Kitabı oku: «Kardeş Sesler 2020», sayfa 4
ÖNCE CAN
Akşamdan masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.
Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar tedbir almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın git gide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce tedbirler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.
Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…
Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken Pazarlama Müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisi ile titriyordu. Hemen yanına koştum:
–İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin, diye sordum.
O sadece;
–Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.
–Su ister misin? dedim.
–Hayır, diye cevap verdi.
Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü tedbiri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.
Daniel’e dönerek;
–Soğuk bir şey, buz falan koyalım, dedim. Birbirimizle “Nerde var ki?” diye bakıştık. Hemen karşımızdaki bina şefin eviydi. “Şeften iste!” dedim. O şefe giderken ben de kapalı bir şişe su getirip verdim.
–Bunu içebilirsin, bak kapalı, dedim.
Teşekkür ederek alıp, birkaç yudum içti. Biraz sakinleşmiş olsa da kimseyi yanına yaklaştırmıyor, sürekli “Uzaklaşın, lütfen uzaklaşın, yaklaşmayın!” diyordu. Biraz kendine gelince telefonu ile eşini arayıp kendisini almasını istedi. Az sonra, iyi dileklerle onu yolcu ederken ne kadar reddetse de eşine onu mutlaka bir hastaneye götürmesini söyledik. O ise bize “Uzaklaşın birbirinizden! Aranızda en az iki metre mesafe olsun!” diyordu.
Simone haklıydı. Korona Virüs aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın, dünyanın dengesini bozmuştu.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY
Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.
Sabah bizi kapıda gören dedemle babaannem kısa süren şaşkınlıklarından hemen kurtularak bize sarıldılar. Çok acıkmıştık. Odanın ortasına hazırlanan yer sofrasında, büyük bir iştahla kahvaltımızı yaptık. Onlarda ayrı bir bayram havası vardı, biz de ayrı… Hemen köyü gezmek istiyorduk. Havası bile bir başka güzeldi köyümüzün. Hele buz gibi akan suyu yok mu? Üç yudumdan fazla içemiyorduk.
Dedemle birlikte evden çıktık. Köydeki son evleri de arkamızda bırakınca, önümüze çıkan kırmızı kiremitli, beyaz badanalı, üç sınıflı okul binasının yanından geçtik. Yol boyunca gördüğümüz sapsarı buğdaylar esen rüzgârla birlikte nazlı nazlı sallanıyorlardı. Karşımıza çıkan tarlada bellerine bağladıkları renkli peştamalları ile köyün kadınları vardı. Ellerindeki oraklar ile buğday biçiyorlardı. Başka yerlerde tırpanla erkekler biçermiş buğdayları, öyle okumuştum. Bizim köyde ise imece usulü ile kadınlar biçiyorlardı. Bu arada da hep birlikte mâniler söylüyorlardı. Daha önce böyle bir şey duymadığımdan onları dinlemek çok hoşuma gitti, oturup dinlemek istedim. Onlar buğday biçerken arkalarından erkekler biçilmiş buğdayları bağlayıp, bir araya topluyorlardı. Sonra hepsini kağnılara doldurup harman yerine getirdiklerini gördüm. Dedemin anlatmasına göre; her tarlanın buğdayları biçildikten sonra harman yerinde yığınlar halinde toplanırmış. Bazılarının harmanında üç yığın varken, bir başkasının harmanında beş yığın vardı. “Kimin evi kalabalıksa onun daha çok yığını var herhalde!” diye düşündüm. Akşam yemeğinden sonra dedem:
–Hadi yatın siz artık, yorgunsunuz. Hem yarın erken kalkmak gerekiyor, köye harman makinesi gelecek, komşunun yığınlarının buğdayla samanı ayırma işi var, dedi.
İlk defa gördüklerimiz ve gezdiğimiz yerler bizi bayağı yormuştu. Kardeşimle hiç itiraz etmeden yatmaya gittik. Gece yarısı ara ara komşumuz Bayram Dayı’nın köpeği Çomar’ın sesini duydum. Sanki kendi evleri ile bizim evin bekçiliğini yapıyor gibiydi. Kafamı kaldırıp, yatağın yanındaki pencereden dışarıya baktım. Her yer karanlıktı. Daha bizim köye elektrik gelmemişti o zamanlar… Sadece ay ışığı aydınlatıyordu ortalığı. Uykuya ne zaman yenik düştüm, bilmiyorum. Saat kavramı yoktu bizim köyde. Güneş doğarken kalkılır, güneş batarken, evlerin yolu tutulurdu.
Uykumuzun belki de en derin yerinde, odamızın kapısı kırılır gibi büyük bir gürültü ile açıldı. Dedem elinde bir tüfekle, paldır küldür içeri daldı. Neredeyse üstümüzden atlayarak camı açtı ve iki el ateş etti. Bir yandan da tüm gücü ile “Yangın var, yangın var!” diye bağırıyordu. Oradan diğer cama atladı. Yine iki el tüfek sesi, arkasından aynı bağırmalar… Ne olduğunu anlayamadık. Korkumuzdan ayağa fırladık. Yangın neredeydi? Yanıyor muyduk? Yansak alevler olmaz mıydı? En azından dumanı, kokusunu hissetmez miydik? Her yer neden karanlıktı? Dedem, o anda bizi nasıl korkuttuğunu düşünecek halde değildi.
–Çabuk hazırlanın, gidiyoruz, dedi.
–Dede yangın nerde? Nereye gidiyoruz, dedim.
–Yığınlar yanıyor kızım! Köylünün buğday yığınları yanıyor, dedi.
Başka bir şey soramadım. Dedem önümüzde yürümüyor, koşuyordu sanki. O önde, babaannem ve biz arkada harman yerine ulaştık. Sanki bütün köy oradaydı. Bu kadar insan, elektriğin, telefonun olmadığı bir yerde dedemin gayretiyle yangından haberdar olmuş kısacık bir sürede burada toplanmıştı. Anlaşılır gibi değildi. Her yer karanlıkken, harman yerleri alevlerin ışığı ile aydınlanıyordu. Herkes panik halinde koşturuyordu. Kimi su getiriyor, kimi yangının henüz ulaşmadığı buğdaylarını kurtarmaya çalışıyordu. O arada kenarda oturmuş, ağlayan birkaç kadın dikkatimi çekti. Elleriyle dizlerini dövüyorlardı. Yandaki büyük taşın üstünde yaşlı bir adam, sıkıca kavradığı kasketini kaybetmekten korkar gibi göğsüne yapıştırmış, sonuna kadar açılmış gözleriyle kurtaramadığı buğday yığınına bakıyordu. “Gitti!” diyordu. “Onca emeklerimiz boşa gitti.” O sırada yavaşça dedeme yaklaşan Bayram Dayı ilişti gözüme. “Muhtar!” dedi. “Sen bizi uyandırmasaydın hiç haberimiz olmayacaktı.”
O gece sabaha kadar hiç kimse uyumadı.
Güneş yavaş yavaş tepede yükselirken felâketin boyutu çıktı ortaya. Daha dün akşam burası, sapsarı başaklı buğday yığınları ile dolu iken, yüzlerin mutlulukla ışıldadığı bir yerdi. Bir gecede her şey yanmış, kapkara bulutlar tüm yürekleri sarmış, hayâller, umutlar yıkılmıştı.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
UMUDA ÇEVİR YÜZÜNÜ
Bugün Pazar. Dün akşam, “Yarın erken kalkmam gerekmiyor.” diye düşünüyordum. Ama gel de sen bunu kurulmuş saat gibi kapımın önünde bekleyen iki kedime ve yatağın ayak ucunda kalkmam için homurdanan köpeğime anlat. Her ne kadar duymazlıktan gelsem de bu defa patileri ile kolumu, bacağımı tırmaladığı için mecburen kalkmam gerekti…
Balkona çıktım. “Oh! Mis gibi hava” diyerek temiz havayı ciğerlerime çekip yaşadığımıza bir kez daha şükrettim. Bahçedeki erik ağacımın çiçek açtığını “Bugüne kadar nasıl fark etmedim?” diye kendime şaştım. Kuş sesleri daha mı fazlaydı bugün, yoksa bana mı öyle gelmişti? Önce kapıda sabırsızlıkla bekleyen kedilerin mamalarını verdim. Merdivenlerden aşağıya inerek köpeğim Kira ile kısa bir gezintiye çıktım. Korona salgını yaşamı tehdit ettiği günden beri hayatımıza dair bir sürü yasaklar gelirken, Allah’tan henüz kısa yürüyüşlere çıkabilme imkânımız vardı.
Bizden üç ev ilerde, tam dondurmacının karşısında, iki katlı evin önündeki kırmızı boyalı banka oturmuş, dalgın dalgın düşünürken gördüm Ayşe Teyze’yi. Eşini seneler önce bir trafik kazasında kaybetmişti. İki oğlunu da evlendirince yalnız yaşamaya başlayan Ayşe Teyze, güler yüzlü ve hoş sohbet birisi olduğundan herkes gibi ben de severdim. Her karşılaştığımız da ayak üstü de olsa konuşurduk, onun da beni sevdiğini bilirdim. Öyle dalgın oturduğunu görüp te “Yanına uğramadan, geçip gitmek olmaz!” diyerek yanına yaklaştım.
–Hayırlı sabahlar Ayşe Teyze! Nasılsın, diye seslendim.
–Hayırlı sabahlar kızım, çok şükür bu günümüze! Ben iyiyim de canım çok sıkılıyor be kızım.
– Kötü bir şey yoktur inşallah!
–Yok, yavrum yok! Ama çocukları, torunları çok özledim. Şu Korona mı, her neyse yavrularıma hasret kaldım.
–Haklısın teyze, ama bu kötü günleri atlatabilmek için hep birlikte sabretmemiz lâzım, onlar senin iyiliğini düşündükleri için gelemiyorlardır. Bir şeye ihtiyacın olursa ben yine uğrarım, sen üzme kendini, dedim ve oradan ayrıldım.
Ayşe Teyze’ye öyle derken, aslında o ara benim yüreğimde de fırtınalar kopuyordu. Hasta babam her ne kadar biraz iyileşmeye başlamış olsa da aklım hep ondaydı. Gümrükler kapandığı için ziyaretine gidemiyordum. İspanya’da, salgının en yoğun olduğu şehirlerden birinde yaşayan büyük oğluma, ne “Gel!” diyebiliyordum ne de ben yanına gidebiliyordum. Diğer oğlum bizden yirmi kilometre uzaklıkta olmasına rağmen, o da bize bir zararı olur diye sık gelmek istemiyordu. Geldiğinde sıkıca sarılamıyordum, öpüp koklayamıyordum, kokusunu içime çekemiyordum doyasıya. Kızım, bir taraftan jimnastik dersi verdiği öğrencileri ile internet bağlantısı kurup sporlarını yaptırırken, diğer taraftan kendi tezini hazırlamaya uğraşıyordu. Onunla bazen kahvaltıda, bazen akşamları izlediğimiz filmlerle unutmaya çalışıyorduk yalnızlığımızı. Ara ara duygulandığım zamanlar ağlamak istiyordum ama buna da boğazımda takılıp kalan yumrular engel oluyordu. Sevdiklerime ulaşamayıp, onlara sarılamadıktan ve hatta duygulandığımda ağlayamadıktan sonra özgür olmanın ne anlamı vardı ki? Açık hava hapishanesinde gibi hissediyordum kendimi. Hep tedirgin ve bendeki beni tamamlayamayan eksik bir yanım vardı. Yarın ne olacaktı? Acaba sonraki günler de bizi daha neler bekliyordu?
Aslında evcimen biriydim, evimde olmak beni o kadar rahatsız etmiyordu. Ama dışarı her çıkışımda kapanan kepenklerin, çoğu boş geçen belediye otobüslerinin, ıssız yol ve çocuk bahçelerinin, eczane önündeki aralıklı sıralanmaların daha da arttığını gördüm. Felâketin soğuk nefesini her gün ensemde hisseder oldum. Evet, korkuyordum. Babamı, sevdiklerimi bir daha görememekten, yavrularıma bir daha sıkıca sarılamamaktan, onları doyasıya öpüp koklayamamaktan korkuyordum. Boşa geçirdiğim her dakikanın hesaplaşmasını yapıyordum kendimle. Üzdüğümden çok üzüldüğüm, kırdığımdan çok kırıldığım, ağlattığımdan çok ağladığım o zamanları keşke geri getirebilseydim. Ya da ileriyi daha iyi görebilseydim…
Hayatı boyunca özgürlüğü savunan ben, kafese kapatılmış bir kuş gibiydim. Basbayağı tutukluydum işte… Öyle veya böyle, insanın kendi kendisiyle hesaplaşacağı gün de geliyordu demek.
Başımı kaldırıp, masmavi gökyüzüne baktım. Dün kara bulutlarla kaplanan gökyüzünde, bugün güneş sıcacık kolları ile etrafa âdeta umut saçıyordu. Kafamı, bu zamana kadar gömdüğüm kumlardan çıkarmaya karar verdim. Belki evde tutukluydum, belki bir süre sevdiklerime dokunamayacak, onları koklayıp, öpemeyecektim. Ama biliyordum ki ben iyi olursam sevdiklerimde iyi olacaklardı, ben onlara ihtiyaçları olan enerjiyi, umudu verebilirdim. Belki de yeniden sevmeyi öğrenerek, affedebilmenin erdemine erişeceğimiz gün, bu gündü. Bir sokak çocuğunun başını okşadığımızda, o ışıl ışıl bakan gözlerindeki ışık, sokakta aç ve susuz kalmış can dostlarımıza vereceğimiz bir tas su, bir lokma ekmek bize merhametli olmayı yeniden öğretebilirdi.
Herkesin hayatı zaten zor geçerken, şu Korona denen salgının benim ruhumu da esir almasına izin veremezdim…
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
GEÇMEYEN GEÇMİŞ
Kahvemi alıp balkondaki sallanan koltuğuma doğru ilerlerken güneş de aydınlatıcı sıcaklığını toplayıp, yavaş yavaş tepelerin arkasında kaybolmaya başlamıştı. Tatlı bir kızıllık kaplamıştı ufku. Ne kadar huzur vericiydi bugün her şey. Güneş, çocuklar ve torunlar… İşte tam da benim aradığım buydu.
Elimdeki kahveyi koltuğun yanında duran sehpaya bırakarak oturdum. Derin bir iç çekerek, elimdeki son yazdığım notlara bir göz attım.
“Başardım, evet ben, bunu da başardım.” diye kendi kendimle bir kez daha gurur duydum. Bugüne kadar hiçbir işten zor diye kaçmamış, “Ben bunu yapamam.” dememiştim. Sorumluluklarımın her zaman bilincindeydim. Aldığım tüm kararların ve verdiğim sözlerin arkasında durarak bugünlerime kavuşmuştum.
Duygu ve düşüncelerimin tam dokunaklı bir noktasında bir ses duyarak geri döndüm. Yedi yaşındaki torunum Işıl’ın, elinde gelinimin hazırlamış olduğu tabaktaki meyveleri düşürmekten korkarcasına dikkatli adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Bütün gün dışarda oynadığından kızaran yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı. Tabağı elinden aldım, masaya bıraktım. Kollarımı açarak:
“Sarıl bakalım babaanneye!” dedim. Gelip kollarıma bıraktı kendini, sarıldım sıkıca, öptüm kokladım. Ne güzel de kokuyordu yavrum, tıpkı yeni açan bir çiçek gibi! Yavaşça başını kaldırdı, o adı gibi ışıl ışıl bakan gözlerini gözlerime dikti.
“Babaanne! Çok mu yoruldun? Babam dedi ki: Sen dün gece çok az uyuduğun için bugün seni yormayacakmışız.”
Kucağımda, merakla benden gelecek cevabı beklediğini fark ettim. Elini avuçlarımın içine alarak bir daha öptüm.
“Ben iyiyim yavrum, merak etme!” dedim. Gözleri parladı.
“O zaman bana senden bir hikâye anlatır mısın babaanne?”
“Tabii ki anlatırım yavrum, gel şöyle yanıma otur bakalım.”
“Bundan seneler önce okulunu çok seven, büyüdüğünde öğretmen olmak isteyen bir kız varmış. Ortaokulun sonunda ailesi çok uzakta olduğu için okulunu bırakıp, yabancı ülkede yaşayan ailesinin yanına gitmek zorunda kalmış. Yabancı dil de bilmediğinden okulunu tamamlayıp öğretmen olamamış. Senelerce bunun üzüntüsünü gittiği her yerde yüreğinde taşımış. Evlenmiş, çocukları olmuş. Bundan sonra kendini çocuklarına adamış. Öğrencilerine öğretmek istediği her şeyi çocuklarına öğretmiş. Onların ellerinden tutup, bazılarının şaşırarak, bazılarının tebessümlü bakışları altında, ana vatanından uzak bir ülkede el ele gezerken sesli sesli ülkemizin marşlarını söyletmiş. Yüreğinden koparamadığı memleket aşkını, kültürünü, öğrenme ve öğretme duygusu ile birleştirip çocuklarına yaşatmak istemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, zaman su olup akmış. Yaşadığı tüm zorlukları, önüne çıkarılan tüm engelleri korkmadan, umudunu kaybetmeden ve asla vazgeçmeden atlatmayı başarmış. Ama içindeki okuma, yazma isteğini hiç kaybetmemiş. Ortaokulda başlayıp, evlendikten sonra uzun bir süre ara verdiği şiir dünyasına dönmüş yeniden. Yazmak, daha çok yazmak istemiş. Geçmişini unutmak istemediği gibi, çocuklarına ve gelecek nesillere bir ışık, bir iz bırakmak istiyormuş.”
“Kızım, bana bir bardak su getirebilir misin?”
Işıl’ım koltuktan atlayıp mutfağa doğru koşarken, ben de gözümde biriken yaşları siliyordum. Döndüğünde uzattığı sudan birkaç yudum alarak kaldığım yerden devam ettim.
“Bir gün birkaç arkadaş toplanıp şehir kütüphanesine kültürel bir gezi düzenlemişler. Çok ilgisini çekmiş gördükleri. Dünden ve bugünden birçok eserlerin duvarlarda sergilenmiş olduğunu görmüş. Ama en çok dikkatini çeken şey “Avrupa’daki Göçmen Türkleri” anlatan küçük bir bölümmüş. Dakikalarca başından ayrılamamış, en küçük noktasına kadar okumuş. Bir boşluk hissetmiş içinde. Bir eksiklik duymuş hayatında. Bugüne kadar hayatı hiç sorgulamadığını düşünmüş. Bir şehir kütüphanesinin küçücük bir duvarına sığdırılmış bu hayatları merak etmiş ve bir şekilde bu hayatlara ulaşıp onların geçmişlerine dokunabilmeyi istemiş. Birkaç yazı denemesinden sonra bırakmış, başaramamış. Çünkü eğitimine devam edemediği için yeterli birikimi yokmuş. İşte, tam bu boşlukta tanışmış “Kuray Yazarlık Atölyesi” ile. Fazla düşünmeden katılmaya karar vermiş. Çünkü beyni öğrenmeye, bilgiye açmış hâlâ, amacına ulaşabilmek, o insanların hayatlarına bir nebze olsun dokunabilmek için önce bilgiye doyması gerekiyormuş. Titiz bir çalışma ve öğretmenleri sayesinde çok güzel yazılar yazmaya başlamış. Kelime dağarcığı ile bilgi hazinesi de büyüdükçe büyümüş. Yazıları bulunduğu bölgenin sınırlarını aşarak Türkiye dahilinde de aranılıp, en çok okunan eserler arasında yerini almış. En son Avrupa’daki göçmenleri anlatan kitabı “Geçmeyen Geçmiş” kütüphanelerde yerini alırken, her evde de okunan bir kitap olmuş.
Sonunda amacına ulaşabilmenin, gelecek nesillere dünden ve bugünden bir ışık bırakabilmenin mutluluğunu yaşamış.”
Sözümü burada noktalayıp beni pür dikkat dinleyen torunuma sevgiyle sarıldım tekrar. Başını kaldırıp, yüzüme baktı, uzanıp o bembeyaz, masum elleri ile gözümdeki iki damla yaşı sildi.
“Babaanne, ağlama sakın!” dedi.
O an ona; her şeyin bitti denildiği yerde, yeni bir başlangıçla yeniden hayat bulabileceğini, bir şeyler başarmak istiyorsa asla vazgeçmemesi gerektiğini anlatmak isterdim. Devamını bir başka hikâyede, başka bir gün anlatmak için sustum, saçlarını okşayarak sadece:
“Mutluluktan kızım.” dedim. “Yanımda olduğunuz için çok mutluyum, hepinizi çok seviyorum.”
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)
DEĞER MİYDİ ?
Dokuz saatlik iş gününün ardından koşar adımlarla caddenin karşısındaki alışveriş merkezine doğru ilerledim. İşten çıkanların yoğun olduğu akşam kalabalığına takılmadan hemen alışverişimi yaparak, bir an önce eve gitmek istiyordum. Çocuklar bütün gün evdelerdi, acıkmışlardı mutlaka.
Cüzdanımı, market arabası almak için bozuk para çıkarmaya çalışırken yere düşürdüm. Neyse ki daha ben yere eğilmeden yanımdan bir el uzandı ve cüzdanımı alıp bana verdi. Başımı çevirip bakınca otuz, otuz beş yaşlarında bir adam gördüm. Telaşla hemen teşekkür edip, acele acele alışverişime döndüm. Aklım evdeydi. Bir an önce yemeği yapıp, evde beni bekleyen diğer işlere yoğunlaşmam gerekiyordu.
Aldıklarımı sepetime yerleştirip dışarı çıktım. Arkamdan birinin “Bir dakika bekler misiniz?” diye bağırması üzerine geriye dönüp baktım. Bir şey mi unutmuştum acaba? İçerden koşarak gelen Gülten’di. Eşinden iki sene önce boşanınca kasiyer olarak burada işe başlamıştı. İki çocuğu ile iş yerine yakın bir yerde yaşıyordu. Bir an şaşkınlıkla bekledim, ben onun çalıştığı kasadan çıkmamıştım ki; ne yanlış yapmış veya unutmuş olabilirdim? Bir an bana baktı, sonra koşarak yanımdan geçti.
–Hayırdır Gülten, bir şey mi oldu?
–Seninle ilgisi yok ablacım! Başkası…
Koştuğu yöne doğru baktığımda birinin kolundan tutup, geriye doğru çekmeye çalıştığını gördüm.
–Ne oldu Gülten?
–Hırsızlık yaptı abla, ödemeden kaçtı.
O, adamı markete geri çevirmeye çalışıyordu, adam da ondan kurtulmaya. İtiş kakış esnasında adam yüzünü bir an benden tarafa döndü. Siması tanıdık geldi, ama nerden tanıyordum? Evet ya… Bu, o işte! Markete girmeden önce düşürdüğüm cüzdanımı alıp, bana veren adam! Şaşkınlıkla bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bu arada onların tartışmaları ciddi boyuta ulaşmıştı. Gülten artık konuşmuyor, bağırıyor, zorla onu markete geri getirmek istiyordu. Adam bu esnada kaçıp kurtulmak için Gülten’i iterek yere savurdu. Vazgeçmedi Gülten! Tekrar kalktı, yine yapıştı adamın kollarına. Bu defa daha sert bir şekilde yere savruldu. Yardım etmek istedim ama adam iyice asabileşmişti. Etrafıma bakındım, görünürde kimseler yoktu. Hemen markete geri koştum. Bir kasiyere hemen polis çağırmalarını, Gülten’in dışarda bir adam ile kavga ettiğini söyledim. Tekrar geriye döndüğümde bir arabanın parka girdiğini gördüm.
–Yardım edin, lütfen yardım edin! diye bağırdım.
Gülten yere savrulunca elleri kanamış, pantolonu dizlerinden yırtılmıştı. Hâlâ adamla mücadeleye devam ediyordu. Gelen arabadan genç ama iri yarı bir adam indi ve hızlı adımlarla onlara yaklaştı. Hırsızın bir kolundan yakalayarak arkasına doğru geri kıvırdı, diğer eli ile de hızla başını yere eğerek markete geri götürdü. Gülten’i yerden kaldırdım.
–İyi misin?
Gülten ancak o zaman elinin acısını, dizlerinden yırtılan pantolonunu fark edebildi.
–Sağ ol abla! İyiyim, merak etme, dedi.
Bu arada hırsızı yakalayan adam ve marketin şefi adamı gelen polislere teslim ettiler. Polisler, adamın “Daha önce başka bir yerde de alkol aldığını ve yaptığı uygunsuz hareketler yüzünden oradan dışarı atıldığını, hakkında zaten şikâyet olduğunu,” söylediler. Oysaki, az önce dışarda cüzdanımı yerden alıp, bana verirken gözüme ne kadar da iyi yürekli, normal biri gibi görünmüştü. İçerde olayı duyan birkaç kasiyerde yanımıza geldi. Neler olduğunu sordular. Gülten’in orada anlatmasına göre, adamın; hiçbir şey almamış gibi kasadan boş geçtiğini görünce, ceketinin altına sakladığı viski şişesini fark etmiş, hemen kasasını kapatıp peşinden koşmuş. Kimi onu bu cesareti için tebrik ederken, kimi de yaptığının çok yanlış olduğunu söyledi. Yaptığının yanlış olduğunu düşünenler aslında haklılardı. Şimdi çok ucuz atlatmıştı ama çok kötü bir şekilde de sonuçlanabilirdi. Böyle bir şey belki de hayatına mâl olabilirdi.
Hırsızı polise teslim ettikten sonra yanımıza gelen marketin şefi Gülten’e sorumluluk taşımasından dolayı teşekkür etti. Maddi ve manevi gelişen tüm zararların hırsız tarafından karşılanacağını açıkladı. Bir daha böyle bir durumla karşılaşırsa; kendisini tehlikeye atmadan, hemen haber vermesi gerektiğini söyleyerek rapor alması için bir doktora gönderdi.
Ben ise acele eve gitmem gerektiğini unutmuş, Gülten’e bir şey olmadan hırsız yakalandığı için rahatlamıştım. Şimdi eve gidip, kaldığım yerden günün yoğunluğuna devam edebilirdim.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)