Kitabı oku: «ARABA SEVDASI»
RECAİZADE MAHMUT EKREM1
1847 yılında İstanbul’da doğdu. Varlıklı bir ailenin çocuğu olması nedeniyle özel eğitimler aldı. Askeri liseden ayrılıp Hariciye Mektubi Kalemi’ne2 girdi. Bu sırada da Divan Edebiyatı tarzında şiirler yazıyordu. Şinasi’nin Tasvir-i Efkâr gazetesini yöneten Namık Kemal’le tanıştı. Namık Kemal’in etkisiyle Fransızcasını da ilerletmek için gazeteye, yeni tarzda yazılar yazmaya başladı. Gazetedeki yazıları, kitap halinde yayımlanan şiirleri, Fransızcadan yaptığı çevirilerle kısa sürede tanındı. Henüz yirmi üç yaşındayken Şurayı Devlet3 üye yardımcılığına atandı.
Şinasi’nin Avrupa’ya, Namık Kemal’in ise Paris’e kaçmasının ardından gazetenin yönetimini üstlendi. Tasvir-i Efkâr’da ve başka gazetelerde yayımlanan manzum, mensur eserleri, çevirileriyle gençlere öncülük edişi, onun “üstat” diye anılmasını sağladı. Bunun dışında Galatasaray Lisesinde ve Mülkiye Mektebinde edebiyat dersleri okuttu.
Recaizade Mahmut Ekrem, genç şairlerden birinin kitabına yazdığı ön sözde, kafiyenin göz için değil, kulak için olduğunu savundu. Eskiye çok sıkı bağlı olanlar, Mahmut Ekrem’in bu düşüncesine karşı çıkınca onlara cevap vermek için Serveti Fünun dergisini seçti ve yenilik taraftarı olan gençlerin desteğini kazandı.
Serveti Fünun Edebiyatı’nın kurucusu oldu ve bu topluluğu destekledi. Ünlü romanı Araba Sevdası’nı Serveti Fünun dergisinde tefrika ettirdikten sonra kitap olarak bastırdı. Tiyatro denemeleri oldu, Türk nazmına bazı teknik kolaylıklar getirdi. Türk Edebiyatı’na en büyük etkisi ise eleştirileriyle oldu. Olumlu yaklaşımlarıyla birçok genç şair ve yazara doğruyu ve iyiyi gösterdi. Tanzimat ve Avrupa görüş ve değerlerini yaydı; tartışmalarında eski edebiyata karşı ısrarla savaştı, ulusal bir sanat anlayışının doğması için çalıştı.
Serveti Fünün dergisi 1901 yılında dağıldı, ardından topluluk da dağılınca edebiyat çalışmalarını bıraktı. Çok sevdiği çocuklarının ölümleriyle sarsıldı ve 1908 yılına kadar üzgün ve sessiz bir hayat sürdü.
İkinci Meşrutiyet’in ilk aylarında kısa bir süre Evkaf ve Maarif Nazırlıklarında4 bulundu, sonra kendi isteğiyle bu görevinden ayrıldı, meclis üyeliğine atandı. Ölümüne kadar bu görevde kaldı.
ARABA SEVDASI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Pek az Türk romanı Araba Sevdası kadar adına bağlıdır
Ahmet Hamdi Tanpınar
Araba Sevdası, Türk Edebiyatı’nın realist ilk eseri olarak kabul edilir. 1886 yılında yazılmış, 1895 yılında ise yayımlanmıştır. Dolayısıyla kurgusu, o dönemlerin havasında dolaşan bazı şeylere uygundur.5
Romanın kahramanı Bihruz Bey, Avrupa eğitimiyle yetişmiş, batılı yaşam tarzını benimsemiş kişiler için kullanılan alafranga tabirinin mecazi anlamı olan “züppe” bir tiplemedir. Bihruz Bey, babasından kalan mal varlığını hesapsızca harcarken üç merakı vardır: Araba kullanmak, herkesten daha fazla süslü gezmek ve Fransızca konuşmak, ama Fransızcayı da yeteri kadar öğrenememiştir. Bununla birlikte cahil, müsrif ve gülünç olarak tasvir edilmiştir. Bihruz Bey’in bir Çamlıca gezintisi sırasında gördüğü Periveş Hanım’a âşık olmasının ardından bu tasvirler daha çok iç çözümlemelere yönelir. Bihruz Bey’in aşk acısı, iç konuşmalarla, onun hayali dünyasının tasvirleriyle anlatılır. Bihruz Bey’in hareketli dönemi, eserin sonlarına doğru yavaşlar ve bu iç çözümlemeler, iç konuşmalar da artar.
Alafranga olma meraklısı Bihruz Bey anlatılırken Fransızca kelimeler ve cümleler eserin hemen hemen yarısında kullanılmıştır. Eserin, Serveti Fünun dergisinde tefrikası sırasında bu kelimler ve cümleler okundukları şekilde farklı bir karakterle yazılmıştır. Ancak, özellikle her cümleden sonra dip nota bakmanın okuru yoracağını ve metinden uzaklaştıracağını düşünerek Fransızca kelime ve cümlelerin anlamlarını dip not yerine cümlenin veya kelimenin karşısında belirttim. Orijinal yazılışlarını görmek isteyen okurlarımız kitabın sonunda yer verdiğimiz sözlüğe bakabilirler.
Eserin dili; hem Osmanlıca, Farsça kelime ve tamlamaların hem de Fransızca kelime ve cümlelerin fazlalığı nedeniyle kolay anlaşılır değildi. Kelimeler ve cümleler özenle seçilip kullanılmıştı. Bu özeni ve akıcılığı bozmadan dil içi çevirisini yapmaya gayret gösterdim. Fransızca ve Farsça kelimelerle yapılan tamlamaların karşısına günümüz Türkçesiyle karşılığını yazdım. Yine kullanılmayan kelimelerin anlamlarını dip notta belirttim. Döneminde kullanılan deyimlerin dil içi çevirisini yapmadan dip notta açıklama yaptım. Fransızca eserlerin isimleri de okundukları gibi yazıldığından bunların Türkçe karşılıklarını ve eser hakkındaki bilgiyi de yine dip notta verdim. Cümlelerin daha anlaşılır olması için imlâ kurallarını şimdi kullandığımız şekilde uyguladım. Anlatılan bazı olaylarda geniş zaman kullanılmıştı; fakat bu, olayın geçtiği zaman hakkında karmaşaya neden oluyordu, bu nedenle gerektiği yerde geniş zaman eklerini şimdiki zaman olarak değiştirdim.
Türk Edebiyatı’nın ilk gerçekçi romanı olarak kabul edilmesinin yanında iç konuşma tekniğinin kullanılması anlamında da önemli bir eser olan Araba Sevdası’nın gün geçtikçe daha çok okura ulaşacağından hiç kuşkum yok.
Özlem Gündoğdu
OKURLARA
Malûmdur ki insan eğlencesiz yaşayamaz. Bendeniz gibi yaratılıştan yalnızlığı sevenler için ise okumak ve yazmaktan iyi eğlence olamaz. Şu kadar ki bu meşguliyet şekli sürekli ve özellikle ciddî olunca yorgunluğuna dayanmak mümkün değildir. Bu hâlde yorgunluğu az, eğlencesi çok meşguliyetler aramak doğaldır. İşte şu ihtiyacın yönlendirmesiyledir ki ara sıra böyle şeylerle zamanımı geçirmeye mecbur oluyorum.
İyi bilirim ki içimizde bu türlü uğraşları, meselâ satranç oynamaktan on kat abes, bahçe kazmaktan on kat faydasız sayanlar az değildir. İhtimal ki bu karar doğrudur. Ne fayda ki ben, satrancı merak edemedim. Bahçe kazmaya ise mevsimin izni yok!
(Muhsin Bey) hikâyesi hiçbir şey değilken okurlar tarafından epeyce beğenildiği için bu hikâyenin de yayımlanmasına cesaret edildi. Amacım, bunları birkaç parçaya yaymak ve ondan sonra biraz daha büyüklerini de yazmaktır.
İnsanlıkla ilgili oluşan ibret verici olaylara ve durumlara şiir ve hikmetle, felsefî bir gözle bakılırsa hepsi de az çok hazin görünür. Bunlardan bir takımının üzüntülü gözyaşlarıyla diğer bir kısmının şaşkın bir gülümsemeyle karşılanmasındaki fark; olayın niteliğindeki feciliğe değil; algılanışa aittir. Gerçek veya olabilirlik çerçevesinde düşünülme ve anlatılma koşuluna bağlı olan büyük, küçük hikâyeler ise insanlığa dair olay ve durumlar, ibret verici birer aynadır.
Bu düşünceye göre Muhsin Bey hikâyesini okurlar, ağlanacak şeylerden görmüş olduğu halde, bu Araba Sevdası’(nın) gülünecek durumlardan kabul edilmesi gerekir; fakat dikkat edilirse bu, ondan elbette daha fazla hazin, elbette daha çok kederlidir.
İstinye, 28 Kasım 1889Recaizade M. Ekrem
BİRİNCİ KISIM
1
Üsküdar’dan Bağlarbaşı yoluyla Çamlıca’ya gidilirken Tophanelioğlu’ndaki dört yol ağzı mevkiinden yaklaşık bir yüz adım ileriye uzunca bakılırsa o geniş şosenin sonuna doğru etrafı bir buçuk arşın6 kadar yükseklikte duvar içine alınmış bir ağaçlık görülür.
Bu ağaçlığa varıldığı gibi şose yol, sağ ve sol olmak üzere ikiye ayrılır. Duvarla çevrili olan ağaçlığın büyücek bir kapısı vardır ki iki yolun tam ayrıldığı noktada bulunur.
Sağ ve soldaki yollardan hangisine gidilecek olsa karşı tarafı, sözü edilen ağaçlıkla sınırlıdır. Ağaçlığın yanındaki duvar alçak olduğundan üzerinden hayvan ve özellikle insanın geçmemesi için duvar boyunca teller uzatılarak korunmuştur.
Hafif bir yokuş üzerindeki bu yollardan normal yürüyüşle dört-beş dakika kadar gidilince daima duvarla çevrili olan ağaçlıklı küçük bir meydana varılır. Ağaçlığın burada da cephede, aşağıdakiyle aynı hizada bir kapısı vardır. Yüksekten, kuşbakışı bakmak mümkün olsa, bir koni şeklinde görünecek olan ağaçlık burada bitse de iki yol yine birleşemez. Meydancığın otuz adım ötesinde epeyce geniş ve yüksek bir set üzerinde – eski binaları taklit etmek için yapılmış – saçaklı, enli bir kattan ibaret bir bina ve bunun etrafında büyücek bazı ağaçlar vardır. Onun üst yanında diğer bir set ile başlayan yer ise birtakım servi ve meşe ağaçlarını ve vaktiyle kırılamayıp kalmış ve yerin “Sarıkaya” ismiyle adlandırılmasına sebep olmuş büyük büyük sararmış kayaları içine alan, inişli yokuşlu terk edilmiş bir mezarlıktır ki geçtiğimiz meydancıktan buraya kadar olan mesafe de yine bir beş dakika olarak tahmin edilir.
Bu mezarlık da geçildikten sonradır ki iki yol hem birleşir hem de düzleşir. Buradan yine bir beş dakika kadar ileri yürünürse artık, Çamlıca dağının eteğinde Kısıklı köyünün çarşısına varılmış olur. Buraya çıkıncaya kadar yorulmadıysak, yine aşağıya doğru inelim de sonunu ve sınırlarını tayin ettiğimiz yerleri inceleyelim. Doğal olarak, bu incelemeye söz konusu ağaçlıktan başlayacağız.
Burası, Çamlıca Bahçesi ismiyle, İstanbul’da en önce düzenlenen ve açılan bahçedir. Birkaç zamandan beri halkın ilgisinden tamamen uzak olduğu için çoğu günlerde kapıları kapalı durur. Yazın ve özellikle baharlarda bu bahçeyi açtırıp da aşağıdaki kapıdan içeriye girerseniz beş-on adım ilerleyerek etrafınıza bir bakıverince muazzam imar edilmiş iç açıcı bir bahçenin içinde bulunduğunuza hemen inanırsınız.
Bahçenin, sadece meydana geldiği tarihte güzel görünmesi fikriyle değil, ileride; yani zamanlar gelip geçtikçe ağaçların, ormanların büyüyerek kazanacakları duruma göre güzelliklerinin daima artarak korunabilmesi için yapılan iç düzenleme ve o büyüklü, küçüklü tarhların uygunluk ve durumlarına bakarak ilk düzenlemeyi üzerine alan ve tabiatı bilen usta kişinin sanatını da takdir ettikten sonra her tarafını dikkatli bir şekilde ve beğenerek gözden geçirmeye başlarsınız.
Dışarının meraklı bakışlarını kesmek için kenarlara düzgün bir sıra hâlinde dikilip gereği gibi yayılmış, dal budak salıvermiş salkım, aylantoz,7 atkestanesi gibi gölgeli ağaçlar ile orta yerlerde yer yer dikilmiş çınar, kavak, manolya, salkım söğüt gibi çeşit çeşit ağaçların ve bazı yerlerde değil bakışın, güneş ışığının bile içeriye kolaylıkla nüfuz edemeyeceği şekilde sıklaşmış ormancıkların etrafında dolaşır; bunların çoğunu gönül alıcı bulursunuz. Biraz ilerleyince bir düzlüğün ortasında üstü kapalı, etrafı açık, kameriyemsi bir şey ve bazı kenar yolların üzerinde kulübe tarzında, düzenli ve hoşa giden ufak ufak binalar gözünüze ilişir. Bunlardan kameriyeye benzeyen şeyin; özel günlerde müzik çalmak için çağrılacak çalgıcı takımına özel bir yer ve o kulübelerin de bahçe içinde yiyecek ve içecek satmak için yapılmış büfeler olduğunu anlar, bunları da beğenirsiniz.
Azıcık daha ileri gidince büyük bir lak (göl), onun ortasında hoş bir adacık, bu adayı kenara tutturmak için düzensiz bir şekilde çitten yapılmış doğal, güzel köprüler ve adanın üzerinde yine işlenmemiş ağaç dalı ve kütüklerinden inşa edilmiş zarif bir köşk görünür. Bunlardan da aşırı hoşlanırsınız. En sonra yukarıdaki kapıdan çıkarak sözü geçen meydancığı geçer ve set üzerine çıkarak önceden gördüğünüz binayı da yakından seyrettiğiniz ve bunun da bahçeye bağlı bir gazino olduğunu öğrendiğiniz hâlde bahçenin her şekilde kusursuz olduğunu kabul edersiniz.
2
Şu birkaç sözle, özellikleri kabaca tarif edilmiş olan Çamlıca Bahçesi, bundan önce şimdiki gibi hüzünlü, sessiz, huzurlu ve tenha yer değil; neşeli, eğlenceli ve kalabalık bir yerdi. Tertip ve düzeniyle bir hayli zaman uğraşılan bu bahçenin 1870 senesinin bahar mevsiminde açılacağı haberi, İstanbul’la “Bilâd-ı Selâse”8 diye anılan yerlerin halkı arasında yayılınca eğlence heveslisi olan gençler ve özellikle böyle eğlenceleri erkeklerden birkaç kat fazla aramaya yaratılıştan gelen bir istekle meraklı olan hanımlar, o belirli zamanın gelmesini bekleyerek elbiseye, süse ilişkin hazırlıklara gereği gibi hız vermişler ve bizim memlekette benzeri henüz görülmeyen bu moda gezinti yerinden her zaman ve belki mehtaplı gecelerde bile yararlanmak amacıyla, (buraya) kolaylıkla ulaşabilmek için pek çok aile Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Tophanelioğlu, Bağlarbaşı içinde köşkler, haneler kiralayarak bahar gelir gelmez hemen taşınmaya başlamışlardı.
Nihayet o senenin mayıs ayı başlarında bahçe açıldı. Dinlenme ve gezinmeye özgü olan cuma ve pazar günleri Üsküdar, Kadıköyü, Beylerbeyi gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden, İstanbul’un başka uzak mahallelerinden, Boğaziçi’nden ve diğer mahallelerden arabalarla, hayvanlarla ve bazen yayan olarak gelen kadın, erkek binlerce seyircinin bahçeye hücumu gerçekten görülecek seyirlerdendi.
Çevresi, bir çeyrek saatte ancak dolaşılabilen bahçe, o kadar geniş olmasına rağmen, o kalabalığı içine sığdıramadığından halkın bir takımı girdikçe diğer bir takımını çıkmaya mecbur ederdi. Bu şekilde gerek yukarıdaki, gerek aşağıdaki kapıdan sürekli girip çıkan seyircilerin kalabalığından o koca bahçe – benzetme biraz kabaca ise de – büyük bir arı kovanını andırırdı; fakat bu kovandaki arıların bal alacakları çiçekler de içinde bulunurdu! İçeride kalanlardan, alafranga bir tabirle güzel cinse mensup olanlar, bahar çiçekleriyle yarışır gibi en parlak, en güzel renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak isteğiyle kararsız olan eşek arısı yaratılışlı genç beyler de çiçeklerin arasında ikişer ikişer dolaşırlardı.
Bahçenin dışarısına gelince, o da bir başka âlemdi: Süslü hanımları, şık beyleri taşıyan birkaç yüz kadar araba, bahçenin etrafını kuşatarak hareketli bir zincir gibi birbiri ardınca sürekli ve karşılıklı dolaşırlardı.
Her ne kadar o tarihte ağaçlar daha pek genç ve belki çocuk, ormanlar ise pek seyrek olmakla beraber, bitki türleri içinde güzel manzaraya ve güzel bir görünüşe sahip bahçeleri süsleyen ağaçların, çiçeklerin ve çimenlerin kabul ve itibar gören her çeşidi kendisinde olduğu için tabiatın bahar bahçesinin seçilmiş topluluğu gibi görülmeye lâyık olan ve fazla olarak içinde lak (göl) ve köşk gibi, bakanları başkaca memnun edecek şeyleri ve özellikle dinlenme ve huzur arzu edenler için yer yer sandalyeleri, kanepeleri bulunan bu bahçe, halkın diğer seyir yerlerine olan rağbetini tamamıyla kendine çekmişti. Bundan dolayı cuma ve pazardan başka günlerde ve bazen mehtaplı gecelerde bile bahçe, ziyaretçisiz kalmazdı. Onun için demiştik ki Çamlıca Bahçesi bundan önce, şimdiki gibi hüzünlü, sessiz, huzurlu, tenha değil; kalabalık (bir) neşe ve eğlence yeriydi. Gerçekte, o yaşlı ağaçlar vaktiyle gençti. İsteklerinin hevesiyle kararsız olan gençler gibi bunlar da en hafif bir rüzgârla hemen salınırlar; istek ve ümitle konuşmaya başlarlardı.
3
O senenin haziran ayının ortalarına doğru sıcaklar şiddetini günden güne artırdı. Sıcaklar çoğaldıkça bahçedeki kalabalık eksildi. O sırada bir perşembe gecesi ortaya çıkan fırtınanın ardından ta sabaha kadar devam eden yağmur, havayı temizleyip değiştirdi ve tozları tamamen bastırdığı gibi dağlara, bağlara da bir tazelik verdiğinden bir gün sonraki cuma günü saat sekiz sularında bahçe, benzeri görülmedik bir kalabalığa ulaştı. Bu kalabalığın geneli – kadınlar başka, erkekler yine başka olarak – bahçenin içinde aşağı yukarı üçer beşer gruplarla geziniyorlar, diğerleri de tarhların arasındaki kanepelere, sandalyelere oturarak ve çalgıcıların, o zamanlar İstanbul’da pek moda olan Bel Helen9operasından çaldıkları havaları dinleyerek, gezinenleri seyredip eğleniyorlardı.
Bu seyircilerin içinde yaklaşık yirmi üç, yirmi beş yaşlarında, top simalı, saz benizli, elâ gözlü, kara saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, güzel giyinmiş bir bey görüldü ki aşağıdaki kapıya yakın ve kapıdan her girip çıkanı görmeye uygun bir yer tutarak, bir masanın iki yanındaki birer sandalyeden birine kendisi kurulmuş; diğerine de yakasının iç tarafındaki Terzi Mir markası yakından geçenlerin gözlerine çarpmakta olan pardösüsünü sanki gelişi güzel atmıştı.
Masanın üzerindeki bir tepsinin içinde görünen bir arpa suyu kadehi, hemen bir saatten beri geldiği gibi dolu duruyordu. Genç bey ise, oturduğu yerde sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını mızıkanın usulüne uygun bir hareketle sürekli oynatıyor ve o ayağı pek de küçük değilken fazlasıyla nazik, fazlasıyla biçimli gösteren Heral işi parlak botunun sivrice burnuna elindeki bağa10 saplı ve sapının üzerinde Fransızca M.B. harflerini gösteren gümüş markalı bastonuyla kesintisiz ardı sıra vuruyor ve en az, her beş dakikada bir kere, uçları altınlı siyah ipek bir şeride bağlı mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan ve sabırsızlıkla yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş-on adım gittikten sonra yine sandalyesine dönerek önceki vaziyetini alıyordu. Genç beyin bu hâline dikkat edenler, kendisinin önemli bir bekleme rahatsızlığı içinde olduğunu düşünebilirlerdi.
4
Muhteşem Bihruz Bey, eski vezirlerden ölmüş olan (…) Paşa’nın oğludur. Vilâyetten vilâyete geçerek on beş sene kadar birbiri ardınca İstanbul’a ayak basmamış olan pederiyle küçük yaşlarında memleket memleket dolaştığından dolayı Bihruz Bey, bir çocuk için birinci derecede öğrenilmesi gereken bilgileri, on altı yaşına kadar öğrenememişti. Nihayet, pederinin görevinden alınması üzerine İstanbul’a dönüşünde oğlunun bir ortaokula kaydedilmesine nasılsa yardım edildi. Aradan altı ay geçmeden (…) Paşa, yine bir vilâyet valiliğine memur olup, İstanbul’dan tekrar ayrılmak zorunda kaldıysa da bu defa Bihruz Bey, tahsilinden geri kalmaması için validesiyle birlikte İstanbul’da bırakıldı.
İki sene sonra Paşa, görevinden yine alınıp İstanbul’a geldiği zaman oğlunu kara cümleden,11 imlâdan, okumadan imtihan ederek, bilgisini yeterli derecede görerek tahsilini tamamlayıp da bir diploma alıncaya kadar okula devam ettirmeye gerek görmeyerek çocuğu, kendi arzusu üzerine Bâbıâli dairelerinden birine çırak ettirdi ve bey, tahsili artık doğal olarak yapılması gereken Fransızcayla beraber ikinci derecede gerekli görülen Arapça ve Farsçayı öğrenmek üzere Bihruz Bey’e başka başka maaşlı hocalar tayin etti.
Bihruz Bey, ilk hevesle beş-altı ay kadar kaleme devam ederek daha Fransızca bir cümle okuyamadan ağızdan ezberlediği bir hayli kelime ve tamlamalarla en alafranga genç beylerin tavır, kıyafet, hâl ve hareketini taklitte gerçekten büyük bir yetenek eseri gösterdi.
Bihruz Bey, ailesinin tek çocuğu olduğu için zaten pek şımarık büyümüştü. Pederinin serveti ve zenginliği, oğlanın her arzu ettiği şeye kolaycacık ulaşmasına uygun olduğu gibi gençliğin gereklerinden olan eğilimlerine de hiçbir taraftan, hiçbir şekilde engel olunmayan Bihruz Bey, sonraları kaleme gelip gitmeyi de pek seyrekleştirmişti.
Kaleme gitmediği günlerdeyse saçlarını kestirmek, terziye kıyafet ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir; cumaları, pazarları da sabahleyin hocalarıyla yarımşar saat ders çalıştıktan sonra evden çıkar, akşamlara kadar gezinti yerlerinde dolaşırdı.
Vilâyetlerde bulunduğu zaman en büyük zevki; sırmalı elbise içinde, midilli veya at üzerinde, arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu beyin İstanbul’a geldikten sonraki merakı üç şeye yöneldi ki birincisi, araba kullanmak; ikincisi, alafranga beylerin hepsinden daha süslü gezmek; üçüncüsü de berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla Fransızca konuşmaktı.
Bey, kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çamlıca’daki köşklerinde ikamet ediyordu. Kendisi gibi zengin çocuklarının rağbet göstereceği hiçbir mesire yeri bulunmazdı ki bu beyefendi, en son modaya uygun şekilde giyinmiş olduğu hâlde bazen yağız ve bazen kır bir çift beygir koşulu dört tekerlek üzerinde üstü ve yanları açık süslü bir peykeden12 oluşan ve seyisin oturağının arkada bulunduğu arabasıyla orada hazır bulunmasın.
Kışın, meselâ kışın soğuk günlerinin içinde açık bir hava görünce sırf süsünü bozmamak için sırtında dar ve ince bir ceket, dizlerinin üzerinde ise sırf süslü görünmek için kadife bir örtüyle Beyoğlu caddesinde, Kâğıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle en şiddetli poyrazın karşısında tir tir titreyen Bihruz Bey, yazın da otuz-otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçesi yollarında yine o hevesle en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır; fakat bu azabı kendisine en büyük zevk sayardı. Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa amacı; görünmekle beraber görmek değil, sadece görünmekti.
Nihayet, (…) Paşa’nın ölümü üzerine oğlu, bir anda yirmi sekiz bin liralık bir mirasa kavuşunca, hareketlerinde de serbest kalınca o büyük serveti az zaman içinde tüketecek zevk ve eğlenceye koyuldu; çünkü valide hanımefendinin oğlu hakkında eskiden beri hiçbir kararı, hiçbir tehdidi etkili olamazdı. Pederinin ölümüyle oğluna geçen servetin iyi idare edilmesi yolunda akrabadan bazı kişileri işe karıştırmak gibi tedbirlere girişmişse de sonuçsuz kalacağını anladığı gibi çocuğu tamamen kendi isteklerine bırakmak zaafını göstermiş ve fazla olarak genç beye o taraftan da bir sıkıntı çektirmemek üzere konağın mutfak masrafını ve hizmetlerinde tuttukları bazı emektar hizmetçilerin maaşlarını kendi gelirinden karşılamaya razı olmuştu.
Mirasyedi beyefendinin kendi zevk ve eğlencesinden başka hiçbir masrafı olmadığı hâlde her ay eline geçen yüz elli lira kadar bir para, o eğlenceye yetmiyordu.
Bu arada da beyin, Arapça ve Farsça hocaları birer birer aşağılandığından konağa gelmemeye başladılar. Sadece Mösyö Piyer adındaki Fransızca hocası, beyin karakterine göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyar olunca onun, eskiden olduğu gibi devam etmesine izin verildi, hatta dört lira olan maaşı, altı liraya yükseltildi.
Bütün mirasyedilerin düşündüğü gibi Bihruz Bey de servetini yemekle bitmez tükenmez zannediyordu. Bundan dolayı ulu orta giriştiği harcamalara nakitten başladı. Onlar bitince İstanbul tarafındaki en az gelir getiren dükkânlar birer birer elden çıkarıldı. Ardından, Beyoğlu’ndaki önemli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. Gelir adına, Galata’da bir han kalmıştı. Nihayet o da satıldı. Mülk olarak elde Süleymaniye’deki konakla Küçük Çamlıca’daki köşkten başka bir şey kalmadı. Bununla beraber, Bihruz Bey dalmış olduğu zevk ve eğlence yanlışlığında arabasıyla, hizmetçileriyle gösterişli bir şekilde koşmaya devam ediyordu; çünkü valide hanımın renk renk kadife kutular içinde çekmecelerde duran ziynet ve mücevherlerine henüz el sürülmemiş ve hanımın kendi sorumluluğunda bulunan diğer beş – on parça gelire ise hiç saldırılmamıştı.