Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Sessiz Göç», sayfa 3

Anonim
Yazı tipi:

Kış yaklaştıkça, güneş yeryüzünden uzaklaştıkça, tabiat önce sararır, sonra kararır, zindan gibi koyu bir siyahlık çöker. Tabiat artık sırtındaki rengârenk elbiselerden soyunur. Havanın nefesi günden güne soğur. Tabiatın başına, zülüflerine kırağı düşer. Havanın bakışı donuktur. O zaman sadece, yaşlı çamlar ve taze çam fidanları çıkarmaz yeşil elbiselerini. Çamlar, uzaktan tabiatın ne kadar derin bir uykuya hazırlandığını seyrederler. Onlar da uyurlar kışın, ama elbiselerini soyunmazlar. Çünkü utangaçtır çam ağaçları.

Üzülmeyin çocuklar! Ağlamayın! Tabiat ölmedi. Ölmez! O, dokuz ay çalıştıktan sonra tıpkı biz insanlar gibi yoruldu. Dinlenmek için sonbaharın gelişiyle beraber o da uyumaya başladı. Biz nasıl uyuyoruz akşamdan sabaha kadar. Hadi biz ona ninniler söyleyelim. Annelerimiz bize nasıl ninni söylerdi?

– Tatlı uykular sana tabiat! Uyu rahat rahat! Biz seni hiç uyandırmayacağız! Ee! Ee! E! Biz de artık susacağız, hiç konuşmayacağız. Sen rahat uyu, dinlen. Ee! Ee! e!..

Bir kış sabahı Goguş erkenden kalktı. Dışarı çıkınca gözlerine inanamadı. Akşam dışarıda yağmur çiseliyordu ama şimdi!?

Kapıya çıktığında pırıl pırıl yanan güneşi gördü ama güneş hiç ısıtmıyordu. Yerler bembeyaz karla kaplıydı. Karlar öyle parlıyordu ki güneş ışığı Goguş’un gözlerine yansıyordu. Kara bakamıyordu Goguş. Bütün tabiat bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Dışarıda hava dingindi, hiç rüzgâr yoktu ama soğuktu. O lekesiz beyazlık, o pırıl pırıl güneş insanı sarhoş ediyordu… Dışarıda kuş izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Kuş izleri ise karın üzerindeki yıldızlar gibiydi… Goguş, büyük bir şaşkınlıkla, hiç kıpırdamadan kapının önünde durdu. Her tarafın, bütün dünyanın gözleri kamaştıran bembeyaz bir yorganla örtündüğünü gördü.

Goguş birkaç yıllık hayatında böyle bir güzellik daha görmemişti. Dışarı çıkmak istedi, ama eşiğe gelir gelmez durdu. Bu büyülü güzelliği bozmaktan, bu bembeyaz karları lastik ayakkabılarıyla kirletmekten korktu belki de… Çevrede hiçbir ses yoktu. Goguş bu güzelliği seyrediyor, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmak istemiyordu. O anda sokaktan bir adam geçti. Karlar o adamın ayakları altında gırç gırç sesler çıkarıyordu, adeta kar ağlıyordu. Goguş o beyazlığı, o temizliği kimsenin çiğnemesini, kimsenin kirletmesini istemiyordu. Birden bire her taraf kuş sesleriyle doldu. Bir sürü serçe uçarak dallara kondu. Anlamak çok zordu bu serçeleri. Seviniyorlar mıydı? Yoksa üzülüyorlar mı? Büyük bir şamata kopardılar. Daldan dala uçup konuyorlar, sanki kim daha hızlı uçuyor diye yarışıyorlardı. Zil çaldığında daha öğretmen sınıfa gelmeden önce çocuklar da böyle şımarırlardı. Kapı açılıp öğretmen içeri girince de hepsi susardı. Kuşlar da birden sustular. Sanki öğretmenleri gelmişti. Aşağıdaki ağacın dallarına, nereden geldiyse saksağan gelip kondu. Saksağan, hiç kimseyi beklemeden, hiç kimseye sormadan, hiçbir yere bakmadan, kâğıttan okur gibi okumaya; sanki nasihat etmeye başladı. Sanki bu güzelliği, kışın bu ilk karını kutluyor gibi ötüyordu. Saksağan, bu güzelliği herkesin görmesi, duyması için, söylediklerini her tarafa döne döne sürekli tekrarlıyordu. Serçeler hep beraber cıvıldaşıyor, saksağanın sesini bastırıyorlardı. Saksağan, buna çok öfkelendi. Uçup birkaç metre aşağıdaki ağaca kondu. Serçelerin yanına varıp onlara sert sert baktı, serçeleri sessiz olmaları için uyardı, azarladı.

Saksağan, Goguş’u görünce ona doğru dönüp kuyruğunu sağa sola sallayarak etrafta gördüklerini anlatmaya başladı. Goguş’u, bütün bu güzellikleri kendisinin yaptığına inandırmak istiyordu. Goguş’u inandırmak için türlü türlü yollar denedi, “Gak, gak,” öttü, çalıştı, didindi, ama boşuna…

IRAK
İSTANBUL’DA BİR KERKÜKLÜ
Kemal Beyatlı

“İstanbul Fatih’te, rutubetli bir bodrum katında yaşayan Kerküklü dostuma”


Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizginin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.

Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı surlarla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.

İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim,” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim,” “Abla ben geldim,” demek; umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu, gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tâbi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.

Türkiye’den Irak’a veya Körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık:

“Bugün Türk kamyonlarını gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”

“Seninki de bir şey mi, ben mola verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”

Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Bir de koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp:

“Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler,” diyerek ortalığı kızıştırırdı.

Bir diğeri:

“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi. Muhabbet böyle uzayıp giderdi.

Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerinin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına belâ oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…

Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi ve Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.

Evkaf Caddesi’nde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni, adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunu sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir ve birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.

Geceleri kulağımızı transistorlu radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.

İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip dururlar ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı…

***

Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu’da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Aşık ve maşuk artık yan yana, diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “Senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı…

1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için orduyu kullanarak, askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm.“Fırsat bu fırsat,” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.

Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda.

 
“Burası Muş’tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?”
 

Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan.

 
“Ömrünün dört faslı var,
Üçü kış, biri bahar.
Çalış ki görmesin kar,
Sendeki nisan kızım.”
 

Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin, göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovalarını, heybetle yükselen dağlarını, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip:

“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla,’ demek istiyordum…

Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ ten geldim. Hani kendi hayalimde, kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.

Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, oradaki insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek: “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi,’’ diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak…

Yıllar önce, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki üniversitelere okumaya gidenler, yaz tatilinde Kerkük’e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’yi, İstanbul’u görmüş adamlar,’’ derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabalarıyla Kerkük’te gezerlerdi. O arabalar, caddelerde 34 numaralı plaka ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz de hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.

Otobüste, yolcuların tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs kâh bir çukura dalıyor, kâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.

Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…

Otobüsün tekerleğini ne kadar küçük yapmışlar. Ne biçim mühendis bunlar? Tekerlek dediğin, her döndüğünde şehirlerden şehirlere, kıtalara varmalı. Bu mühendisler, galiba aşkın ne olduğunu bilmiyorlar, çırpınan gönüllerin hâlinden anlamıyorlar. Bu yüzden de tekerlekleri ufacık ufacık yapmışlar. Tekerleğin çapı beş yüz metre hatta bin metre olmalı. Her döndüğünde yüzlerce kilometreyi devirmeli. Yoksa İstanbul’a geç ulaşırım. İstanbul üzülür. İstanbul’daki insanlar üzülürler. Onlar beni bekliyorlar. Yıllardır, birbirimize hasret kalmışız. Bu kadar üzüntü ve bekleyişe artık son verilmesi gerekir.

İstanbul! Ah İstanbul! İşte yaklaştım, az kaldı, geliyorum…

Otobüs Harem’de durdu. Bağrışmalar, çağrışmalar, yolcuların kimi otobüslerden iniyor, kimi biniyor… Simitçiler, ellerinde termosla çay satanlar… Camdan diğer tarafa baktım. Deniz…! Denizi gördüm! Gemiler limana yanaşmış, tırlardan gemilere vinçlerle aktarma yapılıyor. Belki, Kerkük’te gördüğümüz tırlar bu tırlardı. Belki şoförlerin yanına gitsem beni tanırlar… Beni hatırlarlar… Yerimde oturup hiç kımıldamadım. Muavin yanıma geldi: “Ağabey nerede ineceksin? Yolda da sordum yine söylemedin. Bak, bir burası var, bir de karşıya geçip, Avrupa yakasında duracağız. Orası son duraktır.” Hiç beklemeden: “Avrupa yakasında ineceğim,” dedim. Sanki Asya yakasını gezdim de Avrupa yakası kaldı! Ne ilginç bu insanoğlu?

Muavinden başka kimse bana yanaşmadı, kimse benimle konuşmadı. Herkesin gözünün içine bakmaya çalıştım. Herkesi süzdüm. Bakışlarımla herkese: “Ben buradayım,” dedim. Ne kimse baktı, ne de kimse dinledi… Otobüs Avrupa yakasına doğru yol aldı. Asma köprüye yaklaşırken Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün adını köprü girişindeki tabeladan okudum. Köprünün üzerinden geçerken içim bir tuhaf oldu. İlk defa deniz görüyorum; ilk defa denizin üzerinden geçiyorum. Resimlerde gördüğüm asma köprü bu olsa gerek,” dedim. “Fakat soluma döndüm, uzakta, mesafeyi kestiremediğim bir uzaklıkta bir köprü daha vardı. O da neyin nesi? Demek ki İstanbul’da iki asma köprü varmış…

Otogarda indim. Yüzümü ne tarafa çevireceğimi bilmiyordum. Otobüs şirketlerinin servisleri varmış. Bizde böyle bir şey yok. Hoşuma gitti doğrusu. Ama nereye gidecektim? Servis şoförüne sıkı sıkı sakladığım bir kâğıt parçasını uzattım. Bir arkadaşımın kardeşinin adresi yazılıydı o kâğıtta. Adres sahibini ben tanımıyordum. Fakat Kerkük’teki arkadaşım bana, kardeşinin adresini verirken göğsünü gererek: “Sen ona git, o senin için her şeyi halleder,” demişti. İşte, can simidim o ufacık kâğıttı. Şoföre uzattım:

“Bu adrese nasıl gidebilirim?” diye sordum.

“Merak etme, oraya yakın bir yere kadar gidiyor servisimiz,” dedi…

Sora sora buldum adresi…

Yolda herkesin gözünün içine bakıyordum. Yıldızlarla bu kadar haber göndermiştim. Hiçbirini almamışlar. Hiçbiri benim geleceğimden haberdar değil. Yanımdan vızır vızır gelip geçiyorlar. Erkeği kadını bir telaş içindeydi. Şaşırdım, “Ne oluyor bunlara?” dedim. Büyük bir pazar kurulmuştu. Hafta Pazarı diyorlardı. Pazarda ne ararsan var.

Adrese zor belâ ulaştım. Aksaray’da idi. Gündüz vaktiydi. Daire en üst kattaydı. Kapıya vurdum, açan olmadı. Tekrar tekrar vurdum, yine açan olmadı. Kapıya defalarca vurmamdan dolayı alt katta oturan yaşlı bir teyze dışarı çıktı. Kimi aradığımı sordu.

“Timur Hadi,” dedim. “Timur abiye bakmıştım. “

“Bu saatlerde Timur evde olmaz, iştedir, akşam sekizden sonra gelir,” dedi.

Öğle olmuştu. Saat birdi. Timur’un gelmesine yedi saat var. Canım sıkılmaya başladı. Bu büyük şehirde yedi saat nasıl bekleyeyim? Kimseyi tanımıyorum ki, yanına gideyim. En kötüsü de beni kimse tanımıyor!… Kendi kendimi teselli etmeye çalıştım: “Genç ve delikanlısın, ne diye hemen panikledin?” diye söylendim içimden. Apartmanın dışına çıktım. Aynı caddede, belki yüz defa gelip gittim. Kimse yüzüme bakmadı bile. Susadım. Bir kasap dükkânının önüne gelmiştim. Bir bardak su rica ettim. Adam, yüzüme şaşkın şaşkın baktı. Galiba beni dilenci sanmıştı, duygularını tam anlayamadım. Ama bir bardak su verene kadar, tepeden tırnağa süzdü beni. Kılık kıyafetime baktı. Elimdeki valizden dilenci olmadığımı, bir yolcu olduğumu ve bu şehrin yabancısı olduğumu anlamış olmalıydı. Suyu içtim ve teşekkür ettim. Ne kim olduğumu, ne de nereli olduğumu sordu. Anlaşılan onu pek ilgilendirmiyordum! “Hey, kasap amca, seninle her gece yıldızlar aracılığıyla konuşurdum. Sende mi beni tanımıyorsun?…” Aylar sonra anladım ki, kasabın bana şaşkın şaşkın bakışının nedeni; suyun bakkallarda satılıyor olmasıymış! Suyu, bakkaldan parayla almak gerekiyormuş. Öyle önüne her gelenden su istemek olmazmış. Bedava su içmek yok, her şey parayla, sadece parayı veren düdüğü çalar.

Caddede dolaşıp durdum, akşam oluyordu, saat yediyi birkaç dakika geçer geçmez hemen apartmana çıktım. Dairenin kapısının önüne oturup bekledim. Her üç dört dakikada bir saatime bakıyor, Timur’u dört gözle bekliyordum. Saat sekize yaklaştıkça kalbim de küt küt atmaya başladı.

Akşam oldu. Saat sekizi epeyce geçti, telaşlandım. Artık saate bakamıyordum. Gözlerim, aşağı katlardan kıvrılıp gelen basamaklara dikildi. Apartman kapısının açıldığını ve birilerinin basamaklardan ağır ağır çıkmaya başladığını gördüm. Büyük bir ihtimalle gelen; Ahmet Haşim idi! Çünkü ‘Merdiven’ şiirinde yansıttığı o duygu ancak şu an bu basamakları çıkan kişide olabilirdi. Herkül’ün taşıdığı kürenin ağırlığından daha ağır bir yükü taşıyordu bu adam sanki… Kerkük’teki arkadaşım bana bu adresi verirken bir de kardeşinin fotoğrafını göstermişti. Kıvırcık saçlı birisi göründü merdivenlerden. Yorgun bir hâli vardı. Ayağa kalktım. O, beni görünce son basamağa ayağını atmadı. Durdu. Resimdeki adamdı. Ama saç şekli değişmişti. Bana baktı; “Sende kimsin?” diye sordu. “Ben Orhan’ın arkadaşıyım,” der demez, yavaşça ama duyabileceğim bir sesle: “Yine mi?” dedi, “Hoş geldin, içeri buyur.” Oh be, dünya varmış! İşte bu kapının açılışı, benim hayalimdeki umutlarımın kapısının da açılışı olabilirdi.

Ev, daracık, bizim Kerkük evlerinin bir odası kadardı. Salon dedikleri odada oturduk. Memleketten, aileden, eş dosttan konuştuktan sonra, hiç beklemediğim bir soruyu, bir anda soruverdi:

“Niçin geldin?”

Kerkük’te, Büyük Pazar’da, yan yana sıralanan demirci dükkânları önünde durup demirci ustaları seyrederdim. Kıpkırmızı demirleri, fırından maşayla tutup çıkarırlar, örsün üstüne koyarlar, karşılıklı iki kişi, kocaman kocaman balyozlarla “Vur babam vur” ha bire döverlerdi. İşte bu soru, o balyozlar gibi indi kafama. Fırından çıkan demir gibi kıpkırmızı kesildi yüzüm. Tekrarladı sorusunu.

“Niçin geldin? ”

“Ağabey,” dedim, “Bizim orada hayatın ne olduğunu ve ne kadar zor olduğunu bilirsin. Bizim de hep hayal ettiğimiz şeydi burayı görmek ve içimizi buradaki insanlara dökmek… Gece gündüz, gizliden gizliye bu topraklara, bu insanlara nasıl âşık olduğumuzu da bilirsin. Bu bayrak için nelere katlanmadık ki! Kerkük’te her evde, her dükkânda konuşulan sözlerin arasında mutlaka buralardan, bu insanlardan konu geçmez miydi? Tüm bunları bilirsin. Sınırdan geçerken o tepelerde dalgalanan bayrağı görünce gözyaşlarımı tutamadım; kalbim bayrağın dalgalanmasına göre atmaya başladı. Bu heyecanı, bu aşkı, bu sevgiyi, yılların umudunu da bilirsin. Orhan, bana anlatmıştı seni. Sen de bu aşk uğruna buralara gelmişsin…”

“Beni bırak sen, kendinden söz et.”

Bu çıkışı tuhafıma gitti ama ben bildiğimi, gerçek duygularımı anlatmaya devam ettim. Saat, yeni günden dakikalar almaya başlamıştı.

“Kusura bakma, sabah işe gideceğim, uyumam lazım,” dedi.

“Sahi, siz ne iş yapıyorsunuz?”

“Bir depoda hamallık! Beraber kaldığımız bir arkadaşım vardı. Yurtdışına kaçtı. Yatağı duruyor, sen orada yatabilirsin.”

O gece kafamı karıştıran şey, Timur’un hamal olarak çalışmasıydı. Duvar kâğıtları yer yer yırtılmış, havasız, rutubetli bir odada yattık. Ben yerde yattım, o da karyolanın üstünde… Karyola çok ses çıkartıyordu. Mübarek Timur, yatakta çok sık dönüyordu. Üstelik de horluyordu. O gece nasıl uyuduğumu bilmiyorum, ama kalktığımda Timur evde yoktu.

Yastığımın yanına bir kâğıt parçası üstüne; “Yorgun olduğunu bildiğim için seni uyandırmadım. Biraz dinlen. Mutfakta bir şeyler var, yiyebilirsin. Bugün erken geleceğim. Ben gelene kadar dışarı çıkma.” Bu sözler biraz canımı sıktı. Niye beni bıraktı gitti? Ne olurdu yani bugün işe gitmeseydi, benimle ilgilenseydi? Erken gelecek… Saat kaçta gelecek ki? Onu da yazmamış. Evi dolaştım. Mutfakta temizlenmesi gereken bulaşıklar vardı. Belki iki, belki de üç günden beri yıkanmamış bulaşıklar. Tavanlar, bölük pörçük kireçle boyanmıştı. Evde acayip bir koku vardı. Rutubet mi kokuyordu, bilmiyorum. Buzdolabını açar açmaz genzime bir küf kokusu doldu. Yemek yiyemedim. Pencereden dışarı baktım. Karşı apartmanda, bir daireden kadının biri vücudunun yarısını dışarı sarkıtmış, demir askılara tutturduğu bir ipe çamaşır seriyordu! Rengârenk giysileri ipte teşhir ediyordu. İpe asılan çamaşırlardan ev ahalisinin giyim zevklerini anlamak mümkündü. Kocasının yaşlı ve klasik tarzda giyindiği gömlek ve pantolonlardan anlaşılıyordu. Timur’un penceresinin önünde de o ipten vardı. “Demek burası böyleymiş,” dedim kendi kendime. Apartmanların mahyaları da çok ilginçti. Her apartmanın bir zirve noktası olduğunu da görüyorum. Bazı apartmanlar az katlı olmasına rağmen mahyasını daha yüksek ve dik tutmuştu! Bazıları ise apartmanın yüksek olmasına rağmen mahyaları apartmana yüksekliğiyle doğru orantılı değildi. Bu işte mütahitlerin bir cinliği vardı ama…

Çatlayacaktım. Evde dört dönüyordum. Ne zaman dışarı çıkıp bu insanlarla tanışacağım? Nereden geldiğimi, kimlerin selamını getirdiğimi bu insanlara ne zaman söyleyeceğim? Oturup dizlerinin dibine, oraları anlatıp, insanlarımızın beslediği o aşkı, o sevgiyi ne zaman duyuracağım bu insanlara… ?

Bir gün Kerkük’te, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adında bir romanı elime geçmişti. Romanı bana getiren kişi tir tir titriyordu. Babası pek çok kez emniyet nezarethanesinde gecelemişti. Babası evde bu kitabı görür görmez; “Bir kitap yüzünden bizi perişan etme oğlum, parçalayıp yakmaya gönlün el vermiyorsa, bari evden uzaklaştır,” demiş. Arkadaşım babasının bu sözlerinden sonra kitabı bana getirmişti. Evde, gece yarısına kadar kitabı parçalayıp her bir beş sayfasını ayırdım. Diğer arkadaşların onu okuması için iç çamaşırımın arasında saklayıp götürürdüm. Bu beş sayfalık bölümleri okuyan diğerine verirdi. Böylece bir kitabı okumak belki günler, belki haftalar sürerdi! Bunu nasıl buradaki insanlara anlatırdım ki?!

Peyami Safa’nın o romanına, her Türk gencinin hevesle, şevkle sarılması gerekirken, o esere yeterince değer verilmediğini ve Beyazıt Meydanı’nda yerlerde sergilenip ucuz fiyata satıldığını görünce kahroldum.

O gün Cumartesi idi. Timur eve daha erken geldi. Çok yorgun olduğu halinden belliydi… Akşam oldu. Ne zaman dışarı çıkacağımızı sormak isterken, “Niye geldin?” sorusu balyoz gibi kafama indi. Dayanamadım… Kendi kendime, “Topu topu iki gün oldu, iki gün bile değil yahu, bu soruyu kaç defa sordun? Üstelik adam gibi üç beş saat oturup konuşmadık ki!” diye içimden söyleniyordum ki, kafamdan geçenleri okur gibi konuşmaya başladı:

“Darılmıyorsun değil mi? Benim bunu sormamdaki neden, bizim orada kurduğumuz hayal ile buradaki gerçeklerin çok farklı olmasıdır. Biz oradayken hep; şimdi Türkiye’de herkes işini gücünü bırakmış, dünya Türklerinin geleceğiyle uğraşıyor, hele hele Kerkük meselesini, yediden yetmişe kadar herkes ezbere biliyor, zannederdik. Öyle değil mi? Bizim orada, Türk kamyon şoförlerine beslediğimiz sevgi ve yakınlığa karşı onların bize dağıttığı gülücüklerin arkasında yatan şey neymiş biliyor musun? O şoförler, bizi garip bir yaratık olarak gördükleri için öyle sırıtıp gülüyorlarmış… Bizim hayata bakış tarzımız; örf, âdet ve tarihimizi, bir gelenek mirası olan millî duygulara dayandırarak sürdürmektir. Daha doğrusu, hayatı millî duygularla eşleştiriyoruz. Oysa dünya, bu kıstaslara göre dönmüyor. Dünya tek bir eksende dönüyor: O da ‘çıkar’ ekseni! Bu çıkarlara kavuşmak için de türlü türlü entrikalara başvuruyorlar. Millî varlığı elde etmek için bilginin yanında gücün de olacak. Bileklere veya silaha dayalı bir güçten bahsetmiyorum. Güçlü olmak: Paranın yanında siyasî bir güce de sahip olmak, siyaseti de dünyada oynanan oyunun kurallarına göre kavrayıp uygulamaktır…”

Konuşmasını kestim:

“Ağabey, bizde bu fırsat yoktu ki…”

“Haklısın” dedi ve sustu.

Uzun bir sessizlikten sonra devam etti.

“Senin hissettiklerini anlıyorum. Belki biraz fazlası bende de vardı. Ama buraya geldikten sonra, gerçeklerle karşılaştıktan sonra, şunu anladım ki, dünyada tüm milletler hesaplarını bize göre yapıyor… Biz ise duygusallığı bir türlü bırakamıyoruz… Ya biz millî hissi yanlış anladık ya da bize yanlış anlatıldı…”

Sözünü tamamlamadan atıldım.

“Çünkü biz insanız. İnsanda duygu önemli bir olgudur…” dedim.

Başını salladı, daha konuşmadı. Sanki “Hâlâ bu kafada mısın?” der gibi geldi bana… Biraz sonra;

“Şimdi bunları bir tarafa bırakalım,” dedi. “Önemli olan, Pazartesi günü itibarıyla sana bir iş bulmak. Yoksa böyle boş boş dolaşmak mı istiyorsun?”

“Hayır, ağabey,” desem de bu insanlara içimi nasıl dökeceğimin ve duygularımı ne zaman anlatacağımın heyecanını bir türlü üzerimden atamıyordum…

Ben de bir firmada hamal olarak işe başladım. İyi ki annem, babam ve memleketteki dostlarım, çalıştığım yerde beni görmüyorlardı. En beteri de patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim” dememe rağmen, onun bana sürekli “İran’lı” diye seslenişiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm,” dediğimde onlar hep “Kelkitli” anlarlardı. Ben onlara Türkmen’i, Kerkük’ü anlatana, kabul ettirene kadar, atı alan Üsküdar’ı geçmişti…

Haftalar, aylar böyle geçti. Her iki üç haftada bir iş yerim değişiyordu. Kimi firmalar iflas edip işçiyi kapı dışarı ediyordu. Kimisi de geçici işçi çalıştırıyordu. İstediği zaman da bize kapıyı gösteriyordu… Paramızı da kolay kolay alamıyorduk. Timur’a yük olmamak için, çalıştığım yerde bir hemşerimle beraber bir apartmanın bodrum katını kiraladık. Bu bodrum katın elektriği; borcundan dolayı kesilmişti. Arkadaşım, işi halletti. Araya bir kablo sokuşturdu ve elektrik problemimiz çözülüverdi. Tabiî ki elektriği kaçak olarak kullanmaya başladık. Sabahları işe çıkarken o kabloyu söküyor, akşam eve döndükten sonra tekrar bağlıyorduk…

Kaldığımız bodrum katı çok havasızdı, evde tahtakurusu, güve ve daha adını bilmediğim ve hiç görmediğim haşereler cirit atıyordu. İş yerinde vücudumuzu kaşımaktan doğru dürüst iş yapamıyorduk.

İstanbul’un meydanlarında, kaldırımlarında o kadar çok kitap; yerlere serilip satılıyordu ki, o kitapların önünde durup, Kerkük’teki günlerimi hatırlıyordum. Türkçe bir sayfa yazı bulsak dört elle sarılır, defalarca okur, birçok paragrafını da ezberlerdik. Oysa Türkçe kitaplar burada…

Kerkük’teyken, bir gün arkadaşımla beraber bir diş doktoruna gitmiştik. İkimizin dişlerinde de problem vardı. Kerkük’te, Doktor Fikret’in muayenehanesi idi. Doktor, benim dişlerime bakıp ilaç yazdıktan sonra, arkadaşımı muayene koltuğuna oturtmuştu. Hasta bekleme odasının yanında ufacık bir alan vardı, orada kitaplarla dolu bir dolap görmüştüm. Kitaplara göz attım, çoğu tıp mesleğiyle alakalı kitaplardı. İngilizce kitaplar da çoktu. Bunca kitabın arasında birkaç Türkçe kitaba gözüm takıldı. Doktor Fikret, Türkçe kitapları öyle kurnazca dizmişti ki, her beş on mesleki kitap arasına bir Türkçe kitap… Türkçe kitaplar, hep adlarını duyduğumuz ve kulaktan kulağa eserlerinin içeriğini öğrendiğimiz yazarların eserleriydi. En çok dikkatimi çeken de Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabı olmuştu. Kitabı hiç tereddüt etmeden aldım, belime soktum ve gömleğimi üzerine indirdim. Tekrar bekleme salonuna geçip yerime oturdum. Arkadaşımın muayenesi bitince ücretlerimizi ödeyip çıktık. Yolda arkadaşıma kitaptan hiç bahsetmedim. O gece yeni bir âleme tanık olmuştum… Yıllar sonra İstanbul’da Dr. Fikret ile karşılaştım. Utanarak o olayı anlattım. Tebessüm ederek: “Kitap çalan hırsız sayılmaz,” dedi ve beni affetti. Büyük bir vicdan rahatlığı duymuştum o an, üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.

Burada günün büyük bölümünü çalışmakla geçiriyorduk, arkasından leş gibi yatağa bırakıyorduk kendimizi. Ne okuyabiliyor, ne de adam gibi oturup düşünebiliyorduk. Ekmek atlı biz yayan, çalış babam çalış… Memleket haberlerini eşten dosttan alıyorduk. Vefat eden bir kişinin haberini aldığımızda vefat edenin oğlu aramızda ise işte o zaman dayanılmaz bir acı başlıyordu yüreklerimizde. İnsanoğlunun anne babasına yapacağı son vazife; vefat ettiklerinde vefalı bir evlat gibi davranmak, onları gerektiği şekilde uğurlamak olmalıydı. Ne yazık ki, gurbet denilen şey buna mani oluyordu.

Apartmanların bodrumunda yaşamaktan dolayı, rutubet denen melanet bazılarımızın göğsüne yaman saldırırdı. Bodrumdaki ev, güneşin ne olduğunu bilmiyor, güneş onun kapısından, penceresinden hiç geçmiyordu. Bu nedenle türlü türlü hastalıklara yakalanıyorduk. Hastalıklar, kimi yakalasa onu hemen yere sererdi. Nefes darlığı, öksürük ve türlü hastalıklar feci şekilde yatağa deviriyordu insanı. Beraber kaldığımız arkadaşım grip salgınına yakalandı. İlk günlerde hastalığı ihmal etti. “Ne olacak ki, biraz üşütmüşüm,” diye geçiştirmeye çalıştı. Onun bu davranışının asıl nedenini biliyordum; parasızlık. Muayene ve ilaç fiyatlarının yüksek olması her hastanın kâbusu haline gelmişti.

Arkadaşım: “Bir atkı ve bir yün kaşkol yeter!” dedi ve çalışmaya devam!..

Ne yapsın? İşe gitmediğin gün yevmiyen kesilir!

Birkaç gün sonra, arkadaşın öksürüğü iyice arttı. İş yerinde kolileri taşıyamaz oldu. Patron durumu gördü, ama umursamadı. “Akşam bir sıcak çorba içersen, turp gibi olursun,” diyerek geçiştirdi.

Arkadaşım hastalığa yakalanalı beş gün olmuştu. O sabah uykudan kalktığımda; karşıdaki yer yatağında yatan arkadaşımın tir tir titrediğini gördüm. Önceleri uyandırmaya çalıştım. Beni duymuyordu bile! İş yerinde göğüs hastalıkları tedavisi ile ünlü Zeytinburnu’nda bulunan Rum Hastanesinin adı geçmişti bir keresinde. Hemen bir taksi çağırdım ve arkadaşımı oraya götürdüm. Heyhat! Fiş kesmeden, para ödemeden hiçbir hastaya bakmıyorlar! Şükür ki, üzerimde yeteri kadar para vardı. İçeri aldılar. Doktor muayenesini yaptıktan sonra; hastanın kontrol altında tutulması için hastanede birkaç gün kalması gerektiğini söyledi. Hastane masraflarını sordum, maaşımızın birkaç katına bedel bir rakam söylediler. İşin daha da garibi, hasta yanında ona yardım edecek bir refakatçi kalırsa ondan da ayrı ücret alınıyormuş.

₺48,06

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
Hacim:
300 s. 1 illüstrasyon
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 5, 1 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre