Kitabı oku: «Araba Sevdası», sayfa 2
5
Çamlıca Parkı’nın açılacağını herkesten önce haber alan Bihruz Bey, daha mart başlarında annesini zorlaya zorlaya sayfiyeye taşınmaya razı etmiş ve Küçük Çamlıca’daki köşke taşındıklarının ertesi günü hemen jarden püblik’e9 koşarak içini, dışını alıcı gözüyle incelemiş ve burasının pek alamod10 ve bilhassa şıklığını, alafrangalığını en kör gözlere bile göstermeye pek favorabl11 bir promönad12 yeri olabileceğini anlayınca ekipaj’ını13 biraz daha süslemek için Beyoğlu’nda tedarik ettiği bazı vasıtalarla “Bender Fabrikası”14 mamulatından gayet hafif ve zarif bir araba ile mevcut atlarından ikişer parmak daha boylu bir çift talimli Macar araba hayvanı ısmarlamıştı.
Araba ile hayvanlar, parkın açılışından iki hafta sonra gelip yetişti. Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü parkta boy göstermeye başladı.
Araba gerçekten o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmıştı. İki yanında büyük, süslü ve yaldızlı harflerle “M. B.” markası okunuyordu. Tekerleklerinin çubukları incecik fakat kendisi ziyadesiyle yüksek, zarif, göz alıcı ve halk deyimiyle kız gibi bir şeydi.
Macar atlarının en güzellerinden olan kır hayvanlara gelince; bunların da gerek boyları gerekse renkleri arabaya son derece uygun olduğu gibi koşum takımı da bittabi en âlâsındandı.
Mevsimin modasına göre, bazen koyu bazen açık renkte gayet dar elbisesi, bal rengi eldivenleri, ufarak fesiyle yan taraftan yüzünün yarısı Frenk gömleğinin dimdik duran yüksek yakasıyla örtülmüş, bileklerinden aşağı ellerinin yarısından ziyadesi yine o gömleğin enli ve kolalı manşetleri içinde saklanmış olduğu hâlde, Bihruz Bey arabanın daima seyis yerinde bulunarak hayvanların terbiyesini tutar; parlak düğmeli lacivert ceketi, malta renginde açık ve dar pantolonu, diz kapaklarına kadar çıkan uzun konçlarının yukarıdan tersine kıvrılmış tarafı beyaz, oradan aşağısı siyah çizmeleriyle kurum kurum kurulur; beyinkinden daha açık kırmızı büyücek fesiyle seyis de kendine mahsus yerde oturur, beyefendinin hareketlerine dikkat ederdi.
Binaenaleyh Bihruz Bey’in ekipaj’ı -yukarıda da tarif edildiği gibi-birbiri ardı sıra parkın etrafını biteviye dolaşan müteharrik zincirin birinci iftihar halkası sayılmaya layıktı.
Bihruz Bey bu gezintilerde araba kullandığı zamanlar birisini çiğneyip de bir kazaya meydan vermemek veya arabayı bir yere çarptırıp da bir sakatlık çıkarmamak için gerek kendi hayvanlarına gerekse öndeki ve gerideki arabaların hareketlerine mütemadiyen dikkat etmek zorunda bulunduğundan etrafına bakınamaz ve kimseyi göremezdi. Zaten bakmak ve görmek de istemezdi. Çünkü maksadı görmek değil, sadece görünmek, debdebesini, arabasını, şık ve cici elbiselerini göstermek, orada araba kullanan alafranga şık beylerin arasında birinciliği kimseye kaptırmamaktı. Bunda başarı sağladığına da tamamıyla emindi. Şu kadar ki o kıyafette, o vaziyette ve bilhassa o kalabalık içinde araba kullanmak yorgunluğuna uzun müddet dayanamadığından hem dinlenmek hem de ekipaj’ının seyirciler üzerinde hasıl ettiği efe’yi15 bizzat görmek için, parkın üst tarafındaki meydancığın -gelen geçen arabaları görmeye ve içindekileri seçmeye elverişli- bir noktasında ara sıra arabasını durduruyor; bazen de arabadan inerek parkın içinde şöyle cakalı bir tur16 yapıyordu.
Yine bir gün arabasıyla oralarda dolaşıp eğlenirken kalem arkadaşlarından kendisi gibi şık fakat arabalı değil, hatta hayvanlı da değil, yaya bir genç, Bihruz Bey’in arabasına yaklaşarak beyefendiye alamod yani kısacık bir selam verdi ve elini sıktı. Elbisesini, arabasını ve hayvanlarını methetmeye başladı. O söyledikçe beriki baba hindi gibi kabarıyor, kabarıyordu. Nihayet dayanamadı; yağcılığına mükâfaten bu zevzeği de arabasına aldı. Yan yana oturdular. İki züppe hem konuşuyor hem de önlerinden geçen arabaları seyrediyorlardı. Bu arabalardan bir tanesi ikisinin de dikkatini çekmişti. Bu, güzel bir çift duru at koşulu, büyücek ve yepyeni bir lando17 idi. Bu landonun syej’i18 üzerinde fiyakalı fiyakalı kurulup oturmakta olan koşe’nin19 sırtında parlak düğmeli bir ceket vardı. Landonun içinde bulunan beyaz yaşmaklı iki hanımdan bir tanesi beylerin yakınına gelince arabadan dışarıya doğru manalı bir eda ile uzanarak önce arabaya ve hayvanlara, sonra da beyefendilere tatlı tatlı bakmıştı.
Aynı lando biraz sonra ikinci defa yanlarından geçerken o beyaz yaşmaklı, az önceki hareketlerini tekrarlayınca Bihruz Bey’le arkadaşı konuşmaya başladılar:
“Tre şik!”20
“Tre z’elegant!”21
“Mon şer!22 Kimin bu lando?”
“Landoyu tanımıyorum…”
“E la blond?”23
“Blond’u tanıyacak gibiyim.”
“Kim bakayım?”
“Fakat pek sür24 değilim. Bilmem benzetiyor muyum?..”
“Kem port, dit!”25
“Sanırım ki bizim köyden. Belki de bizim kartiye’den.”26
“Drol!27 Dünyada ne kadar güzel varsa hepsi de sizin köyden, sizin mahalleden mi olur?”
“Hepsi değil amma bazıları… Ne sandın ya! Bizim köy cennetten bir parça… Bunlar da hurileri…”
“Fenerbahçe’den mi?”
“Hayır… Kuşdili’nden…”
“Ben o dilden anlamam… Fener âlemleri nasıl gidiyor? Mond28 geliyor mu?”
“Ne gezer!.. Sizin şu jarden’iniz29 yok mu?.. ‘Papas’ın bağını da kuruttu; Fener’in parlaklığını da söndürdü; Moda’yı30 da eskitti… Şimdi buradan başka her yer dezer!”31
6
Arkadaşıyla bu kısa konuşma esnasında Bihruz Bey’in zihninden birçok düşünceler geçmişti:
Ne münasebet… Kadıköyü gibi burjuva kartiye’de 32 bu derece şık bir ekipaj bulunsun… Ne münasebet?.. Orada oturanlar hep malum… “Blond’u tanırım.” demesi de ağız… Tanısaydı öyle mi dururdu?.. Oh! Kel bote divin!33 Sürtu kel gu ekselân!34 Benim ekipaj’a ne kadar dikkatli bakıyordu!.. Gerçekten zevk sahibi olduğunu bu da ispat etmez mi? Acaba kimdir bu blond? Şüphesiz ün jön fiy blond.35 Lakin şu Keşfi’yi nasıl savayım? O vakit çabuk anlaşılır; bakalım iltifat bana mı yoksa ona mı? Kimin nesi olduğunu öğrenmek kolay; takip eder, gittiği yeri öğrenirim…
Bu düşüncelerinden de anlaşıldığına göre, Bihruz Bey landonun Kadıköyü tarafından olduğuna ihtimal vermiyor ve arkadaşı Keşfi Bey’in, “Landoyu her ne kadar görmemişsem de sarışın hanımı tanıyacak gibiyim.” deyişine inanmamakla beraber şüpheden bütün bütün de kurtulamıyordu.
Bu zarif landoyu Kadıköyü’ne yakıştıramıyordu; çünkü pek alafranga beylerle arkadaşlık ede ede onlardan edindiği bazı garip fikirler cümlesinden olarak Bihruz Bey, İstanbul’un mahallelerini, birincisi kendi gibi nobles36 yani asalet ve itibar sahibi olan sivilize37 kibarlara; ikincisi burjuva38 sınıfına, yani medeni fikirlerden pek o kadar haberi olmayan kaba tabiatlı orta hâlli halka; üçüncüsü de esnaf takımına mahsus olmak üzere üç bölüme, üç sınıfa ayırıyordu. Hâlbuki böyle sosyal bir sınıflandırma bahis konusu olduğu takdirde Kadıköyü’nü ikinci değil hatta birinci sınıfa dâhil etmek elbette daha doğru olurdu.
Arkadaşı Keşfi Bey’in “Sarışın hanımı tanırım.” demesini gerçekten fazla ihtiyat düşüncesiyle söylenmiş bir yalan saymasındaki sebep ise şu idi: Güya Keşfi Bey bu yosmaya kur39 yapacak olursa -kendi köyünden bulunduğu ve zaten tanıdığı için- Bihruz Bey’in bir şey demeye hakkı ve rekabete kalkışmaya yüzü olmayacak. Hâlbuki kendisi nerede, Keşfi Bey neredeydi?.. O, basit bir burjuva çocuğu, kendi ise asil bir paşazadeydi… Sonra zenginlik, şıklık, zarafet vs. bakımından aralarındaki fark, Küçük Çamlıca ile Kadıköyü arasındaki fark kadar büyüktü… Landonun içindeki sarışın yosmanın bu farkı görmemesi, bilmemesi, Bihruz Bey’in fikrince mümkün değildi. Meselenin bu yönü gerçi öyle ise de kadın bir aralık arkadaşına da bakmış ve gülümsemişti… Buna ne mana verilebilirdi?.. Bu bakışın manası Keşfi Bey’e apaçık, “Bey, sen o arabaya hiç de yakışmıyorsun… İn oradan!..” demek değil miydi?.. Yoksa kendisine karşı, “Beyefendi, böyle adi adamlarla niçin görüşüyorsunuz?” veyahut “Yanınızda bu herif bulunmasaydı size daha başka türlü bakacaktım…” manasına mı geliyordu?.. İşin hakikatini anlamak Bihruz Bey için çok önemliydi. Bu da ancak Keşfi Bey’in atlatılıp savulmasına bağlıydı. Davetsiz misafirini yanından defetmek için zihninde bir çare arayıp dururken bu çare kendiliğinden zuhur etti. Keşfi Bey, “Mon şer, ben biraz da parka gireceğim. Arkadaşlardan birisiyle randevu’muz40 vardı. Bakayım gelmiş mi.” diyerek arkadaşından müsaade istedi.
Bihruz Bey, memnuniyetini gizlemeye çalışarak: “Öyleyse orövuar!”41 diye cevap verdi. İki arkadaş birbirinden ayrıldılar.
7
Keşfi Bey yalan söylememişti. Parka girdi ve kalabalık arasında gözden kayboldu. Bihruz Bey de fesini, kravatını düzeltti; ayakkabısının tozlarını arabacısına aldırdı; sonra arabasındaki yerine rahatça kurularak deminki landonun tekrar gelmesini bekledi.
Aradan henüz iki dakika geçmemişti ki lando parkın öbür köşesinde göründü. Zavallı Bihruz Bey, o güne gelinceye kadar böyle bir yürek çarpıntısına uğramamıştı. Başındaki kan kalbine doğru hücum ederek yüzü âdeta mavi bir renk aldı. Kendi kendine: “Diyabl; par azar sörej amurö?”42 diye alafranga alafranga söylenmeye başladı. Oturduğu yerde birtakım acayip pozlar alarak gözlerini landoya dikti. Araba olanca azametiyle kendisinin bulunduğu noktaya doğru geliyor fakat içindekilerde en ufak bir hareket eseri görülmüyordu. Bihruz Bey arabasını biraz geri almak bahanesiyle hayvanlarını hareket ettirdi. Bundan maksadı landonun içindekilere: “Ben buradayım!” demekti. Bu hareketinin de hiçbir tesiri olmadı. Lando geldiği gibi hızla yanından geçip gitti. Biraz önce mavileşen yüzü şimdi hiddetten kıpkırmızı kesilmişti. Yine kendi kendine söylenmeye başladı:
“Ne bayağı kadın!.. Yazık ekipaj’a!.. O da bir şey değil ya… Zaten modası geçmiş!.. Hayvanlar desen kaç paralık şeyler?.. Öyle ordiner43 insanlar kendileri gibi insanlara meyleder… Se natürel44 lakin domaj! Vualâ ün bote mal plâse! Si se-tün bote par egzampl!”45
Bihruz Bey’in böyle sözler söylemeye kalkışması, landodaki sarışının biraz önce nail olduğu iltifatlı bakışlarından bu defa mahrum bırakıldığı için kedinin yetişemediği ciğere pis demesi kabilinden, kendi kendini bir nevi teselli idi. Yoksa gerçekte o güne değin bir kerecik olsun tadını tadamadığı bir hasret ve mahrumiyet acısı birdenbire ta yüreğine çökmüş; bunun normal sonucu olarak ani bir hiddete kapılmış, gözleri kararmış, kafasının içi allak bullak olmuştu. Öyle ki daha bir iki dakika önce neşeli bir düğün alayı gibi gördüğü o seyirci kalabalığı şimdi gözlerini rahatsız eden alelade bir kargaşalıktan ibaretti… Parkın içinden gelen müzik sesi de âdeta kulakları tırmalayan bir cehennem ahengini andırıyordu…
Fakat ne yapsın?.. Arabanın arkasından gitmek kendince bir küçüklük… Orada durmak tahammül edilir şey değil… Bütün bütün savuşup gitse o da teessürüne yorumlanacağı için fikrince bir nevi hakirlik… Biçare Bihruz Bey, neye karar vereceğini, ne yapacağını kestiremediği için olduğu yerde arpacı kumrusu gibi düşünmeye başladı…
Ansızın doğruldu. Fransızca öğretmeniyle birlikte okudukları bazı romanları hatırlamıştı. Bu romanların birinde, şimdi içinde bulunduğu müşkül durumu andırır olaylar geçiyordu. Bir aralık hatırına onlar geldi. Onları düşündükçe yavaş yavaş kanındaki hiddet soğumaya başladı. Çünkü bu gibi hâllerde kadınlara karşı endiferans46 göstermekten daha tesirli ve faydalı bir çare olamayacağını vaktiyle o romanlardan öğrenmiş fakat kendisi henüz tecrübe etmemişti… Daha doğrusu tecrübe için fırsat bulamamıştı… Şimdi o da aynı usulü deneyecek, kendisi gibi şık ve asil bir gence iltifat etmeyen o saygısız sarışına haddini bildirecekti… Bu düşünceyle olduğu yerde beklemeye ve lando tekrar gelip geçtiği vakit hiç ilgilenmeyip başını başka tarafa çevirmeye karar verdi. Sarışın yosmanın arabasını gönül rahatlığı içinde beklemeye koyuldu…
Lando dördüncü defa olarak yine öbür taraftan göründü. Fakat bu sefer doğruca parkın kapısı hizasına geldi ve orada durdu. Hanımların emir ve işaretleri üzerine arabacı derhâl aşağı atladı, arabanın kapısını açtı. Kayıtsız görünmeye biraz önce zihnen karar veren Bihruz Bey’in gözleri şimdi gayriihtiyari o tarafa çevrilmiş, büyük bir dikkatle karşıdan bu hâle bakıyordu. Arabanın kapısı açılır açılmaz birbiri ardınca iki hanım indiler. Bunlardan biri daha önce bildiğimiz o sarışın kadın, öteki de arkadaşıydı.
Hanımlar arabadan indikten sonra arabacı aldığı yeni bir emirle landoyu öbür tarafa doğru hareket ettirdi. Sarışın hanım -gönül avcılığında kendisi gibi ustalık kazanmış yosmalara mahsus birtakım işvelerle- yanındaki hanım bir şey söylemiş de ona gülüyor gibi gülümseyerek ve Bihruz Bey’in bulunduğu tarafa tatlı bir bakışla bakarak ağır ağır yürüdü. Arkadaşıyla birlikte parka girdiler.
İki kadın, arabalarını park kapısının hizasında durdurur durdurmaz Bihruz Bey yine kendi kendine bir şeyler söylenmeye başladı:
“Keşfi’nin randevu’su anlaşıldı… Hay şıllık hay! Sö ne kün grizet!47 Ya berikinin o ağızları neydi? Lakin bu kadın kim?.. Belli ki bir kokot!48 Böyle adi bir kokot’la Keşfi gibi bayağı bir kurör’ün49 muamelelerini görmek de hoştur ya! Ben de parka girer, bir kenara gizlenerek bunları seyrederim… Ne önemi var ki… Ah, o zevzeğe niçin yüz verdim de arabama çağırdım?.. Hatta yanıma bile oturttum!.. O, kaç paralık adam ki benimle yan yana oturabilsin!.. Lakin şu sarışının kim olduğunu mutlaka öğrenmeliyim… Laparans e trompöz50 derler; ne kadar doğru bir söz…”
Bihruz Bey bunları düşünerek ve kendi kendine söylenerek parka girmeye zaten karar vermişken henüz adını bilmediği sarışın kadının parka girdiği esnada kendisine tatlı tatlı bakışından yine ümit verici bir mana çıkardığı için bu kadıncağız hakkındaki düşüncelerini ve sözlerini muvakkaten geri almıştı. Hemen arabasından atladı, parka girdi. Önü sıra konuşa konuşa ve ağır ağır gitmekte olan o iki kadının peşine takıldı.
8
Sarışın hanım, kısadan uzunca, uzundan kısaca, tamam orta boylu, narin yapılı, yürürken ansızın durur, dururken birdenbire hareket eder, döner döner arkasına bakar, hani şu meşhur:
beytinde tarif ve tasvir olunduğu gibi, gönül avcısı, edalı bir yosmaydı. Saçları şimdiki saç boyalarının verdiği kızıl renkte değil, gayet açık tabii sarı; gözleri ise çok güzel bir yaratılış hatası olarak, mavi yahut yeşil değil, tahrirli koyu sarı, kaşları kumral; siması vücudunun narinliğine nispetle dolgunca; burnu ise çehrenin dolgunluğuna nispeten incecik, “çekme” dedikleri biçimde; ağzı şairlerin tahayyül ettikleri gibi küçük, biçimli ve bin defa öpülmeye layıktı.
Şu nitelikleriyle gerçekten güzel denilecek bu sarışının en ilgi çekici, en büyüleyici güzelliği bakışlarıyla dudaklarındaydı. Bakışları akıcı ve yakıcı bir şimşek gibi, en hissiz gönülleri bile bir anda yakar tutuşturur; dudakları gülümsemek veya konuşmak için kıpırdamaya başlayınca türlü türlü manalar alır, âşık kalplerde en tatlı ümitler uyandırırdı.
Yosma, o gün ne kadar da güzel giyinmiş ve giydiğini kendine ne kadar yakıştırmıştı: O zamanın modasına pek de uymayarak biraz darca kesilmiş süt mavisi renginde atlas feracesi endamındaki uygunluğu gizleyemiyordu. Araba içinde saatlerce oturmaktan feracesinin şurasında burasında hasıl olan kırışıklıklara ve büklümlere güneş ışınları vurdukça yer yer gölgeleniyor; eleğimsağmadaki gibi tatlı renkler alıyor; sahibini bir kat daha güzelleştiriyordu. İncecik yaşmağı, tozpembesi yanakları üzerinde, yeni açmış bir gülü süsleyen tatlı bir buğu hissini uyandırıyor; yaşmağın iki yanından gelişigüzel bırakılıveren ve en hafif rüzgârla hemen dalgalanmaya başlayan sırma saçları ise beyaz bir bulut parçasına akseden ay ışınlarını andırıyordu. Başındaki hotoz da havai mavi idi (Benzetmelerimizin kuvvetini kaybetmeyeceğinden emin olsak bunu da o altın saçlarla birlikte, güneşli bir gökyüzüne benzetirdik.). Açık eflatun eldivenler içindeki elleri ve tahminen otuz dört numara zarif iskarpinlerle ince ipek çorapların örttüğü ayakları iyice görünmemekle beraber herhâlde pek sevimli şeylerdi.
Şemsiyesine gelince: Öyle dantelli, saçaklı nevinden, fazla süslü değildi; hani şu Bihruz Bey’in ilk gördüğü zaman “Kel gu ekselân!” sözüyle övdüğü zarafetinin en büyük nişanı olacak şekilde sade, güzel, yalnız sapına feracesinin renginde bir kurdele bağlı, siyah ağır atlastandı (Okuyucularım isterlerse bu şemsiyeyi de o güneşli gökyüzünün bir tarafında koyu bir buluta benzetebilirler. Şu farkla ki benzetmenin arz edeceği hayal aksine olur. Çünkü bulut göğün içinde olmak gerekirken bu benzetmedeki hayalde gökyüzü bulutun içine girmiş olur.).
Sarışın hanımın yaşından söz etmedik. Çünkü bilmiyoruz. Dişlerini tasvir etmedik. Çünkü onları da henüz göremedik. Fakat bu yosma, tahminimizce, olsa olsa yirmi yaşını henüz bitirmiş olabilir. Dişleri de bittabi iki dizi incidir.
Yanındaki arkadaşına gelince: Bu, ötekinden boylu, ötekinden enli, ötekinden yaşlı, hem de çok yaşlı… Mavi gözlü, esmer yüzlü fakat canlı canlı yürüyüşüne bakılırsa yaşına göre, henüz pek dinç; mütemadiyen konuşmasına, şakayı çok sevmesine, sık sık gülmesine bakılırsa pek neşeli; yanlarından gelip geçenlere sanki bir şey söyleyecekmiş gibi dikkatli dikkatli baktığına göre de fazlaca serbest yetişmiş, sanki Kalpakçılarbaşı’ndaki52 dükkânlardan çokça alışveriş etmiş olduğu zannını uyandırıyordu.
Hemen hemen siyaha yakın koyu yeşil canfesten feracesine söz yoksa da bunun arka eteğini daima sağ eliyle tutup kaldırması hoşa gider bir hareket değildi. “Karamandola”dan53 ayakkabıları eski değilse de yürürken feracesinin etekleri fazlaca kalktığından ayakkabılarının üst tarafından görünen beyaz tire çorapları göze hiç de hoş görünmüyordu. Sol elinde tuttuğu beyaz şemsiye ipekli gibi parlıyorsa da kat yerleri biraz sararmış olduğundan fazlaca kullanıldığı kolayca anlaşılıyordu. Kalınca yaşmağı o yaşta bir kadın için pek münasipse de bu yaşmağın ara sıra çenesinden aşağıya doğru kayması hiç de hoş bir şey değildi. Mamafih bu iki kadının birbiriyle arkadaşlıkları ve bir arada görünmeleri, ifratla tefriti iyi bir şekilde denkleştiriyor; güzel bir manzara meydana getiriyordu. Yine bir benzetmeyle sarışın kadın, mesela sarı bir gül, öteki ise bu güle bağlanmış bir mazı dalıydı. Yahut sarışın hanım, çiçek açmış nazik bir fidan, yanındaki de o fidanın intizamsız bir gölgesiydi. Veyahut sarışını, parlak bir güneş, öbürü ise bu güneşin yanından hiç ayrılmayan, onu daha gösterişli, daha parlak göstermekle beraber kendisi de oldukça güzel görünen bir kara buluttu.
9
İki kadın ağır ağır yürüyerek yukarıda sözü geçen havuzun yanında durdular. Oraya beş altı kadar çiçekle, bu çiçeklerden bal alacak birkaç da arı toplanmış, güya havuzu seyrediyorlardı. Bihruz Bey de hanımların peşi sıra gitti; onlardan dört beş adım kadar uzakta, havuzun kenarında bastonuna dayanıp durdu.
Havuz, bu gibi durgun sularda görülen ve bazen berraklıktan daha çok hoşa giden o yeşilimtırak rengi henüz almamışsa da epeyce bulanmış ve sararmış yüzeyi ile kenarlarındaki ağaçlara, bitkilere ve seyircilerine pekâlâ bir ayna vazifesi görebiliyordu. İçindeki kırmızı, beyaz, siyah balıklar sanki güneşten yaşama paylarını almak istiyorlarmış gibi suyun yüzüne çıkmış, mahmur bakışlarıyla sanki o su âleminden etrafı seyrediyorlardı. Güneş ışınları vurdukça havuzun parıl parıl parıldayan yüzeyi, içindeki balıklarla beraber, çirkin renkli, çiçekli bir ipek kumaş gibi görünüyordu.
Henüz adını öğrenemediğimiz sarışın hanımla arkadaşı havuz kenarına gelip de suların aynasında kendi akislerini görünce sarışını söze başladı:
“Bak bak, Çengi Hanım!” dedi. “Yer aynası!.. Görüyor musun kendini?..”
Muhatabı bu sözden bir şey anlamamıştı. Sordu:
“Yer aynası mı dedin?.. O da nedir?.. Yer elmasını bilirim amma yer aynası hiç işitmedimdi…”
“Yaşmağını biraz sıyırır da havuza bakarsan yer aynasının içinde iki tane yer elması da görürsün…”
“Nesine bakayım?.. Bulanık bir su… O kırmızı kırmızı şeyler de herhâlde Amasya elması olacak…”
“Ay, Amasya’da elmas çıkar mıymış?! Ben de bunu işitmedimdi!”
“Elma ayol, elma!.. Elmas değil… Elmasın, pırlantanın İngiltere’de çıktığını bilmeyecek ne var?.. Sen de başka eğlence bulamadın da besbelli benimle eğleniyorsun…”
Kadınların bu konuşmasını büyük bir dikkat ve önemle takip eden, söylenenleri iyice işitebilmek için olduğu yerde -alafranga bir deyimle- baştan aşağı kulak kesilen Bihruz Bey, “yer aynası” benzetmesini ve bilhassa “yer aynası içinde yer elması görüneceği” sözlerini işitince kendi kendine, “Kel espri!.. Kel fines!..”54 diyerek yavaş yavaş abayı yakmaya başladığı sarışın hanımın zarafetine karşı hayranlığını belirtti. “İngiltere, elmas, pırlanta” kelimelerine gelince: Bunları anlamayacak ne vardı?.. İşte kadın, kendisine pırlanta kadar kıymetli taşlar atıyordu… Duyduklarını bu şekilde manalandırmakta yerden göğe kadar hakkı da vardı. Çünkü o mahşerî kalabalığın içinde kendisinden başka -İngiltere’den henüz gelen bir mösyö gibi- alafranga giyinmiş tek erkek yoktu. Böyle cihandeğer bir iltifata nail olduğu için kendisini en büyük bahtiyarlardan saymaya kalkışan Bihruz Bey, bu taşların, daha doğrusu bu zarif hediyelerin altında kalmayacak surette güzel bir karşılık hazırlamaya koyuldu.
Havuz kenarında duran öteki seyirciler de tam bu sırada oradan çekiliyorlardı. Beyefendi bu müstesna fırsatı kaçırmayarak hemen kadınlara yaklaştı. Ceketinin yakasına takılmış olan beyaz jeranyom’u55 yerinden çıkardı ve “İngiltere’yi, Fransa’yı hatta bütün Avrupa’yı satın alabilecek yüksek değerli pırlantanıza böyle bir fane56 çiçekle mukabele etmek doğru değilse de kabulüne lütfen tenezzül buyurmanızı ricaya cesaret etmekle kendimi gerçekten bahtiyar sayarım. Bu iltifatınızın admiratör’ünüzü57 ne derecelere kadar örö58 ettiğini tarif edemem…” diyerek çiçeği sarışın hanıma doğru uzattı.
Kadın bu lakırtıyı hiç üzerine almayarak güya havuzu seyretmeye dalmış görünüyordu. Nihayet yanındaki hanımın ikazı ve zorlaması üzerine “Teşekkür ederim…” diyerek çiçeği aldı, bir toplu iğneyle göğsüne iliştirdi. Sonra yanındaki hanıma “Acaba köşke girmeye izin var mıdır?” diyecek oldu. Yaşlı hanımın cevap vermesine meydan bırakmadan Bihruz Bey öteden söze karıştı:
“Parkın her tarafını gezmeye herkesin drua’sı59 vardır. Zaten böyle rüstik60 yerlere ancak sizin gibi huriler, periler yakışır…” dedi.
Sarışın hanım bu sözleri işitince arkadaşına doğru eğilerek kulağına yavaşça “A!.. A!.. Bu, benim adımı nereden öğrenmiş?!” diye sordu.
Bihruz Bey, yavaş yavaş bu sarışın hanıma yaklaşmak, onunla bilişmek, tanışmak, konuşmak istiyordu. Hâlbuki daha ilk tesadüfte kendisini Bihruz Bey’e o kadar yakından göstermek -artık bari ismiyle söyleyelim- Periveş Hanım’ın hesabına uymuyordu. Bundan dolayı iki hanım köşkü gezmekten vazgeçerek aşağı doğru yürüdüler, kalabalığın içine karıştılar. Bihruz Bey de gölge gibi onları takibe başladı.
Bihruz Bey hem ağır ağır yürüyor hem de Periveş Hanım’ın müstesna güzelliğini düşünerek böyle melek yüzlü, melek huylu, espri’si61 fevkalade, edükasyon’u62 mükemmel ve bu değerleriyle gayet nobl63 bir aileden olduğu asla şüphe götürmeyecek kadar aşikâr bulunan bu hanımefendinin Keşfi gibi bayağı ve mal elöve64 bir adama iltifata tenezzül edeceğine ihtimal vermiyor; biraz önce bu kadın hakkındaki yanlış ve kötü zannından dolayı duyduğu teessürleri aşağıdaki düşüncelerle gidermeye çalışıyordu:
Bu nasıl bote?.. 65 Uzaktan güneş gibi görünüyor, gözleri kamaştırıyor. Yakından ay gibi parlıyor, insanın baktıkça bakacağı geliyor!.. Ne kadar poetik66 bir bote!.. Ya o konversasyon’un67 güzelliği!.. Miruar terestr,68 o glas parter,69 tre bel komparezon pur ön pöti lak… Se tre joli!70 İngiltere pırlantası da güzel!.. Benim için ön pö tro flatan, me sa nö fe ryen.71 Çiçeği de pek güç aksepte72 etti. Tabii öyle bir jön person73 için sava byen, sa ne kö dö la püdör, se dö la kandör!74 Acaba adı nedir? Ah! aceleyle soramadım… Emosyon75 insanı bırakmıyordu ki… Hoş, ben de güzel mukabele ettim ya… Örözman76 üzerimde o çiçek bulundu… Gerçekten pek poetik bir rankontr77 oldu… Viktuar!78 Öyle bir havuzun kenarında… Lamartin! Ah Lamartin! Gelip de bu hâli görmeliydin!.. Beş dakika içinde en parlaklarından muhakkak beş yüz ver79 yazardın… O ne şairane bir tabloydu… Çengi Hanım… Kel drol dö nom!80 Çengi… Hani şu herkesin bildiği dansözler… Lakin bu kelimeyi kadın ismi olarak hiç işitmedimdi… Orijinal!81 Şu tuvalete bak! Şu yürüyüşe bak!.. Gerçekten bir Kalipso…82 Sanki “Kalipso”yu adasından almışlar, yaşmaklamışlar, feracelemişler, sonra şu parkın içine salıvermişler!..
Bihruz Bey işte böyle düşünüyor, düşündükçe doyulmaz bir saadetin kalbine yayıldığını hisseder gibi oluyor ve kendi kendine övünüyordu… Övüncünde de haklıydı. İşte önü sıra nazlı nazlı yürüyen; güzelliği, zarafeti ve bilhassa kıyafetiyle, yalnız erkekleri değil, kendisi kadar süslü hanımları bile hayran eden Periveş Hanım tarafından beğenilmek bahtiyarlığı, o kadar şık beyler arasında ancak kendisine nasip olmuştu. Gerçekten de yosma, kırıta kırıta yürüdükçe her adımda beş on kişi kendisine yol açar gibi duraklıyor fakat kadın bunların hiçbirine dönüp bakmaya bile tenezzül etmiyor; yalnız güzellikte kendisine rakip olabilecek taze çiçekleri seyrede ede ilerliyordu.
Bihruz Bey başarısından emindi. Sadece küçük bir nokta zihnini kurcalıyor ve kendisini rahatsız ediyordu: Keşfi Bey parkta ise elbette kendilerini görecekti. Blond hanım ona karşı bakalım nasıl bir tavır takınacaktı. İşte bütün endişesi buydu.
Saz çalınan yere varıncaya kadar Keşfi Bey görünmedi. Bihruz Bey’in saadet ufkundaki endişe bulutu da yavaş yavaş dağılmaya başladı. Biraz daha ilerlediler. Burası nispeten tenha bir yerdi. Bihruz Bey adımlarını sıklaştırdı, hanımlara yetişti. Maksadı sevgilisini bir daha nerede ve ne zaman görebileceğini sormaktı. Lakin sarışın kadın buna meydan bırakmadı. Bihruz Bey’in maksadını anlamış gibi; yanındaki Çengi Hanım’a dönerek:
“Burası ne güzel yermiş! Pek hoşuma gitti… Haftaya bugün yine gelelim… Hem doğruca buraya gelelim…”
Bu sözlerin manası apaçık: “Gelecek cuma burada buluşalım…” demekti. Hımbıllığın lüzumu yoktu… Kadın işte kendisine randevu veriyordu. Telaşlı telaşlı sordu:
“A kel ör?83 Pardon efendim… Saat kaçta?”
Cümlesini henüz bitirmemişti ki arkalarından “Haset!.. Haset!..” diye bir ses yükseldi. Hepsi gayriihtiyari başlarını çevirip sesin geldiği tarafa baktılar. Bunları söyleyen, oracıkta, etrafı ağaçlarla çevrili bir tarhın içinde yalnız başına oturmakta olan Keşfi Bey’den başkası değildi. Hanımlar sesin sahibini tanımış olacaklar ki birbirlerinin kulağına eğilip fısıldaştılar ve gülüşmeye başladılar… O sırada aşağıki kapının önüne kadar gelmişlerdi… Bihruz Bey’in “Saat kaçta?” sorusu da böylece güme gitmiş ve cevapsız kalmıştı.
Kadınlar kapıdan çıktılar. Lando önceden aldığı emir gereğince orada hazır bekliyordu. Kadınları görür görmez arabacı, yerinden atlayarak landonun kapısını açtı. Hanımlar içeri girer girmez kapı yine “Trak!” diye kapandı. Arabacı, yerine çıkıp oturdu. Arkasından bir kırbaç şaklaması işitildi. Lando aşağıya doğru hızla ilerlemeye başladı.
“Kalpakçılarbaşı’ndaki dükkânlardan çokça alışveriş etme”ye gelince: O devirde kaçgöç olduğu için kadınlar şimdiki gibi serbest serbest sokağa çıkamaz, bilhassa öyle kalabalık alışveriş yerlerine kolay kolay sokulamazlardı. Metinde bahsedilen sarışın yosmanın arkadaşı ise pek fingirdek bir şey olduğundan zannımca, yazar herhâlde onun çarşılarda, pazarlarda dolaşa dolaşa kabak çiçeği gibi açılmış olduğuna işaret etmek istiyor.
Bana bu malumatı veren ve eski bir İstanbul efendisi olan kıymetli ağabeyim Hulusi Kocahârzem’e ve yine İstanbul’un köklü bir ailesine mensup bulunan arkadaşım ve meslektaşım Sayın Melek Topa’ya teşekkürlerimi sunarım. (s. n.)
Truva (Troie) Muharebesi kahramanlarından Ülis (Odisseus), fırtınaya tutularak bu adaya düşmüş ve Kalipso’nun sevgisini kazanıp adada yedi yıl alıkonulmuş, bilahare Jüpiter’in (Tanrılar tanrısı Zeus) emriyle Kalipso’yu terk ederek karısının yanına dönmüştür.
[Kamus-ul-a’lâm, cilt 5, sayfa 3561.]