli ve iki erkek çocuğu vardır. Ankara’da yaşamaktadır.
HİKÂYE:
Gönül Senfonisi
Dünyayı Dolduran Kiraz
Bir Avuç Şeker
Martılar
Kırmızı Bizim Oralar
ŞİİR:
Bendeki Anlamını Yokluğun Hatırlatıyor Hep
Dilimizde Teller Kırıldı
Ölesiye Aşk
Ben Aşkı Unutalı Yüzyıl Oldu
Ya Bâde Hû
GÖNÜL SENFONİSİ
Arkadaşları, mutluluk dileklerinden sonra gürültülü kahkahalarla dışarı çıkıp onları baş başa bıraktıklarında gelin, saçlarıyla uğraşmaya başladı. “Ay ne kadar çok toka taktılar! Çıkardıkça artıyor sanki. Yardım etsene canımın içi!” diyerek ipeksi saçlarını eşine uzattı. Sonra sol elinin yüzük parmağındaki halkanın sarısına gururla baktı. Yorgun; fakat mutluydu. Birkaç saat evvel evlenmişler, düğün salonunu dolduran tanıdıklarıyla halaylar çekmişlerdi. Boynuna sıkıca sarılan halası duvağının ipini koparmış, ayakkabıları fena hâlde ayaklarını sıkmış, her kutlamaya gelene ayağa kalkıp oturmaktan bîtap düşmüştü. Gerçekten düğün günü en özel, en eğlenceli gün müydü? Kim demişse, tartışmalı bir söz söylemişti; çünkü sabahtan başlayan yorgunluğu, gün içinde katlanarak devam etmişti. Önce kuaförde, saatlerce saçına şekil vermek için sıcak fönlerle saç diplerini yakmışlar, sonra makyaj yapmak adına ne kadar boya varsa yüzüne sürmüşlerdi. Bir ara makyajı yapan kız, kirpiklerine rimel sürerken damat tarafından gelen meraklı bir çocuk, kızın koluna çarpınca rimelin sert fırçası gözüne girmişti. Dakikalarca gözü acımış, içi kızarmış, tüm makyajı akan gözyaşlarıyla bozulmuş, sonra her şeye yeni baştan başlamışlardı. Her kafadan bir ses çıkmış, başına iki avuç siyah tel toka takılmıştı. Kuaföre verilen bahşişlerle bu işkence bitmişti.
“Hakikaten, bu ne kadar çok toka böyle?” diyen eşinin acemi elleri, tokaları çekerken saçlarını yoldu.
“Of! Dikkatli ol biraz saçımı çektin.” “Affedersin canım.” Yorgunluktan, ağrıyan saç diplerinden, zonklayan ayaklarından, ekşimiş suratının oturakalmışlığından sıkılan gelinlik, bacaklarına dokundu tatsız tatsız. Tokaları tek tek çıkarırken eşi sordu: “ Düğünde senin suratının hâli neydi öyle?”
“ Anlamadım canım benim. “Çok asıktı suratın. Hiç doğru düzgün gülümsemedin. Görenler de benle zorla evlendiriliyorsun sanmıştır.”
Tokalardan kurtulan saçlarını savurarak gözlerini eşine çevirdi: “Yoo!” dedi. “Mutluydum düğünde ben. Yalnızca sonlara doğru bir yorgunluk çöktü üzerime.” “ Ne bileyim, ağabeyim de öyle dedi. Gelin hanım surat asmasın, gülsün biraz dedi.” “Öyle mi? İnan farkında değildim canım. Çok yorulmuştum. Bir de ayaklarım fena zonkluyordu.”
“Tamam her neyse geçti artık. Odamıza gidelim mi? Filmlerdeki gibi seni kucağıma alayım mı?”
“ Deli.” dedi sesine yüklediği utangaçlığını çaktırmamaya çalışarak.
Sonra eğilip gelinliğinin altındaki tarlatanı çıkardı. Koltuğun üzerine bıraktı. Ne kadar komik bir şeydi bu tarlatan. Eteği kabarsın diye gelinliğin altına zorla giydirmişlerdi. Oysaki o, etekleri uçuşan rahat beyaz bir giysiyle altına da babet ayakkabılarını çekip bolca dans etmek istemişti özel gününde. Saçlarını da sıkı topuz yerine bukle bukle dağıtmak istemiş; ama kimse buna izin vermemişti. Aa gelin saçı öyle mi olurmuş? Yok, canım daha nelermiş, gelin topuksuz ayakkabı mı giyermiş? Gelin dediğin ağır olurmuş, masasında otururmuş. Şöyle yaparmış, böyle bakarmış. Mış mış da mış… Böylece onun özeli başkalarının günü olup çıkmıştı. “ Bir daha da ömrü billâh giymem ben bu ayakkabıları.” dedi kendi kendine. Işığı kapattılar.
Sevdiği, âşık olduğu adamla evlenmişti işte. Her gece onun bakışları gözlerine kapanacak, her sabah onun bakışları kalkacaktı göz kapaklarından. Gülüşerek güne başlayacaklar, aşk demlenecekti sabah çayları niyetine evlerinde. Artık gizli kapaklı olmayacaktı buluşmaları. Parklarda havanın kararmasını beklemeyeceklerdi sarılmak için birbirlerine. “Ama o günler de çok güzeldi.” deyip o ana aitliklerini hatırlayacaklardı her daim.
Seviyordu onu. Âşıktı ona. Aşk bambaşka bir duyguydu. Gerçekten kör ediyor muydu insanı? Ooff ne ediyorsa ediyordu işte; seviyordu. Koşarak kapıya gitti. Akşama arkadaşlarıyla yemeğe çıkacaklardı. Saçlarına fön çektirmiş, hafif bir makyaj yapmış, üzerine de gözlerini ortaya çıkaran yeşil elbisesini giymişti. Özenmişti kendine. Aynadaki hâllerine son kez bakıp,
“İyisin, iyi!” diye göz kırparak açtı kapıyı: “Hoş geldin canım!” diye karşıladı eşini. “Bu ne ya?” “......” “Ne biçim olmuş saçların böyle? Dümdüz yapmışsın. Liseye mi gidiyorsun sanki? Git yıka şunları. Senin kendi doğal hâlin daha iyi. Makyajını da sil. Çirkin kadınlar yapar o kadar makyajı.” Bir an ne desem, nasıl bir tepki versemin kararsızlığı düştü kapı önü hoşgeldinlerine. “Ama…” diye başlayacak oldu, dudaklarını büzüştürerek sustu. Sustu saçının telindeki fönler. Hafif allığının rengi soldu. Eşi odaya geçmişti, içerden seslendi: “Lâcivert pantolonumu ütüledin mi? Nerde? Onu giyeceğim bugün.” “Orda, ütüleyip asmıştım dolaba.” dedi neşesi bir köşeye kaçıvermiş bir ses. Sonra aynada kalan kırpılmış bir göz kaydı usulca banyonun fayanslarına. “Hadi geç kalacağız, çabuk ol. Bu kadınlar da niye hep geç hazırlanırlar bilmem?” Çeşmeden akan sular banyonun fayans kırıklarına damladılar. Sıra sıra…
Masada en bakımsız bayan olarak kendini hissetti. Tüm kadınlar şıkır şıkır giyinip süslenmişler, beyaz dişlerini gözüne soka soka gülümsüyorlardı. Adamlar rahat bir biçimde sandalyelerine oturmuş şakalaşıyorlardı. İzin isteyerek lokantanın lavabosuna gitti. Rengi solmuş bir yüzün uçukluğu, saçlarına bağ bağ dolandı aynada. Saçlarını açmayı çok seviyordu. Saçlarının özgürce savrulmaları ona keyif veriyordu; ama bugün sıkı sıkıya ensesinde toplamıştı. İtirazsız boyunlar eğilmiş, bir de selama durulmuştu. Hâl hatır sormaların resmîliği çoktan geçilmiş, emri vakilere talim edilir olmuştu. Saçlarının tokasına bir düğüm daha attı boğazına düğümlenenler çıkmasın diye.
Kadınsı özgüvenini ardında bırakarak masaya döndü.
Aklına Hansel ile Gratel’in masalı geldi birden. Onların ekmek kırıntılarını bırakarak ormanda kayboluşlarına takıldı. “Akıllım, o ekmek kırıntılarını kuşlar çoktan yemiştir.” dedi içinden. “Geri dönüşünüz çok zor artık. Siz, ormanda kayboldunuz çocuklar. Ben de ormanda kayboldum…”
Yokluğunun pek de fark edilmediği masaya, dudağının kenarına gülümsemesini öylesine iliştirerek ilişti eşinin yanına. Eşi, hemen yanlarındaki Aysel’e “Seni hamilelik ne kadar güzelleştirmiş.” diyordu gözlerini devire devire. “Al, al benim tabağımdaki meyveleri de sen ye. Canın çekmiştir.” diye de elma soyuyor, dilimliyordu.
Ne çok sorguluyordu her şeyi, iç dünyasının kendine ait olan yerlerini tek tek gün ışığına çıkarıp gözlerindeki karmaşıklığın bitmesini bekliyordu, aşka olan inancıyla. Ne çok kırılgan olmuştu son zamanlarda. Sözlerin ardına gizlenen çatık kaşları ne çok görür olmuştu. Ağlamayı hiç sevmediği hâlde habire banyonun fayanslarına ağlar olmuştu gizliden gizliye. Sonra her şeyi karalayıp baştan başlıyordu içindeki döngülerine. Yeniden başlıyordu sevmeye. Seviyordu onu. Âşıktı ona. Aşk bambaşkaydı. Gerçekten kör ediyor muydu insanı? Böyleyse, bu kör oluşlar tamamen gönüllüydü. Ooff neyse ne işte, seviyordu.
“Durmadan gün ışığında kamaştırdığı aşkının, gönüllü kör olmaları…” diye başlayan bir cümle geçti kafasından, oturduğu klozet kapağının üstünde. Yine tartışmışlar, yine kendini banyoya atmış, yine gizli gizli ağlamıştı. Cümlesini tamamlamak istemedi. Son harfin üzerinden defalarca giderek koyulaştırdı harfi içinde. “Allah kahretsin, ne biçim bir sevgi bu.” diyerek öfkeyle ayağa kalktı. Kalkarken klozet kapağı takırdadı sinsi sinsi. “Sen de ne idüğü belirsiz bir klozet kapağısın işte! Başka da bir işe yaramazsın!” dedi öfkesini saçarak. Eğilip yüzüne soğuk su çarptı. Bir müddet aynadan suların süzülüşünü seyretti. Sonra eşiyle içindekileri paylaşmaya kararlı bir şekilde kapıya yöneldi. Bir an geriye dönüp klozet kapağına baktı; “Sen de kusura bakma. Biraz gerginim bugünlerde.” dedi. Deliliğine hükmeden kapı kolu kendiliğinden çevrildi.
Sakince oturma odasına geçti. Eşini açık unutulmuş televizyonun karşısındaki koltukta uyumuş buldu. Televizyonu kapattı. Sarı battaniyeyi eşinin üzerine örttü. Elektrik düğmesini kapattı. Geceliğini giyinip kafasının karışıklığına sokuldu. Yatakta bir sağa bir sola dönerek düşüncelerini uyutmaya çalıştı. Bacaklarını karnına çekip elini yanağının altına koydu. Kendine itiraf etmekten kaçtığı yalnızlığını, ilk kez koynuna alıp üzerine yorganı çekti.
Seviyordu. Âşıktı. Yalnızdı. Aşk, yalnızlığa ne kadar dayanırdı? Düş kırıklıkları, yürek kırıklığına dönüşür müydü?
Nereye ve ne zamana kadardı?
Göz kapakları ağırlaşırken annesinin “Ömür boyu bir yastıkta kocayın yavrum.” sözleri çalındı kulağına ve uyudu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 12.02.2010)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.