Kitabı oku: «İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN», sayfa 3
5
Macide, arkadaşlarından ayrılıp eve dönünce derhâl odasına çıktı. Çantasını yavaşça bir kenara bıraktı. Göğüslüğünü sükûnetle çıkardı, yüzünü gözünü yıkadı, sonra tekrar çantasının başına giderek bir coğrafya kitabı aldı ve minderin üstünde çalışmaya koyuldu. Aynı sayfayı iki defa okuduğu halde neden bahsettiğini anlamamıştı. Düşünceleri mütemadiyen sıyrılıp başka taraflara kaçıyordu. Birisiyle mücadele ediyormuş gibi dişlerini sıktı ve kaşlarını çattı. Göğsü süratle inip kalkıyor ve yumrukları titriyordu. Nihayet elindeki kitabı bir kenara fırlatarak mindere kapandı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Sesini duyurmamak için dişlerini hırsla ot yastığa geçiriyordu. Bu kendini sıkma onun hiddetini daha çok artırıyor, başına müthiş bir ağrı getiriyordu. Hırsından, yalnız hırsından ağlıyordu. Herkese, en başta Bedri olduğu halde müdüre, arkadaşlarına, kendine ve etrafındakilere kızıyordu. Ne hakları vardı? Onu küçük düşürmeye, onunla alay etmeye, bütün bu iğrenç hadiselere sebep olmaya ne hakları vardı? Mektebe gitmek ona korkunç bir şey gibi geliyor, gitmemek ve neden gitmediğinin sebebini söylemek veya başkaları arasında bu sebebin fısıldandığını düşünmek daha müthiş görünüyordu. Dün akşam, müdürün o muamelesinden sonra kendine hâkim olmaya çalışmış, muvaffak da olmuştu; fakat bugün mektepte arkadaşlarının ona karşı aldıkları tavır gözünden kaçmamıştı. Mektebe derhâl yayılan hadise, Macide’nin sessizliğini kendini beğenme zannedenlerin veya onun yeteneğini çekemeyenlerin açıkça hücuma geçmelerine sebep olmuştu. Yanında, duyabileceği şekilde: “Vah vah! Neler oluyormuş da haberimiz yokmuş! Müdür bey sağ olsun!” gibi sözler söyleniyor, bakışlar beş on misli manalanıyordu. Mağrur ve kendini beğenmiş değildi. Hiç değildi, hatta belki de bunun aksine olarak nefsine itimadı henüz pek zayıftı, fakat buna rağmen bu çocukların nasıl olup da başka birine bu derece ehemmiyet vererek bütün kafalarını onunla alakadar edebildiklerini anlayamıyordu. Bir insanı kendisi kadar, kendi düşünceleri, dertleri, korkuları ve noksanları kadar ne meşgul edebilirdi? Hâlbuki bütün arkadaşlarının gözünde sanki sihirli bir gözlük vardı ve onların kendilerini görmelerine mâni oluyordu. Bu kadar ahmakça bir körlüğe başka türlü mana verilemezdi. Anasının düzgün ve boyalarını çalıp, sürünerek mektebe gelen bir kızın başka bir kıza, tırnaklarını biraz sivriltmiş diye kinayeli laflar söylemesi; oğlan çocuklarla pazar günü gezmeye gidip bütün şehre yayılacak kadar kepazelik çıkaran ve bu yüzden daha iki gün evvel disiplin kuruluna çıkıp bir hafta uzaklaştırma alan bir zavallının hiç yüzü kızarmadan “Aman yarabbi! Hiç utanmak kalmamış… Ayşe’nin Ahmet’le gezişine bakın!” demesi sadece gevezelik ve düşüncesizlik olamazdı.
Macide, etrafındakilerde hoşuna gitmeyen herhangi bir şey gördüğü zaman aklına ilk olarak: “Acaba ben de aynı şeyi yapmıyor muyum?” düşüncesi gelirdi, fakat arkadaşlarından hiçbirinin, ömründe bir defa olsun, kendini böyle bir sualin karşısında bırakmadığı muhakkaktı. Onlara karşı derin bir istihfaf11 duydu. Bu yüzden hayatının yolunu değiştirecek kadar heyecana düşmeyi nefsine karşı bir haksızlık saydı. “Ne yaparlarsa yapsınlar, aldırış bile etmeyeceğim!” diyerek kalktı. Sofradaki muslukta yüzünü, gözünü yıkadı. Tekrar odasına gelip mindere oturunca biraz evvel elinden attığı kitabı aldı ve oldukça sükûnetle yarınki dersi gözden geçirdi. Yalnız, ara sıra gözleri dalıyor, kafasından hain yüzlü arkadaşlarının hayali geçiyor yahut Bedri, mahcup ve hiddetli tavrıyla karşısında dikilip duruyordu, fakat Macide her defasında hafifçe başını silkip kaşlarını kaldırarak bunları önünden uzaklaştırıyor ve derslerine dönüyordu. Ertesi günü mektep ona korktuğu kadar değişmiş görünmedi. Daha yolda iken içinde hiçbir sıkıntı bulunmadığını tespit etmişti. İyi bir haber almaya gidiyormuş gibi manasız bir hisle ayakları yolun bozuk kaldırımlarında çabucak sekiyordu. Sabahleyin derse girmeden evvel ve ders arasındaki teneffüslerde kızların kendilerine başka meşguliyetler bulduklarını, iki gün evvelki vakanın zannettiğinden çok daha erken unutulacağını gördü. Arkadaşları arasında hiçbir zaman mühim bir yer tutmadığını, hiçbir zaman büyük ve devamlı bir alakanın merkezi olamayacağını belki biraz hüzünle, fakat müsterih12 bir nefes alarak hatırladı. Birkaç gün içinde hayat eski şeklini aldı.
Şimdi yedi kişi beraber müzik dersi görüyorlardı. Bedri, eskisine nazaran biraz daha dalgın, biraz daha sinirliydi. Ara sıra, küçük sebeplerle bağırıveriyor, fakat biraz sonra kendini affettirmek ister gibi yumuşak bakışlarla etrafını süzüyordu. Bilhassa Macide’ye karşı tavrı çekingen olduğu kadar müşfikti.13 Kendi yüzünden genç kızın ne kadar üzüldüğünü tahmin eder gibiydi. Ona hem ortada bir şey yokmuş hissini vermek, hem de olan işlerde kendisinin bir kabahati olmadığını anlatmak istiyordu. Ara sıra koridorda birbirlerine rast gelince pek kısa bir bakışla gözlerini birbirlerine dikiyorlar ve bu anda bazı hususlarda anlaştıklarını fark ediyorlardı. Çocuklar dersteyken Bedri ara sıra sınıfın önünden geçerdi. Macide bu sırada onun adımlarını yavaşlattığını ve camekânlı kapıdan sınıfa bakan gözlerinin kendini aradığını hissederdi. Aralarında aynı haksızlığa uğrayan iki kişinin yakınlığı oluşmaya başlamıştı. Bilhassa Macide, Bedri’nin ağır ve dalgın halinin tesiri altındaydı. Akşamüzerleri eve dönerken bazen arkada kalıyor ve herhangi bir iş için çarşıya inen Bedri’nin uzun boyu, biraz düşük omuzları, daima öne eğilmiş başıyla, yokuşun alt tarafında kayboluşunu seyrediyordu. Kendi kendine bile itiraf etmek istemediği halde, onun başka kızlarla fazlaca konuşması adamakıllı canını sıkıyordu. Böyle zamanlarda, “Acaba müdür bey haklı değil miydi?” diye kendine soruyor, fakat bütün bu değişmelerin müdürün o müdahalesinden sonra başladığını hatırlayarak nefsine karşı temize çıkmaya çalışıyordu. Arkadaşları o hadiseyi unutmuş görünmekle beraber, Bedri ile Macide’nin herhangi bir vesileyle yan yana gelmelerini, birkaç kelime konuşmalarını manalı bakışlar için bahane yapmakta devam ediyorlardı. Bu hâl Macide’yi büsbütün şaşırtıyor, fakat nedense Bedri’ye daha çok yakınlaştırıyordu. Artık, her derste gözü kapının camındaydı ve onun koridordan geçmesini yüreği hızla atarak bekliyor, dışarıda adımlar duyunca ne vaziyette olursa olsun, başı çevriliyordu. Diğer çocukların dikkatine çarpacak herhangi bir şey yapmaktan adamakıllı korktuğu halde, Bedri’nin bakışlarına uzun müddet karşılık veriyor ve cesaretinden dolayı garip bir gurur duyuyordu. Mamafih ne kendi tabiatı ne de Bedri’nin hali bu hislerinin daha fazla artmasına müsaade edecek gibi değildi. Genç adam akşamları ders verirken olsun, teneffüslerde yahut mektep dönüşü yolda olsun, konuşmak fırsat ve imkânlarını asla kullanmıyor, buna mukabil,14 hiç umulmadık bir zamanda, hırsızlama gibi bir bakışla birçok şeyler ifade etmeye çalışıyordu. O da artık lakayt değildi. Müdür, onun gözlerini istemeyerek Macide’nin üzerine çevirmişti. Şimdi genç kızın insana hayret veren müzik istidadı kadar, onu alakadar eden bir boyu, bir çift eli ve içinde birçok şeyler saklı olan gözleri vardı. Ne sözlerinde ne tavırlarında hiç yapmacık bulunmayan, bir kadında pek az görülen bir cesaret ve bir açıklıkla insana uzun uzun bakan gözlerinde birçok şeyler ifade eden, fakat aynı zamanda bunlara gene pek tabii bir irade ile hâkim olmayı bilen bu on altı yaşındaki genç kızı, mektebin diğer talebeleriyle karıştırmaya imkân yoktu.
Onunla ders yapacağı zamanları sabırsızlıkla bekliyor, fakat bir gece evvelden rüyasını gördüğü bu saatlerde diğer çocuklara gösterdiği alakanın yarısını bile Macide’ye göstermiyordu. Bunda belki sebepli bir korkunun, kıza laf gelmemesi arzusunun tesiri vardı. Her mektepte insanı kusturacak kadar bol görünen bir talebe ve hoca âşıktaşlığı yapmak niyetinde değildi. Aynı zamanda Macide’nin diğer çocuklar gibi insanı saatlerce uğraştıracak derecede az istidatlı olmadığı da muhakkaktı, fakat bütün bu sebeplerin yanında, bunlardan daha kuvvetli olarak onu kızdan uzaklaştıran ve hakikatte daha çok yaklaştıran bir şey vardı: Bedri, hislerine her zaman hâkim olmaya alışmamış bir sanatkârdı. Âşık olmaktan, hakikaten ve deli gibi sevmekten korkuyordu. Elinden gelse bu tehlikenin önüne geçmek için kıza daha başka muamele ederek onu kendinden uzaklaştıracaktı, fakat bu kadar ileri gidemiyor, kimsenin farkında olmadığını zannettiği anlarda Macide’yi sonsuz bir şefkat ve hayranlıkla süzmekten kendini alamıyordu. Bu zayıf anlarının kız tarafından hissedildiğini görmekle de asla bedbaht değildi. Macide’nin hislerini belli etmemesi onu bilhassa sevindiriyordu; çünkü genç kızın memnuniyet ifade eden herhangi bir hali onu muhakkak ki isteksiz ve soğuk bir karşılık kadar üzecekti.
Kendilerini birbirine manen bu kadar sokulmuş bulan bu iki insan; biri yaşının, öteki sanatkârlığının çocukluğu içinde bocalar dururken sene sonu gelmiş ve mektep tatil olmuştu. Bedri İstanbul’a annesinin yanına, Macide ahşap ve büyük evine döndü. Her ikisinde de mektebin bahçesinde veya beş mayıs gezintisinde diğer çocuklarla bir arada çektirilmiş birkaç fotoğraftan başka elle tutulur bir hatıra kalmamıştı. Ancak; kafalarında, birbirinin hayali değil, bir zamanlar şiddetle duydukları hislerin kuvvetli hatırası, hatta biraz da devamı, uzun zaman kaldı. Bedri, istasyona giderken bir arabaya binmişti. Yolda birkaç arkadaşıyla beraber giden Macide’yi gördü. Çocuklar, hocalarını başlarını eğerek selamladılar. Bedri olsun, Macide olsun, bu anda birbirlerine gözlerini çevirmekten bile kaçtıkları halde, uzun uzun bakıştıklarını zannettiler.
Eylülde mektepler açılınca başka bir musiki muallimi geldi. Bedri’nin İstanbul’da kaldığı söyleniyordu. O sene, Macide’nin kafasında hemen hemen hiçbir iz bırakmadan geçti. Gene pek genç olan yeni muallim, çocukların hususi müzik derslerine devam etti. Macide, talebeden müteşekkil bir grupla beraber birkaç konser verdi ve alkışlandı. Kafasına neler ilave ettiğini bir türlü anlayamadığı birtakım derslerden imtihan verdi ve Fransızcadan başka hiçbir derste babasının iltimasını kullanmadan orta mektebi bitirdi. Artık her şey tamamdı. Bundan sonra ne yapılacağını ne anası ne babası ne hocaları ne de herhangi bir kızın anası, babası ve hocası biliyordu. Herkes gibi onun da akıbetini tesadüfler tayin edecekti. Belki bir müddet sonra bir kocaya vermek isteyecekler, o reddedecek, başka birini ortaya sürecekler, onu da istemeyecek, bu mücadele pek de uzun sürmeden genç kızın sebepsiz ısrarı sona erecek, o da nihayet, “ne olursa olsun” deyip boyun eğecek ve bir şeyler, bir şeyler olacaktı. Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı? Yaşayışımıza ve etrafımıza şekil vermek arzusuyla dünyaya gelmekten ise hayatın ve muhitin verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve yumuşak olmak daha rahat, daha makul değil miydi? Macide buna benzer şeyleri sisli bir şekilde düşünüp cevaplandırmaya çalışırken günler orağın biçtiği saplar gibi üst üste yığılıp kalıyorlardı. Kendini piyano ile avutmaya çalıştı. Bir zamanlar bir Rum’un evinden sahipsiz eşyalar idaresine geçen ve son günlerde ucuz bir fiyatla satılığa çıkarılan eski ve akortsuz bir piyanoyu, pek fazla ısrara lüzum kalmadan, babasına aldırmak mümkün olmuştu. Yukarı katın büyük sofasında bir kenara yerleştiren ve paslı şamdanlarıyla alçak tavanı işaret eden bu zavallı alet, Macide’ye sadece hüzün veriyordu. Şimdiye kadar aldığı müzik derslerinin, ancak dünyada insan ruhunu harekete geçirmeye müsait bir müzik olduğunu ispat etmek gibi bir faydasını görmüş, fakat buna henüz ne kadar uzak olduğunu anlamakta gecikmemişti. Önüne bir nota açarak çalışmaya başladığı zaman kulağında bir zamanlar Bedri’den, hatta daha sonraları onun kadar kuvvetli olmayan diğer muallimden dinlediği nağmeler canlanıyor, hafızasının ve muhayyilesinin bu insafsızca oyunu karşısında çaresizce kapağı vurup kalkıyordu. O, müziğe, diğer arkadaşları gibi bulacakları kocanın seviyesini bir derece yüksek tutmakta yardımcı olsun diye heves etmemişti. Ona, evlendikten sonra bir kenara atılacak bir genç kızlık elbisesi gözüyle bakmıyor, bütün ömrü müddetince, bu ömrün manası olarak yanında götüreceği yakın bir arkadaş diye sarılıyordu. Yazın sıcak günlerini loş sofada uzanmak, uçsuz bucaksız düşüncelere dalmak, annesinin komşularla beraber tertip ettiği bağ ve bahçe gezmelerine giderek delişmen arkadaşların oyunlarına katılmak ve bu geçici “kendini unutma”dan daha kuvvetli bir iç sıkıntısı ile uyanmak suretiyle geçiriyordu.
Bu sırada, gene bir tesadüf, nasıl devam edecek diye düşünmekten bile yorulduğu hayatına, başka bir istikamet verdi: Hem gezmek hem de satıp savacak şey kalıp kalmadığını bir daha gözden geçirmek için İstanbul’dan Balıkesir’e gelen Emine teyze, hoppa kızına hiç benzemeyen bu ağırbaşlı, güzel akrabaya meftun oluvermişti. Hele onun müziğe çalıştığını öğrenince ortalığı ayağa kaldırdı. Balıkesir’de kalmış olan akrabalarına biraz da merhametle baktığını hissettiren bir eda ile “İnan olsun Macide’yi burada bırakmam. Burada ziyan olacak kız mı bu? İstanbul’da hem okur hem dünya görür hem de burada patlayacağına Semiha ile gezip eğlenir…” dedi. Sonra, kızın anasını ve babasını asıl can evinden yakalayarak: “Kızınıza burada memurdan başka koca bulamazsınız ki… Hâlbuki o doktorlara, mühendislere layık… Hele birkaç sene bizde kalsın da görürsünüz.” diye ilave etti.
Macide bu neşeli, cana yakın teyzeye bayılmıştı. Eve her gelip gidişinde yanaklarını sıkı sıkı öpen, ona İstanbul’dan, orada bulacağı arkadaşlardan bahseden ve Macide’nin: “Acaba konservatuvara gidebilir miyim?” sualine: “Aa! O da söz mü? İstediğin yere gidersin!” diye cevap veren Emine teyze, Macide’nin gözüne gökten onu kurtarmaya gelmiş yaşlıca ve şişmanca bir melaike gibi görünüyordu. Annesi ve babası pek itiraz etmediler. Mevsim sonbahara yaklaştığı için ellerinde mahsulden kalma biraz paraları vardı. Macide’ye birkaç kat “İstanbulluk” elbise yaptırdılar. Emine teyze ile ikisinin yanına bir teneke yeşil zeytin, birkaç teneke bal ve iki tane küçük halı kattılar ve bir daha görmeyecekleri çocuklarını trene bindirip yolladılar. İstasyonda yalnız annesi ağladı, babası ara sıra yakalıksız gömleğini kurcalamakla ve tren kalktığı sırada kaşlarını çatıp başını hafifçe sallamakla yetindi.
6
Nihat’la Ömer köprüden ağır ağır Babıâli Caddesi’ne doğru yürüdüler. Kitapçı camekânlarını seyrederek Beyazıt’a gitmek istiyorlardı. İki tarafında zevksiz kapaklar içinde iyili kötülü kitapların ve ciğer kebabı ile zeytinyağlı enginarın teşhir edildiği yokuşu hiç konuşmadan çıkıyorlardı. Postane yakınından geçerlerken Ömer’in içinden bugün şeytanın ayağını kırıp daireye uğramak geçti, fakat öğle paydosu yaklaşmıştı; gitmek gülünç olacaktı. Vazifeperverlikten geldiğini zannettiği ve manasız bulduğu garip bir üzüntüyle ayaklarını sürüdü. Bir tütüncünün tezgâhında, su musluğunun yanına sıralanmış duran mecmualardan birini on beş kuruş verip aldı; yazanların ismine bir göz attıktan sonra kıvırıp cebine koydu. Nihat, hep dalgındı. Bir öğle yemeğine yetecek kadar paraları olmadığı halde Ömer’in bir mecmuaya on beş kuruş verdiğini bile fark etmedi. Öğleden evvel çok tenha olan caddede hiçbir tanıdığa rastlamadılar. Beyazıt’a gelince caminin yanındaki kahvelerden birinde oturdular. Burada da kimseler yoktu. Uzaktaki köşelerden birinde iki tane zavallı fen fakültesi talebesi harıl harıl ders ezberlemekle meşgullerdi. İlerde, caddeye yakın tarafta sakallı bir softa bozuntusu nargile içiyor ve kurnaz gözlerle etrafı süzüyordu. Bir müddet oturup meydandan gelip geçenlere, tramvaylara, dilencilere baktılar. Nihayet, Nihat, rüyadan uyanıyormuş gibi başını kaldırarak:
“Para lazım azizim!” dedi.
“Malum. Birazdan yemeğe gelenler arasında bir ahbap bulur, isteriz… Bir lira yeter değil mi?”
Nihat, küçümseme ve hiddetle ona baktı. “Öyle para değil, adamakıllı para… İş yapacak para!..”
“Ticarete mi başlıyorsun?”
“Gevezeliği bırak azizim. Senin kafan da işte bunları anlamaz. Benimki nasıl senin semalarda dolaşan düşüncelerini kavramıyorsa… Ömrümün sonuna kadar felsefe fakültesi talebesi kalmak niyetinde değilim herhâlde…”
“Talebesi kalma da mezunu ol.”
“Mezun olsam da bu beni tatmin eder mi sanıyorsun?”
Ömer, biraz ciddileşerek: “Sahi, Nihat!” dedi. “Son günlerde sen biraz esrarengiz adam oldun. Garip sözler söylüyorsun, hiç görmediğim birtakım insanlarla ahbaplık ediyorsun, hele geçen gün yanındaki Tatar suratlı herifi hiç beğenmedim. Nedir bunlar?”
Nihat, şüpheli bir bakışla etrafını gözden geçirdi, sonra: “Sus!” dedi. “Sen gevezenin birisin, aklının ermediği şeylere burnunu sokma… Zekice sözler söylemekte ve hayaller kurmakta devam et. Akıllandığın ve realiteye döndüğün zaman seninle daha uzun konuşuruz…”
Bir müddet düşündükten sonra fikrini değiştirmiş gibi: “Mamafih, bugünlerde seninle konuşacağım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki paraya ihtiyacımız var…”
“İhtiyacınız mı var? Siz kimsiniz? Ne kadar lazım?”
“Kim olduğumuzu şimdilik sorma… İstediğimiz para da bir miktar değil… Her zaman ve hiç arkası kesilmeden para lazım.”
Ömer güldü ve “Merak etmeye başladım!” dedi.
Nihat, eliyle konuşmayı kesti. “Yeter. Seninle konuşacağım dedim ya, bekle… Şimdi öğle yemeğini ve sonra da akşamı düşünelim!”
Saat ikiye kadar kahvenin karşısındaki lokantaya gelenleri gözden geçirdiler. Bunların arasında tek tük tanıdık bulunmakla beraber bir yemek ısmarlatacak kadar yakın kimse yoktu. Nihayet ümidi keserek birer simit ve birer çay ile karınlarını doyurdular. Mekteplerin tatil zamanı olduğu için bu kahveleri memleketin muhtelif yerlerinden İstanbul’a eğlenmeye gelen muallimler dolduruyordu. Öğleden sonra birer ikişer gelip burada diğer arkadaşlarıyla buluşan ve akşama kadar vakitlerini tavla oynamakla geçiren bu “yazlık” müşteriler, gece nereye gideceklerine dair kararlar verdikten sonra gene geldikleri gibi grup grup kalkar ve Beyoğlu’nun ucuz birahanelerinin yolunu tutarlardı. Ortalık karardıktan sonra burada yalnız talebeler, bir de ders senesi esnasında tatil için para biriktirememiş olanlar kalırdı. Ömer’le Nihat, güneşin tesiriyle ara sıra yer değiştirerek akşama kadar oturdular. Her ikisi de kendi âlemine dalmıştı. Nihat planlar, tasavvurlarla dolu kafasına serbestçe yol veriyor; Ömer, belirli bir şey üzerinde durmadan birçok birbirine aykırı şeyler düşünüyordu. Birkaç kere elini cebine atarak biraz evvel aldığı mecmuayı okumak istedi, fakat yazıların başlıklarından ileri geçemedi ve elinde kıvırdığı sayfaları masanın üzerine vurarak: “Yarabbi… İnsanı bu iç sıkıntısından kurtaracak bir şey yok mu?” diye söylendi. Çok kere böyle oluyordu. Bütün kafası birdenbire boşalıyor, göğsünün ve gırtlağının üstüne bir ağırlık çöküyor ve ne olduğunu bilmediği birtakım şiddetli arzuların hasretini duyuyordu.
Nihat, “Ne istediğini bilsen canın sıkılmaz!” dedi.
Ömer, yalvarır gibi cevap verdi: “Bana istenecek bir şey söyle, uğruna can verilecek bir şey söyle, hemen dört elle sarılayım…”
Nihat güldü. “Gördün mü? Derhâl sapıtıyorsun. Hayatta hiçbir şey, uğrunda ölmek için istenmez. Her şey yaşamamız için olmalıdır, hatta biraz ileri gideyim, kendi yaşamamız için… Sen kafanın içindeki yokluğa o kadar saplanmışsın ki derhâl uğrunda can feda edecek bir şey arayarak ikinci bir yokluğa dalmak istiyorsun! Yaşamak, herkesten daha iyi, herkesten daha üstün yaşamak, insanlara hâkim olarak, kuvvetli, belki de biraz zalim olarak yaşamak… Dünyada bundan başka istenecek ne vardır? Hayatını bu gayeye vakfet, görürsün, nasıl birdenbire canlanacaksın!”
Nihat’ın zayıf yüzü birdenbire kırmızılaşmış, çabuk hareket eden gözleri parlamaya başlamıştı. Ömer gevşekliğini hiç bozmadan mırıldandı: “Sen sahiden değişmeye başladın Nihat! Yahut ben seni pek iyi tanıyamamışım. Senin içinde meğer ne ihtiraslar saklıymış, fakat fazla hodbin değil misin? Belki sözlerin doğru, fakat içimde bunların doğru olmasını istemeyen bir yer var…”
Beyaz önlüklü bir garson elektrik düğmesini çevirdi. Ağaçların arasına gerilmiş tellere asılı duran bir sürü ampul birdenbire sarı bir ışıkla canlandı. Bu sırada dört kişi hararetli münakaşalar ederek geldiler, Ömer’le Nihat’ın masasının yanına oturdular. Nihat bunlara dönerek: “Nereden teşrif, üstatlar?” dedi.
Yeni gelenlerin arasında kısa boylu ve sinirli hareketleriyle göze çarpan biri, “Siz burada mısınız?” diye başka bir sualle cevap verdi. Sonra: “Ne saçma sual, değil mi?” diye ilave etti.
“İşte görüyoruz ki buradasınız. Ne diye sorarız acaba? Türkçenin kendine mahsus bir manasızlığı. Dünyada hiçbir lisanda bu kabiliyet yoktur. Saatlerce konuşup hiçbir şey ifade etmemek kabiliyeti!”
Gene yeni gelenlerden ve gene kısa boylu birisi, kalın camlı gözlüklerinin altında ne renkte olduğu belli olmayan gözlerini kısarak: “Sualinde Türkçenin bu kabiliyetini artırmakla meşgul olduğunun farkında mısın?” dedi.
Ömer, yüzünü buruşturarak mırıldandı: “Aman!.. Gene espriler başladı. Benim kafamın boş zamanları bana bu bitip tükenmez nüktelerden daha manalı görünüyor…”
Nihat, aynı yavaş sesle: “Düşün ki ikisi de bu memleketin meşhur adamlarıdır. Bir büyük şairin ve daha büyük bir muharririn sözlerinde herhâlde bir keramet mevcuttur…” dedi ve Ömer’in kıs kıs gülmesine iştirak etti.
Gelenlerin arasında ilk konuşan iki kişiden başkası ağızlarını açmıyordu. Nihat bunlardan birine yavaşça sokuldu, birkaç kelime konuştular. Öteki, başıyla evet makamında bir işaret yaptı. Nihat, derhâl Ömer’e dönerek: “Oldu… Bu akşam emniyetteyiz…” dedi. Ömer içini çekti. Bu havadisin onu pek sevindirmediğini gören Nihat: “Ne o? Beğenmedin mi?” diye sordu.
“Ne kadar zavallı olduğumuzun farkında mısın?”
“Neden? Hiç ömründe anafor rakı içmemiş gibi konuşuyorsun!”
“Allah aşkına sus. Bütün ömrüm… Bütün ömrümüz kepazelik…”
“Meğer sen fazilet abidesiymişsin!”
“Değil! Değil, fakat şu muhakkak ki bugün olduğum gibi olmak da istemiyorum. Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmak da mümkün, fakat içimde öyle bir şeytan var ki… Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız. Senin dünyaya hâkimiyet planların bile eminim ki onun mahsulü…”
Nihat, daha fazla sabredemeyerek Ömer’in sözünü kesti: “Allah aşkına bu mistik konferansları bırak. Ben senin derdini anlıyorum. Yalnız bunu yüzüne söylersem kızacaksın!”
“Söyle bakalım!”
“Sen evlenmek istiyorsun!”
Ömer, tiksinir gibi oldu ve: “Aptal!..” dedi. Sonra cebinden mecmuasını çıkararak karıştırmaya başladı.
Nihat, biraz evvel konuşan kalın gözlüklü zata dönerek: “E, İsmet Şerif Bey, bugünkü yazınız nefisti. Düşmanlarına sizin kadar keskin silahlarla ve kuvvetli mantıkla hücum eden başka muharririmiz yok. Her hafta makalelerinizi sabırsızlıkla bekliyoruz.”
Ömer, mecmuadan başını kaldırarak: “Okuyucu mektubu mu okuyorsun?” dedi.
“Yanlış mı söylüyorum?”
“Hayır, fakat şunu da ilave et ki dostumuz İsmet Şerif’in yere çaldığı düşmanların başında kendisi geliyor. Bir ay evvel söylediğinin bir ay sonra daima ve daha kuvvetle aksini iddia ettiğine göre ilk öldürdüğü hasım gene İsmet Şerif’tir. Değil mi Emin Kâmil?”
Demin Türk lisanının manasızlık kabiliyetinden bahseden ve her meselede İsmet Şerif’le münakaşa halinde olduğu görülen büyük şair: “Tabii, tabii!” dedi.
İsmet Şerif, küçüklükte aldığı bir yara neticesinde sol omzuna doğru biraz eğrilmiş olan başını doğrultmaya çalışarak: “Hayatın bir değişmeler silsilesi ve her değişmenin bir gelişim olduğunu anlamayanlar yobaz kafalı insanlardır.” dedi ve başka cevaba lüzum görmeyerek boynundaki yara yerini kurcaladı. Balkan Harbi’nde babasıyla beraber Edirne’de bulunurlarken serseri bir mermi parçasının boynunda açtığı bu oldukça büyük yara, İsmet Şerif’in hayatının en mühim hadisesiydi. Bu onun, en büyük romanına mevzu olmakla kalmamış, bölüğüyle Edirne’den bir çıkış hareketi yaparken kahramanca şehit olduğunu söylediği babasıyla beraber karakterinin ve kafasının teşekkülünde en mühim rolü oynamıştı. Şimdi, büyük gazetelerden birine haftada bir defa yazdığı makalelerle memleket içinde ve dışındaki bütün siyasi, iktisadi ve edebi meselelere temas ediyor ve her yazısını, akıllıca bir mantık silsilesini takip eden keskin bir hüküm ve çare ile bitiriyordu. Bu büyük yazar ve düşünürle çok kere beraber gezen, beraber içen ve beraber düşünen, fakat aynı zamanda arkadaşının her fikrine, her sözüne itiraz etmeyi kendisine vazife addeden şair Emin Kâmil, iş güç sahibi olmayan bir mirasyediydi. Ömrünün büyük bir kısmını babasının Yeşilköy civarındaki çiftliğinde oturup avlanmak, köpek beslemek ve senede birkaç derin manalı şiir yazarak edebiyat meraklılarını mesut etmekle geçiriyordu. Başka işi olmadığı için son senelerde Budizm’e merak sardırmış, saçlarını kökünden kestirip çiftlikte yalın ayak dolaşarak Nirvana’ya varmak istemiş, sonra bundan vazgeçerek birkaç aydan beri Çinli Lao Tse’nin hayranı olmuştu. Elinde Çin felsefesine dair Fransızca kitaplarla dolaşıyor, hayatı ve insanları bunlara göre izah etmeye çalışıyordu. Zeki ve duygulu tarafı olduğu halde arkadaşları arasında pek ciddiye alınmamasından müteessirdi ve bunun acısını etrafını mağrur bir küçümsemeyle süzerek çıkarmaya çalışıyordu. Nihat’la Ömer, bir zamanlar bir gençlik mecmuası çıkarmışlar ve bu iki üstattan başmakale ve şiir istemek suretiyle onları tanımışlardı. Mecmua çoktan battığı ve yerine gene süratle batan yenileri çıktığı halde bu ahbaplık devam ediyordu; Ömer, böyle şeylerle artık meşgul olmadığı halde Nihat’ın hâlâ birtakım mecmualarla alakası vardı. İsmet Şerif’in yazı yazdığı gazetelerde ara sıra “Gençlik Hareketleri” diye makaleler neşreder ve ne kastettiği pek kolay anlaşılmayan ve açıkça söylemediği bir düşmana çatıyormuş hissini veren yazıları bazı gençler tarafından hararetle münakaşa edilirdi. İsmet Şerif’le Emin Kâmil’in yanında gelen gençler ise, tahsillerini yarıda bırakıp gazetecilik işine girmişlerdi. Türkçeleri düzgün olmadığı ve hemen hemen hiçbir şey bilmedikleri için muhabirlikten ileri geçemiyorlardı. Üstatların, meclisinde ses çıkarmadan oturmalarına ve onların hiç arkasını kesmeden savurdukları nüktelere hayran hayran gülmekle vakit geçirirlerdi. İsmet Şerif, birdenbire yerinden fırlayarak emreder gibi: “Hadi gidelim!” dedi. Onun sık sık görülen bu mütehakkim15 hali ile mazlum bir şekilde sol omzuna doğru yatan boynu hazin bir tezat teşkil ediyordu.
Hep beraber yerlerinden kalktılar. Ömer, içtiği çayın parasını teneke masanın üstüne bıraktı. Nihat da kendi parasını verdi. Diğerleri küçük bir münakaşadan sonra oraya yakın bir yerde, Koska taraflarında son zamanlarda keşfettikleri bir meyhaneye gidilmesini kararlaştırmışlardı. Hep beraber yürüdüler. Dışarıdan bakılınca meyhaneden ziyade kalaycı dükkânını andıran bu basık tavanlı yerde, tıraşları uzamış birkaç yaşlı akşamcı ile iki üç esnaftan ve tezgâhın yanında bir iskemleye oturarak udunu yanına dayayan siyah gözlüklü bir çalgıcı ile ayağına çorapsız potinler giymiş, on-on iki yaşlarında bir çocuktan başka kimseler yoktu. Bunlar bir müddet çaldıktan sonra istirahat edeceğe benziyorlardı. Uzun ve sarı yüzlü çocuk, Ömer’in hemen gözüne çarptı. Halinde henüz atamadığı bir masumluk ile henüz tamamıyla benimseyemediği bir pişmanlık ve hilekârlık birbirine karışıyordu. Büyük kahverengi gözlerini etrafında gezdirirken hasta ve merhamete muhtaç bir tavır almaya gayret ediyor, fakat ara sıra kendini unutarak endişeli gözlerle yanındaki udiye bakınca yahut meyhaneci Ermeni’nin müşterilere taşıdığı türlü mezelere gözü takılıp hasretle içini çekince sahiden zavallı ve yürek parçalayıcı bir hâl alıyordu. Hep birden küçük bir masanın etrafına sıkıştılar. Meyhaneci hemen tepsi içinde bir karafa rakıyla beraber küçük börekler, fasulye piyazları, izmarit tavaları getirdi. Tekrar başlayan sazın gürültüsü arasında konuşmaya koyuldular. Şair Emin Kâmil şarkı söyleyen oğlan üzerinde felsefe yapıyor; İsmet Şerif, milli yaralarımızı bir makale edasıyla açıklamaya çalışıyor, gazeteci delikanlılar hürmetle susmakta devam ediyorlardı. Bir aralık Nihat oradakilere, Ömer’in bu sabah yaptıklarını anlatmaya başladı. Ömer, canı sıkılmış bir edayla tekrar bilinen mecmuasını cebinden çıkardı, okumaya koyuldu. Nihat’ın hikâyesi masadakileri kahkaha ile güldürmeye başlamıştı ki Ömer, birdenbire gözleri parlayarak elindeki mecmuayı masaya vurdu.
“Bakınız… Bakınız!” dedi.
“Burada bir şiir var… Beni deli eden şeyleri ne kadar açık söylüyor. Siz beni anlamıyorsunuz… Eminim ki bunu yazan beni anlayacaktır…”
Mecmuayı tekrar masadan alarak okumaya başladı. Bu, tanınmış şairlerden birinin “Şeytan” adlı bir şiiri idi. Ömer, sesi titreyerek ve bütün içini dökmek isteyen bir adam gibi ikide birde karşısındakilerin gözüne bakarak okudu. Şiirde gölgesiyle bizi kovalayan, arkamızdan fısıldayan, buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan bir şeytandan, bizi sıska bir çocuk gibi karşısında ürpertip titreten bir kuvvetten bahsediliyordu. Ömer, şiiri bitirdiği zaman alnı ter içindeydi. “Bakın şu satırlara!..” diyerek şiirin ortasından birkaç mısraı tekrar okudu.
“Onu ben çocukluğumdan, ilk rüyalardan tanırım. Yalnız yürüdüğüm zaman odur arkamdaki adım. Onun korkusu, içimde ürkek bir dünya yaratan…”
Ömer, haykırır gibi tekrarladı: “Evet, evet onun korkusu… İçimde bu ürkek dünyayı yaratan onun korkusu… Ben bu değilim… Ben başka bir şeyler olacağım… Yalnız bu korku olmasa… Hiçbir şeyi bana tam ve iyi yaptırmayacağına emin olduğum bu şeytandan korkmasam…”
Emin Kâmil, başını sallayıp gözlerini sinirli sinirli kırpıştırarak: “Neden kızıyorsun? Neden şikâyet ediyorsun?” dedi. “İçinde şeytan dediğin o şeyin en kıymetli tarafın olmadığını nereden biliyorsun? Sizin gibi beş hissinden başka duygu vasıtası olmayanlar bu daimi korkudan kurtulamazlar. Asıl sebep ve illetlere varabilseniz göreceksiniz ki en zayıf tarafımız dışımızdadır. Gözümüzü kör eden yedi renktir, kulağımızı sağır eden sesler, ağzımızı paslandıran yediklerimiz, kalbimizi önce coşturup sonra durduran sonsuz koşmalarımızdır. Yüksek insan dışına değil, içine kıymet verendir.”