Kitabı oku: «ARABA SEVDASI», sayfa 2
5
Çamlıca Halk Bahçesinin açılacağını, civarla olan ilişkisi dolayısıyla doğal olarak herkesten önce haber alan Bihruz Bey, mart ayı gelir gelmez validesini zorlaya zorlaya yazlık köşke taşınmaya onu razı etmiş ve köşke taşınmalarının ertesi günü hemen jarden püblike (halk bahçesine) koşarak, içini ve dışını inceleyerek buranın pek a lâmod (moda) ve özellikle kendi arzusu yönünde süsünü göstermeye pek favorabl (uygun) bir promönad (gezinti) yeri olacağını anlayınca ekipajına (arabasına) biraz daha süs vermek için Beyoğlu’nda tedarik ettiği bazı aracılarla Bender fabrikasının üretimlerinden olmak üzere gayet hafif ve zarif bir arabayla diğerlerine oranla ikişer parmak daha boylu, eğitilmiş bir çift Macar araba hayvanı ısmarlamıştı.
Arabayla hayvanlar bahçenin açıldığının ikinci haftasında gelip, yetişti. Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü halk bahçesinin seyircileri arasında görünmeye başladı.
Araba, aslında o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmış, yan tarafları beyin isim ve lâkabının ilk harflerini bulunduran yaldızlı birer markayla süslenmiş; tekerleklerinin çubukları incecik; fakat kendisi fazlasıyla yüksek, zarif ve nazik; bayağı bir tabirle kız gibi bir şeydi. Cinsinin en güzellerinden olan kır hayvanlara gelince; bunların da gerek boyları, gerek renkleri arabayla uyum içinde olduğu gibi koşum takımı da tabi ki en iyisindendi.
Mevsimin modasına göre bazen koyu, bazen açık renkte gayet dar elbisesi, bal renginde eldivenleri… Küçük fesiyle yan taraftan yüzünün yarısı, Frenk gömleğinin dimdik duran yüksek yakasıyla örtülmüş… Bileğinden aşağıya, ellerinin yarısından fazlası, yine o gömleğin uzun kolları içinde saklanmış olduğu hâlde Bihruz Bey, arabanın ön tarafında bulunarak hayvanların terbiyesini tutar; parlak düğmesi, lâcivert setresi,13 malta renginde açık ve dar pantolonu, diz kapaklarına kadar çıkan uzun konçlarının yukarıdan tersine kıvrılmış tarafı beyaz, oradan aşağısı siyah çizmeleri ve beyinkinden daha açık büyücek fesiyle seyis de kendi yerinde oturarak beyefendinin hareketlerine dikkat ederdi.
Bundan dolayı Bihruz Bey’in ekipajı (arabası) yukarıda tarif edildiği gibi bahçenin etrafını sürekli ve karşılıklı dolaşan hareketli zincirin en güzel birinci halkası sayılmaya lâyıktı.
Bihruz Bey bahçe gezintisinde araba kullandığı zamanlar bir kimseyi çiğneyip de bir kaza çıkarmamak, arabayı bir yere çarptırıp da bir sakatlığa meydan vermemek için kendi hayvanlarının ve özellikle öndeki ve gerideki arabaların hareketlerine dikkatini vermek zorunda olduğundan dolayı hiçbir şey göremez, hiçbir kimseye bakamazdı. Ancak, görmek, bakmak da istemezdi; çünkü amacı yine, süs ve gösteriş olan arabasıyla, gezinenler içinde birinciliği elde etmekten ibaret olarak bu amacın gerçekleşeceğinden de kendisi tamamıyla emindi. Şu kadar ki o kıyafette, o vaziyette ve özellikle o kalabalık içinde saatlerce araba kullanmak yorgunluğuna katlanamadığından; hem dinlenmek hem de ekipajının (arabasının) izleyenlerde ortaya çıkardığı efeyi (etkiyi) bizzat görmek için ara sıra bahçenin üst tarafındaki meydancığın – gelen geçen arabaları görmeye, içindekileri seçmeye uygun – bir noktasında arabasını durdurur ve bazı zaman da arabadan inerek bahçenin içerisinde bir tur yapmaya da heveslenirdi.
Yine bir defa, arabanın içinde o şekilde sürekli dolaşıp, etrafı izleyerek eğlenirken kalem arkadaşlarından kendisi gibi epeyce süslü; fakat arabalı değil, hatta hayvanlı da değil; yaya olan genç bir bey, Bihruz Bey’in arabasına yaklaşarak beyefendiye, a la mod (modaya uygun), yani kısacık bir selâm vererek el de verdikten ve arabanın, hayvanların övgüsüne ilişkin birkaç sözden sonra Bihruz Bey’in daveti üzerine arabaya çıktı, ötekinin yanına oturdu.
İki arkadaş hem konuşuyorlar hem de gözlerinin önünden geçmekte olan arabaları seyrediyorlardı. Bu arabalardan bir tanesi ikisinin birden dikkatini çekti; çünkü bu araba, bir çift güzel doru beygir koşulu büyücek, yeni bir landoydu; çünkü landonun sieji (oturağı) üzerinde özel bir dikkatle oturmakta olan koşe, yani arabacı, parlak düğmeliydi; çünkü landonun içinde bulunan iki beyaz baştan biri, beylerin bulundukları noktaya gelince arabadan dışarıya doğru özel bir tavırla uzanarak ilk önce arabaya, hayvanlara; sonra da beyefendilere eğilerek başka bir dikkatle bakmıştı.
Lando ikinci defa geçtiği sırada o beyaz baş yine önceki hareketi tekrar edince Bihruz Bey, söze başlayarak iki genç arasında şu konuşma geçti:
“Tre şik (çok şık)!”
“Trez elegant (çok zarif)!”
“Monşer, kimin bu lando?”
“Landoyu tanıyamadım.”
“E la blond (ve sarışın)?”
“Blond’u tanıyacağım gibi.”
“Kim bakayım?”
“Fakat pek sür (emin)değilim. Bilmem benzetiyor muyum?”
“Kem port dit (ne önemi var)!
“Zannederim ki bizim köyden. Belki de bizim kartiyeden (mahalleden).”
“Drol (tuhaf)! Dünyada ne kadar güzel varsa hepsi de sizin köyden mi olur?”
“Hepsi değil, ama bazıları. Ne zannettin ya. Bizim köy cennetten bir parça. Bunlar da hurileri.”
“Fenerbahçesi’nden dolayı mı?”
“Hayır, Kuşdili’nden dolayı!”
“Ben o dilden anlamam. Fener âlemi nasıl gidiyor? Mond (kibar takımı)geliyor mu?”
“Ne gezer! Sizin bu jardeniniz (bahçeniz) yok mu? Papazın bağını da kuruttu. Fener’in parlaklığını da söndürdü. Moda’yı da eskitti. Şimdi buradan başka her yer dezer (çöl)!”
6
Arkadaşıyla bu konuşmayı yaptığı kısa süre içerisinde Bihruz Bey’in zihninden bir sürü düşünce geçmişti.
“Ne münasebet? Kadıköyü gibi burjuva kartiyede (mahallesinde) bu derece şık bir ekipaj (araba) bulunsun. Ne münasebet? Orada olanlar hep bilindik. Blondu (sarışını) tanırım demesi de ağız. Tanısaydı öyle mi dururdu? Oh! Kelbote divin (ne ilâhî bir güzellik)! Sürtu kel gu ekselan (özellikle ne seçkin bir tat)! Benim ekipaja (arabaya) ne kadar dikkatli bakıyordu! Güzel yaratılışlı olduğunu bu da ispat etmez mi? Acaba kimdir bu? Şüphesiz ün jön fiy blond (sarışın genç bir kız); lâkin şu Keşfi’yi nasıl savayım? O zaman çabuk anlaşılır. Bakalım iltifat bana mıymış, yoksa ona mı? Kim olduğunu öğrenmek kolay. Takip de eder, gittiği yeri görürüm.”
Şu düşüncelerinden de anlaşılır ki Bihruz Bey, landonun Kadıköyü tarafından olduğuna ihtimal veremiyor ve arkadaşı Keşfi Bey’in: “Landoyu her ne kadar tanımasam da sarışın hanımı bileceğim,” yollu sözünü – hanıma birlikte bakıyor olmaları sebebiyle – bir çeşit sakınmaya yormakla beraber, bu konuda şüpheden tamamen uzak olamıyordu.
Landoyu, Kadıköyü’ne yakıştıramıyordu; çünkü alafranga beylerle çok birlikte olması sayesinde, ortaya çıkardığı bazı garip fikirlerinden dolayı Bihruz Bey, İstanbul’la çevresindeki bölgeleri ve mahalleleri birincisi, kendisi gibi noblese; yani soylu ve seçkinlerden olan sivilise (medeni) kibara; ikincisi, burjuva sınıfına yani medenî fikirlerden o kadar nasibi olmayan kaba yaratılışlı, orta hâlli halka; üçüncüsü, esnaf takımına özgü olmak üzere üç sınıfa ayırmış ve Kadıköyü’nü birinciye geçirmek lâzım gelirken her nasılsa ikinci sınıfa sokmuştu.
Arkadaşı Keşfi Bey’in “Sarışın hanımı tanırım,” demesini gerçekten çok, yalandan bir tedbire yormasındaki sebep ise şuydu: Güya Keşfi Bey, bu cilveliye kur yapacak olursa – kendi köyünden olduğu ve zaten tanıdığı için – Bihruz Bey’in bir şey demeye hakkı ve rekabete kalkışmaya yüzü olamayacak. Oysaki Bihruz Bey nerede, Keşfi Bey nerede? İkisinin arasında asaleten, uygunluk ve zarafet olarak şahsen var olan fark, Küçük Çamlıca ile Kadıköyü arasındaki fark kadar büyüktü. Landonun seçkin koltuğunu süsleyen cilvelinin bu farkı bilmemesi ise Bihruz Bey’in fikrince mümkün değildi. Burası öyle ise de hanımefendinin bir ara, Keşfi Bey’e bakışındaki sebep neydi?
Bu bakışın manası Keşfi Bey’e: “Bey! Sen o arabaya hiç de yakışmıyorsun!” demek miydi, yoksa kendisine karşı, “Öyle adî adamlarla niçin görüşüyorsunuz?” veya “Yanınızda o bulunmasaydı size daha başka türlü bakacaktım,” yollu bir şey miydi? Bunu derhâl anlamak Bihruz Bey için pek önemliydi ve bu da Keşfi Bey’in savulmasına bağlıydı. Onun için Keşfi Bey’i yanından defetmeye zihninde bir çare arayıp dururken Keşfi Bey’in, “Monşer, ben biraz da bahçeye gireceğim. Arkadaşlardan birisiyle randevumuz var, bakayım gelmiş mi?” yollu ayrılmak istemeye kalkışmasını, “Öyle ise orövuar (hoşça kal),” diye karşılayarak iki arkadaş birbirinden ayrıldı.
7
Keşfi Bey, gerçekten de bahçeye girip kalabalığın içinde kayboldu. Bihruz Bey de fesini, boyunbağını düzelttikten, potinlerinin tozunu arabacısına aldırdıktan sonra yerine rahatça yerleşti. Landonun gelmesini beklemeye başladı.
Aradan iki dakika geçmeden lando, bahçenin öbür köşesinden göründü. Zavallı Bihruz Bey, o güne kadar öyle bir yürek çarpıntısına uğramamıştı. Başındaki kan, kalbine doğru hücum ederek yüzü, mavi bir renk aldı. Kendi kendine: “Diyabl! Par hazar sörej amurö (hay aksi şeytan! Anîden âşık mı oluyorum)?” gibi alafranga söylenmeye başladı. Oturduğu yerde bazı pozlardan sonra landoya gözlerini dikti. Lando, bütün görkemiyle Bihruz Bey’in bulunduğu noktaya geliyorsa da içindekilerde kesinlikle bir hareket görünmüyordu. Bihruz Bey, arabasını biraz geri almak bahanesiyle hayvanlarını hareket ettirdi. Bundaki amacı, landonun içindekilere, “Ben buradayım!” demekti. Bu hareketin de hükmü olamadı. Lando, geldiği gibi geçti, gitti.
“Ne bayağı kadın! Yazık ekipaja (arabaya)! O da bir şey değil ya! Zaten modası geçmiş! Hayvanlar desen kaç paralık şeyler? Öyle ordiner (sıradan)insanlar kendileri gibi insanlara meyleder. Se tunatürel (hepsi doğal); fakat domaj! Vuala ün bote mal plase! Si se tün bote par egzampl (yazık! İşte yerinde olmayan bir güzellik! Eğer bu güzellikse)!”
Bihruz Bey’in böyle sözler söylemeye kalkışması arabadan önceki iltifata erişemediği için (onu) elde edememenin tesellisiydi, yoksa gerçek durumda, o zamana kadar bir kerecik olsun tatmadığı bir kıskançlığın acı lezzetini birdenbire duymuş ve bu kıskançlığın doğal sonucu olmak üzere ansızın öfkelenerek gözleri kararmış, fikirleri bulanmıştı. Bundan dolayı kendisine bir dakika önce bir neşe ve eğlence âlemi gibi görünen o gezinti yerini gözleri huzursuz eden bir kargaşalıktan ibaret görmeye ve bahçeden doğru gelen mızıka seslerini kulakları tırmalayan bir cehennem gürültüsü gibi duymaya başladı; fakat ne yapsın? Arabanın arkasından gitmek bir tenezzül, orada durmak tahammül edilemez. Bütün bütün savuşup gitmek varsa da o da üzüleceği için kendince bir çeşit küçüklük. Çaresiz, Bihruz Bey zihninde hiçbir şeye karar veremediği için olduğu yerde durup düşündü.
Fransızca hocasıyla beraber okuduğu bazı romanlarda kendisinin düştüğü zor duruma benzer bazı olaylar geçmişti. Bir ara aklına onlar geldi. Onları düşündükçe kanındaki öfke yavaş yavaş soğumaya başladı; çünkü böyle durumlarda kadınlara karşı endiferans (kayıtsızlık) göstermekten başka etkili ve faydalı bir tedbir olamayacağı tecrübesi, o romanların kendisine kazandırdığı faydalardan olmak üzere hatırlayarak, olduğu gibi orada kalmaya ve lando tekrar gelip geçtiği zaman kendisi de ilgilenmiyormuş gibi başka bir tarafa bakmaya karar verdi. Bu defa, landoyu rahatça bekledi.
Lando dördüncü defa olmak üzere yine öbür taraftan göründü; fakat bu defa doğruca bahçenin kapı hizasına geldi, durdu. Hanımların emir ve işaretleri üzerine arabacı derhâl aşağıya atladı, arabanın kapısını açtı. Zihninde, tamamıyla ilgisiz görünmeye karar veren Bihruz Bey’in gözleri, öncekinden daha fazla açılmış, ileriden bu duruma bakıyordu. Arabanın kapısı açılır açılmaz birbirini takip ederek iki hanım indi. Bunlardan birincisi o bildiğimiz sarışın hanım, diğeri de ona eşlik eden hanımdı. Hanımlar arabadan indikten sonra arabacı aldığı bir emir üzerine landoyu öbür tarafa doğru yürüttü. Sarışın hanım – kendisi gibi gönül avcılığında ustalık kazanmış cilvelilerin, kendine özgü cilvelerinden olmak üzere – yanındaki hanıma bir şey söylemiş de ona gülüyor gibi gülümseyerek Bihruz Bey’i imalı bakışlarla süzdükten sonra ağır ağır yürüdü. Arkadaşıyla birlikte bahçeye girdi. Bunlar, landolarını bahçenin hizasında durdurur durdurmaz Bihruz Bey, kendi kendine:
“Keşfi’nin randevusu anlaşıldı. Hay şıllık hay! Sö ne kün grizet (sadece bir yosma)! Ya berikinin o ağzı neydi? Fakat bu kim? Belli ki bir kokot! Böyle bir bayağı kokotla Keşfi gibi bir bayağı kurörün (çapkının) davranışlarını görmek de hoştur ya! Ben de bahçeye girer, bir tarafta bunları seyrederim. Ne önemi var ki? Ah, o zevzeğe niçin yüz verdim de arabama çağırdım, yanıma oturttum? Fakat şunun kim olduğunu öğrenmeliyim. Laparans e trompöz (görünüş aldatıcı) derler, ne kadar doğru bir söz!” yollu birtakım sözler söyleyerek bahçeye girmeye zaten karar vermişken sarışın hanımın o şekildeki bakışından yine kendisi için kararlı ve ümitli bir mana çıkardığından, kadıncağız hakkındaki sözlerini geçici olarak geri alarak arabasından hemen fırladı, bahçeye girdi. Konuşarak, önü sıra gayet yavaş yürümekte olan iki hanımı takibe başladı.
8
Sarışın hanım, kısadan uzunca, uzundan kısaca, tamam orta boylu, zarif yapılı, yürürken anîden durur, dururken birdenbire hareket eder, döner döner arkasına bakar, hani şu:
Ahû zi tu amuht behengâm-ı devîden, rem gerden ü üstaden ü vapes nigerîden.14 Meşhur sözünde tarif edilen alımlı edaya sahip bir cilveliydi. Saçları, şimdiki boyaların verdiği kızıl renkte değil, gayet açık doğal sarı, gözleri ise tabiat ressamının güzel bir yanlışlığı olmak üzere mavi değil de çizgili koyu sarı, kaşları kumral; yüzü, vücudunun narinliğine oranla dolgunca; burnu ise yüzünün dolgunluğuna göre incerek, “çekme” tabir edilen biçimde; ağzı, şairlerin hayal ettikleri, görünmeyecek kadar küçük nokta derecesinden beş on bin defa büyük; fakat yine alelâde küçüktü.
Şu nitelikleriyle epeyce güzel denilen sarışın hanımın en büyük, en etkili güzelliği bakışıyla, dudaklarındaydı. O bakışta bilmem ne öfke vardı ki dikilip durduğu zaman bağlantı kurduğu gözlere akıcı bir şimşek gibi nüfuz ederek ta ruha ulaşır ve olağanüstü güç ve ateşi karşısında yürekleri tir tir titretirdi. O dudaklarda bilmem ne kuvvet vardı ki, nezaketli bir söz veya zarif bir tebessümle hareket etmeye başladığı zaman hasretli bakışlara türlü türlü manalar sunar ve bu manalar, insanın anlama ve dayanma gücünü yakardı.
Nazenin ne kadar da güzel giyinmişti: O zamanın modasına pek de uygun olmayarak biraz darca kesilmiş süt mavisi rengindeki atlas feracesi, boyundaki uyumu gizlemekten aciz olduğu hâlde, arabanın içinde saatlerce üzerine oturulmaktan dolayı birçok kırımlar, bükümler meydana gelmiş olduğundan, güneşe karşı gelince usta bir ressam için örnek sayılmaya lâyık şekilde gayet güzel, gayet gönül alıcı ışıklar, gölgeler içinde bir dalgalanmaya benzeyerek bakışları çekiyordu. En ince türünden yaşmağı, tozpembemsi rengindeki yanaklarının üzerinde yeni açmış bir gülü süslüyor, güzel bir sıcaklık veriyor ve yaşmağın iki yanından haylazcasına dışarıya sarkmış olan ve rüzgârın en hafif esintiyle hemen oynamaya başlayan sırma tellerse, beyaz bulut parçasına yansıyan güneş ışıklarını andırıyordu. Başındaki hotoz da hava mavisiydi. Benzetmemizin bayağılığa düşmeyeceğinden emin olsak, bunu da o sarı saçlarla beraber güneşli bir gökyüzüne benzetirdik. Eflâtunun açığı eldivenler içinde saklı ellerin ve tahminen otuz dört numara iskarpin içinde ipek çorapla gizli ayakların uyum ve inceliklerinin derecesi bilinemezse de arzulu bakışlarda bunlar da pek sevimli, pek nazikti.
Sarışın hanımın şemsiyesine gelince: Öyle dantelli, saçaklı, parlak renkli değil de tabiatındaki – hani ya şu Bihruz Bey’i ilk bakışta, “Kel gu ekselans (ne harika bir tat)!” sözüyle kendisini öven – zarafetin en büyük nişanı olmak üzere sade, güzel ve sadece sapına, feracesinin renginde bir kurdele bağlı siyah ağır atlastandı. Okuyucular, isterlerse bu şemsiyeyi de o güneşli gökyüzünün bir tarafında bir kara buluta benzetebilir. Şu kadar ki o zaman benzetmenin arz edeceği hayal tersine döner; çünkü bulut, gökyüzünün içinde olması gerekirken gökyüzü bulutun içine girmiş olur.
Sarışın hanımın yaşından söz etmedik; çünkü bilmiyoruz. Dişlerini tarif etmedik; çünkü göremedik; fakat tahminimizce nazenin, olsa olsa yirmi yaşını henüz bitirmiş olmalı. Dişler de elbette iki dizi incidir. Buna eşlik eden hanıma gelince: Bu, ötekinden uzun boylu, ötekinden enli, ötekinden yaşlı, hem de çok yaşlı; mavi gözlü, esmer yüzlü; fakat canlı canlı yürüyüşüne göre pek dinç; çok konuşmasına, şakayı çok sevmesine, sürekli gülmesine bakılırsa pek neşeli; yanlarından gelen geçenlere bir şey söyleyecekmiş gibi dikkatli dikkatli bakmasından da rahat olduğu, sanki Kalpakçılarbaşı’ndaki dükkânlardan çokça alışveriş etmiş olduğunu düşündüren bir hanımdı.
Siyaha yakın koyu yeşil canfesten15 feracesine söz yoksa da bunun arka eteğini daima sağ eliyle tutup kaldırmasında pek de zarafet yoktu. Karamandoladan16 potinleri eski değilse de yürürken feracenin etekleri epey kalktığından o potinlerin üst tarafından pamuktan yapılmış beyaz çorapların görünüşü pek güzel gelmiyordu. Sol elindeki beyaz şemsiye, ipekli gibi parlıyorsa da büküm yerlerinin bir parçacık sararmış olması o kadar hoş görünmüyordu. Kalınca yaşmağı o yaşta bir hanım için pek uygunsa da bu yaşmağın çenesinden aşağıya doğru ara sıra düşmesi hiç de sevilir şey değildi. Bununla birlikte, bu iki hanımın birbirlerine eşlik etmesi, aşırılığa kaçmayı oldukça önleyerek güzel bir manzara ortaya çıkarıyordu. Sarışın hanım, meselâ bir sarı gül, diğeri ise o güle bağlanmış bir mazı17 dalıydı ya da sarışın hanım, çiçek açmış nazik bir fidan, yanındaki ise o fidanın düzgün olmayan bir gölgesiydi ya da sarışın hanım parlak bir güneş, öbürü ise o güneşin yanından ayrılmaz, o güneşi daha parlak göstermekle beraber kendisi de hoş görünen kara bir buluttu.
9
İki hanım ağır ağır gittiler, etrafı çevrilmiş lakın (gölün) yanında durdular. Oraya beş altı kadar çiçek, birkaç da arı toplanmış, havuzu seyrediyordu. Bihruz Bey de berikilerin arkaları sıra gitti, dört beş adım kadar uzakta, lakın (gölün) kenarında bastonuna dayandı, durdu.
Havuz, bu çeşit durgun sularca eskilik, yaşlanmışlık belirtisi olan ve bazı zaman berraklıktan daha fazla hoşa giden yeşil rengi henüz kazanamamış ise de epeyce bulanmış, sararmış olduğundan üstü, kenar ve civarındaki ağaçlar ve bitkilerle seyretmeye gelenlerin şekline, görünüşüne, boyuna, posuna aynalık edebiliyordu. İçerisindeki kırmızı, beyaz, siyah renkte balıklar güneşten yaşam paylarını almak için ta suyun yüzüne kadar çıkmış ve su âlemi içinde sakin ve kendilerinden geçmişçesine etrafı seyretmeye dalmıştı. Havuzun, güneş ışıklarının yansımasıyla parıl parıl parlayan yüzeyi – içindeki bu balıklarla beraber – kötü renkte çiçekli bir ipek kumaş gibi görünüyordu.
Sarışın hanımla yanındaki hanım, lakın (gölün) kenarına gidip de yüzünde kendi yansımalarını görünce sarışın hanımın söze başlamasıyla aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Bak bak Çengi Hanım, yer aynası! Görüyor musun kendini?”
“Yer aynası mı? O da nedir? Yer elması bilirim, ama yer aynası hiç işitmedimdi.”
“Yaşmağını biraz sıyırır da bakarsan yer aynasının içinde iki tane yer elması da görürsün.”
“Nesine bakayım. Bulanık bir su! O kırmızı şeyler de herhâlde Amasya elması olacak.”
“Ay, Amasya’da elmas çıkar mıymış? Ben de bunu işitmedimdi.”
“Elma ayol, elma! Elmas değil. Elmasın, pırlantanın İngiltere’de çıktığını bilmeyecek ne var? Sen de eğlence bulamadın da besbelli benimle eğleniyorsun.”
Hanımların bu konuşmasını büyük bir dikkat ve önemle işitmek için olduğu yerde – alafranga bir tabirle – baştan ayağa kulak kesilen Bihruz Bey, “yer aynası” benzetmesi ve özellikle “yer aynası içinde yer elması görüneceği imasından dolayı kendi kendine: “Kel espri (ne zekâ)! Kel fines (ne incelik)!” diyerek sarışın hanımın zarafetine hayran olup dururken en sonra İngiltere sözünü işittiği gibi bunu, sadece kendisine ait olmak üzere fırlatılmış – pırlanta kadar kıymetli – ufak bir taş olarak düşünmek istedi. Bunda da aslında hakkı vardı; çünkü o toplulukta kendisinden başka İngiltere’den henüz gelmiş, bir mösyö gibi alafranga giyinmiş kimse yoktu. Böyle dünya kadar değerli bir iltifata erişmekten dolayı kendisini en birinci bahtiyarlardan saymaya kalkışan Bihruz Bey bu taşın, yani bu zarif hediyenin altında kalmayacak şekilde güzel bir karşılık hazırlamaya başladı.
Bu sırada orada bulunan seyirciler de çekiliyorlardı. Beyefendi, bu güzel rastlantının verdiği izinden yararlanarak hanımlara hemen yaklaştı. Ceketinin bir iliğine sokulmuş olan beyaz jeraniumu (sardunyayı), yani kaba Türkçesi, sardalya çiçeğini yerinden çıkardı ve:
“Kıymeti İngiltere’yi, Fransa’yı ve belki bütün Avrupa’yı satın alabilecek olan pırlantanıza böyle bir fane (solmuş) çiçekle karşılık vermek uygun değilse de kabul etmenizi ricaya cesaret etmekle kendimi mutlu sayarım. Öyle bir iltifatınız, admiratörünüzü (hayranınızı) ne derecelere kadar örö (mutlu) ettiğini tarif edemem,” diyerek çiçeği sarışın hanıma doğru uzattı.
Sarışın hanım bu lâfları üzerine hiç almayarak güya, etrafı seyretmekle meşgul oluyordu. Nihayet yanındaki hanımın uyarı ve zorlamasıyla Bihruz Bey’e doğru döndü, “Teşekkür ederim,” dedi, çiçeği aldı, bir toplu iğneyle göğsünün bir tarafına iliştirdi. Ardından, yanındaki hanıma, “Acaba köşke girmeye izin var mıdır?” diyecek oldu. Öteden Bihruz Bey hemen söze karışarak, “Bahçenin her tarafını gezmeye herkesin druası (hakkı) vardır, zaten böyle rüstik (kırsal) yerlere sizin gibi huriler, periler yakışır,” dedi. Bunun üzerine sarışın hanım gülerek arkadaşına doğru eğildi, gizlice bir şey söyledi. Söylediği: “A! Bu benim adımı nereden öğrenmiş?” sözünden ibaretti.
Bihruz Bey, sarışın hanıma derece derece yaklaşmak; onunla anlaşmak, tanışmak, konuşmak istiyor; oysaki birinci rastlantıda o kadar yakından kendisini Bihruz Bey’e göstermek – artık, bari ismiyle analım – Periveş Hanım’ın hesabına uymuyordu. Bundan dolayı, iki hanım köşkü gezmekten vazgeçerek aşağıya doğru yürüdüler. Beş-on adım sonra kalabalığın içine girdiler. Bihruz Bey de gölge gibi bunları takibe başladı.