Sadece Litres'te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «KUYUCAKLI YUSUF», sayfa 4

Yazı tipi:

11

Dışarıda yağmur biraz daha artmıştı ve tavandan gelen boğuk sesler daha hızlanmış ve daha çabuklaşmıştı. Ocağın üstündeki yağ kandili titriyor, cızırdıyor ve yalnız kendisini aydınlatıyordu. Yatağın önündeki devrilmiş çorba tası ve tahta kaşık olduğu gibi duruyor ve kimse onlara el sürmüyordu. Yusuf, yatağın kenarına oturmuştu. Önüne bakıyor, hikâyesini ara sıra ağlama nöbetleriyle kesen kadını dinliyordu.

Kız, yatağın bir köşesinde, yorganların arasına gömülmüş duruyor, hiç ses çıkarmıyordu. “Sana hepsini ne diye anlatıp başını ağrıtayım, ağam!” diye kadın başladı:

“Yerimizden ayrılmasak başımıza bu işler gelmezdi, ama ne diyeceksin? Kaderde yazılıymış; Allah’ın yazdığını kul bozamaz ki. Erkeğim beni alıp buralara gelmek isteyince ben gitmem dedim, ayak diredim. İlle ve lâkin o da erkek, lafına daha çok karşı koyamazsın ki!.. Hem o eskiden, daha Çine’den çıkmadan, melaike gibi adamdı. Ona buralarda ne ettilerse ettiler. İçirdiler, sarhoş ettiler. Evinden, çocuğundan soğuttular. Ne diyordum? Kalktık, güzelim Çine’mizi bıraktık; buralara geldik. İlk önceleri burada da iyiydi. Gün günden kocam değişmeye başladı. Eve geç gelir oldu. Bazen bir hafta uğramaz, sorduğumda: ‘Takipteydim!’ derdi, ama ben onun takipte filan olmadığını bilirdim. Arasta’da pabuççu bir Yunus Ağa vardı, o haber verirdi: ‘Havran’a yahut Frenk köyüne gidip avrat oynatırlarmış. Bir gün yine ‘Takipten geliyorum,’ dedi, ama bu sefer pek bitkin, pek sarıydı. Ben de inandım. Girdi yatağa yattı. Uyur gibi yaptı. Uyumadığı besbelliydi; yatakta iki yana döner, gözlerini aralar, bana bakardı. Üç kere kendini tutamadı, derin derin, of çekti. Yanına sokuldum: ‘Bir şeyin mi var, Seyit Efe!’ dedim. Candarmaydı, ama Çine’de hep efe derlerdi. Zati efeleri, zeybekleri de pek sever, pek korurdu. Dinarlı Kara Mehmet’i iki takipte yakalamış, yine salıvermişti. Bunu bana, ‘Kimseciklere söyleme, beni asarlar ha!’ diye and verdirip öyle anlatmıştı. ‘Seyit Efe!’ dedim, ‘Neye kasavet ediyon? Neyin var çok şükür Allah’a?’ O, hiç sesini çıkarmadı, gözlerini büsbütün sıktı, uyuyor gibi yaptı; ama yüzü kıpkırmızı kesilmişti; göğsü, yorganı kaldırıp indiriyordu. Seyit’imin derdi büyüktü, ama neydi? Bana neden diyivermiyordu? Akşama doğru kalktı. Kübra, mahalle mektebine gidiyordu o zamanlar, babası Kuran okumasını öğrensin demişti de… Ne diyordum? Akşama doğru kalktı. Kübra’yı sordu. Bu vakte mektep kalmaz, ama bir bakayım dedim. Değirmenönü’ne kadar gittim. Yine mahalle kızlarıyla oyuna daldı ise babasından dayak yer, diye içim titriyordu. Baktım, Değirmenönü’nde yok. Rukiye Molla’nın evine kadar uzandım, hani mektep orasıydı da… Orada da yok: ‘Şimdi çıktı, eve gitti!’ dediler. Rukiye Molla’ya un eleyivermiş de geç kalmış. Pek de bilirdi kızcağızım böyle şeyleri. Şimdi her şeyleri bıraktı. Vah benim kara bahtlı kızım! Vah benim…”

Kadın, bir gözyaşı selinde boğulur gibi ağlayıp dövünmeye başladı. Kübra, başını kaldırarak anasına baktı, fakat bir şey söylemeden ve en küçük bir harekette bile bulunmadan başını tekrar yorganların arasına soktu. Bu sefer de onu teskine filan çalışmayarak susmasını bekledi. Kadın, biraz sonra gözlerini kolunun yenine silerek tekrar anlatmaya başladı. İlk zamanlarda sözlerini hıçkırıklar kesiyor ve bir şey anlaşılmıyordu.

“Eve döndüğümde bir de ne göreyim? Kübra kapının dışında oturmuş, ‘Baba! Baba!’ diye ağlar… Ah, dedim, Seyit Efe dövdü çocukcağızı yine! ‘Kızım, ne diye ağlıyorsun?’ dedim. ‘Ben babamı isterim!’ dedi. Şaşırdım kaldım. Evin içine girdim, baktım Seyit Efe yok, Kübra’ya sordum, kız ağlamaktan iki yana bakacak halde değil. Biraz susunca anlattı: Eve gelince babası kucağına almış, dört bir yanından kızı şapır şapır öpmeye başlamış; kız, babasının yüzüne bakınca korkmuş: ‘Baba, hasta mısın? Neyin var? Ne diye ağlarsın?’ demiş. Ya, koca adam çocuk gibi ağlarmış. Ben hâlbuki karısı oldum olalı gözünden yaş geldiğini görmemiştim. Seyit Efe kızını bir daha, bir daha bağrına basmış, sonra dolaklarını sarmış, duvardan martinini almış, gözlerini çevresine kurulayıp yürümüş gitmiş. Bir baktım kızın göğsü bağrı açık: ‘Ne oldu?’ dedim. ‘Babam giderken boynumdan muskamı aldı, kendi boynuna taktı!’ dedi. Ağlamaktan katılıyordu zavallı. ‘Aman kızım, ne diye ağlarsın? Takibe gitmiştir, muska da ona uğur getirir de çabuk döner inşallah!’ dedim, ama benim gözlerimden de yaş seller gibi akıyordu. Kız: ‘O gelmez artık!’ dedi. ‘Nereden biliyorsun?’ dedim. ‘Gidişinden belliydi!’ dedi. Sahiden de o gün bugündür Seyit Efe’nin yüzünü görmedim. Daha ertesi günü evi gelip aradılar. Sordum, sordum bir şey diyivermediler. Gittim, o zamanlar sakallı bir kaymakam vardı, ona çıktım. Kim olduğumu söyleyince acırmış gibi yüzüme baktı: ‘Hatun, kocanı biz de arıyoruz. Kaşık-kıran dedikleri Hayriye’yi almış, kaçmış, ama kabahat sende: Kocanı zapt etmesini bilememişsin… Artık, ondan sana hayır gelmez. Başının çaresine bak!’dedi.”

Kadın uzun müddet durdu, kızına baktı, tekrar başladı.

“Bu olmasa hiçbir şeyi tasa etmezdim, lâkin babası gidince kızcağızım elime bakar oldu. O zamana kadar da bolluk içinde değildik, ama şükür Allah’a, darlık da görmemiştik. Seyit Efeciğim gideceği güne kadar bir şeyimizi eksik etmemişti. Gittikten sonra bile on beş gün evimizdeki bulgurumuz, yağımızla geçindik. On beş gün sonra kapta kaçakta ne varsa tükendi. İki gün, üç gün aç oturduk. Kızcağızım sesini çıkarmazdı, ama onun bu sessizliği, bu melilliği benim yüreğime büsbütün dokunurdu. Bir sabah: ‘Anne!’ dedi, ‘Başım dönüyor, yataktan kalkamayacağım…’ evlatcağızım açım, dermanım yok demiyordu da başım dönüyor diyordu. O zaman aklım başımdan gider oldu. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Kızım gözümün önünde ölüp gidecek… Sen daha ne duruyorsun, a karı!’ dedim; evladın mum gibi sönüp gidiyor da sen daha ne duruyorsun? Hemen kıvrağımı sırtıma aldım, sokağa fırladım. Bizim komşu pabuççu Yunus Ağa olanı biteni haber almış, bize gelirmiş. Yolda rastladım; adam yüzüme bir baktı, her şeyi anladı. Kolumdan tutup: ‘Aman kızım!’ dedi, ‘Dünya bu, beterin beteri var. Kendini topla da akıllı uslu çalış. Maşallah elin kolun tutuyor, hem kendini hem kızını Allah’ın izniyle namerde muhtaç etme!’ Adamcağız nurlu yüzlü bir ihtiyardı. Bana her zaman nasihat verir, yol gösterirdi. Bu sefer de onu önüme Allah çıkarmıştı. ‘Yunus Ağa,’ dedim, ‘Nerede çalışayım, ben burada garibim, kimseyi tanıyıp bilmem, kim bana iş verir?’ Azıcık düşündü. ‘Bizim ihtiyar bir şeyler diyordu, fabrikacı Hilmi Beyler bir kadın mı ararlarmış neymiş, gel bir eve kadar gidelim!’ dedi. Yürüdük. Evlerine vardık. Sahiden dediği gibiymiş. Hilmi Beyler orta hizmetine bakacak bir kadın ararlarmış. Yunus Ağa’nın karısı hemen kıvrağını giydi, beni yanına aldı, beraber gittik. Hilmi Bey’in hanımı şişman, her yanı incili, elmaslı bir hanımdı, Yunus Ağa’nınki başımdan geçenleri anlattı. Meğer öbürleri de bu işi duymuşlarmış. Hanım: ‘Erkek kısmına inan olur mu hiç?’ dedi. ‘Sen şimdi çalış da kendi elinin emeğiyle yaşa. Burada kocanın evinden daha çok rahat edersin!’ Hanım biraz kibirliceydi, ama iyi kalpliye benziyordu. Bana kalsa, kocacığımın evi olsaydı da daha az rahat olsaydı, ama ne yaparsın? El evinde çalışmak ne kadar güç gelse de kızımın hatırı için yapacaktım… Neyse uzatmayalım, hemen ertesi günü Hilmi Beylere taşındık. Kübra ile bana küçük bir oda verdiler. Ne yalan söyleyeyim, iş biraz ağırcaydı, ama karnımız tok, sırtımız pekti. Ne de olsa insan yavaş yavaş alışıyordu. Kendi kendime: ‘Şurada gayretle çalışıp kendimi efendilere beğendirirsem ömrümün sonuna kadar otururum. Kızcağızımı da namuslu bir esnafa verirsem içim büsbütün rahat eder. Kim bilir, damat belki çok hayırlı çıkar da beni de yanına alır, ben de el evinde çalışacağıma, kızımla damadıma saçımı süpürge ederim; onların çocuklarına bakarım!’ dedim. Artık, bütün ümidim Kübra’daydı.”

Kadın, kendini tutmak için çok çalıştı, fakat gözyaşları ondan daha kuvvetli çıktılar ve o, bu sefer sessiz sessiz, yaşlarının yarısını içine akıtarak ağladı. Tam bu sırada hiç beklenilmeyen bir şey oldu ve kadının hikâyesini yarım bıraktırdı. Dışarıda yağmur damlalarının boğuk sesi arasında bir ayak tıpırtısı peyda oldu, kapıya yaklaştı ve hızlı hızlı vurdu. Kadın, birdenbire sapsarı olarak yerinden fırladı; kapıya gidip sordu:

“Kim o?”

“Aç, aç, benim!”

Yusuf, derhâl Hacı Etem’in sesini tanıdı.

“Açsana be!”

Kadın, yavaşça kapıyı açtı. Dışarıda, yağmur sularının altında, sırtında gocuğuyla Hacı Etem göründü. İçeriye doğru bir adım attı, fakat Yusuf’u görür görmez derhâl geriledi. Herhâlde bu vakitte burada göreceğini ümit etmiyordu, fakat kendini çabuk topladı.

Gülerek: “Akşamlar hayır olsun, Yusuf Efe!” dedi, sonra ona başka bir nazar bile atmadan kadını yanına çekerek bir şeyler söylemek istedi. Daha ağzından birkaç kelime çıkmamıştı ki kadının yüzü değişti. Ellerini yumruk yapıp ona doğru uzatarak bağırmaya başladı: “Daha ne istiyorsunuz benden? Ha? Daha benden ne istiyorsunuz? Hacı Etem, söyle bakayım ne diye geldin buraya? Haber almaya geldin değil mi? İşler nasıl gidiyor, yolunda gidiyor mu diye haber almaya geldin! İşler hiç yolunda değil Hacı Etem! Dolapları iyi çeviremedik. Belayı bu delikanlının başına sardıramadık. Ne yapalım, daha sizin kadar kansız olamamışız. Daha bu işlerin acemisiyiz. Öyle öldürecek gibi ne yüzüme bakıyorsun? Yok, bana kızma! Benim hiç kabahatim yok. Ben belki işi sonuna kadar götürürdüm, fakat şu kızı görüyor musun? O dayanamadı. O kahpeliği bu kadar ileri götüremedi. Her şeyleri meydana vurdu. Kızım beni utandırdı. Anasına ders verdi. Allah beni affetsin. Bu masum kızcağız, (siz ne derseniz deyin, o masumdur, onun yüreği masumdur, yüreciği temizdir) ya, bu kızcağız bana ne büyük günaha girdiğimi anlatıverdi. Bak, ağlamaktan boğulacak. Beğeniyor musunuz yaptığınızı? Allah bunu yanınıza bırakır mı sanıyordunuz? Bu çocuğun ahı sizi iflah eder mi? Bak, Hacı Etem, bak! Yüreğin ezilmez mi senin bunları görünce? Bir de sıkılmadan gelip ne olduğunu mu soruyorsun? Bir şeycikler olmadı. Bu delikanlıya bir şeycikler yapamayacaksınız. Hiç olmazsa bunu bize yaptıramayacaksınız. Kasabanın meydanına çıkıp ümmeti Muhammed’e bağıra bağıra her şeyleri söylerim, her şeyleri diyorum, anlıyor musun? Elbet bize de inanan iki Müslüman bulunur. İsterseniz ondan sonra bizi öldürün, yapmadığınız bir bu kaldı, onu da yapın! Ama ben daha önce kızımı alır, Aşağıçarşı meydanına gider, her şeyi anlatırım. En katı yürekliler bile Kübra’nın yüzüne bir bakınca merhamete gelirler de sözlerime inanırlar…”

Kadın, sözünü bitirmeden Hacı Etem birden kolundan yakaladı, kıvırdı ve iki büklüm olup bağıran kadına şiddetli bir tokat yapıştırdı. Kübra, keskin bir feryat kopararak yerinden fırladı ve o tarafa koştu; fakat Yusuf daha evvel koşmuş, bir eliyle herifi boğazından yakalamıştı. Yumruğunu vurmak için öbür elini kaldırdı, birden iki eli de havaya kalktı, bir inilti çıkardı, sallandı ve arka üstü yere yıkıldı.

12

Kaymakam Salâhattin Bey, evvelce de söylediğimiz gibi, gündüzleri biraz ağırca olan işiyle, geceleri de içkisiyle meşguldü ve yaşayıp gidiyordu. Memlekette, ilişki kurduğu adamlar az ve seçmeydi. Uzun memuriyetlerin tecrübesi, yerlilerin kendisi gibi memurlarla niçin ahbap olduklarını ona öğretmişti. Tongaya basmayı pek sevmediği ve namuslu kalmak niyetinde olduğu için ziyafetlere, davetlere pek aldırış etmez, çok itimat ettiği, hukuk mezunu birkaç avukat ve bazen de ceza reisi ile sessiz sessiz içmeyi tercih ederdi. Bu avukatlardan Hulusi Bey’in Tavşanbayırı’nda büyük, güzel bir evi vardı. Evin bahçesi Edremit’te bir taneydi. Etrafı şimşir ağaçlarıyla çevrilmiş, çakıl döşeli yollar buraya ufak bir park manzarası veriyordu. Evin tam önünde bir asma çardağı, ufak ve fıskiyeli bir havuz vardı. Akşamları bu havuzun kenarına bir tahta masa çıkarılır, üzeri patlıcan salatası, balık tavası vesaire ile donatılır, rakı şişeleri bir kenara dizilirdi.

Kış günleri ise bu masa içeride bir odada hazırlanır, Edremit’te pek de lüzumu olmayan mavi bir çini soba yanar ve rakı burada içilirdi. Oldukça serin bir kış gecesi Salâhattin Bey, ceza reisi ve birkaç avukat, Hulusi Bey’in evinde toplanmışlardı. Epeyce kafayı tuttukları sırada kapı çalındı, içeriye fabrikatör Hilmi Bey ile Hacı Etem girdi. Bu Hilmi Bey, Edremit’in eski eşraf ailelerinden birine mensup, kibarca bir adamdı. Vaktiyle Midilli Lisesinden mezun olduğu için oldukça okumuş yazmışlardan, memleketin tahsillilerinden sayılır ve hürmet görürdü, fakat hürmetin asıl sebebi, sonu gelmeyecek kadar çok olduğu rivayet edilen servetiydi. Muhakkak ki Edremit’te ondan çok zeytini olan yoktu, fakat asıl, nakit parasının sayısını Allah’ın bildiği ve bunları saymak için vakit yetmeyeceğinden Hilmi Bey’in, altınlarını şinikle21 ölçtüğü söylenirdi. Bunlarda biraz hakikat bulunması lazımdı; çünkü şöyle böyle bir servet, baba ile oğlun bitip tükenmez israfına yetmezdi.

Bu adamın oğluyla münasebeti memlekette oldukça kuvvetli bir dedikodu kaynağıydı; çünkü Hilmi Bey, Şakir’in hareketlerini düzelteceği, onu yola getireceği yerde, aynı şeyleri kendisi de hatta çok kere oğlu ile beraber yapar, İzmirli, Midillili veya yerli Rum çocukları ile yazın Cennetayağı, kışın hamam âlemleri tertip eder, avuç avuç para saçardı. Bunları gören, Şakir’in niçin daha ileri gitmediğine hayret edebilirdi. Oğul ile baba arasında bazı gizli meseleler mevcut olduğu ve ikisinin birbirine bazı sırlarla bağlı bulunduğu da şehirde dolaşan laflardandı.

Bu akşamki gelişinde herhâlde bir sebep olacaktı. Avukat Hulusi Bey’in pek sıkı fıkı ahbabı olmadığına göre, onun bu tesadüfi gibi görünen ziyareti pek de manasız sayılamazdı. Hacı Etem’le beraber gelmesinde de muhakkak bir maksat gizliydi. Bir müddet meclise iştirak etti. Birkaç kadeh aldı, fakat buraya ayık geldiği için bu kadehlerin pek tesiri görülmedi. Küçük gözleriyle, hiç durmadan odadakileri süzüyordu.

Bir aralık, ceza reisine: “Bir iki el çevirelim istersen, ne dersin?” dedi.

Ceza reisi çok namuslu, hakperest bir adam olduğu halde, kumara biraz yüzü yoktu. Büyük oyunlara girmese bile, şöyle bir iki saatlik bir parti çevirmekten kendini alamazdı. “Siz bilirsiniz. Ufaktan bir şey yaparız!” dedi.

Rakı masası kaldırıldı. İçeri daha küçük bir masa getirildi. Üzerine pike bir örtü örtüldü ve kâğıtlar ortaya çıktı. Burada oynanan oyunlar nadiren poker, hemen hemen her zaman da otuz bir dedikleri bir oyundu, fakat bu akşam Hilmi Bey gülerek: “Reis Bey, bir kılıç keser misin sen bu gece!” dedi.

“Bırak Allah aşkına, hapishane oyunudur o!”

“Hepsi kumar değil mi canım, uzun işe girmektense ayakta birkaç el çeviririz… Maksat vakit geçsin!”

“Sen bilirsin!”

Gülüşerek masanın etrafına toplandılar. Kendi şanlarıyla uyumlu olmayan bu oyunu yarı şaka telakki ediyorlardı. Hilmi Bey kâğıtları kardı. Yanında duran kaymakama sordu: “Ne vereyim beyefendi?”

Kaymakam şaşırdı: “Aman beyim, ben oyun filan oynamam. Hele bu kılıç mıdır nedir, bilmem bile!”

“Bilinecek tarafı yok beyefendi, şimdi öğrenirsiniz!”

Birkaç kelimeyle oyunu tarif etti. “Fakat ben oyun oynamam.”

Ceza reisi sokuldu: “Aman iki gözüm, çiğlik etmesene! Bir el çevirelim de dağılalım!”

Salâhattin Bey güldü: “Canım, benim oynamadığımı sen de bilirsin!”

Hilmi Bey: “Oyun deyip de büyütmeyin beyefendi, şunun şurasında maksat eğlenmek!.. Ne vereyim?”

Salâhattin Bey, önüne bir gümüş çeyrek çıkardı: “Şuna bir dokuzlu verin!”

Hilmi Bey’in elleri süratle işlemeye başladı ve biraz sonra dokuzlu, Salâhattin Bey’in önüne düştü. Hilmi Bey derhâl cebinden iki çeyrek çıkarıp atarak: “Buyurun! Kâğıtları da alın, şimdi siz vereceksiniz!”

Yarım saat sonra oyun kızışmış, sesler kesilmiş, çehrelerden tebessüm giderek, onun yerine bir heyecan ve hırs ifadesi gelmişti.

“Bir papaz, iki liraya!”

“Bir üçlü, fitimize!”

Gibi sözler işitiliyor ve çabuk çabuk, birbiri arkasından yere atılan iskambiller acayip hışırtılar çıkarıyordu. Masanın kenarına konan ayaklı bir lamba, sarı ışığını ancak oyuncuların halkasına veriyor ve odanın diğer tarafları sessiz bir loşluğa dalıyordu. Masanın kenarındakilerin iri gölgeleri duvarlarda garip ve kocaman mahlûklar gibi mübalağalı hareketler yapıyordu. Köşedeki camekânlı duvar dolabının ön sahanlığında birkaç kadeh, yarım karaf rakı, biraz pastırmalı yumurta ve biraz da turşu, uzun zamandır el sürülmeden bekliyordu.

Bir müddet evvel oraya kadar gidip bir kadeh atan, sonra meze dolu ağzıyla tekrar masa başına gelerek oyuna iştirak eden keyif ehillerinde, pek yerlerinden kımıldayacak hâl kalmamıştı. Birdenbire sararan çehreleri, titreyen elleriyle, acınacak bir hâl almışlardı. Kâğıtları kararken yarısını döküyorlar, tekrar toplayıp karıştırıyor ve bu sefer de kesmek için yanlış birisine uzatıyorlardı. İkide birde elleri ceplerine gidiyor, karılarının çeyiz getirdiği güzel örme keseler çıkıyor, yine eller titreyerek içinden para alınıyordu.

Hulusi Bey’le diğer iki avukat pek fazla ziyanda değillerdi. Kendileri büyük söylemiyorlar, büyük söyleyene de kâğıt açmıyorlardı. Ceza reisi de biraz fazla içeri kaçmış olmakla beraber, şimdilik olduğu yerde duruyor ve daha fazla vermemeye çalışıyordu. Asıl zararda olanlar Hilmi Bey ile Salâhattin Bey’di. Salâhattin Bey, rakının tesiriyle kendini şaşırmış, cebindeki bütün parayı verdikten başka Hilmi Bey’e de elli altın kadar borçlanmıştı. Hiç kendini bilmez gibi oynuyor, bütün acemi kumarbazlarda görüldüğü gibi asabi ve çılgın bir oyunla talihi kendine çevirmek istiyordu. Bir kere kaybetti mi ikinci defa demin kaybettiğinin iki mislini ve üçüncü defa ikincide kaybettiğinin iki mislini koyuyordu. Böylece ziyanı, aklı başında olduğu zaman düşünmekten bile korkacağı bir miktara çıkıyordu.

Bütün parayı alan Hacı Etem’di. Yüzünde ciddi bir ifadeyle ve asla konuşmadan, para sürüyor yahut kâğıt yapıyordu. Önünde çok bir para yoktu. Bu oyunda kazanılan paranın ortada tutulması şart olmadığı için Etem, aldığı sarı liraları cebine koyuyor ve önünde birkaç mecidiye bırakıyordu. Hilmi Bey de hiç ses çıkarmadan, dudaklarının kenarında donup kalan kibar bir gülüşle kaybediyor ve Salâhattin Bey’in önü boşalıp zavallı adam bitkin, sarı bir halde iskemlenin arkalığına yaslanınca: “Ben vereyim beyefendi!” diyerek önüne bir avuç para koyuyordu.

Hulusi Bey ve diğerleri (ceza reisinden başka) bu işte bir sakatlık olduğunu sezmiş gibiydiler, fakat ortada gözle görülen bir şey olmadan üstüne belayı davet etmek doğru değildi. Şimdilik oldukları yerde tutunabilmeyi kâr sayıyorlardı. Hiçbirinde sarhoşluktan eser kalmamıştı. Hulusi Bey’in gözleri Salâhattin Bey’e merhamet ve imkânsızlık içinde bakıyor ve Hilmi Bey’in gözleriyle karşılaşmamaya gayret ediyordu. Bir şey yapmaya imkân yoktu: Oyunu bırakmak tekliflerini Salâhattin Bey şaşkın, fakat sert bir el işaretiyle reddetmiş ve Hilmi Bey de: “Bırakın canım, oynasın beyefendi! Belki çıkarır. Bak, biz de zarardayız, yarım mı bırakalım oyunu?” deyince, herhangi bir şey yapmak büsbütün imkânsız olmuştu. Lambanın sarı ışığı altında kaymakamın yüzü olduğundan daha uzun görünüyordu. Gümüş gibi beyaz saçları demet demet şakaklarına dökülüyor ve kirli bir renk alıyordu. Sakalları birkaç saat içinde uzamış, uzun parmaklı ellerinin üzerinde mor damarlar peyda olmuştu. İçerisi ve kenarları kanlanan gözleri etrafa bakıyor, fakat hiçbir şeyin farkında değilmiş hissini veriyordu. Bakışları birkaç kere, kendisine sitemli gözlerle bakan Hulusi Bey’e tesadüf etti. Rengi kaçmış dudaklarının kenarında şaşkın ve manasız bir tebessüm belirdi ve başını önüne çevirir çevirmez derhâl silindi.

Oyun, sabah ezanları okunurken bitti. Salâhattin Bey, kendisine Hilmi Bey’in uzattığı bir avuç parayı eliyle ve bitkin bir tavırla iterek: “Yeter!” dedi. Yerinden kalktı ve kalkarken iskemleyi devirdi, kapıya doğru birkaç adım gittikten sonra döndü: “Size borcum ne kadar?”

Hilmi Bey, masanın üstündeki tütün paketini aldı, arka tarafındaki dağınık rakamları topladı ve: “Üç yüz yirmi lira!” dedi, sonra hafif bir tebessümle ilave etti. “Ehemmiyeti mi var beyefendi, kumarbazın kumarbaza senede beş kuruşu bile geçmezmiş; bir gün yine toplanır telafi ederiz.”

13

Salâhattin Bey, ertesi gün vazifeye ancak öğleden sonra gidebildi. Yüzü hâlâ sarı ve tıraşlıydı. Evde Şahinde’yle şiddetli bir kavga etmiş ve zihni büsbütün karışmıştı.

Dairede Avukat Hulusi Bey’i kendisini bekler buldu. Hazin hazin gülerek: “Görünmez kaza işte buna derler iki gözüm…” dedi.

“Duracak zaman değil. İşin çaresine bakmalı!”

“Çaresine bakılacak tarafı mı var? Elimdeki zeytinliği satsam ve bir senelik maaşımı kırdırıp buna ilave etsem yine yetmez; üç yüz yirmi altın bu… Bitti Hulusi Bey, her şey bitti. Düşün ki buradan tası tarağı toplayıp gitmek bile mümkün değil, burada kalıp sefil ve kepaze olmaya mahkûmum. Üç senede, beş senede, elbet ödemeye çalışacağız!”

İçeri iş sahiplerinden birkaç kişi girdiği için sözü kestiler. Kaymakam birdenbire bunların arkasında Hacı Etem’in yüzünü görür gibi oldu ve şaşırdı. Etem, diğerlerini iterek öne doğru sokuldu ve kaymakamın önüne bir kâğıt sürdü.

Salâhattin Bey, kâğıda bir göz atınca sapsarı oldu; eli titremeye başladı. Yavaşça sordu: “Neden icap etti bu?”

“Hani beyim, aklınıza bir şey gelmesin… Lüzumu da yoktu ya, âdettir de onun için. Siz bir imza buyurun!”

Kaymakam, önündeki kâğıda titrek bir imza attı ve Hacı Etem, gözlerini Hulusi Bey’inkilerle karşılaştırmamaya çalışarak süratle çıktı.

Kaymakam, diğerlerinin kâğıtlarını da bir kere bile göz gezdirmeden imzaladıktan sonra yavaşça Hulusi Bey’e döndü: “Dün akşamki para için bir senet imzalattılar!” dedi.

“Niçin imzaladınız?”

“Ne yapayım? Hem görmüyor musun, ne biçimsiz zamanda geldi. Muhakkak kerata bir saattir içerisinin dolmasını beklemiş. Her şey bitti dedim ya sana!”

“A iki gözüm, senin bu Hilmi Bey’e bir kötülüğün dokunmuş değildir. Senden intikam almak istemesine filan imkân yok. Herhâlde başka bir maksatları olacak. Ya senden mühim bir çıkarları var yahut da başka bir şey. Hilmi Bey senden bu üç yüz bilmem ne kadar lirayı alamayacağını pek iyi bilir. Kaymakam beyi kendisine borçlu etmek zevki için de bu kadar paraya kıyamaz. Dur bakalım, bir müddet bekleyelim. Herhâlde bir kokusu çıkacak. Sen yalnız, aklını başına topla ve hiç soğukkanlılığını kaybetme. Dünyada düzelmeyecek iş mi olur?”

Salâhattin Bey, bu gibi sözlerin ona teselli vermekten uzak olduğunu ima eden bir tavırla başını salladı.

Akşam eve döndüğü zaman Şahinde, kendisini gülerek karşıladı. Bir iki saat evvelki kavgadan sonra bu fevkalade iltifat onu hayrete düşürdü.

Şahinde, onu kolundan tutarak kulağına fısıldadı: “Ayol sana mühim havadislerim var!”

“Hayrola!”

“Sorma, bugün bize Hilmi Bey’inkiler geldi, ama öyle senin bildiğin gelişmelerden değil, âdeta şöyle görücüye gelir gibi bir şey!”

“Ne görücüsü? Kimin için?”

“Kimin için olacak a bey, gelinlik kızın olduğunu unuttun mu?”

“Muazzez için mi geldiler? O daha çocuk, demedin mi?”

“Ne çocuğu, ilahi Salâhattin Bey, ben sana vardığım zaman kaç yaşındaydım?”

“Benim şimdilik kimseye verilecek kızım yok. Gelenlere böyle söylersin. Hem bu işlere sen pek karışma?”

“Karışmaz olur muyum? Anası değil miyim? Neyse, bağırıp durma; ben zaten, babasıyla görüşeyim demiştim, fakat herhâlde kızı yirmisine kadar evde tutup kocakarı yapmaya niyetin yoktur.”

Salâhattin Bey, odasına gidince uzun uzun düşünerek bu iki günün vukuatını birbirine bağlamaya, olanlara mana vermeye çalıştı. Bir şeyler sezer gibi oluyor, fakat içinden çıkamıyordu. Eğer Hilmi Bey, Muazzez’i oğluna almak istiyorsa neden önce dün akşamki gibi bir plana lüzum görüyordu? Doğrudan doğruya isteyemez miydi? Şehrin zengin ve asil bir ailesinin oğlu, herhâlde reddedileceğini düşünerek babasını böyle yollara sevk etmiş olamazdı, fakat ertesi gün Şakir’i şuradan, buradan soruşturunca niçin evvela kendisinin eli ayağı bağlanmak istendiğini anladı.

Hulusi Bey de havadisi duyunca yüzünü buruşturdu: “Bak bu hiç aklıma gelmemişti,” dedi.

“Yazık olacak kıza!”

“Ne diye yazık olacakmış? Ben öylesine kız filan vermem!”

“Onlar da herhâlde senin böyle diyeceğini düşünmüşlerdir. Ne diye akşam sana üç yüz lira verdiler? Hem dur bakalım, bu daha bir şey değil; onlar bir dolap çevirmeye başlamasınlar yoksa bu hiçtir. Bu parayı sana Edremit’i bırakıp gidemeyesin diye verdiler. Üst tarafı için başka tedarikleri olacağını tahmin ediyorum. Yalnız, bir şeye aklım ermiyor: Şakir; zevkinde, sefasında bir serseriydi; evlenmek aklına nereden geldi acaba?”

Salâhattin Bey, tekrar düşünmeye daldı. Kızını kendine anlatılan şekilde bir ite vermek mecburiyetinde kalacağını aklı almıyordu.

Hulusi Bey: “Mamafih, belki de bu, Şakir’in delice heveslerinden biridir. Yarın öbür gün geçer. Şimdilik işi mümkün olduğu kadar uzatmaya bak. Kaçamaklı cevaplar ver; belki bıktırıp bu işin arkasını bıraktırırsın. Üç yüz lira meselesine gelince, dediğim gibi, bunu senden alamayacaklarını bilirler. Hem sen ne zaman olsa onlara lazımsın, sonra Hacı Etem demek; Şakir demektir. Hilmi Bey’den çıkan para pek yabancı yere gitmedi ki!”

Salâhattin Bey de şimdilik işi savsaklamayı en uygun çare buldu. Yusuf’a hiçbir şey açmamayı tercih etti. Deli oğlan gidip bir taşkınlık yapar, kendini tutamayıp bir vaka çıkarır, işi düzelmez bir hale sokardı. Bayramda Şakir’le ikisi arasında cereyan eden hadiseyi de bir parça bildiği için, Yusuf’un bu işten haberi olmasını şimdilik münasip bulmadı.

Böylece on, on beş gün kadar bir zaman geçti ve tam bu sıralarda Yusuf’u bir gece eve getirdiler. Getirenler Yunus Ağa isminde ihtiyar bir pabuççu ile otuz beş yaşlarında, perişan kıyafetli bir kadın ve onun yanında mütemadiyen Yusuf’un sarı çehresine bakan ve durmadan ağlayan hasta kılıklı bir kızdı. Bu kızla anası, o gece ve ondan sonraki geceler Yusuf’un başucundan ayrılmadılar ve kaymakamın evinde kaldılar. Yusuf’un yarası ağır değildi. Kasığının yanına, baldırına saplanan bıçak onu on beş, yirmi gün yatağa bağlamaktan başka bir şey yapamayacaktı. Salâhattin Bey, hatta Şahinde onu bu halde görünce şaşırdılar. Bilhassa Salâhattin Bey, kendisi için Yusuf’un ne kadar kıymetli olduğunu o zaman anladı. Günde birkaç kere eve uğrayarak yukarı, onun yanına çıkıyor, gülerek: “Bak kerataya,” diyordu. “Daha bu yaşta efelik yapmaya kalkıyor. Ne kadar olsa serde Aydınlılık var, değil mi? Ee, sen şu işin aslını bize ne zaman anlatacaksın?” Sonra başıyla diğerlerinin göremeyeceği bir işaret yaparak bu kadınla kızın kim olduklarını sormak istiyordu, fakat Yusuf bir şey söylememekte ısrar ediyor ve kendisine çok sorulduğu zaman başını yorgun bir tavırla duvara doğru çeviriyordu. Kübra ile annesi evde tabii birer hizmetçi oluvermişler, diğerlerini kendilerine bu gözle bakmaya alıştırmışlardı. Bunun için herkesin merakını fazla gıcıklamıyorlardı, ama şehirde bu meselenin duyulduğu ve birçok rivayetlere meydan verdiği muhakkaktı. Hilmi Bey ile Şakir’in bu Kübra meselesinden biraz fazla telaşa düştükleri, hatta hiç tetiğini bozmayan Hacı Etem’in bile bugünlerde suratı asık olduğu söyleniyordu.

Yusuf’un Kübraların evinde yaralandığı da gizli kalamamıştı. Buna da bin türlü mana verenler vardı. Salâhattin Bey de hariçten kulağına gelen bu havadislerle yetinmeye mecbur oluyordu. Kendi evinde olan biten işler hakkında dışarıdan duyduklarıyla kanaat etmek, adamcağıza güç geliyordu, ama Yusuf’tu bu, işlerine pek akıl ermezdi… Fakat böyle şuradan buradan duyduğu rivayetlerle asla yetinmeyen birisi vardı: Muazzez!

Muazzez, her şeyin aslını öğrenmek istiyor, fakat biraz olsun iyileşmeden Yusuf’a sormaya cesaret edemiyordu. Kadın, vakayı pek kısa anlatmıştı: “Kızım hastaydı, Yusuf Ağamız pirinçle yağ aldı, hatır sormaya geldi. Sağ olsun, zaten pek merhametlidir. Tam çıkıp giderken karanlıkta birisi fırlayıp bir bıçak soktu; herhâlde herif, Yusuf Ağa’yı benzetti. Yoksa ne geçmişi olacak ki?..”

Muazzez, sordu: “O gece Kübra hasta mıydı?”

“Ya, yatakta yatardı!..”

“Peki, Yusuf vurulunca ikiniz de onunla birlikte geldiniz, hasta kız yağmurda sokaklarda dolaştı da bir şey olmadı mı?”

“Ah kızcağızım, biz alışkınız böyle şeylere; az mihnet mi çektik? Kızımızın korkudan bir şeycikleri kalmayıverdi. Yusuf Ağasını pek severdi.” Fakat bu laflar Muazzez’i tatmin etmekten uzaktı.

Nihayet daha fazla dayanamadı. Bir gün Yusuf’un yattığı odaya gitti, yatağının kenarına oturdu ve sordu: “Yusuf ağabey, söyle bakayım artık; bütün bu işler ne demek oluyor? Sonra kim bu kız? Bu Kübra?”

Burada hiç sebepsiz yüzü kızardı ve önüne baktı. Yusuf: “O da bir Allah’ın garibi, Muazzez,” dedi. “O da çok çekmiş, yüzüne bir baksana!”

Muazzez, çocukça bir konuşkanlıkla atıldı: “Biliyorum Yusuf ağabey, fakat tuhaf bir hali var. Yaşı benden küçük olduğu halde beraber olduğumuz zamanlar bir çekingenlik, ne diyeyim, bir üzüntü duyuyorum. Hem görsen, beni ne kadar seviyor. Bazen durup dururken koşup boynuma sarılıyor, yanaklarımı filan öpüyor. Seni de çok seviyor herhalde? Birkaç kere senin odanın kapısında içeriyi dinlerken gördüm. Beni görünce ayıp bir şey yapmış gibi önüne bakarak hemen aşağı indi; fakat dedim ya, bir türlü ona yakınlaşamıyorum. İstesem bile yapamıyorum. Ne acayip şey değil mi?”

Yusuf, cevap vermedi. Yorganın üzerinde uzanan eliyle oynamakta olan Muazzez’e dalgın dalgın bakıyordu. Ona daha fazla bir şey söylenemeyeceğini anlayan Muazzez, başka bir şey söylemek ister gibi bir hareket yaptı, fakat cesaret edemeyerek durdu. Nihayet, biraz daha tereddüt ettikten sonra sabredemedi: “Biliyor musun, Yusuf ağabey,” dedi, “Beni istediler!” Bu sözü o kadar açık ve kısa olarak nasıl söylediğine kendisi de şaşıyormuş gibi gözlerini açarak Yusuf’un yüzüne baktı.

Öteki, derhâl yatakta doğrulmuştu, sordu: “Kim?”

“Hilmi Bey’in oğlu Şakir için istediler. Annesi geldi… Benden güya saklıyorlar, ama şehirde bilmeyen de yok…”

“Babam ne demiş?”

“Babamın pek gönlü yok. Yalnız, annem istiyor galiba! İki günde bir ya annem onlarda ya onlar bizde. Hilmi Beylere pek zengin diyorlar. Anneme de daha şimdiden hediyeler filan vermeye başladılar. Sonra…”

Sağ elini Yusuf’a doğru uzattı. Kolunda çok ince işlemeli iki altın bilezik vardı.

“Bunları da Şakir Bey’in annesi bana verdi!”

Yusuf, kıpkırmızı kesildi. Muazzez’i elinden tutup bağırtacak kadar sıkarak sordu:

“Desene iş bu kadar ilerledi ha? Demek sana şimdiden gelin gözüyle bakıp bilezikler filan veriyorlar! Allah versin, senin de canına minnettir. Zengin diye ağzının suyu akıyor, baksana!”

21.Tahıl için kullanılan bir ölçek.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺49,50

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
28 şubat 2024
Hacim:
250 s. 1 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8035-60-5
Telif hakkı:
Автор
Ses
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 2 на основе 1 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок
Metin PDF
Средний рейтинг 0 на основе 0 оценок