Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2015», sayfa 2
YÜRÜMEKLE VARILMAZ
Lâkin varanlar yürüyenlerdir. Dünyamın en ünlü yazarı, şairi ve ressamı benim.
Bir gün, hiçbir şey ve ben kalakaldık zamanın orta yerinde. Daha ötesi yoktu. Ölüm gibi bir şey. Beni bir adım öteye taşıyacak bir araç bulamıyordum. Adımları çeken sebepler bir bir ortadan kaybolmuştu.
Elimde ve zihnim de olan birçok şeyi kaybettiğim o anların sonunda içime bir ışık düştü. Eğer kaybedecek bir şeyim kalmamışsa, beni bir adım öteye çekecek sebepler tükenmişse aslında beni o hâle getiren ve önüme engel olan her şey de ölmüş demekti. Bu düşünceyle içimi, özgürlüğün serinliği ıslattı. Buram buram taze oluş koktu.
Elimi kolumu sallaya sallaya yürümeye başladım. Bana ne dünden.(?)Bana ne içimdeki çekingenlikten(?) Kim ne diyecekmiş bana ne. Şu dünya da güzel güzel yaşamak istiyordum ama izin vermediler, en çok da içimdeki mevcut kıpırdanışlar. Çekingenliğim, korkularım, çevrem, genlerimin istekleri. Ne gariptir; insanın içinden gelen şeyin önce kendini delirtmesi.
Hiç yeteneğim olmadığını düşündüğüm ama içimde arzusunu da bir türlü tüketemediğim resimden başladım yürüyüşe. Bir resim kursuna gittim. Aldım elime kalemi sonra da fırçayı, inadına inadına çaldım tuvale. Kim ne diyecek, güzel mi olacak, hoca beğenecek mi, arkadaşlar şaka yollu takılacak mı hiç önemli değildi. Yetenek mi o da ne? Renkleri değil yeni başlangıçlarımı vurdum tuvale ben. Geçmişimi tepeledim doya doya. Ben fırçayı savurdukça dağıldı sis bulutları. Oh ne iyi oldu ama!
İşitme sorunum varmış. Daha önce bana hayatı zehir eden eksikliğim şimdi başımın tacı olmuştu. O kadar sesin peşinden gideceğim diye ne de çok yormuşum kendimi. Başkalarını ve söyleyecekleri o çok önemli şeyleri duymuştum da ne olmuştu ki. Şimdi özgürlüğümü duyuyorum. Ağacın, yağmurun, toprağın türküsünü duyuyorum, yetmez mi bana? İlham denen mucizeyi nasıl tanırdım dışarıdan gelen sesler kısılmasa? Hatta çok ilginçtir, işitme problemimin en büyük kazancı işitilecek olan esas insanlara ulaşmama vesile olmasıdır. Değerli insanlara ulaşıyorum bir bir ve onlar beni anlıyor. Konuştuklarını kalbim rahat anlıyor.
Yürürken kararınca ağladım, kararınca güldüm. İstediğim kitabı alıp istediğim zaman okudum. Sanayinin dişlileri arasında deniz kenarı mutlulukları yaşamayı öğrendim. Yürümeyi öğrendim. Arkama bakmadan, niyetlendiğim şeye doğru vazgeçmeden yürüdüğümde o şeye muhakkak varacağımı öğrendim.
Yürüyenlerin varanlar olduğunu gördüm. Yola çıkıp da yolda kalanlar da vardı. Bir sebep bulup da “İşte bu vazgeçmemiz için bir işaret” diyorlardı onlar.
Dün sanayinin ağır dişlileri arasındaydım. Hatta yürüyüşe çıktıktan sonra idi. İki parmağımdan küçük birer parça koptu. Tebessüm ettim sadece. Altı üstü bedenimden bir küçük parça eksilmişti. Sonra gördüm ki yürümeye devam ettikçe aslında eksilmemişim kat kat artmışım.
Bir gün istenmeyen nedenlerden işinize son vermek zorundayız dediler. Çevrem ahlar vahlar ederken, bu hâlde nasıl iş bulacak derken, kendimi bir memur koltuğunda buldum. Mekânlar değişti ama ben değişmedim, yürümeye devam ediyorum. Sanayinin ağır şartları yürüyüşüme engel olamadı ama memurluğun rahatlığı epeyce zorladı hani. Ama bilir misiniz rüyalarına, hayallerine vurulmak, yazılmak ve kelepçelenmek nedir? Maddedeki atomdan, dev galaksilere, karıncadan, ağaçlarına her şey yürümeye devam ederken insana yerinde saymak yakışır mı?
Şimdi yazarlık kursuna gidiyorum. Gönlümce yazıyorum. Ne yapmam gerekirse onu yapacağım. Resim yapacağım, yazı yazacağım. Araştırmalar yapacağım. Origami sanatını öğreneceğim. Sırayla imkân buldukça müziğe başka başka güzelliklere yelken açacağım. Ne yapmak istiyorsam elimden geldiğince yapacağım. Bir eş, bir baba, bir vatandaş, bir öğrenci olarak ne yapabiliyorsam inanarak, bir gelişim sürecinde yoluma, yürüyüşüme devam edeceğim.
Evet, dünyamın en yetenekli insanı benim. Benden daha aşağıda daha yeteneksiz birisi yok ki. Bu yürüyüş kendimle, kendime doğru. Ressam, yazar, bilim adamı olacağım. Olmak için yürümeye devam edeceğim. Hepsinden bir parçayım zaten şimdi. Çünkü hepsinin içinde yol alıyorum. Ferid Muhiç haklı: Tek başıma yarışıyorum. Birinci oluyorum.
Ben kendime inanmadıktan sonra hayallerim neden inansın bana. Dışarıda büyük insanlar, büyük yazar ve şairler, büyük ressamlar var elbet. Ama dışarıda. Benim dünyamda ben büyük olmazsam büyük olur başka şeyler. Eskiden olduğu gibi, korkular, pişmanlıklar, acabalar, sorular sorular.
Yunus Emre der ki, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden geçer.”
Büyük kitleler birilerini büyük yapar. Acaba nasıl yaptılar der. Yürümüş gitmiş işte. Kiminin zekâsı, kiminin yeteneği, kiminin bilmem hangi özelliği bahane bence. Bütün bebekler için üstün zekâlı ya da bilmem hangi özelliği var diye ayrım yapıyor muyuz? Hepsi de en zor şeyleri başarıyorlar. Yürümeyi öğreniyorlar. Hepsi ama hepsi de bir yabancı dil öğreniyor. Kimin hangi ülkede doğacağı belli mi? Yürümüyorlar onlar hatta. Sürüne sürüne emekleye emekleye, eğlenerek, avazları çıktığı kadar ağlayarak ama asla vazgeçmeden devam ederek başarıyorlar. Bir insan bunlara şahit olup da bir yürüyüşe başlamıyorsa, inanamıyorsa, şu hayatta kaybedilecek en önemli şeyi kaybetmiştir sanırım. Yoksa yanılıyor muyum?
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)
YIKILAN DUVARLAR
Birileri vardı etrafımda. Evimde, sokağımda, ülkemde ve dünyamda. Birileri vardı, canlı cansız bir yaşam vardı bir de ben vardım. Zaman içinde ile yol alırken, yıkılmaz sandığım duvarlar ördüm etrafıma. Kendimin dışında ne varsa ve ne oluyorsa benden ayrıydı. İçimde yaşadıklarımla, düşünce ve duygularım ile dokunulmazdım. Bir duruşum vardı. İnanışım. Bakışım, duyuşum, algılayışım, anlatışım bana aitti.
Rüzgâr savururdu, insanlar kızardı, gülerdi. Geçip giderdi işte hayat. Bütün kozlarını sürerdi önüme de ben yine bildiğimden şaşmazdım.
Ben iyilerden yanaydım. İyi şeyler yapmaya, iyi şeyler yazmaya çalışırdım. Çok aktif olamasam da hayatta, kendimce olumluydum, zarar vermeyen dokunuşlar yaptığıma inanırdım. Biraz fazla çekingendim. Çekinirdim, kaçardım çoğu şeyden. Söyleyeceklerimden korkardım; karşılığında olumsuz dönüşler olacak diye. Yaptığım her şeyi çekinerek yapardım. Olsun, iyi biriydim ve kimseye zararım yoktu ya bu da bana yeter derdim.
Zamanla biraz daha cesaretlendim. Biraz daha sesim çıkmaya başladı ve biraz daha rahat hareket eder oldum. Değişmeyen tek şey yıkılmaz duvarlarımdı; inanışlarım, kendimi çevreden ayrı görüşüm, bildiklerime olan tutsaklığım, hayata, kendime ve insanlara bakış açım…
Yıkıldı. Yerle bir oldu. Deli dolu esen rüzgârlar değil, bir bakış bir söz değildi, duvarları yıkan, delik deşik eden. Amansız bir hastalık, büyük bir mükâfat da değildi. Yeni doğan bir bebeğin ilk ağlayışıydı. Kalbimin tam orta yerinde bir doğuş ve ağlayış. O ağlayış içinde duvarları yerle bir eden bir duyuş, düşünce fırtınası. İçine nasıl düştüm? Nerden geldi bu ağlayış, nerden geldi bu duygu ve düşünceler? Önüne geçemediğim bu yenilgi nasıl oldu? Bildiğim şey, hazırlıksız ve aniden yakalandığımdı. Beni çok sarstığı idi.
Bebek ağlıyor. Hangi mekânda, hangi zamanda ve kimlerin yanında. Önemi yok. İçimde ağlıyor. Ağlıyor ve konuşuyor:
“İyiydim ben. Ekmeğe, havaya, güneşe ihtiyacım yoktu. Anne karnında ihtiyacım olan her şey vardı ama beni aldılar, yaşamın orta yerine koydular. Söyleyin bana, ben kimim? İsmimin ve cinsiyetimin ne önemi var? Ya bahar olacağım ya kış.
Ben, kendisini doğuran anneyi sevenim, aynı zamanda ona en çok eziyet de edenim. Bütün insanlar bir anneden dünyaya gelir. Sonra da en çok zulme en çok aşağılanmaya maruz bırakılır. Ne büyük bir cehalet ve mantıksızlık. İkisi arasında gidip geleceğim. İşin içinde çok zarar vermek var bu dünyaya. Sevmek de var nefret etmek de tamam ama öldüren de benim, yuvalar yapan ama sonra yıkan da benim. İyilik eden ama sonra kazıklayan da benim. Dost oluyorum, dostu yarı yolda bırakıyorum ben.
Anne karnında küçük, çok küçük bir hücre yeterken bana, şimdi koca bir dünya, evler, bağlar bahçeler hatta inanmazsınız ülkeler bile yetmiyor bana. Evet, evet gidiyorum başka ülkenin malına mülküne de göz koyuyorum. Kordon bağından içime akan nimet yeterken şimdi hiçbir sofra beni doyuramıyor.
Ben insanım artık. Dönüşü olmayan bir yoldayım. Bir sevdaya, iyiliğe, şefkate, çiçek olup açmaya, derman olup iyileştirmeye gidecek olan benim. Allah’ın rızasını, merhametini, sevgisini, hoşnutluğunu kazanacak olan benim. İnsanın en büyük korkusu da benim. İsyankârım, cahil ve zalimim. Kendi türünün zarara uğraması, hastalanması, ölmesi, aç kalması, aşağılanması için bu kadar çabalayan aklı olan ama akılsız davranan da benim. Ben başkaları içine düşsün diye kuyu kazan sonra da açtığı kuyuya kendi düşen gafilim.
Ben ağlamayayım, hıçkıra hıçkıra ağlamayayım da kim ağlasın. Garanti edeniniz var mı, ben hangi tarafta olacağım? Yaşama ve insanlara yaralar açan mı, yaralar saran mı olacağım.”
O bebeğin ağıdı susar mı içimde? Ben iyi taraftayım düşüncesiyle kendimi avutabilir miyim? Etrafıma duvar örmek istemiyorum artık. Ayrı değilim hiçbir şeyden. Bir yanım gündüz ise diğer yanım gece. Susmak ile olmaz. Yaralar sarmalıyım. Ben yapmıyorsam kardeşim yapıyor, acıtıyor dünyayı. Daha fazla bebek kurtarmalıyım. Işığımı arttırmalıyım. Karanlık azalmalı.
Hiçbir bebeğin suçu değil, sonradan düştüğü durum. Bebekleri, doymayan, acımayan, yakan ve yıkan, zalim ve uslanmaz yapan insanın suçu, yaptığım ve yapamadığım şeylerin nedeniyle benim suçum.
Ve bu döngü her gün yeni doğmuş bebeklerin kulağına fısıldanıyor. Bütün güçleriyle ağlıyor bebekler yine. Sanık sandalyelerinden birinde de ben oturuyorum.
Cengiz Aymatov’un 1997 yılının yazında, Ötüken Yayınevi tarafından yayımlanan “Kassandra Damgası” adlı romanında: ‘Araştırmalar için uzayda kalan Filoley, uzay istasyonunda yapmış olduğu çalışmalar sonucu tüm insanlığın geleceğini etkileyecek büyük bir buluşa imzasını atar. Uzay rahibi Filoley, anne karnında henüz daha embriyon halindeyken, insanların yaşanılmaz bir yer haline getirdikleri dünyaya gelmeyi reddeden embriyoların varlığını keşfeder. Bu embriyonlar, kendilerini bekleyen kötü hayat şartlarıyla karşılaşmamak için doğuma karşı olumsuz tepki göstermektedirler. Bunun sonucu olarak da, kendilerini doğuracak olan kadına bir işaret göndermektedirler. Filoley, bu embriyonlara “Kassandra Embriyonu” ve bu embriyonların bir işareti olarak hamile annenin alnında beliren küçük beneklere de “Kassandra Damgası” ismini verir.’
Cengiz Aymatov’un romanındaki gibi, embriyonlar yarın böyle bir dünyaya gelmek istemedikleri mesajını bize iletmenin bir yolunu bulsalar, dünyamızın bu mesaja cevabı ne olurdu, merak ediyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)
VEDALAR VAKİTSİZDİR
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Sezai Karakoç
Vedalar vakitsizdir. Ta ki vedalar bitinceye dek.
Yüreğinle karşıladığını, yüreğinle uğurlarsın. Olabilir, çok beklemiş olabilirsin. Ya da aniden çıkmıştır O. Sen yine de çok sıkı sarılma.
Bir türlü büyüyemedi kalbim. Büyümemek için her fırsatta çok uzaklardaki ütopyalarıma kaçtım. Büyümeyi hiç istemedim. Oysa etrafımdakiler hep büyüdüler.
Her ışığa sarıldım. Beklediğim geldi, sandım. Gitmeyecek sandım. ‘Vedasız başlangıçlar’ bunlar diye düşündüm. Hâlbuki batan her güneş beni uyarmaya çalışıyordu. Duyamadım!
Vakitsiz vakitsiz vedaların sonu gelmedi. Çocukluğum kayıp gitti ellerimden. Rüyalarım bir bir kaydı ellerimden. Hayallerim için “artık imkânsız” dediler.
Büyüdüm. Askere gittim. Sağlığıma ve düşlerimin birçoğuna veda etmiş olarak döndüm.
İşitme ve denge rahatsızlıklarım orada başladı. Babam önde ben arkada, Ankara da gitmedik hastane bırakmadık, neredeyse.
Aynı; bakışlar, muayeneler ve sonuçlar hep aynı. ‘’Nedeni belli değil, şu anda bir tedavisi yok. Yapabileceğiniz fazla bir şey yok. S/N Tipi işitme kaybı.’’dediler.
Sanıyorlardı ki onlar, bir hastaya baktık ve sonucunu ellerine verdik. ‘’Sıradaki gelsin’’
Peki, gözleriyle, beden dilleriyle, söylemedikleriyle, neler verdiler? Doktor-hasta ilişkisi; bir beden üzerinde problem çözümü. Gerçi, nereden bilsinler değil mi, Tıp Fakültesi’nde bir hastanın neler ile geldiğini ve sonrasında hastaneye ve doktoruna nasıl veda ettiğini, sanırım öğretmiyorlar.
Hastalığım ile ilgili şunu artık iyi öğrenmiştim. Altında derin psikolojik nedenler vardı. Bir dengesizlik vardı. Ben dengeyi kuramadım. Hala da kuramıyorum. Sadece bedenime zarar vermesini engelledik çok şükür.
İnsana güzel yakışır. Hepimizin içinde; bir parça, kışın, karanlığın, günahın olduğunu biraz biliyorum. Kaçışı mümkün olmayan gerçeklikler vardır. Bir güzellik de şudur düşüncemce; günahınla, karanlığınla, kışınla baş başa kalmaya çalışmak; onu etrafına bulaştırmamak. Güvenli ellere, güvenli gözlere teslim olmak.
İnsanların büyük bir kısmı meydanlara indi. Ben karanlığın temsilcisiyim, diye. İşte burada sırlı, hazin, büyük bir veda vardı. Bu vakitsiz, sessiz, tarifi olmayan veda, dünyama ve yaşama ağır yaralar açtı. Aşkın vedası, sağlığın, güzelliğin, ömrün vedası hafif kaldı bunun yanında.
Alışamadığım vedalar var. Güneş gibi güzellikler de vakti gelince batıyor. İşte bu vedalara alışamadım bir türlü. Yaşadığım zamanda, insanın içindeki siyahın izlerinin ağır basmasına, aydınlığa karşı güç gösterilerine ve zaferlerine.
İnsanların benim içim temiz derken, geçip giden hiçbir güzelliğin vedasına aldırış etmemesine alışamadım. Alışmak istemiyorum. Ne kadar çabalasam da bazen onlar gibi olmama neden içsel yapıma alışamadım. Alışmak istemiyorum.
Güzel dünyama zarar veren şeyler çok kök saldılar, her yöne doğru. Onlar yatıya kaldılar. Öyle kolay kolay veda etmeye niyetleri yok.
Bu olup bitenler beni hasta etti. Hastalandım. Kendime hastalandım. Geçmişe, olup bitene, zalimlere ve onları büyütenlere.
Güneş! Onlar için gül.
Toprak! Demet demet çiçekleri onlara der.
Kar! Yağ ki çocuklar sevinsin.
Yumak yumak ellerinde eritsinler.
Yağmur yüklü bulut!
Sen bu gün benim için ağlar mısın?
Ağladım.
Geceye dönen gündüzler, gündüze dönen geceler boyu.
Ağladım ve düşündüm.
Bir gün, vedalar okulunu bitirdim;
Sokağa çıkamayacak hâle gelince; düşünemeyecek, yaşayamayacak hale gelince. Vedalar hepsi birden başucuma geldi ve hepsi birden vakitli veda ettiler; “Zaman gibi nehir gibi günlük gelir ve gideriz” dediler. Mevla bir tek bedenime veda izni vermedi. “Sen akıp giden nehirsin artık” denildi.
Şimdi mi, yüreğime gelene de gelmeyene de eyvallah. Gülerim de ağlarım da. Dün, dündü, değil mi? Oysa bu gün, bu gün değil benim için. Sadece gün var. Yaşama uyanarak karşıladığım ne varsa ama ne varsa bana veda etmek için gönderilmiştir. Hoş geldin, sefa buldun-güle güle. Beraber ve iç içe. Günün içinde olan en büyük mutluluğum da gün ile batar, en büyük acım da. Geçmişim defter üzerinde karalanmış bir müsvedde.
Benimle beraber olan kâinatta ne varsa akar gideriz bir nehir gibi. Acısıyla, tatlısıyla, nefretiyle, sevgisiyle. Bir tek kural var: Bir yere tutunmamak. Bir yerde kök salmamak. Akıp giderken, günü şereflendirmek. Günü, beni ve bende olanı değerli kılmaya çalışmak. Yanan güzel şeylere körükle gitmek. Karanlığa kafa tutmak, tutabilmek için öğrenmeye çalışmak, değişime gönüllü yazılmak. Akıp giderken zaman denen arkadaşla beraber, ardında güzel izler bırakmak. Güzel vedalar bırakmak.
Vedalar senle ilgilidir.
Sendir.
Sen nasılsan veda da odur.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)
ŞİİR GİBİ
Oldum olası içimi yakar,
Bu oluşlar, içime atışlar.
Dışarıda bir uğultu,
Hayalimde şiir gibi rüyalar.
Şair olmak istiyorum,
Ressam ve yazar.
Şiirler, resimler düşsün içime,
Şiir gibi olsun, zamanlar ve sevdalar.
Şiir gibi aksın,
Kalemim kâğıdın üzerinde.
Şiir gibi yürüsün,
Ayaklarım yeryüzünde.
Şiir ile resim ile müzik ile
Söz ile saz ile hâl ile
Bir anlaşma yapayım kalpten,
Şiir gibi aksın, yarın, içime.
Şiir olmak, renk olmak, musiki olmak,
Dengeyi bulmak istiyorum.
Ben mutluluğu değil, acıyı değil,
İnsanı ötelere iten söz olmak istiyorum.
Benim derdim şiir ile
Söz ile çizgi ile
Benim derdim, olup biteni anlamak ile
Derdim bana yoldaş, bir çizgi ile bir şiir ile.
Şiir gibi her şey, bu oluşlar,
Nasıl anlatsam ah, yetmiyor sözler,
İçim bir gün alev alev yanardağ,
Bir gün süt liman dokunuşlar.
Çare yok,
Başka yol yok,
Akıl ve mantık beri dur.
Şiir gibi olmaktan başka çare yok.
Hey! Siz büyük ressamlar,
Şair ve bestekârlar,
Eşsiz eserler ile tarihe yazılanlar.
Şiir gibi miydi her şey?
Yoksa elinizde sadece eserler mi var?
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)
SORULAR
Sahi! Sorular nereye sorulur?
Cevaplar nasıl duyulur?
Bu güneş, bunca kar ve yağmur,
Bunca oluşlar, dokunuşlar.
Bunca zamandır omzuma neden dokunur?
Sen de ve ben de,
Hayat başka başka dillerde,
Son durağı olmayan bir tren yolculuğunda,
Vagonlar dolusu düşünceyle,
Gidiyoruz tam gaz bilinmeyene.
Akıntıda bir mola.
Karaya oturdu kayık.
Akıp giden bunca şey ne de karışık.
Akıntı da, akan da karışık.
Kafam çok karışık.
Sorular ah sorular.
Bebek ile katil aynı cümlede.
Sevgi ve nefret, sen ve ben,
Elimizde mi, dilimizde mi, nerede,
Cevaplar cevaplar hangi sırlı köşede.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)
EVİM
Dört duvar arası.
Kimi zaman cennet mağarası,
Bazen de keder yarası,
Ocağım, bucağım, damım orası.
İçindeyim,
İki melek arası, bir de hayat yoldaşı,
Sabahındayım, akşamında,
Cennet ile cehennem arası, dünya hatırası.
Kiracıyım ben, kiracı,
Evimin de kiracısı.
Göçen hiç kimse de kalmadı ki tapusu ve harcı.
Ev denen bu yuva, kalbimin harcı.
Rüyalarımda, hayallerimde ve imanımda,
İnşa ettim alın terlerimde, hayat arkadaşımla.
Yaradan yarattı, uzattı yollarıma.
Evim de bir ocak,
Mutluluk kaynatır biz, bir oldukça.
Olmayana oldursun Mevla,
Bir kutlu yuvaya kondursun Mevla,
Eller ve kalpler buluşsun sema da.
Nice hayırlar buldursun Mevla.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)
YOL
Önüme uzanmışsın,
Yarınım olmuşsun,
Benim suçum ne?
Ben sana değil, sen bana yol olmuşsun.
Kimi yerde bir yere varıyorsun.
Bazen ulu orta bırakıyorsun.
Düğümleniyorsun.
Karışıp duruyorsun önümde.
Kimleri getirdin, kimleri götürdün benden,
Ne zamanlar öldürdün önceden,
Nereye doğru uzanıyorsun böyle,
Ürküyorum sonunu göremeyince.
Bazı sokakların ne güzel,
Kimi yerde ne mübarekler,
Ah, olmasa da idi şu zalimler,
Söyle ey yol, nedir bu haller.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)
Alper ŞENADAM
6 Mart 1994 İstanbul doğumlu. İlk ve ortaokulu Bahçelievler Atatürk İlkokulu’nda okudu. Bahçelievler Erkan Avcı Endüstri Meslek Lisesi, Metal Teknolojileri Bölümünü bitirdi. Gazi üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları 2. Sınıf öğrencisidir.
Çaycı Dil, Kültür ve Edebiyat Dergisinin yazı işleri sorumlusudur.
HİKÂYE:
Gaza Günü
GAZA GÜNÜ
14 Kasım 1808 gecesi:
Karargâh üstüne zifiri bir karanlık çökmüştü. Eski bir çiftlikten bozma karargâhın etrafında, üçerli gruplar halinde askerler devriye geziyorlardı. “Destur!” diye kaba bir ses yankılandı çiftliğin bahçesinde, ardından bir top sesi. İlk gülle iki katlı konağa ateşlenmişti. Gülle, misafir odasının duvarını delmiş ve iki askeri parçalamıştı. Nefes almadan diğer toplar ateşlendi. Yağmur gibi, gökten şarapnel yağıyordu. Her şarapnel bir candan can alıyordu. Alemdar Mustafa Paşa’nın ordusu fakir köylülerden oluşmuştu. Mustafa Paşa’nın seçtiği askerler, Mevlevi ya da Bektaşi geleneğinde yetişmiş kişilerdi. Aynı kademede olanlar birbirlerine “can” diye hitap ederdi. Toplar sustu. Kaba ses yine yankılandı. “Ali yar, Muhammed yoldaşımız, Allah aşkına hücum!” yattıkları yerlerden binlerce yeniçeri kalkıp yalın kılıç koşmaya başladı. Karargâh koridorlarında Alemdar Mustafa Paşa’nın sesi duyuldu. “Askerlerim! Gazilerim! Namerde boyun eğmeyen yiğitlerim, gün gaza günüdür. Devlet düşmanı, kanı bozuklara acımayın!” Alemdar Mustafa Paşa’nın yaveri bağırarak askerler arasında koşmaya başladı. “Nişan al! Ateş!” yüzlerce can bir anda can verdi. Yaver kılıcını çekti. “Süngü tak! Hücum!” yeniçeriler karargâhı dört bir yandan kuşatmış, Alemdar Paşa’nın ordusu da dört bir yandan kuşatmayı delmeye çalışıyordu. Tan vaktine girilmişti. Gece boyunca süren savaşın sonucunda Alemdar Mustafa Paşa, yanında yirmi askeriyle cephaneliğe çekilmişti. Eskiden buğday deposu olan mahzene indiler. Kapısına büyük bir asma kilit vurdular. Mustafa Paşa’nın yaveri son kalan askerlerini kapının önüne dizdi. Barut fıçılarının üstüne oturmuş paşanın önünde durdu. “Komutanım, emriniz nedir?” “Teslim olmak yok! Buradan kimseyi çıkartmam. Savaşarak ölsek dahi bu mendeburlar, ölülerimizi kapı kapı dolaştırırlar. Yüce Devlet Osmanlı’nın sadrazamı, köpeklere yem edilirse, iç ve dış düşmanlar saldırıya geçer. Daha kötüsü, halk nezdinde Halife efendimizin itibarı yerle bir olur. Aileme ‘Alemdar’ unvanı laf olsun diye verilmedi. Bu kol kopar, başım toprağı öper ve bedenim parçalara ayrılır yine de sancağa toz değmesine izin vermem.” Yaver ve geri kalan askerler, bayrağı tutan direk gibi dimdik durdular. Yaverin “Selam dur!” nidası depoda yankılandı. Alemdar Mustafa Paşa en dibe, karanlık bir köşeye çekildi. Sarma tütün sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti. “Ya Hak!” dedi ve sigarasını barut fıçısına attı…
Padişah Mahmut Han, pencere önünde durmuş. Açtığı devlet sancağının altına akın akın giden milletini izliyordu. Elleri arkasında, sarı kehribardan yapılma, iri taşlı tespihini hızla çekiyordu. Akşam boyunca masa başında planlar yapmıştı. Akşamın karanlığı büyük bir kapışmaya sahne olmuştu. Alemdar Mustafa paşa karargâhına, başıbozuk yeniçeriler saldırı düzenlemişti. Mahmut Han, sabaha kadar iki babayiğit ordunun savaşından saatlik raporlar almıştı. Ne kadar kişi saldırdı… Ne kadar cephaneleri var… Ne kadar cephane harcadılar ve geriye kaç kişi kaldılar… Mahmut Han, cephanelikle beraber yüzlerce çerinin havaya uçtuğunu duyunca… Seccadesini serdi. Namaz kılıp dua etti. Seccadenin üstünde kararını verdi. Vezirini çağırttı. “Yeniçeriler ne kadar zaman da eski gücünü toplar?” “Sultanım, şimdi haber salsalar, en geç iki aya toparlanır. Eskisinden daha kindar olarak dönerler ve…” padişah elini kaldırdı. Sadrazam sustu. “Zaman tahtı düşünme zamanı değil paşa, donanmaya haber salın şehre giriş yapsınlar. Devlet sancağını meydana açıp halka da haber edin, kim Padişaha ve Halifeye bağlıysa… Kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç demeden meydana, sancağın altına gelsin. Sokaklarda dolaşan yeniçeri artıklarını da ibreti âlem diye oldukları yerde boyunlarını vurun. Yeni döktürdüğümüz topları da yeniçeri karargâhına doğru çevirin. “Yeter artık! Savaşları kazanmamalarını bir yana bıraktım. Çarşıda ahlaksızlıklar yapmaya başladılar. Ne yazık ki, içlerindeki iyi çeriler de altın hırsına kapıldı. Para hırsı, yüzlerce yıl öncesinde Avrupa’yı titretmiş bir orduyu, başıbozuk isyankâr bir serseri tayfası yaptı.”
Öğle güneşi en tepeye varmıştı. Vezir, kadı Abdurrahman Paşa’yla birlikte padişahın odasına giriş yaptılar. “Sultanım, ordu şehirde hâkimiyeti eline aldı. Halkınız meydanlarda ve toplar yeniçeri karargâhına çevrildi.” “Taş üstünde taş kalmayana kadar durmayın, topları ateşleyin.” Padişah sol yanını tuttu bir iki sendeledi. Kadı ve vezir padişahın düşmesini önleyip sandalyesine oturttular. “Abdurrahman, tez koş! Emrimi orduma bildir. Devlet işi daha önemli…”
Top sesleri duyulmaya başlamıştı. Padişahın odasının kapısı açıldı. İki asker sürüyerek bir yeniçeri çorbacı başını getirdiler. Padişah yüzünü pencereye dönmüş, çeriye bakmaya bile lüzum görmedi. Cebinden, üstü kurumuş kan damlaları olan bir altın para çıkarıp vezire uzattı. Vezir altını aldı. Çeriyi tutmakta olan askerlerden en irisine verdi. Asker ayağıyla çeriyi yerde tutmaya çalışırken elleriyle de, çerinin ağzını açıp altın parayı dilinin altına yerleştirdi. “Vezirim, bu münafığı şehrin ortasında asıp düzenli ordunun karargâhında ifşa edin.”
Padişah güneş doğmadan sarayından çıktı. Yanında Alemdar Mustafa Paşa’nın yerine geçen yeni sadrazamı ve başyaveri de vardı. At üstünde sivil kıyafetlerle, gömülebilen çerilerin kabirlerini ziyaret etti. Sağına soluna baktı. Yeniçerilerine, köylerinden Mustafa Paşa’nın arkasında gelen köylü çocuklarına uzun uzun baktı. “Vah! Nice yiğit göçmüş” diye haykırdı. Mezarcılar sadece uzaktan bakabildiler. Bir günde nice çeri yakını gelip dövünmüştü. Teselli etmek boşunaydı. Çukur kazmaya devam ettiler. Mahmut Han, iç cebinden küçük Kuran’ını çıkarıp okumaya başladı. Her kazma toprağa değil de kalbine saplanıyormuş gibi hissetti. Okumasını bitirdi. Yaşlardan sırılsıklam olmuş yüzünü, sakalını sıvazladı. Yürümeye başladı. Bir mezarın önünde durdu. “Mekânın cennet olsun Paşam” dedi ve atına atladı. Sadrazamı yanına yaklaştı. “Padişahım, kullarınız zatı âlinizden yeni ordunuza ad bekler.” “Hz. Muhammed’in zafer kazanmış ordusu olsun. Münafıkların kalbine hançer gibi saplandı. İnşallah kâfirin kalbini de oklar.”
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.03.2015)
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.