Sadece LitRes`te okuyun

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Define Adası», sayfa 2

Yazı tipi:

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KARA LEKE

Öğlen olduğunda serinletici içecekler ve ilaç getirip Kaptan’ın kapısının önünde durdum. Sabahleyin kendisini bıraktığımız gibi uzanıyor olsa da az biraz daha yüksekteydi sanki. Hem zayıf hem de heyecanlı görünüyordu.

“Jim.” dedi bana. “Biliyorsun ki buradaki tek düzgün insan sensin ve ben sana hep çok iyi davrandım. Her ay sana dört peni vermeyi hiç ihmal etmedim. Şimdi de oldukça düşkün bir hâlde olduğumu görüyorsundur dostum. Herkes tarafından terk edildim. Şimdi sen bana bir kap rom getirirsin, değil mi dostum?”

“Ama Doktor…” dediğim anda Kaptan, Doktor’a ettiği küfürle sözümü kesti. Sesi zayıf ama içtendi. “Tüm doktorlar alçaktır.” dedi. “Peki doktor dediğin denizcinin hâlinden ne anlar? Cehennem kadar sıcak yerlerde bulundum. Mürettebatın sarıhummadan sapır sapır öldüğünü gördüm. Kara parçalarının depremde deniz gibi alçalıp yükselişini gördüm. Doktor böyle yerler hakkında ne bilir ki? Ben romla beslenirim. Rom benim için et ve su, eş ve dost gibidir. Eğer şimdi romuma kavuşmazsam kıyıya vurmuş bir gemi enkazı gibi olurum ve felaketimin sorumlusu sen olursun Jim. Bir de doktor olacak o alçak…” dedi ve bir süre daha küfretmeye devam etti. “Parmaklarımın nasıl titrediğine bir bak.” dedi ve yalvarırcasına konuşmaya devam etti. “Baksana sabit tutamıyorum ellerimi. Şu güzel günde bir damla bile içmedim. O doktor bir aptal, inan bana. Eğer bir kadeh rom içmezsem kâbuslar görürüm Jim. Zaten bugün bir sürü korkunç rüya gördüm. İhtiyar Flint’i şu köşede, hemen arkanda gördüm. Sanki canlı gibiydi. Ben zor bir hayat yaşadım ve eğer rom içmezsem kıyameti koparırım. Senin doktor bile dedi bir bardaktan bir şey olmaz diye. Eğer bana bir kadeh rom getirirsen sana bir altın para veririm.”

Gittikçe daha da yüksek sesle konuşmaya başlıyordu. Bu durum o gün çok kötü durumda olan ve sessizliğe ihtiyaç duyan babam için beni endişelendiriyordu. Ayrıca Kaptan, Doktor’un söylediklerini hatırlatmıştı. Rüşvet teklifine alınmıştım.

“Senin paranı istemiyorum.” dedim. “Ama babama olan borcunu ödemeni istiyorum. Sana tek bir bardak getiririm, o kadar.”

Bardağı getirdiğimde açgözlü bir şekilde elimden kapıp içti.

“Hayhay.” dedi. “Bu kesinlikle daha iyi dostum. Peki şimdi bu eski yatakta ne kadar kalacağım? Doktor ne dedi?”

“En az bir hafta.” dedim.

“Lanet olsun!” diye bağırdı. “Bir hafta mı? Bu kadarını yapamam. O zamana kadar kara lekeyi çalarlar bana. Acemi denizciler işimi bitirmek için fellik fellik dolanıyorlardır şimdi. Acemiler kendilerine ait olanı ellerinde tutmayı beceremez, başkalarınınkine göz dikerler hep. Peki bu bir denizciye yakışır mı hiç? Ama ben tutumlu bir adamımdır. Kendi paramı pek harcamadım ya da kaybetmedim. Onları bir kez daha kandıracağım. Onlardan korkmuyorum. Bir kez daha usta bir manevra yapıp hepsinin hakkından geleceğim.”

Konuşmaya devam ederken bir yandan da kendini zorlayarak yataktan kalkmaya çalışıyordu. Omzuma öyle bir bastırmıştı ki neredeyse çığlık atacaktım. Bacaklarını ölü yük misali hareket ettiriyordu. Ses tonundaki zayıflık sözlerinin canlılığıyla çelişiyordu. Yatağın ucuna oturmayı başardığında durdu.

“O doktor benim işimi bitirmiş.” diye söylendi. “Kulaklarım çınlıyor. Beni yatır.”

Ben yardım edemeden eski yerine gerisin geriye düştü. Bir müddet öylece sessiz kaldı.

“Jim.” dedi en sonunda. “O denizciyi gördün mü bugün?”

“Kara Köpek’i mi?” diye sordum.

“Ah! Kara Köpek!” dedi. “O çok fena. Ama şimdi ondan fenası geldi başıma. Eğer bir şekilde kaçmayı başaramazsam kara lekeyi çalarlar bana, bilesin. Benim eski deniz sandığımın peşindeler asıl. Şimdi sen ata binebilirsin, değil mi? O zaman bir at bul ve oraya… Evet, ben gideceğim! O alçak doktorun yanına git ve kendisine mahkeme mi her neyse elinden geleni yapsın. Onların hepsi, ihtiyar Flint’in tayfasından geriye kim kaldıysa hepsi Amiral Benbow Hanı’nda olacak. Ben ikinci kaptandım. İhtiyar Flint’in ikinci kaptanıydım ve orayı bilen tek kişiyim. Benim burada olduğum gibi ölmek üzereyken vermişti bana. Ama onlar üzerime kara lekeyi çalmadan, o Kara Köpek’i ya da tek bacaklı denizciyi görmeden açmayacaksın. Jim hepsinden önemlisi…”

“Peki ama kara leke ne demek Kaptan?”

“Bu bir çağrıdır delikanlı. Eğer kara leke çalınırsa sana söylerim. Ama bu arada gözünü dört açacaksın Jim. Ben de seninle eşit bir şekilde paylaşacağıma şerefim üzerine söz veriyorum.”

Bir süre daha oyalandı. Sesi gittikçe zayıflıyordu. Ama ilacını çocuk gibi içtikten hemen sonra, “Olur da bir denizci ilaca muhtaç kalırsa o denizci herhâlde benimdir.” dedikten sonra bayılmaya benzer ağır bir uykuya daldı. Ben de onu öylece bıraktım. Eğer her şey yolunda gitseydi ne yapardım bilmiyordum. Muhtemelen hikâyenin tamamını Doktor’a anlatmam gerekirdi. Çünkü Kaptan’ın itiraflarından pişman olup beni öldürmesinden delicesine korkuyordum. Ancak o akşam zavallı babam aniden öldü ve diğer her şeyi bir tarafa bıraktık. Yaşadığımız telaş, komşuların ziyareti, cenaze işleri ve hanın sorumluluğu beni o kadar meşgul ediyordu ki korkmak bir yana Kaptan aklımın ucundan geçmiyordu.

Ertesi sabah aşağı indi. Yemeğini her zamankinden az yese de romu biraz daha fazla içti. Bardan kafasına göre içiyor, öfkeyle burnundan soluyor, surat asıyordu. Kimse ona karşı gelmeye cesaret edemiyordu. Cenazeden önceki gece hiç olmadığı kadar sarhoştu ve yas tutulan evde o çirkin deniz şarkısını söylediğini duymak hayretler içinde kalmamıza sebep olmuştu. Ancak her ne kadar zayıf olsa da ondan korkmaktan kendimizi alamıyorduk. Doktor, kilometrelerce uzakta yaşayan bir hastasına bakmaya gitmişti ve babamın ölümünden sonra evimizin yakınlarına gelmemişti. Kaptan’ın zayıf olduğunu söylemiştim. Gücünü tekrar kazanmak yerine günbegün daha da zayıf düşüyordu. Merdivenlerden güçlükle inip çıkıyor, salondan bara mekik dokuyor, bazen burnunu dışarı uzatıp denizi kokluyor, bazen duvardan destek alarak hareket ediyor ve dik bir yamaçtan tırmanıyormuşçasına zor nefes alıyordu. Bana hitaben hiç konuşmadı. Ben de bana verdiği sırları unuttuğunu düşündüm. Ancak hiç olmadığı kadar huysuzdu ve öfkelenmeye meyilliydi. Bedensel rahatsızlığı onu daha da vahşileştirmişti. Sarhoş olduğunda kılıcını çıkarıp masanın önüne yerleştirmek gibi korkunç bir alışkanlık edinmişti. Dahası insanları daha da umursamamaya başlamıştı. Kendi içine kapanmıştı. Düşünceleriyle baş başa kalır gibi bir hâli vardı ve öylesine dolaşıyordu. Bir keresinde, muhtemelen denize açılmadan önce gençliğinde öğrenmiş olduğu farklı türde bir aşk şarkısını söylediğini duymak hepimizi çok şaşırtmıştı.

Günler böyle geçip giderken cenazenin ertesi günü öğleden sonra saat üç civarında kapının önünde duruyordum bir an için. Zihnim babamla ilgili kederli düşüncelerle doluydu. Hava sert, sisli ve ayazlıydı. O sırada ağır adımlarla yol boyunca yürüyen bir adam gördüm. Hana doğru yaklaşan bu adamın kör olduğu anlaşılıyordu. Çünkü bir sopayı uzatarak yürüyordu. Yeşil bir bez parçası gözlerini ve burnunu kaplıyordu. Ya yaşlılıktan ya da güçsüzlükten dolayı kamburu çıkmıştı. Giyindiği başlıklı, eski püskü pelerin sakatmış gibi görünmesine sebep oluyordu. Ondan daha korkunç görünüşe sahip birine daha önce hiç rastlamamıştım. Hana az bir mesafe kala durdu ve sesini yükselterek ritimsiz bir tonla karşısındaki havaya hitaben konuşmaya başladı, “Acaba bu gariban köre ülkenin neresinde ya da hangi bölgesinde olduğunu söyleme lütfunda bulunur musunuz dostum? Ben gözlerimi ana vatanım İngiltere’yi savunurken kaybettim. Tanrı Kral George’u kutsasın!”

“Şu anda Amiral Benbow’da, Black Hill koyundasınız sayın beyefendi.” dedim.

“Bir ses duydum.” dedi. “Genç bir ses. Acaba bana elini uzatır ve içeri alır mısınız sevgili genç dostum?”

Korkunç görünümlü, yumuşak sesli, gözsüz yaratık elimi uzattığım anda mengene gibi sıkmaya başladı. Afallamıştım ve kurtulmaya çalışıyordum. Ancak kör adam, kolunun tek bir hareketiyle beni kendine çekti.

“Şimdi!” dedi. “Beni Kaptan’a götür delikanlı.”

“Beyefendi.” dedim. “Size yemin ederim ki buna cesaret edemem.”

“Yok öyle yağma.” diye burun kıvırdı. “Eğer beni derhâl Kaptan’a götürmezsen kolunu kırarım.”

Bu arada konuşurken kolumu öyle bir büktü ki çığlık attım.

“Beyefendi.” dedim. “Sizin iyiliğiniz için söylüyorum. Kaptan eskiden olduğu gibi değil. Kılıcını önüne çekmiş vaziyette oturuyor. Bir keresinde başka bir beyefendi…”

“Hadi bakalım, marş marş!” diye sözümü kesti. Ben daha önce hiç bu kadar acımasız, soğuk ve çirkin bir ses duymamıştım. Kör adamın ses tonu beni kolumun acısından daha çok sindirmişti ve ona derhâl itaat etmek zorunda kaldım. Doğruca kapıdan içeri girip salonun yolunu tuttum. İhtiyar ve hasta korsan burada, romdan kafayı bulmuş hâlde oturuyordu. Kör adam iyice üzerime asılmıştı. Kolumu demir yumrukla tutuyordu ve ağırlığını üzerime taşıyamayacağım kadar veriyordu. “Derhâl ona götür beni ve gördüğü anda, ‘Burada bir arkadaşın var Bill.’ de. Eğer dediğimi yapmazsan sana bunu yaparım.” dedi ve kolumu bir kez daha büktü. Canım o kadar yanmıştı ki neredeyse bayılacağımı hissettim. Kör dilenciden çok korkmuştum ve bu korku Kaptan’a duyduğum dehşeti unutmama sebep oldu. Salon kapısını açarken tembihlediği sözleri titrek bir sesle haykırdım.

Zavallı Kaptan kafasını kaldırdığında gördüğü görüntü romun etkisini yok etmiş, ayılmasını sağlamıştı. Yüzünde, dehşetten çok ölümcül bir hastalığa yakalanmış birinin ifadesi vardı. Ayağa kalkmaya davransa da bunu yapabilecek kadar gücü olduğunu zannetmiyordum.

“Otur oturduğun yerde Bill!” dedi dilenci. “Gözlerim görmüyor olabilir. Ama ben parmaklarının hareketini bile duyarım. İş iştir. Sol elini uzat. Delikanlı, sol elini bileğinden tut ve benim sağ elime yaklaştır.”

Ona harfi harfine itaat ettik. Sopasını tuttuğu elinden Kaptan’ın avucunun içine bir şey bıraktığını gördüm. El derhâl kapandı.

“İşte bu kadar.” diyen kör adam beni derhâl serbest bıraktıktan sonra şaşırtıcı bir keskinlik ve çeviklikle salondan geçip yola çıktı. Bense kıpırdamadan öylece duruyordum. Sopasıyla yere vurarak uzaklaştığını duyabiliyordum.

Kaptan’la birlikte kendimize gelmemiz zaman aldı. Nihayet Kaptan’ın bileğini bıraktım. O ana kadar tutmaya devam ediyordum. Kaptan elini çekti ve keskin bakışlarla avucunun içine baktı.

“Saat onda!” dedi. “Altı saat sonra. Hâlâ onların hakkından gelebiliriz.” dedikten sonra ayağa fırladı.

Ancak ayağa kalkar kalkmaz sendelemeye başladı. Elini boğazına götürdü ve bir süre sallanır vaziyette kaldı. Sonra tuhaf bir ses çıkararak yüzüstü yere yığıldı.

Derhâl yanına koştum, sonra annemi çağırdım. Ancak tüm bu telaş boşunaydı. Kaptan ani bir inme sonucu hayatını kaybetmişti. Son zamanlarda kendisine acımaya başlasam da aslında ondan hiç hoşlanmıyordum. Yine de öldüğünü anlar anlamaz tuhaf bir şey oldu ve gözyaşlarına boğuldum. Bu şahit olduğum ikinci ölümdü ve birincinin acısı henüz çok tazeydi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
DENİZCİ SANDIĞI

Anneme bildiğim her şeyi anlatmakta gecikmedim. Belki de ona daha önce anlatmalıydım. Bir anda kendimizi zor ve tehlikeli bir durumun içinde bulmuştuk. Ölen adamın parasının -tabii parası vardıysa- bir kısmının bizim hakkımız olduğuna şüphe yoktu. Ancak Kaptan’ın sefer arkadaşlarının özellikle de gördüğüm iki tanesinin, yani Kara Köpek ve kör dilencinin ölü adamın borçlarını ödemek için ganimetlerinden vazgeçmeye hiç niyeti yok gibi görünüyordu. Kaptan’ın derhâl ata atlayıp Doktor Livesey’e gitmem şeklindeki emri annemi yalnız ve savunmasız bırakırdı. Dolayısıyla bunu düşünemezdim bile. Aslına bakarsanız ikimizin de evde kalması zorlaşmaya başlamıştı. Ocak ızgarasındaki kömürlerin yanarken çıkardığı sesten ya da saatin tıkırtılarından ürkmeye başlamıştık. Yaklaşmaya başlayan ayak seslerini duyar gibi oluyorduk. Bir tarafta Kaptan’ın cesedinin salonda boylu boyunca uzanıyor olması diğer taraftan korkunç kör dilencinin civarlarda her an dönmek üzere beklediği düşüncesi deyim yerindeyse ölüp ölüp dirilmeme sebep oluyordu. Derhâl bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Böylece en yakın köye gidip yardım isteme kararı aldık. Bir an önce harekete geçmeliydik. Üstümüze başımıza doğru düzgün bir şey almadan, hava kararırken evden çıktık ve kendimizi ayazlı sisin içine attık.

Köy her ne kadar görüş alanımızda olmasa da mesafe olarak çok da uzakta değildi. Bir sonraki koyun karşı tarafındaydı. Beni asıl cesaretlendiren gittiğimiz yerin, kör adamın gittiği yönün tersi istikametinde olmasıydı. Bu da adam dönecek olsa bile ondan uzakta olacağımız anlamına geliyordu. Yola çıkalı birkaç dakika olmamıştı. Bazen durup etraftaki seslere kulak veriyorduk. Ancak sıra dışı bir sese tesadüf etmedik. Dalgaların hafif sesleri ve korudan gelen çıtırtılar dışında hiçbir ses yoktu.

Köye ulaştığımızda hava kararmıştı ve ben pencerelerden gelen mum ışığını gördüğümde ne kadar sevindiğimi asla unutamam. Ancak anladık ki bu bölgede göreceğimiz tek yardım sadece bundan ibaret olacaktı. Çünkü kimse bizimle Amiral Benbow Hanı’na gelmek istemiyordu. (Erkeklerin utanması gerektiğini düşünüyorsanız haklısınız!) Başımıza gelenlerden ne kadar çok bahsettiysek erkekler, kadınlar ve çocuklar evlerinin korumasına o kadar çok sığındılar. “Kaptan Flint” isminin buralarda çok iyi tanınıp dehşet uyandırdığını öğrenmek bana tuhaf gelmişti. Ayrıca, Amiral Benbow Hanı’nın yakınlarında çalışan bazı adamlar, kaçakçıya benzettikleri birkaç kişiyi yolda gördükten sonra oradan hızlıca uzaklaştıklarını söylediler. İçlerinden biri Kitt’in Çukuru dediğimiz yerde iki yelkenli bir tekne gördüğünden bahsetti. Bu yüzden Kaptan’ın dostu olan herkes onları ölümüne korkutuyordu. Uzun lafın kısası, bizi başka bir bölgede yaşayan Doktor Livesey’in evine götürmeyi teklif eden birkaç kişi çıksa da hanı savunmamıza yardımcı olmak isteyen kimse yoktu.

Korkaklığın bulaşıcı olduğunu söylerler. Ancak herkes söyleyeceğini söyledikten sonra cesaretlendirme konusunda yetenekli olan annem onlara ufak bir söylev çekti. Babasız bir çocuğa ait parayı kaybetmeyi kabul etmeyeceğini söyledi. “Hiçbiriniz gelmeye cesaret edemeseniz bile Jim ve ben cesur davranacağız. Geldiğimiz gibi döneceğiz. Sizin gibi işe yaramaz, korkak adamlara da pek teşekkürümüz yok. Ölmemiz gerekse bile açacağız o sandığı. Ayrıca hak ettiğimiz parayı verdiğiniz için size teşekkür ederim Bayan Crossley.”

Tabii ki annemle gideceğimizi söyledim. Onlar da bu gözü karalığımıza tepki gösterdiler. Ama hiçbiri bizimle gelmek istemedi. Tek yardımları kendimizi saldırı hâlinde koruyabilmemiz için elime tutuşturdukları dolu silah ve geri dönüş yolunda takip edilme ihtimalimize karşı atları hazır tutma teklifi oldu. Bu arada gençlerden biri silahlı yardım desteği bulmak için Doktor’un evine gidecekti.

O soğuk gecede annemle birlikte böylesine tehlikeli bir girişim için yola koyulduğumuzda kalbim küt küt atıyordu. Dolunay yükselmeye başlamıştı ve sisin üst sınırlarından kızıl bir ışık saçıyordu. Bu da hızımızı arttırmamızı sağladı çünkü yürüdüğümüz yol düzdü ve tekrar yola koyulduğumuzda ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Bu arada yola çıktığımızı görmek bizi izleyen biri için çok kolaydı. Yol kenarında sessizce ve çabucak ilerledik. Ayrıca korkumuzu arttıracak herhangi bir şey görmedik ya da duymadık. Ta ki içeri girip hanın kapısını kapatıncaya dek.

Sürgüyü derhâl çektim. Bir süre boyunca kalbimiz küt küt atar vaziyette karanlıkta bekledik. Ölü Kaptan’ın bedeniyle beraber yapayalnızdık. Sonra annem bardan aldığı mumu yaktı ve el ele tutuşarak salondan içeri girdik. Kaptan bıraktığımız gibi sırtüstü yatıyordu. Gözlerinden biri açıktı ve bir kolunu uzatmıştı.

“Perdeyi çek Jim.” diye fısıldadı annem. “Dışarıdan bizi izliyor olabilirler.” Perdeyi çektikten sonra annem, “Şimdi anahtarı almamız lazım. Gelsinler de görsünler bakalım!” Bu sözleri söylerken sesi ağlamaklıydı.

Derhâl dizlerimin üzerine çöktüm. Yerde, elinin yakınlarında buruşturulmuş bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdın bir yüzü siyahtı ve bunun “kara leke” olduğuna hiç şüphem yoktu. Kâğıdın diğer tarafına düzgün ve belirgin el yazısıyla, “Bu gece ona kadar vaktin var.” yazılmıştı.

“Ona kadar vakti varmış anne.” dedim ve ben bunu der demez saatimiz vurmaya başladı. Bu ani ses ikimizin de irkilmesine sebep olmuştu ancak haberler iyiydi çünkü saat daha yeni altı olmuştu. Annem:

“Anahtarı al Jim.” dedi.

Ceplerini yokladım. Birkaç madeni para, bir radansa1, biraz ip, büyük iğneler, bir ucu ısırılmış çiğneme tütünü, kırık saplı çakı, cep pusulası ve çıra kutusu vardı. Umudumu yitirmeye başlamıştım.

“Belki de boynuna asılıdır.” dedim anneme.

Kuvvetli bir tiksinti duygusuyla mücadele ederek giysisini boyun kısmından yırttım. Boynunda siyah renkli bir ip asılıydı ve bu ipi kendi çakımla kestim. Bu zafer üzerine umutla dolduk ve hiç vakit kaybetmeden Kaptan’ın uzun süre kaldığı odasına çıktık. Sandığı geldiği ilk günden beri bu odada duruyordu.

Dışarıdan bakıldığında herhangi bir denizcinin sandığına benziyordu. Üst kısmına kızgın demirle “B” harfi işlenmişti. Uzun süre boyunca hoyrat bir şekilde kullanıldığı için olsa gerek köşeleri ezilmiş ya da kırılmıştı.

“Anahtarı bana ver.” diyen annem çok sıkı kilidi göz açıp kapayıncaya kadar açmış, sandığın kapağını kaldırmıştı.

Sandığın içinden ağır tütün ve karagül kokusu yükseliyordu. Ancak üst kısmında özenle fırçalanıp katlanmış kaliteli bir takım elbise dışında hiçbir şey görünmüyordu. Annemin söylediğine göre bu kıyafetler daha önce hiç giyilmemişlerdi. Kıyafetin altında ise muhtelif eşyalar vardı. Denizci kadranı, teneke bardak, birkaç tütün çubuğu, bir çift güzel tabanca, bir külçe gümüş, eski bir İspanyol saati ve çoğu yabancı üretimi az değerli birkaç parça mücevher, bir çift pirinç kaplama pusula ve Hint Okyanusu’nun batı taraflarına ait beş altı tane tuhaf deniz kabuğu vardı. Gezgin, yalnız ve ürkek bir yaşam süren Kaptan’ın bu kabukları neden yanında taşıdığını o günden beri merak ederim.

Bu arada gümüş ve ufak tefek mücevherler dışında değerli hiçbir şey bulamadık. Bulduklarımız da işimize yaramazdı. Bunların altında deniz tuzundan beyazlaşmış eski bir tekne pelerini vardı. Annem bu şeyi sabırsızlıkla çekince sandıkta kalan son şeyleri görebildik. Geri kalanlar, bohça yapılmış bir muşamba, kâğıtlar ve sallandığında metal sesi çıkardığından içinde altın olduğunu düşündüğümüz keten bir keseden ibaretti.

“Ben o haydutlara dürüst bir kadın olduğumu göstereceğim.” dedi annem. “Hakkım olandan bir kuruş fazlasını almayacağım. Bayan Crossley’nin kesesini tut.”

Sonra annem Kaptan’ın kesesinden elimde tuttuğum kesenin içine doğru paraları saymaya başladı.

Bu uzun ve zorlu bir işti. Çünkü madeni paralar farklı miktarlardaydı ve farklı ülkelere aitti. İspanyol dublon altınları, Fransız Lui altınları, İngiliz Gine altınları, İspanyol dolarları ve bilmediğim diğerleri aynı kesedeydi. Gine altınları içlerinde en az olanıydı ve annem sadece onunla hesap yapabiliyordu.

Hesaplama işini yarıladığımız sırada aniden elimi annemin koluna koydum. Çünkü ayazlı havanın sessizliğinde dışarıdan gelen bir ses yüreğimi ağzıma getirmişti. Bu, kör adamın sopasının buz tutmuş yola vururken çıkardığı sesti. Ses yaklaştığında annemle nefesimizi tuttuk. Daha sonra sopa sertçe hanın kapısına vurdu. Rezil yaratığın kapı kolunu çevirdiğini ve sürgüyü çektiğini duyabiliyorduk. Hem içeride hem de dışarıda uzun süre çıt çıkmadı. Sonra sopa sesi yeniden başladı ve biz tarifi imkânsız bir sevinç ve minnet duyduk. Çünkü sesler yavaş yavaş azalarak yok oldu.

“Anne.” dedim ben. “Paranın hepsini al da gidelim.” Sürgülü kapının şüphe uyandıracağından emindim ve bu arı kovanına çomak sokacak türde bir durumdu. Gerçi yine de kapıyı sürgülediğime sevinmiştim. O korkunç kör adamın neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyordum.

Ne var ki annem, her ne kadar iliklerine kadar ürpermiş olsa da hak ettiğinden bir kuruş fazlasını almaya razı gelmiyor, daha azını almayı ise kabul etmiyordu. Saatin henüz yedi bile olmadığını, borcun ne kadar olduğunu bildiğini ve hakkını mutlaka alacağını söyledi. Kayalık tarafından alçak bir borazan sesi geldiği sırada hâlâ benimle tartışmaya devam ediyordu. Duyduğumuz ses ikimize de yetmişti.

“Saydıklarımı alacağım.” deyip ayağa fırladı.

“Ben de hesabı tamamlamak için bunu alacağım.” dedim ve muşamba paketi aldım.

Sonra el yordamıyla çabucak aşağı indik. Mumu açık sandığın yanında bıraktık ve kapıyı açıp gerisin geriye uzaklaştık. Kaybedecek zamanımız yoktu. Sis hızlıca kayboluyordu ve ay ortalığı iyice aydınlatıyordu. Kaçışımızın ilk adımları yamacın alt kısmı ve henüz kaybolmamış ince sis tabakası tarafından gizleniyordu. Köy yolunu yarılamaya yaklaştığımızda, yamacın dibinin az biraz ötesinde ayın aydınlattığı yolda ilerlemek zorunda kalacaktık. Dahası koşar adım yürüyen ayak seslerini de duymaya başlamıştık. Seslerin geldiği yöne baktığımızda ileri geri salınan bir ışığın hızla yaklaştığını gördük ve yeni gelenlerin ellerinde bir fener olduğunu anladık.

“Canım.” dedi annem aniden. “Parayı al ve kaç. Ben bayılacağım.”

Sonumuz geldi diye düşündüm. Komşularımızın korkaklığına lanetler okuyordum. Zavallı annemi hem dürüstlüğü hem de aç gözlülüğü için suçluyordum. Geçmişteki gözü karalığına ve o anki zayıflığına kızıyordum. Şansımıza küçük köprüye henüz varmıştık ve sendeleyen annemin nehrin kıyısına kadar yürümesine yardımcı oldum. Tam o sırada annem derin bir iç çekip omzuma düştü. Bunu yapacak gücü nereden buldum bilemiyorum. Ancak annemi ite kaka kıyıya ve köprü kemerinin hemen altına götürmeyi başardım. Annemi daha fazla götüremiyordum. Çünkü köprü çok alçaktaydı ve sadece tek başıma emekleyerek ilerleyebilirdim. Orada kalmak zorundaydık. Annem açıktaydı ve ikimiz de handan duyulabilecek mesafedeydik.

1.Yelkenlere açılan deliklere ve halat ilmiklerine geçirilen metal halka. (ç.n.)
Türler ve etiketler
Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
09 ağustos 2023
ISBN:
978-605-121-596-9
Yayıncı:
Telif hakkı:
Elips Kitap

Bu kitabı okuyanlar şunları da okudu

Bu yazarın diğer kitapları