Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2017», sayfa 2

Anonim
Yazı tipi:

BÜŞRA BENER


5 Ağustos 1995’ de Ankara’da dünyaya geldi. Sırasıyla Misket İlköğretim Okulu, Mamak Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni tamamladı. 2014 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünde lisan eğitimine başladı. 4.sınıf öğrencisi olarak eğitimine devam etmektedir.

Ailesi ile Ankara’da yaşamaktadır.

2015-2016 yıllarında Avrasya Yazarlar Birliği’nin 8.ve 9. dönem Edebiyat Akademisi’nde, Deneme ve Hikâye Atölyelerine katılmıştır.


Hikâye:

Kara Yazılı Bir Hikâye

Başka Dilde Bir Aşk

Kasap

Ulug Hurtuyah

İki Aç Karın


Deneme:

Korkularıma Soruyorum

Biraz Kırık Dökük Biraz Heyecanlı

Arabulucu

Şiir Olurken

KARA YAZGILI BİR HİKÂYE

Ben on yaşında küçük bir kız çocuğu iken öğretmen olan babamın tayini Erzurum’da bir köy okuluna çıkmıştı. Evrakların tamamlanması, hazırlıklar derken sonbaharın ortalarına doğru ailecek yola çıktık. Yolculuğumuz bir günden fazla sürmüş, kendine dâhi hayrı olmayan bir otobüs ile sefil bir yolculuk geçirmiştik. Erzurum merkeze gelince başka bir otobüs ile gideceğimiz köyün bağlı olduğu ilçeye gittik. Bizi ilçede köyün muhtarı karşılamış, ilçeden köye varmamız üç dört saatten fazla sürmüştü. Daha bebek olan erkek kardeşimin sürekli ağlamasını, benim yolda hastalanıp kusmamı çok iyi hatırlıyorum. Köye geldiğimizde bize öğretmen evi olarak gösterilen yer alışık olduğum evlerden o kadar farklı gelmişti ki bana. Bizden önce gelen eşyalarımızı da iki gözlü eve üst üste yığmışlardı. Taşındığımız ilk hafta evi yerleştirmeyle geldi geçti. Babam köyün tek öğretmeniydi. Zaten çok fazla olmayan köy çocuklarını kendince gruplara ayırıp, beni de o gruplardan birinin içine kattıktan iki hafta sonra derslere başladı. Bu köyün en sevdiğim yanı, teyzelerin sürekli bir şeyler pişirip getirmesiydi. Tandır ekmeği dedikleri yufkayı ilk defa bu köyde tattım. Öğretmenin kızı olmanın verdiği ayrıcalıksa bambaşkaydı.

Havalar gittikçe soğumaya başlamıştı. Kış kapıda. Kış kapıda. Herkesin tek telaşı buydu. Köyün çocukları ile iyi arkadaş olmuştum ve artık yavaş yavaş bu hayatın bir parçası olmaya başlamıştım. Yine de çok şaşırdığım zamanlar oldu. Köyden bir çocuğun kapılarının önünde oynuyorduk. Ninesi yerden hayvan pisliklerini kürekle almış içine saman katıp sonrada çıplak elleriyle yuvarlayıp bir kenara yığmıştı. Ben hayretler içinde kadını izlemiştim. Sonradan öğrendim ki kapıdaki kış geldiğinde onları yakıp ısınacaklarmış, annem adına tezek dedi.

Ve bir gün beklenen kar geldi. Ben hayatımda bu kadar çok yağan karı ilk defa gördüm. 1983 yılı bana gerçek soğuğu ve gerçek karı öğretti. Bütün gün pencerenin önünde o karı seyretmiştim. O kadar çok yağdı ki bundan sonra hep kar yağacakmış gibiydi. Hiç durmadan yağdı.

Çocuklar sürekli evimize gelip okul olacak mı diye sorup duruyorlardı. Babam karın tadını çıkarsınlar diye iki gün okulu tatil etti. Köydeki arkadaşlarım ile karla oynamak için dışarı çıktık. Kiminin elinde eldiven niyetine yünden patikler vardı. Kimi montsuz kat kat giyinmiş, kimi lastik ayakkabı ile oynamaya gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki yine de koşturmaktan birbirimize kartopu fırlatmaktan üşüdüğümüzü unutup gittik. Kartopu oynadığımız arsanın karşısında duran bir kadına sürekli gözüm takılıyordu. Biz oynamaya geldiğimizde de o kadın yolun karşısında ayakta duruyordu. Belki de saatlerce oyun oynadık o kadın hâlâ ordaydı. Biz dağılırken de aynı yerde aynı şekil de duruyordu. İlk defa gördüğüm bu yabancı bana tuhaf geldi doğrusu. Ertesi gün o arsanın yakınlarında bir yere oynamaya gittik. Yine aynı yerdeydi. Bu kez yüzünü daha iyi gördüm. Gözlerini yola dikmiş sadece bakıyordu. Köyün çocuklarının içinde yaşı bizden büyükçe bir çocuk “Deli Hacer!” deyip kocaman kartopunu kadına fırlattı. Kadın yine kıpırdamadı. Üstünde sadece bir kazak vardı. Ben o kadar kalın giyindiğim halde titrerken o hiç üşümüyor gibi duruyordu. Yüzü soğuktan kıpkırmızı olmuştu ama üşüdüğünü gösteren tek bir hareketi yoktu.

Orada epeyce oynadık ama gözüm hep ondaydı. Herkes evine dağıldı, ben evimizin kapısına yaklaşınca dönüp Hacer’in olduğu yere gittim. Bu kez karların üstüne oturmuş ağlıyordu. Önce aramızda mesafe bırakarak onu izledim sonra dayanamayıp yanına yaklaştım. Kalbim yerinden çıkacak gibi hızlı atıyordu, hem korkuyordum hem merak ediyordum. Birkaç dakika iyice seyrettim onu sonra “Üşümüyor musun? Hava çok soğuk.” dedim. Elini kalbine koydu. Sessizce ama öyle içten bir ağlayışı vardı ki benim de gözlerim doldu. Ona bir sürü soru sordum ama tek bir kelime etmedi. Yalnız ne zaman üşümek ile ilgili bir şey desem elini hep kalbine koydu. Karın içinde duran ayaklarının çıplak olduğunu o an fark ettim. Kar dağılınca gördüm mosmor ayaklarını. Uzaktan annemin bana seslendiğini duyunca elimdeki eldiveni çıkarıp kucağına bıraktım ve anneme doğru koştum. Karlar eriyene kadar hep orada yolu izledi. Ben de onu.

Adı Hacer’miş. Yıllar evvel sevdiğiyle kaçacakları gece, o yolda Hacer’in yanında yarini av tüfeğiyle vurmuşlar. Karın üzerine yığılıp kalmış zavallı. O zamanlar akrabaları Hacer’e epey işkence etmişler. Sevdiğinin ölüsünün nereye gömüldüğünü bilmediğinden kendince orayı mezar bellemiş diye anlatmıştı kadınlardan biri. Aklını da öylece kaybetmiş dedi. Sadece kışları görünürmüş Hacer. Bir garip anası ile yaşayıp gidiyorlarmış. Diğer zamanlar ne yapar, ne yer, ne içer hiç haberi gelmezmiş. O köyde üç yıl kaldık. Üç kış boyunca Hacer’i seyrettim ve Hacer çıplak ayakları ile o yolda günlerce bekledi hep kalbini tutup ağladı. Son kışımda Hacer’in yoluna gittim. Köy halkı da o yola öyle diyordu. Belki meraktan belki üzüntüden ona karşı farklı bir yaklaşımım vardı. Ona buradaki son kışım olduğunu söyledim. Tepkisiz yola bakmaya devam etti. Ayağa kalkmış gidiyordum ki ona dönüp “Hacer sahiden hiç üşümüyor musun? Şu buz gibi havada mosmor ayaklarınla sahiden hiç üşümüyor musun?” dedim arkamı döndüm. Sadece iki adım attığımı hatırlıyorum. Benimle o zamana kadar tek kelime etmeyen Hacer’in genizden gelen tuhaf tınılı sesini duydum. “Yüreğimde çöl ateşleri yanarken ayaklarım hiç üşümüyor.” Yine damlalar düştü gözünden. Sanki içimi taşla, demirle, kurşunla doldurmuş gibi bir ağırlık, tuhaf bir sızı hissettim. Genzim yanmaya başladı, konuşmak istedim ama yapamadım. Ben de Hacer gibi ağladım ve eve geldim. O yıl sonunda başka bir şehre taşındık. Sonrasında yağan her kar bana çıplak ayakları ile yolu seyreden Hacer’i hatırlattı.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

BAŞKA DİLDE BİR AŞK

Çocukluk tutkum olan başka dillere merakımı iş hayatıma da taşımış, hem bir yayınevinde kitap çevirileri yapıyor hem de bir çeviri ofisinde çalışıyordum. Çevirilerim daha çok Rus ve İngiliz dili üzerineydi. Ofiste olduğum bir gün, dâhili telefondan sekreter Rusça çevirisi yapmak için birinin benimle görüşmek istediğini söyledi. İçeriye giren adamla tokalaşmak için elimi uzattım. O beni Rusça selamlayınca ben de haliyle Türkçe ile başladığım selamlamayı Rusçayla bitirdim. İçeri ilk girdiğinde görünüşüne hiç dikkat etmemiştim. O benimle Rusça konuşmaya devam edince bu durum ilgimi çekti ben de yüzüne dikkat kesildim. Kesinlikle bir Rus’un görüntüsüne sahip değildi. Adam tam bir sahte Rus gibiydi. Benden elindeki metni Rusçaya çevirmemi istiyordu. Yarın tekrar uğrayıp çeviriyi alacağını söyledi gülümsedi ve gitti.

Çeviri için getirdiği metnin aslı Türkçeydi. Metni okumaya başladım. Bir hikâyeydi bu. Âşık bir adamın dilinden sevdiği kadını ilk gördüğü anı anlatıyordu. Yalnız kadının bu aşktan haberi yoktu. Adam uzaktan uzağa izliyordu kadını. Metnin ortasında kendi kendime söylenmeye başladım “Ne saçma. Kadında ne salakmış, adam zaten takipçi sapık bir de adına aşk demiş. Kim böyle saçma bir şeyin çevirisini ister ki!”

Kaldığım yerde bırakıp metni çevirmeye başladım. Okumadığım kısımların çevirisini yaparken öğrendim ki aslında adam sapık değil kadın salakmış. Adam nerdeyse kadının yanında yaşarcasına burnunun dibinde. Yalnız metin öyle bir yerde bitiyordu ki cümle tam virgül ile ayrılmış gerisi yok. Sayfanın arkasına baktım başka bir sayfa var mıydı diye ama yok. Cümle en kilit yanından virgül ile bitirilmişti. Ertesi gün bu sahte Rus çeviriyi almak için geldi. Sahte Rus diyorum ama ismi İvan Kozlovskiy. İvan metni aldı, teşekkür edip kapıya doğru uzandı.

– Metin tek sayfa mıydı, diye sordum.

– Evet. Tek sayfaydı neden sordunuz?

– Eksik bir cümle vardı da, yani virgülle ayrılmıştı eksik bir cümleydi o yüzden sormak istedim, dedim.

İvan bana metnin tek sayfa olduğunu tekrarladı ve imalı bir gülüşle teşekkür edip çıkıp gitti . Üç gün sonra tekrar geldi. Yine metin çevirisi yaptırmak istiyordu. Sayfanın başı küçük harfle başlıyordu ve bir önceki metnin devamı olduğunu anladım. Hikâyedeki âşık adam bu kez kadınla konuşmaya karar vermişti. Fakat onunla konuştuğunda ne söylemesi gerektiğine karar veremiyordu. Bu kez konuşmak için bahane olacak şeyler aramaya başlamıştı Sayfanın son cümlesinde aşığın kadınla ilk nasıl karşılaştığını anlatmaya başlıyordu ki yine bitti hikâye. Bir yerde gizem yaratıyordu metin. İvan bu kez iki gün sonra, benim yayınevinde olmadığım bir zaman da metni almaya gelmiş. Üç gün sonra tekrar uğrayarak yeni bir sayfa bıraktı. Adam kadını ilk kez bir kafede görmüş. Kadın hiç de durumun farkında değil, aceleyle kafeden çıkarken kabanı, adamın çay bardağına değerek deviriyor. İkinci karşılaşmalarında kadını bir kitapçıda görüyor adam. Kadının elinde adamın en sevdiği kitap var ve bu durum adamın hoşuna gidiyor. Kadının çalıştığı iş yeri yakınlarda ve adam kadını her gördüğünde uzaktan izliyor. Kadının iş yerine gidip onunla konuşmaya karar veriyor ve hikâye bu kez de burada bitiyor. Artık ben de hikâyenin devamını merak eder olmaya başladım. Arada kadına da kızıyorum ne aptal hiçbir şeyin farkında değil diye. Kendi kendime tahminler yürütüyorum kadın hakkında. Sahte Rus İvan’a da kızıyorum böyle eksik eksik hikâyeyi getirdiği için ama elden gelen de bir şey yok.

Ertesi gün hikâyeyi almaya İvan geldi. Şimdi hikâye hakkında soru da sormak istemiyorum. “ çeviri mi yapıyor hikâye mi okuyor? “ demesin kendime güldürmeyim diye. Üç gün sonra yeni sayfa bırakır diye kendimi avutuyorum. Üç gün sonra yeni sayfa getirir diye beklediğim İvan’dan bir hafta sonra yeni bir sayfa geldi. Üstelik yazıyı da başka birisi getirdi. Bu bir hafta boyunca elin adamının yollarını gözler olmuştum şimdi bir başkası getiriyordu metni. Bizim âşık bu sayfada kadına aşk itirafında bulunacaktı ya adam toplayıp cesaretini kadının çalıştığı yere geliyor ama kadın iş yerinde değil. Umutlar kırılıyor tabi. Kadını uzaktan izlemeye devam ediyor ve onu izlerken hep gördüklerini anlatıyor. Mesela kadın kitap okurken çoğu zaman kaleminin arkasını ısırıyor ve kitabı sol eliyle tutuyor. Saati sağ koluna takıyor. Uzun uzun anlatıyor kadını, adam.

Hikâye çevirisi, yeni nüsha alışverişiyle, İvan’la samimi olmaya başlamıştık. Samimiyetimiz her yeni metin ile ilerliyordu. Bunları bir siteden aldığını ancak internet çevirisinin çok başarılı olmadığı için bir çevirmene yaptırdığını öğrenmiş oldum. Bazı insanlar ile konuşurken çok keyif alırsınız ve sizi konuşurken hiç sıkmaz. İvan’da öyle. Çevirileri almaya geldiğinde bazen birkaç saat sürüyordu sohbetimiz bazen bana gelen arama ile ben gidene kadar. Hikâyede ise adam hala kadına açılamamıştı ama en azından onunla konuşacak bir bahane bulmuştu artık. İvan’ın getirdiği son sayfada, Kadının işyerine bir gün adam zarf gönderiyordu. Zarfın içinde büyük harflerle kocaman “ Seni Seviyorum” notu ve onu tanıdığı ilk andan itibaren hissettiği, duygularını ona açmak için verdiği mücadeleyi anlatan bir şeyler yazmıştı. Kadın şaşkınlıktan ne yapacağını da şaşırmış durumdaydı. Adamın kalkıp işyerine gidiyordu ve hikâye burada bitiyordu. Hikâyenin sonuna yaklaştığımı biliyordum. İki aya yakın bir süredir bu hikâyeyle baş başaydım. Yazarı bile benim kadar içine dalmamıştı belki de hikâyenin. Sonu nasıl bitecekti içim içimi yiyip duruyordu. İvan çevirinin son sayfasını almaya kendisi geldi.

– Galiba hikâyenin sonlarına geldik, dedim.

Yarım dudak gülümsedi. Onun da benim gibi hikâyenin bitiyor olduğuna üzüldüğünü anladım. Çok fazla vakti olmadığını söyleyip çıkıp gitti.

Ertesi gün ofise benim adıma bir zarf geldi. Zarfın içinde kıskaç ile tutturulmuş sayfalar ve onlardan ayrı başka bir sayfa. O tek sayfanın üzerinde “Seni seviyorum” yazıyordu. Birden heyecanlanmaya başladım. Kalbim hızlı hızlı atıyordu, susamaya başladım. Sayfanın altında İvan’a ait bir imza vardı. Acaba hikâyenin devamını mı yolladı diye düşündüm ama öyle gibi durmuyordu. Tutturulmuş sayfaları okumaya başladım.

Çevirdiğim metnin birkaç yeri değişmişti sadece. Kadın bardağı fark ediyordu mesela. Adamın iş adresinin kapı numarası bile vardı. Mekânlar değişmişti hikâyede. Sonra birden her şey aydınlandı. Taktığım saat sağ kolumdaydı, masanın üzerindeki kalemlerin çoğunun arkası ısırılmıştı, adamın kadını gördüğü kafenin adı tersten okununca ofisin yakınındaki hep gittiğim kafenin adıydı. Kadının tasviri bana benziyordu. Kadına salak nasıl fark etmez diye kendi kendime kızıyordum ama o salak bizzat bendim işte. Hikâyede geçen adresi alıp hemen çıktım ofisten. Gittiğim adreste İvan’ı bulmam tabi ki şaşırtmadı beni. Beni görünce tıpkı hikâyede, adamın kadını gördüğünde gülümseyip kadına sarıldığı gibi gülümsedi ve bana sarıldı. Tuhaf bir şekilde mutluydum.

Demiştim ya hani adam kadınla konuşmak için türlü bahaneler arıyordu. Meğer İvan’ın bahanesi de kendi yazdığı yazıları bana Rusçaya çevirtmek olmuş. İvan Kozlovskiy, Rus bir anne ve Türk bir babanın oğlu. Yabancı kimliğini bahanesi olarak kullanmış ve uzun zaman merak ettiğim bu hikâye benim hayatımın onun dilinden anlatılışıymış. Meğer farkına bile varmadığım aptallığımın sayfalara dökülmüş haliymiş.

Bahsi geçen kafede ben onun masasına çarpmıştım ve masadaki çay bardağı düşüp kırılmıştı. Özürlerim arasında adama dikkat edecek fırsatım olmamıştı bile. Kütüphanede kitap okurken gördüğü zaman yayın evindeydim. Kitap sol elimdeydi çünkü bir yandan not alıyordum. Kalem ısırmam, çalışırken bilinçsizce yaptığım bir huyumdu.

Hikâyenin sonun da kadın adamın iş yerine gitti ve ona sarıldı. Sonra neler olacak bilmiyorum ama şimdilik mutlular.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

KASAP

Kasap lakaplı adli tıp doktoru Kenan, ölülerin dilini çok iyi konuşabiliyordu. Ruhun bedeni ne şekilde terk ettiğini, katilin imzasını taşıyan yaraları analiz etmekte oldukça iyiydi. Bunu yapmaktan gurur duyuyordu. Asla yanında bir asistan istemezdi. Onun kendisine yardımdan çok ayak bağı olduğu kanaatindeydi. İçinde bulunduğu bu soğuk iklim ve oldukça korkunç şekilde katledilen cesetlerin ürkütücü havası, onun ruhuna da işlemişti. Masasına getirilen ölülerin adlarına hiç bakmadan, eline neşteri alır, derinin üzerinde gezdirirken önünde yatanlara bir zamanlar sıcak olan biri gibi davranmazdı. O, ölüler ile hızlıca konuşur, onların dilini polislere çevirir ve başka ceset torbasına yönelirdi. Kenan’ı onlardan ayıran tek şey aldığı nefesti. Çoğu zaman o cesetlerden daha ruhsuz ve daha soğuktu. Kendisine takılan bu lakaptan haber olmasına rağmen, bildiğini belli edecek bir harekette bulunmazdı. Doğruydu aslında o bir kasaptı. İnsan kasabı.

Adli tıp kurumunun yoğun olduğu bir günün sonuna yaklaşılmıştı. Mesai saatini dolduran herkes teker teker çıkıyordu binadan. Tek bir kişi hariç. Asistanlardan biri ona yardım teklifinde bulunsa da her zamanki gibi kabul etmedi, tek başına üstesinden gelebilirdi. Kenan altıncı incelemesi için morga yürüdü. Omuzlarını esnetti ve morg dolabına asılı yazıyı okudu.

Ölüm sebebi: Asfiksi-Submersiyon

Getirilme tarihi ve saati: 05.02.2015 16.27

NOT: Ölüm, bilirkişi tarafından onaylanmıştır.

Gürültüyle dolabı açtı. Sürgülü bölmede hala torbada bekleyen cesedi sedyenin üzerine koydu ve ameliyathanesine döndü. Kendini dezenfekte etti, üzerini değiştirdi. Torbanın fermuarın açtı, çıkarıp çöpe attı. Her zamanki kendinden emin, soğukkanlılığıyla ilerlemeye devam ediyordu. Ta ki masadaki yeni oda arkadaşının yüzünü görene kadar. İki üç adım geri gitti ve alet masasına çarptı. Yere düşen metalin boş duvarlardaki sesinin şiddetiyle sıçradı. İki kere derin derin nefes aldı. İlk defa buranın iğrenç koktuğunu geçirdi aklından. Alet masasından destek alarak ayağa kalktı ve ameliyat masasındaki adama, cerrahi lambayı açıp daha yakından baktı. İçinde buz tutan duygularından biri çatlamıştı şimdi. Hangi duyguyu hissedeceğinden emin değildi Kenan. Tiksinti, huzur, nefret, mutluluk, hüzün, … Belki de hepsini aynı anda hissediyordu. Kendine kızıp ayağa kalktı ve önünde savunmasız duran bu adama baktı. Çok uzun bir zaman sonra masasına yatan biri için duygusu vardı. Dudaklarını aralayıp dişlerine baktı. Sol köpek dişinden biri yoktu. Bu adamın böyle cansız olarak önünde olması canını sıkıyordu. “Seninle karşılaşmamız böyle olmamalıydı. “ Yüksek sesle konuşuyordu. Yine de Uzun bir süre yüzüne baktı bu lanet herifin sonra buz gibi ameliyathanenin bir köşesine çekilip ağlamaya başladı. Büyük kasap gözyaşlarını dindiremiyor, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Midesindeki kasılmayı hissetti hemen ilerideki çöp kovasına uzanıp içine kusmaya başladı.

Ağlayamayacak kadar yorulduğunda az evvel kustuğu çöp kutusuna, ağzında kalan o tadı atmak için iki kez tükürdü, masaya döndü. Eldivenlerini değiştirdi, bütün malzemelerini önüne hazırladı ve lambayı yaklaştırdı. On üç boyutlu neşterini aldı.

Kalın şah damarlarından birinde seyrek de olsa bir hareket fark etti. Stetoskopla dinledi ancak bu sessizlikte bile zor duyulabilecek kadar yavaş atan bir damar vardı. Bu adam yaşıyor muydu? Hemen adamın dosyasını okudu. Güvenlik güçlerinden kaçmaya çalışırken, ateş açılmış sağ abdomenden vurulmuş ve göle düşmüştü. On iki dakika sonra gölden cansız çıkarıldığı yazıyordu. Kâğıtları hızlıca atıp vücut sıcaklığını ölçtü. Dereceden cılız bir ses çıktı ve ekrana baktı. Otuz üç santigrat derece. Dördüncü evre de Submersiyon geçirdiğini tahmin ediyordu. Hemen adamı oksijen tüpüne bağladı, vücut ısısının yükselmesi için damardan ilaçlar yaptı. Tıpkı altı yıl önce insanların hayatını kurtarmak için çırpındığı zamanlardaki gibi bu adamı kurtarmak için acele ediyordu. Adamın ameliyat olması gerekiyordu. Fakat önceliği vücut sıcaklığını eski haline getirip kalbin kan pompalama işini hızlandırmasıydı. Hazırladığı ilacın etkisini göstermesi yaklaşık on beş dakika alıyordu. Saatine baktı ve ameliyathanenin bir köşesine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı.

– Baba!

Çıplak duvarlarda yankılanan kızının sesini duydu Kenan. Kızı ona sesleniyordu ve gittikçe de yaklaşıyordu ses . Kafasını kaldırdı.

– Duru! Babacığım buradayım. Duru.

Duru ameliyathanenin kapısında koşarak içeri girdi. Kahverengi saçları iki yandan toplanmıştı. Krem rengi tişörtün üzerinde çamur ve kan lekeleri vardı. Pembe tüllü eteğini, Kenan kendisini beğenip almıştı biriciğine. Tülleri yırtılmıştı. Sağ ayakkabısı ayağında yoktu. Bacakları, kolları kesik içindeydi. Duru babasına doğru koştu ve üç adımlık bir mesafede durup yüzüne baktı. Saçlarının arasında otları gördü Kenan.

– Baba.

Duru, ameliyat masasında yatan adama doğru yürüdü ve adamın, yumruk yaptığı parmaklarını aralayıp eteğinin tüllerinden bir parçayı babasına uzattı. Kenan kızına doğru uzandı ve birden Duru ortadan kayboldu. Hissettiği şiddetli ürpertiyle uyandı. Gözleriyle hızlıca etrafını tarayıp kızına baktı. Masa da hareketsiz yatan adamı ve onun yaşadığını belirten cihazı gördü. Ayağa kalktı, adamın sağ yüzüne bir yumruk indirdi. Bağladığı cihazların hepsinden ayırdı adamı. Minik kızının katili asla yaşamayı hak etmiyordu.

Altı yıl önce oturdukları sitenin yuvasından kaybolan kızı Duru’nun, polisler iki gün sonra ormanlık alanda cansız bedenini bulmuş, yirmi gün sonraysa katilini yakalamışlardı. Katil, mahkeme salonundan çıkarken Kenan’a gülerek bakmış ve ellerinde tuttuğu pembe bir tülü ona doğru sallamıştı. Kenan, kendini tutamamış ona doğru koşup sağ yumruğunu adamın suratına indirmişti. Olmayan sol köpek dişi Kenan’ın imzasıydı. Karısı, Duru’dan sonra ağır bir bunalım geçirmiş, intihar etmişti. Hayatını alt üst eden bu katili neden kurtaracaktı ki.

Otopsiyi başlattı. Her darbede Duru’nun sesini duyuyor, karısının gözyaşlarını görüyordu. Bir ölüyü öldürmek yasal olarak suç sayılır mıydı?

Kenan rapor yazma işini yarına bıraktı. Üzerini değiştirdi, gecenin karanlığına aldırmadan kızının ve karısının yanına gitti.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺25,80
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
02 ağustos 2023
Hacim:
5 s. 9 illüstrasyon
ISBN:
978-625-6852-44-0
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap