Kitabı oku: «Anadolu'nun Kültürel Kökleri», sayfa 2

Yazı tipi:

Anaerki ve Ana Tanrıça

Anadolu'da 1960'lı yıllarda Çatalhöyük'te ve diğer neolitik yerleşimlerde yapılan kazılarda bulunan kadın heykelciklerinin tanrıçayı temsil ettiği düşünüldü.

Bu bulgular ve yine aynı dönemde yapılan arkeolojik kazılarda Kibele, Artemis ve Afrodit gibi büyük tanrıçaların yeni tapınaklarının ve kült heykellerinin ortaya çıkması, adı “Anadolu” olan ülkemizde, geçmişte güçlü tanrıçaların egemen olduğu görüşünün yaygınlaşmasına neden oldu.

Bu görüşten etkilenenler arasında Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat da vardı. Bu kitabın yazarının Ana Tanrıçalar Diyarı Anadolu (1988) adlı kitabı da bu görüşten etkilenerek yazılmıştır.

İlk kutsal varlığın bir tanrıça olduğunu Hesiodos MÖ sekizinci yüzyılda dile getirmişti. Bu görüşü yakın geçmişte gündeme getiren Johann Jacob Bachofen oldu. Bachofen, Mutterrecht adlı kitabında, toprak anaya inancı, insan bilincinin oluşmasının alt aşamalarının özelliklerinden biri olarak kabul eder. Bachofen'e göre, ilk insan toplulukları ortaklaşmacı düzende yaşardı. Bu düzende çocuklar babalarının kim olduğunu bilmezdi, mülkiyet ve akrabalık ilişkileri yoktu. Kadınların duruma el koymasıyla anaerki kuruldu. Anaerkide en temel bağlayıcı ilke, anne çocuk bağıydı. Anaerkinin yerini mülkiyet ve aile alacaktı.

Bachofen'in görüşlerini benimseyenler arasında çağdaş sosyal antropolojinin kurucularından E. B. Tylor da vardı. Tylor'a göre insan toplumlarının evrimi vahşi, barbar ve uygar olmak üzere üç aşamadan oluşurdu. Bunların ilk ikisinde kadınlar egemendi. Bachofen'in görüşleri Frazer, Freud, Engels ve Morgan tarafından desteklendi.

Döngüsel bir mantık yürütmeyle anaerki aşamasındaki toplumların tanrıçaya taptıkları ileri sürüldü: “Neden tanrıçaya tapılıyordu?” “Çünkü toplum anaerkildi.” “Toplum neden anaerkildi?” “Çünkü ana tanrıçaya tapılıyordu.”

Bu yaklaşım öyle yaygındı ki on dokuzuncu yüzyıl kâşif ve arkeoloğu William Ramsey, hiçbir kanıt göstermeye gerek duymadan, Doğu Akdeniz'deki birçok uygarlığın matrilineer1 olduğu ve bu uygarlıklarda tanrıçaya tapıldığı görüşünü “herkesçe kabul edilmiş bir gerçek” olarak sunacaktı (Roller 1999, 12). Girit'teki Minos uygarlığını araştıran Arthur Evans, tunç çağında Ege'de evrensel bir tanrıça olduğuna inanıyordu (Talalay 1994, 167).

Bachofen, tezlerine en büyük desteği Herodot tarihinde Likyalılar hakkında verilen bilgilerde bulur. Herodot'a göre (1.173) Likyalılar, annelerin adını alır. Likyalı bir kadının bir yabancıdan ya da köleden yaptığı çocuk, vatandaşlık haklarına sahip olurdu. Ama Likyalı bir erkeğin bir yabancıdan yapacağı çocuğun vatandaşlık hakları olmazdı.

Bachofen'in anaerki ile Anadolu arasında ilişki kurmasının kalıcı etkisi olacaktı. Bu etki, Bachofen'in fikirlerini benimseyen on dokuzuncu yüzyıl kâşif ve arkeoloğu William Ramsay'nin gerçek bir ana tanrıça olan Friglerin Kibele'sini gün yüzüne çıkarmasıyla güçlenecekti.

Bu bağlamda, (tam da böyle dile getirilmese de) bereket ve anneliği simgeleyen tanrıçaların, neolitik dönemin toprak heykelciklerle temsil edilen tanrıçasından başlayarak Friglerde Kibele, Helenlerde Artemis ve hatta Hıristiyanlıkta Meryem'le devam eden bir zincirin halkalarını oluşturduğu düşünüldü.

Bu zincirin halkalarını oluşturanlardan üçünün resimleri, Efes Müzesi'nde, Artemis'in heykellerinin sergilendiği salona girmeden önceki duvarda asılıdır.

Onların ikisinin adını biliriz: Kubaba ve Kibele.

Kubaba, geç Hitit dönemi tanrıçalarındandır. Kibele ise Friglerin ana tanrıçasıdır.

Üçüncü ise Çatalhöyük'te bulunmuş bir figür. İki yanında birer vahşi hayvan olan ve (bir yoruma göre) doğum yapan bu Çatalhöyük figürünün kim olduğunu bilmiyoruz.

O, Kibele'nin, Artemis'in, Meryem'in anneannesi mi? O, neolitik bir tanrıça mıydı?

Onun adı neydi?

Anadolulu Anna

“Büyük tanrıçaya tek, basit, kapsamlı bir ad vermek gerekirse, en iyi seçim Anna olacaktır.”

(Graves, Robert 1988, 372)

Çatalhöyük hanımının adını aramaya, bebeklerin ilk çıkardıkları seslerle başlayalım. Bu sesler arasında ma ya da na var. An, Sümer dilinde “cennet”, ama da anne anlamındaydı. Anna, Hatti dilinde “kadın”, Hitit dilinde ise “anne” demekti. Luwicede anni, “anne” demekti.

Himalayalar'da Annapurna, “göğsü bereketle dolu dağ”dır (B. Walker 1983, 38). Eski İran'da, kadın kabile liderlerine, büyükanne anlamında hannahanna ya da anna denirdi (B. Walker 1983, 373).

Sümer tanrısı Anut, tanrıça Anna-Nin'in erkekleştirilmiş biçimiydi. Anna-Nin, Yunanların Anaitis ve İranlıların (Venüs gezegenine verdikleri adla) Ana-hid adıyla çağırdıkları Avesta tanrıçası Ana-hita kimliğinde de göründü (B. Walker 1983, 28).

Yunanistan'ın yerli halklarından Pelasgilerin tanrıçasının adı Anna'ydı. İtalyanlar onu “Ölümsüz Anna” adıyla çağırdılar. Adını Libya tanrıçası Neith'ten alan Athena da (Ath-enna) bir başka Anna olabilir (B. Walker 1983, 74).

Ovid, Anna'nın, Ay Tanrıçası Minerva olduğunu söyler. Sappho, “ana” sözcüğünü, kraliçe anlamındaki “Anassa” sözcüğü yerine kullanır (Graves, Robert 1988, 369-70).

O, İrlanda mitolojisinde, yaşam ve ölüm veren Danaan tanrıçası “Tanrıların Annesi” Ana ya da Anan ve Britanya folklorunda, çocukları öldüren ve öldürdüğü çocukların derilerini, kurumaları için meşe ağaçlarına asan Cat Anna (Kedi Anna) adıyla bilinirdi. Keltlerin üçlü dişi tanrıçası Morriga'nın (Morgan) bakire özelliğinin adı Ana'ydı (Graves, Robert 1988, 370).

Eski Ahit'te Ana, Esau'nun eşidir (Yaratılış, 36. bap). James Joyce, Anna Livia Plurabelle'in kimliğinde onun evrenselliğini keyifli bir biçimde sergiledi.

Hıristiyan mistikleri için o, Meryem'in annesiydi: Anna.

Anna sözcüğüne atfedilen nerdeyse evrensel “anne” anlamı, bize İngiliz ozan Robert Graves'in, bu yazının başına aldığımız şu ifadesinde haklı olduğunu mu gösteriyor?

“Büyük tanrıçaya tek, basit, kapsamlı bir ad vermek gerekirse, en iyi seçim Anna olacaktır.” (Graves, Robert 1988, 372)

… Ve Anadolu

Ve bu toprakların en eski tanrıçasının adı Anna ise, Anadolu adının oluşumunda Anna sözcüğünün tanrıça ya da anne anlamları taşımasının bir etkisi olmuş muydu?

Yaygın kabul gören bir açıklamaya göre “Anadolu” sözcüğü, Helen dilinde “doğuş, özellikle güneşin doğuşu; doğu” anlamındaki anatole sözcüğünden türemiştir. Bu sözcüğün kaynağı, Eski Yunanca “doğmak, çıkmak” anlamındaki anatéllō αντέλω fiilidir (Nişan-yan 2020).

Bizim kullandığımız Anadolu adı, Anadolu yarımadasındaki önemli bir Doğu Roma ili olan Anatolikon Thema'nın (thema: kolordu çıkaran il) adını taşıması nedeniyle önce o ilin, sonra tüm yarımadanın kısaca Anatoli diye adlandırılmasıyla ortaya çıkmıştır. “Doğu Roma'nın Anatolikón askeri eyaleti Amorium/ Emirdağ kenti merkez olmak üzere 640 yılından sonra kuruldu. Latince eşdeğer adı Oriens ('Doğu') idi. 1329-1337 yıllarında burada bulunan Arap seyyah İbn Battuta Afyon-Kütahya-Ankara yöresini Anaṭoliyya adıyla anar.” Anadolu, “Fatih döneminden itibaren 'İstanbul'un doğusu ile Fırat arasındaki alan' anlamını üstlendi.” (Nişanyan 2020)

Anadolu sözcüğünün kısa etimolojisi bu. “Anna” sözcüğünün tanrıçanın ve annenin evrensel adı olmasının, “Anadolu” sözcüğünün oluşumuna bir katkısı olmamış. Bu durumda “Anadolu” sözcüğünün “Anna”yı içermesini hoş bir rastlantı olarak kabul edebiliriz.

Yine de Kubaba'nın, Kibele'nin, Artemis'in ve diğer Anadolu tanrıçalarının olası anneannesi, Çatalhöyük hanımının ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimiz adı için yapabilecek en uygun tahmin “Anna” olacaktır.

2
TANRIÇANIN SİMGELERİ

Tanrıça Uygarlıkları

Bütün insanlığın, babaların bilinmediği ortak yaşamda, sadece anne bağlarına dayalı bir dönemden geçtiğini ileri süren Bachofen, annelik bilincinin hayvanlarda da olduğunu ama babalık bilincinin insana özgü olduğunu söyler. Dolayısıyla anaerki, ataerkiden geridir ve ataerki ileri bir adımdır. Çünkü ataerki, insan bilincinin, hayvan bilincinin ötesine geçtiğini gösterir.

Ancak insanlığın geçirdiği (ya da geçirdiğine inanılan) anaerki aşaması, barışçı, anne sevgisiyle beslenen parlak bir dönem olarak yüceltildi de. Yirminci yüzyılda, Litvanya kökenli Amerikalı arkeolog Marija Gimbutas, tarımın başladığı ve insan topluluklarının yerleşik düzene geçtiği neolitik dönemde, Güneydoğu Avrupa'da bereketi kutsayan, barışçı, eşitlikçi ve anaerkil bir uygarlığın egemen olduğunu ileri sürdü. Bu uygarlık, kadınlar tarafından ya da kadınlarla erkekler tarafından birlikte yönetiliyordu.

Gimbutas'a göre çoğu doğum yapar durumdaki kadın figürinler, bu uygarlığın tanrıçalarını temsil ediyordu. Barışçı ve eşitlikçi tanrıça uygarlıkları, savaşçı ve katmanlaşmış ataerkil Hint-Avrupalı Kurgan halkları tarafından ortadan kaldırıldı. Onların yerini savaşçı, uyumsuz, kavgacı erkek egemen toplumlar aldı.

Prehistorik toprak figürinler gerçekten tanrıçaları mı temsil ediyordu? Kadınlar tarihte sadece bereketle ilgili ve barışçı roller mi üstlendi? Tanrıçalar anaerkiye, tanrılar babaerkiye mi özgüdür? Kibele ve Artemis gibi güçlü tanrıçalara tapınılan toplumlardaki babaerkiyi nasıl açıklayabiliriz? Bunlar ve benzeri sorular bilim insanları tarafından tartışılıyor.

Tanrıçanın Alfabesi

Arkeolog Marija Gimbutas, neolitik dönemde bazı geometrik simgelerin Orta Avrupa'dan Anadolu'ya uzanan geniş bir coğrafyada, çömlekler, mühürler ve duvar resimlerinde binlerce yıl boyunca (yaklaşık MÖ 6500-3500 arası) sistematik olarak yinelenmesinin bir rastlantı olamayacağı kanısındadır. Gimbutas, bu simgelerin dönemin tanrıça dininin bir tür kutsal alfabesini oluşturduğuna inanır. Ankara Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde sergilenen neolitik objeler üzerindeki simgeleri Marija Gimbutas'ın gözüyle incelemek, bu objelere bakış açımızı zenginleştirecektir.

Anadolu Uygarlıkları Müzesi'ne girince göze ilk çarpan neolitik simge, bir Çatalhöyük evi rekonstrüksiyonunun duvarındaki üçgenlerdir. Bu müzede üçgen motifini, neolitik çömlekler ve mühürlerde, ayrıca yine neolitik ve daha sonraki dönem kadın figürinlerinin üreme organlarının bulunması gereken yerlerde görürüz. (Çatalhöyük'te çok sayıda mühür bulundu. Bu mühürler, tekstil üzerine baskı yapmak ya da kişisel mülkiyeti göstermek amacıyla kullanılmış olabilir.)

Güney Fransa'da Dordogne'da, neolitikten çok önce, MÖ yaklaşık 30.000 yıllarında, mağara duvarlarına kadın üreme organı resimleri yapıldı. Gimbutas, bu resimlerin tanrıçanın ilk betimlemeleri olduğunu düşünmektedir (Gimbutas 1989, 99).

Kadın üreme organı, rahmi simgeleyen üçgen olarak gösterildiği gibi, doğumu muştulayan tohum ya da doğumu simgeleyen yarık biçiminde gösterilebilir. Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde, tanrıçanın üreme organının yarık biçiminde temsili, bir Çatalhöyük mührü üzerinde görülür (Gimbutas 1989, 99).

Müzedeki Çatalhöyük tapınağı rekonstrüksiyonunun duvarında yer alan üçgenlerin içindeki beyaz noktalar, tohumları simgeliyor olabilir. Çatalhöyük üçgenleri, aynı renk bir başka üçgenle birlikte baklava biçimi oluşturur (Gimbutas 1989, 145). Her köşesinde bir nokta olan baklava, tohumların dört yöne doğru saçılarak ekilmesini simgeleyebilir. Pek çok çiftçi topluluğunun inançlarında, tohumların dört yöne doğru saçılarak ekilmesi, doğanın yeniden canlanmasını amaçlayan bir töreni oluşturur. Bir baklava içinde birçok nokta, tohumların çoğalmasını, ekilen tarlada yaşamın yeşermesini simgeler (Gimbutas 1989, 145).

İçleri noktalı baklava biçimleriyle bezeli çömlekler tanrıçanın rahmini, bu çömleklerin içinde saklanan tohumlarsa ölülerin ruhlarını simgeliyor olabilir. Eski Yunan'da, ocağın yanında duran çömleklerin içinde saklanan tohumlar, Demetrioi (Demeter'e ait) adıyla çağrılan ve tıpkı tohumlar gibi tanrıçanın rahminde dinlenen ölüleri simgelerdi (Gimbutas 1989, 145).

Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde sergilenen Çatalhöyük buluntuları arasında, boyalı avuç içlerinin duvara bastırılmasıyla oluşturulmuş eller de var. Müzede elleri, Hacılar seramiği üzerinde de görüyoruz.

El ve ayak resimleri binlerce yıl boyunca mağaraların, tapınakların, mezarların, vazoların üzerinde görüldü. Gimbutas'a göre, bu eller ve ayaklar tanrıçaya aittir ve tanrıçayla, onun enerjisiyle teması simgeler (Gimbutas 1989, 307).

Çatalhöyük mühürlerinde sıklıkla rastlanan bir simge, V simgesidir. V ve iki V'nin birleşmesinden oluşan X simgeleri, Çatalhöyük mühürlerinin yanı sıra, Çatalhöyük ve Hacılar vazoları üzerinde de var. Yine aynı motifleri, Hacılar ve Can Hasan'ın erken kalkolitik yapıtlarında da görüyoruz. V ve iki V'nin birleşmesinden oluşan X simgeleri, İstanbul Sadberk Hanım Müzesi'ndeki Hacılar ve İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki Kuruçay ve Göller Bölgesi çömlekleri üzerinde görülüyor. Hacılar'da bulunan bir tanrıça figürünün göğsü X, üreme organı bölgesi V simgesiyle bezenmiş (Gimbutas 1989, 13).

Hacılar, MÖ 6000


Hacılar, MÖ 6000


V ve X simgeleri, neolitik dokuma tezgâhlarının ağırlıkları üzerinde de görünür. Çatalhöyük kazılarını gerçekleştiren Mellaart'a göre, Eski Yunan'da Athena'nın korumasına giren dokumacılık, Çatalhöyük'te tanrıçanın korumasındaydı (Gimbutas 1989, 68).

V simgesiyle kuş göçleri arasında ilginç bir ilişki olabilir. Kuşların göçü, bugün olduğu gibi binlerce yıl önce de önemli sayılmış olmalı. Göçmen kuşların ilkbaharda gelmeleri doğanın canlanmasının, sonbaharda gitmeleri doğanın ölümünün habercisiydi. Göçmen kuşlar uçarken türlü biçimler oluşturur. Bu biçimlerin en sık rastlananı V'dir. Gimbutas, V ve X simgelerinin, bu yüzden kutsal sayıldığını söylüyor. Neolitik dönemde, tanrıçanın kuş biçimiyle temsil edildiği figürler, V ve X ile bezendi (Gimbutas 1989, 29). Sibirya'da, Ukrayna'da ve Pireneler'de, V figürleriyle bezenmiş, MÖ yaklaşık 15.000-18.000'e tarihlenen kemikten yapılmış kuş yontuları bulundu (Gimbutas 1989, 4-5).

Çatalhöyük ve Hacılar çömlekleri üzerinde en sık rastlanan simgelerden biri de kırık ve zikzaklı çizgiler. M simgesi de kısaltılmış bir zikzak motifi olarak değerlendirilebilir. Gimbutas, zikzakın bilinen en eski motiflerden biri olduğunu ve neandertal insan tarafından MÖ yaklaşık 40.000 yıllarında kullanıldığını söylüyor. Gimbutas'a göre, tarihöncesi dönemde zikzak ve M motifleri suyu, nemi simgeliyordu (Gimbutas 1989, 19). Anadolu'daki Yunan ve Roma tapınaklarını süsleyen ve yanyana gamalı haçlardan oluşan meander motifi de dekoratif amaçlı değildir. Zikzak kaynaklı bu motif de suyu simgeler (Gimbutas 1989, 25).

Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde, kadın biçimli bir Hacılar vazosunun alt kısmında, spiral biçiminde yılan motifi görülür. Spiral biçiminde yılan motifi, İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde neolitik çömlekler üzerinde de görülür. Gimbutas'a göre yılan, yaşam gücünü, dünya yaşamına tapmanın doruğunu simgeler (Gimbutas 1989, 121). Kutsal olan yılanın bedeni değil, kıvrılan ve dönen bu bedenin yaydığı enerjidir. Aynı enerji, spiral motifinde, asma dalında, erkek üreme organında ve sarkıtlarda da vardır ama en güçlü olarak yılanda hissedilir. Bu özellikleri nedeniyle yılan simgesi; V, X, zikzak ve meander simgeleriyle birlikte görünür.

Gimbutas'a göre iç içe geçmiş ya da tek spiraller, svastika gibi dört yöne dönen figürler, hilal ve çengeller, dönemsel olan ve bir çember ya da spiral biçiminde dönen yaşamı ve zamanı simgeler (Gimbutas 1989, 295).


Can Hasan


Son olarak, Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde, özellikle Can Hasan seramiği üzerinde görülen bir motif olan ağ üzerinde duracağız. Gimbutas, ağ motifinin, suyla ilgili simgelerden biri ve V, zikzak ve M motifleriyle ilişkili olduğunu düşünüyor. Yağmur sularının diyagonal ağ desenleriyle temsil edildiği düşünülürse, ağ ve su arasındaki ilişki daha iyi anlaşılır. Öte yandan, neolitik nesneler üzerinde, ağ bezemesinin, üremeyle ilgili yumurta, üreme organı, rahim ve yaprak bezemeleriyle bir arada göründüğünü göz önüne alan Gimbutas, ağın, yaşam verebilme gücü olan bir tür sıvıyı da simgelediğini düşünür (Gimbutas 1989, 81).

Pagan Bir Simge: Haç

Hıristiyanlık öncesinde haç birçok halk tarafından yatay ve dikey düzlemlerin birliği ve evrenin kozmolojik temsili olarak kabul edilirdi. Roma kentleri bir haçla dörde bölünürdü. İlk Hıristiyanlar haçı pagan bir simge olarak görüp reddetti. En eski tasvirlerinde İsa çarmıha gerili olarak değil, Hıristiyan cemaatini simgeleyen bir koyunu kucaklamış bir çoban olarak gösterilir.

Daha sonraları Hıristiyanlar haçı ölüme karşı kazanılmış zaferin simgesi olarak benimsedi. Bu anlamda bilinen en eski haç simgesi Palmyra'da bulunmuştur ve 134 yılına tarihlenir. Büyük Konstantin döneminde haç, Hıristiyanlığın simgesi olarak benimsenir.

Konstantin, babası Konstantius Chlorus'un ölümünden sonra Galya Sezarı oldu. İtalya Sezarı olan Maxentius bunu kabul etmedi. Konstantin'in ve Maxentius'un orduları 8 Ekim 312'de, Roma'nın 8 km kuzeyinde, Tiber Nehri üzerindeki Milivia köprüsünde karşılaştılar. Tarihçi Eusebios'a göre savaş başlamadan önceki öğleden sonra, Konstantin gökte üzerinde Hoc Vince (“Bununla Kazan”) yazan bir haç gördü. Bir başka tarihçi Lactantius'a göre, savaştan önceki gece gördüğü rüyada, Konstantin'e askerlerin kalkanlarına İsa'nın adının ilk harfleri olan chi ve ro harflerini yazdırması söylendi. Bir arada yazıldıklarında chi ve ro harfleri bir haç oluşturur.


Chi Ro


Konstantin'in annesi Helena, Kudüs'e hac ziyareti yapma geleneğini başlatanlardan biridir. Helena, Kudüs'ü 327 yılında, 72 yaşındayken ziyaret etti. Helena bu ziyaretinde Afrodit'e adanmış eski bir tapınağın kalıntıları arasında tahta parçaları buldu. Bu tahta parçalarının İsa'nın ve iki hırsızın çarmıha gerildiği haçlara ait olduğu ileri sürüldü.

İsa'nın çarmıha gerildiği haçın nasıl tespit edildiği konusunda değişik inançlar vardır. Bir inanışa göre “gerçek” haç üzerine konulan bir ceset canlandı. Bir başka inanışa göre “gerçek” haçın üzerine konulan bir hasta iyileşti. “Gerçek” haçın üzerinde “Yahudilerin Kralı” yazdığına da inanılıyordu.

Helena'nın bulduğu tahta parçalarının tanrıçanın oğlu ve sevgilisi olan tanrıyı simgeleyen ağaç gövdelerine ait olduğu da ileri sürülmüştür. Tanrıçanın oğlu ve sevgilisi olan Attis'in (ki o Adonis, Bacchus, Dionysus, Sol İnvictus ve daha birçok adla da bilinirdi) her yıl 25 Mart'ta öldüğüne inanılırdı. Tanrının ölümü, tanrıçanın tapınağının zeminine bir ağaç gövdesinin gömülmesiyle canlandırılırdı. Tanrı tam dokuz ay sonra, kış gündönümünde yeniden doğardı.

Helena'nın hac gezisinden dönüp dönmediği bilinmiyor. Çok istediği gibi kutsal topraklarda gömülmüş olabilir. Ancak dokuzuncu yüzyıldan bu yana Reims'deki Hautvilliers Manastırı, Helena'nın orada gömülü olduğunu iddia eder.

Helena ölmeden önce “gerçek” haçın bir parçasını oğlu Konstantin'e yolladı. Konstantin bu parçayı annesinin Roma ziyaretlerinde kaldığı Sessorian Sarayı'na yerleştirdi ve sarayı bir kiliseye dönüştürdü. Bugün Sen Greco in Gerusalemme olarak bilinen bu kilisede Helena'ya adanmış bir şapel vardır.


Karanlık Kilise – Konstantin ve Helen


Ortaçağda kiliselerde sergilenen “gerçek haç” parçaları çoğaldı. Calvin'e göre bu parçalar büyük bir gemiyi dolduracak kadar çoktu. İnsanlar “gerçek” haçın Adem'in cennetten çıkardığı Hayat Ağacı'ndan yapıldığına inanıyorlardı.

Katolik Kilisesi Helena'yı bir azize olarak kabul etti. Helena, Konstantin'in babasıyla İngiltere'de bulunmuş ve Konstantin'i orada doğurmuştu. Belki bu yüzden, Helena İngiltere'de, bir azize olarak özellikle benimsendi. On ikinci yüzyıl tarihçisi Geoffrey of Monmouth (Monmouth'lu Geoffrey), Helena'nın Colchester kentinin efsanevi kurucusu Kral Coel'ın kızı olduğunu iddia eder. Eski İngiliz ninnilerinde Kral (King) Cole, “Old King Cole” olarak geçer.

Doğrusu şudur: Helena, günümüz Türkiye'sinde, Marmara Denizi üzerinde, İzmit Körfezi'nde yer alan Roma'nın Bitinya eyaletinin Drapenum kentinde doğmuştu. Babası bir hancıydı. Konstantin'in babası Konstantinus, handa tanıştığı Helena'yı eş olarak aldı. Konstantin, annesinin doğduğu kentin adını Helenopolis olarak değiştirecekti.

Roma İmparatoru Büyük Konstantin Hıristiyanlığı yasal bir din olarak kabul etti ve İstanbul'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti yaparak Konstantinopolis adını verdi. Kapadokya'da, Göreme Açık Hava Müzesi'ndeki Karanlık Kilise'de ve daha başka birçok kilisede, Konstantin'i annesi Helena'yla bir arada gösteren duvar resimleri var. Anne ve oğlun arasında İsa'nın çarmıha gerildiği “gerçek” haç durur.

1.Matrilineer sistem: Soyun anne tarafından geçtiği sistem.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺60

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
17 mayıs 2024
Hacim:
24 s. 41 illüstrasyon
ISBN:
9786258068955
Telif hakkı:
Maya Kitap
İndirme biçimi:
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin, ses formatı mevcut
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin PDF
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre