Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri», sayfa 4

Anonim
Yazı tipi:

Karısı, çoluğu-çocuğu kendisinden ayrılarak, elin yetişemediği, sesin varmadığı bir yere doğru uzaklaşıyorlar. “Heyhat!” demek istedi, sesi tekrar çıkmadı. “Yazık…

Aniden biri içini sıcak bir demirle yakmış gibi oldu. Aben şuurunu kaybetti. Sadece bu azabın neyle bitecekse bitsin, çabuk bitmesini dilemeye fırsat buldu.

* * *

Aben’in enfarktüsten vefat ettiğini sekreter Cumartesi günü sabah işteyken öğrendi. Daha dün akşam yanından sağ salim ayrılan insanın nasıl öldüğünü anlamayarak:

Nasıl olur, nasıl olur?” diye, tekrarladı perişan bir şekilde.

“Gece yarısı uyurken olmuş herhalde. Ailesi de bugün sabah öğrenmiş.” dedi organizasyon dairesinin müdürü devlet sırrına ifşa ediyormuş gibi fısıldayarak; “Beni hastaneden daha yeni aradılar. İkinciyi haberdar ettim. Şimdi çağırır kendisi de.”

Sekreter sessiz sakin bir şekilde uzun bir müddet oturdu. Cebinden ilacını çıkardı ve aldı. Sekreterin sağlık durumunu kendisinden daha iyi bilen yardımcısı doktor çağırttı. Doktor böyle olacağını önceden biliyormuş ve koridorda bekliyormuş gibi anında geldi. Kan basıncını ölçüp, kalp atışlarını dinledikten sonra hastaneye yatırmak istedi. Sekreter kabul etmedi.

Bakanın vefatına bağlı olarak kurulan komisyona kendisi başkanlık etti. Yer ayarlamak, orkestrayı getirtmek, cenaze yemeği için finansman sağlamak, kurumlardan çelenk getirtmek, memleketindeki bir okula, şehirdeki bir caddeye merhumun ismini verme meselesini özel bir kararnameyle halletmek gibi işleri bizzat takip etti.

Sekreterin, tek kardeşini son yolculuğuna gönderiyormuş gibi bu işe bu kadar eğilmesini insanlar büyük insaniyet göstergesi olarak algıladılar.

Ertesi gün yardımcısını da yanına alarak, Aben’in evine başsağlığına geldi. Merhumun ailesi ölümün kudretini kabullenerek, kayıplarını mevta için yaptıkları hizmetlerle telafi etmek istercesine gelen gidenleri ağırlıyor, durmadan koşuşturuyorlardı.

Merhumun siyahlara bürünmüş eşi, gözünden yaş akıttı, ama sesli ağlamadı. Aben’in öldüğünü öğrenince sekreterin hastalandığını da duymuştu.

Başsağlığı merasiminden sonra merhumu, toprağa verme işlemleri hakkında konuşuldu. Yas tutan eşi, sekretere teşekkür etmeyi unutmadı. Bütün aydınlar, halk vefatı büyük üzüntü içinde öğreniyor, ailenin acısını paylaşıyordu. Özellikle büyük patronun, haberi duyunca gezisini yarıda keserek döndüğünü, sabahleyin eve uğradığını anlattığında, bu durumu kendisi için büyük bir şeref ve gurur kaynağı addettiğini gizleyemedi, kaderin emrini kabullenmiş bir sesle:

– Eceli geldiyse buna kim engel olabilir? Dedi.

Eşi bir kez daha gözünden yaş akıtarak:

– Dünden beri buna da alıştık. Şükrettik. Hiç olmazsa böyle bir mevki sahibiyken vefat etmesi bile bir teselli kaynağı. Yoksa bu kadar büyük bir ihtiram olur muydu?

Duvarda siyah kurdele takılı olan Aben’in resmi asılı. Yüzünde ufak bir tebessümle çekilmiş. Dünden beriki maceranın bu şekilde sonuçlanmasından memnunmuş gibi.

Sekreter resme uzun uzun baktı. Kaderlerinin ne çok benzediğini, kendisine en yakın insan olduğunu bugüne kadar nasıl olup da fark etmediğine şaşırdı. O anda, ölüm sırasının kendisine geldiğini hissetmiş gibi kalbinde ufak bir çimdik hissetti.

SAĞ KOL 11
(Hekimin Hikâyesi)

Çeviren: Aşur Özdemir

Bizim psikiyatri hastanesi, şehrin batı yakasında, iki yakasına taş duvar çekilmiş ırmağın kıyısındaydı. Hastane eski idi. Sıvaları dökülmüş, renkli kerpiç duvarın üstünde enikonu paslanmış ve çürümeye yüz tutmuş teneke bir çatı var. Çevrede araba yürüyecek sokak olmadığından etraf, sabah akşam sessiz ve sakin. Pencereyi açarsan baharda ırmağın çağıltısını gün boyu işitirsin. Dağ tarafından yel esince, karşı yakadaki bahçeden meyvelerin ekşimsi kokusu gelir burnuna. Yaz girer girmez ise kıyı, çoluk çocuğu ile güneşlemek için gelen şehir halkı dolup taşar. Yani binanın eskiliğini hesaba almazsak, umumi olarak hastanenin yeri ruh ve sinir hastalığına yakalananlar için bulunmaz bir yer.

Cumartesi günleri açık pencereden avluda akrabaları ile gezip dolaşan hastaları bıkmadan seyrederdim. Onların hastalıktan dolayı azap çeken bitkin yüzleri, sıradan insanlara çok korkunç görünen tuhaf davranışları, söyledikleri şeyler bana çok sevimli gelir. Ben onları canım gibi seviyorum. Evet, evet seviyorum.

Onların kimseye hiçbir zararı yok. Eğer dünyadaki kötülükleri inceleyecek olursak, hepsinin de deliler tarafından değil, sağlıklı insanlar tarafından yapıldığını görürüz.

Bedeni hasta olanlara acırız, onlara şefkat gösteririz; ruhu hasta olanları görünce sağlıklı olduğumuzdan dolayı bencilce bir sevinç ve minnettarlık kaplar içimizi. Eğer gariplere acıyacaksanız, aklını yitirenlere acıyın, onları sevin.

Bir cumartesi size hastaneyi gezdireyim. Hiç acele etmeden hepsiyle tek tek konuşun. Kesinlikle seveceksiniz. Hatta ben, gözetim altındaki en tehlikeli hastalarla bile beraber uyumağa hazırım. Korkulu mu, diyorsunuz? Korkulu da ne demek! Sevmek yetmez. Sevgi vasıtasıyla her şeyi yenmek mümkündür.

Burada çalıştığım birkaç yıl içinde başımdan nice hadiseler geçti. “Dert çok, sağlık ise bir tane.” demişler. Bin türlü hastalık var… Fakat bunların içinden bir olayı hiç unutamıyorum.

Mart ayının sonunda hastaneye on yedi yaşlarında bir kız geldi. Kabul sırasında ebeveyni, kızın birçok defa kendi kendini boğmaya teşebbüs ettiğini söylediler. Yanındakilerin müdahalesi sayesinde kurtulmuş, ancak kız, tamamen farklı şeyler söylüyor:

“Benim canıma kasteden bu. Bu, benim değil, kesinlikle yabancı bir el. Beni öldürmek istiyor.” diyerek sağ elini gösteriyor. Biz bunu, “İç şahsiyetin ikiye ayrılması.” diye adlandırıyoruz. Bir tür psikopatolojik rahatsızlıktır. Yani bir bedende iki şahsiyetin nöbetle veya beraberce yaşamasıdır. Bütün bunlar, beynin vâkıf olunamayan esrarlarından…

Anası, kızının giyeceklerini tutarak uzunca ağladı. Kızı banyoya soktuk, yıkandıktan sonra hastane önlüğü giydirdik ve müşahede bölümüne gönderdik. Adı Alma imiş.

Kız çok güzeldi. Saçı omuzlarına dökülmüş, kâkülü kıvırcık kıvırcıktı. Çok acı çektiği için iki yüzünün arasında dik bir çizgi yani kırışık oluşmuş, fakat üstü başı çok temiz, kendine iyi bakabilecek gibi görünüyor.

Bizim bölüme geldikten sonra Alma’yı hususi müşahede altına aldım. İçine kapanık. Hiç kimseyle konuşmuyor. Devamlı korku içinde yaşadığı hemen anlaşılıyor. Tuhaftır ki, kızın hareketlerinde, konuşmasında herhangi bir hastalık belirtisi dikkati çekmiyor, fakat nöbeti çok tehlikelidir. Sağ kol, hakikaten de akla sığmayacak hareketler yapıyor. Bunu ilk olarak nöbetçi olduğum gece müşahede ettim.

Gece üç sularında, Alma’nın açık duran odasından bir çığlık sesi geldi. Deminden beri çalmakta olan telefona da bakamadan seğirttim. Ben odaya girdiğimde Alma, karyolada yatıyordu. Sağ eli, gırtlağına taş gibi yapışmış. Sol eliyle, sağ elini boğazından kurtarmaya çalıştı. Hemşire ile ikimiz de sağ kola yapıştık. Elini çekip karyolanın altına sokunca yüzü gömgök olan Alma da gözünü açtı. Bütün vücudu titriyordu, uzun müddet kendine gelemedi. Ben elini ve yüzünü okşayarak sakinleştirmeye gayret ettim.

– Hiçbir şey olmaz Alma. Hepsi geçer şimdi, dedim. Gözüne düşen saçını arkaya atarak: Bu tür hareketler sinirlerin yıpranmasından olur. Sen korkma! Niçin bu kadar titriyorsun? Hiçbir şey olmaz. Hadi, sakin ol. Yanında devamlı oturacağım. -Göz ucuyla sağ ele baktım. Başka bir hamleye hazırlanıyormuşçasına karyolanın altında hareketsizce duruyor.– Sabret, oldu mu? Yarın iyileşip taburcu olunca bizi doğum gününe çağırırsın. Doğum günün ne zaman? Eylül! Eylül, meyvelerin olgunlaştığı aydır. Senin doğum gününde sarhoş olana kadar limonata içeceğiz. – Alma’nın yüzüne renk gelmeğe başladı. – Dur bakalım. Terlemişsin. Sileyim… İşte böyle. Sana masal anlatayım mı? -Alma, yarım yamalak gülümsedi. – Nasılsın?

Alma, başını salladı. Sonra korkuyla sağ eline baktı.

– Korkma, dedim yine ses tonumu değiştirmeden. Bu senin kendi elin…

– Hayır, diye bağırıverdi Alma. Hayır, hayır! Benim değil… Hayır, hayır!

Alma, yine terlemeye başladı, karyola altındaki elini tuttum. El, irkildi.

– İşte, hiçbir şey yok. Korkacak bir şey yok… Bundan sonra sana her gün yatmadan önce hikâye anlatacağım. Oldu mu?

– Tamam, dedi biraz sakinleşen Alma.

– Baksana, ne kadar güzel bir kızsın. İyileşip buradan çıkınca seni filmde oynamak için göndeririz…

Alma, biraz neşelenmeye başladı. Ben, tan ağarıncaya kadar yanında oturdum.

O geceden başlayarak Alma’nın hastalığı ile ilgili özel bir günlük tuttum. Bana ilmî bir inceleme konusu çıktığına sevindiğimi de itiraf etmeliyim. Sağ el, Alma’ya yalnızca derin uykuya dalınca saldırıyor. Yani, kendisine ne kadar saçma gelirse gelsin, kendini öldürme fikri kızın şuur altında var, fakat bu fikir, kimin fikri ve nereden geliyor? Alma’nın bütün hayatını, tabiatını, ahlakını, insanlarla olan ilişkilerini inceledim; ancak, bu fikrin kendisinden geldiğine dair bir sebep bulamadım. Bu fikir, her hâlükârda genlerle geçmiş, irsi bir şey olmalı. Hastanın anası yahut babası yahut da babasının babası bir zamanlar kendisini öldürmek istemiş. Şimdi onlar, bizce bilinmeyen bir şekilde Alma’nın şuuraltına girerek kendi kendilerini öldürmek istiyorlar, fakat kendileri yok. Şuurun sahibi olan kız ölmek zorunda. Bu fikir, kızın uzviyeti tamamen sakinleştiği anda olağanüstü bir vasıtasıyla uyanarak sağ ele sinyal veriyor. Nöbet, üç dört günde bir hatta bazen her gün geliyor. Alma, uykusuzluk ve korkudan dolayı iyice zayıfladı. Artık sağ eli karyolaya bağlıyorduk. Bu, ilkin iyi sonuç verdi. Alma, bir hafta kadar çok rahat uyudu, fakat sağ el başka bir kurnazlık buldu. Alma gözünü yumar yummaz, bağdan kurtulmağa çalışarak hiç durmadan çırpınmağa ve kızı uyandırır oldu. Uykusuzluktan perişan olan Alma, sanrı görmeğe başladı. Bundan dolayı sağ kolu bağlamaktan vazgeçtik ve gece üç ile beş arasında Alma’nın başında beklemeğe başladık.

Doğrusunu söylemek gerekirse beklemekten başka hiçbir şey yapamadık. Hiçbir ilacın hatta elektro terapinin de bir faydası olmadı. Elektroterapi durumu daha da kötüleştirdi.

Cumartesi günleri saat dokuzda Alma’nın anası ve babası geliyor.

– Kulunum,12 diyor kızı görür görmez anası. Nasılsın kulunum?

Alma, sesini çıkarmadan başını eğiyor.

Anası, evden getirdiği yemekleri ve yemişleri çantasından çıkarmağa başlıyor.

– Gereği yok, diyor Alma başını sallayarak. Yiyeceğin lüzumu yok.

Sonra yemişi alıp iskemlenin üstüne koyuyor. Anası ve babası Alma’nın yüzüne bakarak bir müddet oturuyorlar.

– Kulunum, diyor anası, başörtüsü ile gözlerini silerek.

Ardından, geçen gece eve konuklar geldiğini, bu konukların Alma’nın yattığı koğuşun numarasını aldıklarını, gelecek cumartesi ziyarete gelebileceklerini anlatıyor. Alma, hiç konuşmuyor. Anası, Alma’nın bir arkadaşının televizyona çıkıp şiir okuduğunu söylüyor. Alma, suratını asıyor. Anası, konuşmadan kızının yüzüne bakıyor ve surat asmasını hastalığa bağlıyor ve sesini çıkarmıyor. Onlar, evlerinde olan her meraklı vakanın Alma’ya hançer gibi battığını anlamıyorlar.

Yanlarına geliyorum. Anası, kızını bütün beladan kurtaracak benmişim gibi yalvaran ve ümit dolu gözlerle bakıyor yüzüme. Ben, Alma’nın saçını okşuyorum:

– Alma, bugün yarın iyileşecek, diyorum güven verici, tok bir ses tonuyla. Boşu boşuna üzülmeyin. Bizde hastalıkları ilerlemiş hastalar da var. Onların yanında Alma’nınki oyuncak…

Anası, kızı tamamen iyileşip hastaneden çıkmışçasına deliler gibi seviniyor ve tekrar tekrar başörtüsüyle gözlerini siliyor.

– İnşallah öyle olur diyor titrek bir sesle. Allah ne muradın varsa versin. Berhudar olasın!

Bundan sonra defalarca söylediği şeyleri tekrarlıyor. Alma’nın süt kuzusu olduğunu, ona gözü gibi baktığını, onu en güzel şekilde yetiştirdiğini, evde de dışarıda da hiç kimseye ezdirmediğini, bu hastalığın hiçbirinin sülalesinde bulunmayan acayip bir dert olduğunu söyleyerek içini döküyor. Alma’nın gönlüne nasıl gireceklerini bilemeden medet umar gibi birbirine bakarak öğle ediyorlar; sonra ahlayıp ohlayıp, gözyaşlarını sile sile evlerine dönüyorlar.

Alma, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi hiç kımıldamadan oturuyor.

Dünyada yalnızlıktan daha zor bir şey yoktur. Çevrede içindeki kaygı ve sevinci paylaşacağın birileri olunca hayatın da ölümün de bir anlamı olur. Elbette ölümün ağırlığı kalkmaz insanın üstünden. Ölüm her zaman korkuludur, fakat ölümden kaçarak hayata yapışman da hayatın bir manası olduğunu ispat eder. Yeryüzündeki bütün canlıların yok olduğunu ve yalnız başına kaldığını düşün bir. Bu durumda ölüm korkulu değildir, tam tersine yaşamak korkuludur. Alma’nın içindeki manevi yalnızlık da buna benzer bir şeydi. Ben, Alma’nın manevi yalnızlıktan bunalmış gönlüne ne her hâlükârda bir yoldaş olarak girmek istedim. Hedefime o kadar kilitlendim ki bütün gece nöbetlerini de üstüme aldım. Tehlikeli nöbetin ne zaman geleceğini iyi biliyordum; bundan dolayı o vakitte, Alma’nın yanında bulunup sağ elini takip ediyorum, hatta bazen sımsıkı tutuyorum. Aniden bir hareket olduğunu sezdim ve başımı kaldırdım. O anda sağ elin, döş üstünden boyna doğru bir yılan gibi süzülmekte olduğunu fark ettim. Bu, gerçekten de çok korkunç bir manzara idi. Alma’yı uyandırmamağa özen göstererek, mümkün olduğunca dikkatli bir şekilde eli tutmağa çalışarak karyolaya doğru bastırdım. El, bir iki kere çırpındı ancak fazla direnmedi. Alma, uyandı. Bana, kim olduğumu seçememiş gibi uzunca bir müddet dikkatli dikkatli baktı. Sonra yumuşacık ayasıyla elimi okşayarak yeniden gözlerini yumdu. Lakin çok geçmeden korkuyla uyandı. Çıldırmış gibi feryat eden Alma’yı zor susturdum.

– Ne oldu? Neden korktun?

– Düş gördüm, dedi titrek sesle.

– Nasıl bir düş?

– Boğazımı sıktı, dedi sesi daha da titreyerek.

Ben irkildim. Eğer sağ el boğazını düşünde de sıkmaya başladıysa benim yapacak hiçbir şeyim yoktu, ancak Alma’yı sakinleştirmek için:

– Onlar, çok düşünmekten görülen rüyalar, deyiverdim. Canım sağ olduğu müddetçe seni koruyacağım. Anlıyor musun? Başında gece gündüz beklemeye hazırım… Yalnız, senin böyle korkmaman lazımdır. Bana güven…

Alma, boynuma sarılarak ağlamağa başladı. Gözyaşına bulanmış ağzını burnunu küçük çocuklar gibi yüzüme sürdü. Ağzıma gözyaşının kekremsi tadı geldi…

O zamanlar benim de aynı sara hastalığına tutulmuş olmam uzak bir ihtimal değildir… Alma’ya karşı olan gizli ilgimin sebebini şimdi bile açıklayamıyorum. Tek bildiğim, Alma manevi olarak yalnızdı. Onu ilk anlayan ise bendim. O, yalnızlıktan kaçıp bana sığındı, fakat benim yerimde başkası olsa da onun için fark etmezdi. Nihayetinde birisine sığınması gerekti… Alma’nın sağ elini avuçlarıma alıp, bebek dudaklarına benzeyen dudaklarını büzerek uyumasına, heyecanla bakıp oturmaya iyice alıştım.

Her gece, kendi isteğimle nöbete kalarak divanda uyuklayışıma herkes kendince bir yorum getirdi. Nihayet arkadaşlarım arasında da “Gizlice doktora tezi hazırlıyor.” söylentisi çıktı. “Tedavi etmekte olduğu delilerin biriyle çok yakın ilişkisi var.” demeye hiçbiri cesaret edememiş olmalı.

Bir keresinde gece nöbetine gidemedim. Ertesi gün Alma, sol eliyle bileğimi sıvazlayarak, – Siz olmasaydınız ben çoktan ölmüştüm, diye fısıldadı. Niçin gelmediniz. Geceleyin çok şiddetli bir nöbet geldi.

– Affedersin, gelemedim…

– Siz geceleyin devamlı yanımda oluyorsunuz… Ne vakit gezip dolaşıyorsunuz? Alma, önlüğünün düğmeleriyle oynamağa başladı. Kız arkadaşınız vardır her hâlde… Gezip dolaşmanız lazım…

Bu sözleri hiç hoşuma gitmedi.

– Kız arkadaşım yok, dolayısıyla akşamleyin de hiçbir yere gitmiyorum, dedim yüzüne bakarak.

Alma’nın simasındaki bütün eski çile ve dert izleri kayboldu; yüzünde bir anda bencil neşe, hürriyet, insanı korkutan sorgulayıcı bir ifade peyda oldu. Ben bu ifadeyi, kimden olduğunu bilmiyordum, ama çoktandır beklediğimi anladım.

– Dün büyük bir şairin kitabını okudum, dedi Alma, başucundaki komodine bakarak. -Kitap komodindeydi her hâlde.-Sonra gençlere has bir saflık ve heyecanla. Kitapta, Fırtına isimli bir şiir var, dedi oldukça ciddileşerek. Geminin direği yıkılmış, dümeni kırılmış, yelkeni yırtılmış. Ufukta batan güneşle birlikte gemi de denize batmakta. Herkes can korkusuyla son duasını etmekte. Herkes yakınları ve dostlarıyla kucaklaşarak vedalaşmakta. Yalnız, bir adam ölümden ne korkuyor, ne de ondan kaçmayı düşünüyor. Sadece “İnsanın ölürken kucaklaşıp vedalaşacak bir yakının olması ne büyük saadet.” diyor içinden. -Alma, kendisiyle birlikte benim de hayret etmemi isteyerek yüzüme baktı.– Bakın, ecelin pençesindeki en talihsiz insanlar bile birilerine ne kadar talihli görünüyor. Zira onların ölürken vedalaşacakları yakınları var. Beni anlıyor musunuz?

Cevap vermedim. Alma’nın sağlam bir insan gibi söylediği sözler beni korkuttu.

– Yardım eder misiniz, dedi birdenbire yalvaran bir sesle. Dışarı çıkarak sokakta yürümek istiyorum. Gezmek istiyorum…

Ne diyeceğimi bilemedim; çünkü benden tıbbi bir yardım istemiyordu. Psikiyatri hastanesinde yatan hastaların bu tür isteklerinin çok olduğu doğrudur, lakin onlara verdiğim cevabı, Alma’ya veremezdim.

– Her hâlükârda geri döneceğim, dedi Alma, tekrar bileğimi sıvazlayarak.

– Peki, düşüneyim, deyiverdim. Daha o zaman kapana kısıldığımı anladım. Alma’nın ümit ve yalvarışla bakan gözlerine gözüm düşünce artık ip boynuma geçmişti. Bu sırada beni teslimiyetçi bir duygu hâkimiyeti altına aldı.

– Kaç numara ayakkabı giyiyorsun? Dedim, söylediklerime kendi de değer vermiyormuş gibi bir edayla:

– Otuz altı…

– Peki, entarin kaç beden?

– Kırk altı, dedi Alma şaşırarak…

O günkü işi de, gece nöbetini de derin düşünceler içinde geçirdim. Gerçekten de benim bu fikrimi, aklı başında bir insanın fikri olarak kabul etmek mümkün değildi. Muhayyilemin ürünü olan hayallere o kadar dalmıştım ki, bu hareketin doğru mu yanlış mı olduğunu tahlil edecek vaktim de yoktu. Alma’yı geceleyin şehre götürüp gezdireceğimi, onun nasıl sevinçten uçacağını gözümün önünde canlandırınca bu saadet bütün uzviyetime hâkim oluyor, kalbim coşkuyla atıyordu. Hiç kimseye söylenmeyecek bu sır o kadar beni mest etmişti ki, aklım başımdan gitmişti. Öğleyin uyandım, alelacele kahvaltı ederek mağazaları gezmek üzere dışarı çıktım. İlkin ayakkabı mağazasına girdim. Satıcı kadının da tavsiyesiyle üstünde süsü olan otuz altı numara beyaz bir ayakkabı aldım. Sonra elbise mağazalarını uzun uzun dolaştım. Entari seçerken, en iyisini almak için o kadar uğraştım ki, boncuk boncuk terledim. İyi ile kötüyü birbirinden ayırmak benim düşündüğüm gibi çok kolay bir şey değilmiş. Elime aldığım entarileri, hayalî olarak ona giydirip gözümün önünde canlandırmaya da sanatkârlık kabiliyetim yetmedi.

Sonunda ücra mağazaların birinde entari kuyruğuna girmeğe mecbur oldum. Bu, arka tarafı sırmalı, eteği havalı, açık mavi renkli, parlak, ithal malı bir entari idi. Bunca adam kuyrukta beklediğine göre kötü olamaz diye düşündüm, fakat sıra bana gelinceye değin entari bitti. Ne kadar dil döktüysem de saçını simsiyah boyamış, hangi milletten olduğu belirsiz, güzel satıcı hanım “Bitti…” sözünden başka lakırdı etmedi. Buna rağmen, tabiatıma çok ters olduğunu bile bile kadının peşini bırakmadım. “Yarın düğünüm var, hususi entari diktiremedik, tek ümidim bu entari.” diye yalvarırken kendimi ben bile tanıyamadım, fakat bu ısrarımın semeresini aldım. Kalabalık dağıldıktan sonra üstüne beş som13 daha ekleyerek kırk altı numara bir entari aldım.

Satın aldığım şeyleri ve güneş gözlüğümü çantama salarak hava kararırken hastaneye geldim.

– Yüzün niçin sapsarı? Hasta filan değilsin ya, dedi ilk gören hemşire.

– Hayır… Öylesine sararmıştır her hâlde… Bir yaramazlık yok ya, dedim resmî bir edayla.

– Hayır, her şey yolunda.

Hastalara reçete yazılan kitapçığı karıştırırken göz ucuyla hemşireyi takip ediyorum. Hemşire perde ile çevrilmiş tedavi odasına girince, çantamı alır almaz koşar adımlarla Alma’nın odasına gittim.

Alma, yatakta kitap okuyordu; yüzüme korku ve şaşkınlık dolu gözlerle baktı.

– Al, çabucak giyin, dedim, çantayı önüne atarak. Üç kere sertçe öksürünce odandan çık ve aşağı in. Anladın mı? Çabuk!

Odadan alelacele çıktım, eski yerime gelerek reçete kitapçığını karıştırmağa devam ettim. Devamlı saatime bakıyorum. “Acaba kaç dakikada giyinir?” diyorum içimden, sabırsızlanarak. “İki ayakkabı, bir iki; entari, üç, dört, beş, hadi altı olsun; gözlük, yedi, bitti işte… Çoktan giyinmiş olmalıydı… Peki, biraz vakit daha verelim. Bir, iki… Beş dakika geçti.” Tedavi odasına girdim. Hemşire iğne kaynatıyordu. Mümkün olduğunca sert şekilde üç kere öksürdüm. Hemşire, hayretle yüzüme baktı.

– Apay,14 dedim sokularak. Çok mühim bir işim var… Kız arkadaşımla buluşacaktım… İki, üç saate dönerim. Beklenmedik bir durum vuku bulmaz… Ben gelene dek Alma’nın kapısını açmayın… Uyuyor…

Hemşire, orta yaşta olmasına rağmen henüz ihtiyarlamamıştı. Gülümseyen gözlerinden gençliğini iyi yaşadığı anlaşılıyordu.

– Gidip gitmemek sana kalmış, dedi, gençlik yıllarından bir olay hatırlamış gibi gülümseyerek. Bana niçin söylüyorsun?

Alma’nın çıkıp çıkmadığını tam bilemediğim için hemşireyi şaşırtma pahasına da olsa biraz daha oyalandım. Sonra biraz daha vakit geçirmek için hemşireyi daha da hayrete düşürdü:

– Teşekkürler, sözünü heceleyerek -Niçin teşekkür ettiğimi kendim de bilmiyorum.

– Zorla söyledim ve dönüp odadan çıktım. Aşağı indim. Bir de baktım ki saçını omuzlarına düşürmüş, gözlük takmış Alma, dışarı çıkmağa cesaret edemediği için merdivenin köşesinde bekliyor. Alma’nın kolunu tuttuğum gibi kendimden emin ve kararlı bir şekilde kapıya yöneldim. Ardımızdan, – Bu içeri yalnız girmemiş miydi, kız arkadaşı nereden girdi, sözünü ikimiz de işittik.

Dışarı çıkınca ağustos gecesinin yeli nefeslerimizi açtı, bizi tenhaya çağırırcasına sevindirir gibi duygularımızı kanatlandırdı âdeta. Göz ucuyla gizlice Alma’ya baktım.

İncecik bedenine açık mavi entari, ne kadar da yaraşmıştı. Yüzünü gözünü kapatan kapkara saçları ile gözlüğü, henüz tam kadınsı biçim almamış güzel görünüşüne esrarengiz bir hava veriyordu.

– Entarin tam geldi mi, dedim tam geldiğini göre göre. Alma, yüzüne dökülen saçlarını başını sallayarak geri attı ve çocuk övünmesine benzeyen bir tavırla bana bakarak gülümsedi. Sonra eğilerek ayağının ucuna baktı:

– Çok sıkıyor, dedi.

– Otuz altı numara, diyerek kendimi müdafaa ettim.

Troleybüse bindik. Tanış birilerinin gözüne ilişmemek için Alma’ya dönerek ayakta durdum.

– Akrabalarından biri görürse rezil oluruz, dedim kulağına fısıldayarak. Aslında sadece onun akrabalarının değil başkalarının da görmesini istemiyordum.

– Peki, dedi Alma, fakat suratından bu meseleye pek de ehemmiyet vermediği anlaşılıyor. Hatta bunda rezil olacak hiçbir şey görmediği de seziliyor.

Parka gelince indik. Ben karanlık köşelerden yürümek taraftarıydım; Alma, açık meydandan geçmeyi tercih etti.

Yolun iki yanındaki kırmızı güller, akşamın ışıklarında parlıyor, titriyor. Açık hava sahnesinden orkestranın gürültülü sesi geliyor. Alma, neşelenmeğe başladı. Elimi yumuşacık avuçlarıyla iyice sıktı. Sinemanın yanından geçerken, – Sinemaya girelim, dedi durarak.

Yüreğim hopladı. Lakin Alma’ya korktuğumu belli etmek istemedim.

– İstiyorsan girelim, dedim şaşkın şaşkın etrafıma bakarak.

Bilet alırken de, içeri girerken de, salona girip oturduktan sonra da acaba birileri gördü mü şüphe ve korkusuyla hep etrafı kolaçan ettim.

Nihayet film başladı. Defalarca gösterilmiş, çok sıkıcı eski bir filimmiş. Seyirci de azdı zaten. Filme hiç bakmadım desem yalan olmaz. Yarı aydınlık perdeye pürdikkat bakarak kımıldamadan oturan Alma’dan gözümü alamadım.

Gözlerine baktıkça Alma’nın hayalimdeki bütün güzellerden daha güzel olduğunu anladım.

İfadesi mümkün olmayan, en esrarlı, en bilinmez şey güzelliğin insanda bıraktığı tesirdir. Bütün fikriyatımızı, insandaki ruh güzelliğini, beden güzelliğinden üstün olduğu esası üzerine kurmuş olmamıza rağmen, hayatta beden güzelliği ile yüz yüze geldiğimiz zaman bu kaideye nasıl muhalif hareket ettiğimizi kendimiz de anlamayız. Pek zeki olmasalar bile güzel kadınlarla kendi ihtiyarımızla evlenmeğe her zaman hazırız; zeki fakat çirkin kadınlardan daima uzak dururuz. İrademizi vahşi sevkıtabii gibi çılgınca bir güç teslim alır. En zayıf yerinden kıskıvrak yakalanan bir ava benziyoruz biz. Demek ki, güzelliğin henüz keşfedilmemiş yahut bildiğimiz hâlde söylemek istemediğimiz esrarı çok…

Alma’nın dizinin üstünde duran sol elini tuttum. Çekindiğim için avucum terledi. Alma, gülümseyerek yumuşacık, kupkuru avucuyla elimi sıktı; sonra hayret edilecek bir şey varmış gibi iri gözlerini açarak şaşkın şaşkın yüzüme baktı.

Sinemadan çıktık. Alma’nın keyfi yerinde, konuşmağa başladı.

– Filmlerde niçin hep güzel kadınların oynadığını anlamıyorum, dedi ellerini açarak. Güzel olmayan kadınlar insanlara örnek olamaz mı? Onların da iyi tarafları yok mu?

– İyiliğin temeli güzelliktir; çünkü hayat vücutla başlar. Güzel insanların akılsız ve kötü olmaları yani nispetsizlik, hayatın karmaşıklığı ve zorluğundan dolayı ilk muvazenenin sık sık bozulmasındandır.

– Dondurma yemek istiyorum, dedi sözümün sonunu beklemeden.

Dondurma bulamadık. Loş bir yere konmuş arkalıksız bir oturağa oturduk.

– Bana çiçek koparıp verir misin, dedi aniden yüzüme dik dik bakarak.

Bu mantıksız isteği nasıl anlamak gerektiğini bilmediğim için bir an durakladım.

– Tamam, dedim sonra ve korkmama rağmen yerimden kalktım, çiçeklerin olduğu yere doğru yürüdüm. Bu büyük bir hata idi. Yaprakları el gibi açılmış iki çiçeği koparıp kenara çıkmıştım ki,

– Beri, buraya gelin, diyen, parmağına küçük bir çanta takmış, kepçe kulak polisi gördüm.

Mahcup ve şaşkın bir vaziyette Alma’nın oturduğu tarafa baktım.

– Buraya dedim size! Yoksa başka birisi de mi var?

– Hayır, hayır, dedim korkuyla.

– Karakola!

– Neden gördüğünüz hâlde düdük çalmadınız, dedim öfkeyle. Mahsus çiçeği koparmamı beklediniz. Zira birilerini yakalamanız lazım…

Polis bir an şaşırdı, cevap veremedi. Sonra her hâlde şaklabanlık yaptığımı düşünmüş olmalı ki, yenimden tutarak sarstı ve çenesiyle karakolun olduğu tarafı gösterdi. Karakola girince biraz kendime geldim. “En fazla para cezası ödeyerek kurtulurum.” dedim içimden, hukuk dersinden bildiğim bazı kanunları hatırlayarak.

– Kimliğiniz, dedi telefonun başında oturan yaşlıca olanı beni gördüğüne sevinmiş gibi neşeli bir sesle.

Bu sırada içeri Alma girdi. Ben, enfarktüs olmak üzereydim. “Her şey bitti.” dedim içimden, bütün ümidimi yitirmiş vaziyette. Hekimlik sıfatımla hiç bağdaşmayan bu gayrikanunî hâlimle bütün hastaneye, hekimlere, kızın ana babasına hatta bütün şehir halkına rezil oluşum gözümün önüne geldi bir lahza.

Ancak, Alma’nın gelişi her şeyi tamamen değiştirdi. Alma’nın güzelliği, odada oturanlara hepsine afyon yutmuş gibi tesir etti. Telefonun başında oturan yaşlıca polisin de, beni buraya getiren kepçe kulağın da, sivil giyinişli delikanlının da soğuk yüzleri ısınıverdi; hepsi birdenbire bizim gibi etten kemikten yaratılmış sıradan insanlar oluverdiler. Hepsinin gözlerinden, “Buyurun oturun, sizi dinliyoruz, her türlü yardıma hazırız.” ifadesi okunuyordu.

Alma, üstünlüğünün farkında olan tecrübeli hanımefendiler gibi gülen gözlerle etrafını süzdü, sonra yanıma geldi, saçımı okşayarak, – Suç bende, dedi polislere. Çiçek koparıp ver diyerek mahsus ben gönderdim onu…

– Neden, dedi kepçe kulak sert bir şekilde, fakat gülümseyerek şaka yaptığını da belirtmiş oldu.

– Mahsus, dedi Alma tekrar. Mahsus, beni seviyor mu diye…

Elektrik çarpmış gibi oldum.

– Ooo dedi, telefonun başında oturan yaşlıca polis. İşte zamane gençleri… Ne kadar açık bir karakter!

– Bir delikanlıyı bu şekilde sınamak doğru mu, dedi sivil giyinişli genç. Bu, kanunları çiğnemektir… Delikanlıyı başka yerde sınamak lazımdır.

– Affedersiniz, dedi Alma, beni sol koluyla iyice kucaklayarak. Bu seferlik affedin… Yoksa suçlu benim, beni alıkoyun…

– Peki, kızın önünde delikanlıyı mahcup etmeyelim. Polisler, taş yürekli insanlar değildir. Hepimiz vaktiyle delikanlıydık. Yaşlı polis, “Al!” diyerek kimliğimi geri verdi.

– Teşekkür ederim.

Dışarı çıktıktan sonra parkın girişine varıncaya kadar birbirimize hiçbir şey söylemedik.

– Çiçek koparıp vereyim mi, dedim aniden durarak, öfkelendiğimi de gizleyemeden.

Alma, kolumu yumuşacık koltuğunun altına kıstırdı.

– Tamam, artık, dedi yoluna devam ederek. Hiçbir şey lazım değil bana.

Taksiyle döndük. Her nasılsa sokak lambaları söndü. Ay, ak bulutların arkasından hızla kayıyor. Hastanenin avlusundaki bankların yanına gelince Alma, beni durdurup kendine çevirdi ve boynumdan kucakladı. Yumuşacık, nemli dudaklarının dudaklarıma değdiğini hissettim. Allah’ım, ne kadar yumuşak ve nazik dudaklar… Alma’nın narin bedenini kucaklayarak bağrıma bastım. Sonra bir bebeği kokluyormuş gibi yumuşacık yüzüne, gözüne yüzümü sürterek kokusunu içime çektim. Kendimi kaybedecek kadar manevi bir haz ve hafiflik hissetmiş gibiyim. Bu haz ve hafifliği Alma’da mı buldum, yoksa kendimde mi orasını bilemiyorum.

İçeri girdik. Alma, yarısını kara gözlük kapatmış yüzünü saçıyla örterek koluma girdi. İkinci katın kapısının önünde Alma’yı durdurdum ve kendim içeri girdim. Hemşire tedavi odasında değildi.

– Hemen odana git, diye fısıldadım Alma’ya kapıyı tekrar açarak.

Alma, odasına girdi. O arada hemşire de geldi.

– Sen miydin, dedi bana gülümseyerek.

– Herhangi bir vukuat yok ya?

– Yok.

– Ben Alma’nın odasında oturacağım, dedim önlüğümü giyerken. Bugün sara nöbeti gelebilir.

Sonra ilmî günlüğümü aldım ve hemşireye göz ucuyla bakarak hiç alakasız, anlamsız sözlerle doldurmağa başladım. Hemşire, bütün dikkatini işine vermiş bir hekim olarak sevinç dolu gözlerle bana baktı.

Odaya girdiğimde Alma, üstünü değiştirmiş çoktan yatağına yatmıştı bile. Ortak sırrı olan çocukların birbirine göz kırpıp gülüşmeleri gibi Alma da beni görünce gözüyle “Olanlar hatırında mı?” dercesine boynunu içine çekti, gülmemek için ağzını eliyle kapattı.

Her zamanki gibi karyolanın kenarına oturdum ve elini tuttum. O da kupkuru, fakat yumuşacık eliyle elimi sıktı. Çok rahat. Onun bakışlarından, bütün varlığından dökülüp gelen fevkalade sıcak akımı hissederek mest oldum.

– Uyu.

– Ya sen?

– Ben seni bekleyeceğim… Tan atıncaya dek… Ömür boyu…

Alma, gözlerini yumdu. Nefes alışının sıklığına bakarak gönlündeki fırtınayı anlayabiliyorum.

Düşüncem bölük pörçük oldu. Her gün gördüğüm hatta kanıksadığım bu gündelik hayat, aniden değişmiş yahut bu hayatla ilk defa karşı karşıya kalıyormuşum gibi geliyor. Hayatı anlamlı ve güzel kılanın kendi saadetimiz olduğunu, bize dışarıdan hiçbir ışığın gelmeyeceğini, hayata ve etrafa ışık saçanın, ancak insanların kendileri olduğunu sonradan anladım. İç dünyam, güzel şuleler saçmağa başlayınca çevremdeki her şey, insanlar, bütün hayat değişip güzelleşiverdi.

11.Tölen Äbdikulı, Oñ Qol: Povester men Äñgimeler, Atamura Bsp., A., 2002. s. 315-332.
12.Qulınım yani kulunum, Kazakların çocuklar için sık kullandığı bir şefkat sözüdür.
13.Som, Kazak, Kırgız ve Özbeklerin Sovyet rublesine verdiği isimdir. Bugün de Kırgız ve Özbek para birimi somdur.
14.Apa veya apay, yaşça büyük kadınlara kullanılan ‘teyze, hala, abla’ anlamında bir hitap sözüdür. Bazı bölgelerde ‘ana’ manasında da kullanılır.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺30,61

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
01 ağustos 2023
ISBN:
978-625-6981-94-2
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Ses
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre