Kitabı oku: «Kaçış»
ROLLAN SEYSENBAYEV
Yazar, çevirmen, yayıncı. 11.10.1946’da Kazakistan’ın Semey şehrinde doğdu. Liseyi 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl Kazakistan Teknoloji Üniversitesi Jeofizik Bölümünü kazandı, bir yıl orada eğitim gördükten sonra Semey Teknoloji Üniversitesine geçiş yaptı ve 1969 yılında mezun oldu. 1967 yılından edebi eserleri yayınlanmaya başladı. İlk kitabı 1975’de Almatı’da yayınlandı. 1975-1991 döneminde Moskova’da SSCB Yazarlar Birliğinde Kazak Edebiyatı Genel Sekreterliği görevinde bulundu. 1994-1996 yıllarında Kazakistan Cumhurbaşkanı Danışmanı görevinde bulundu. 1995’te UNESCO’nun ilan ettiği Abay Yılı etkinlikleri çerçevesinde Londra’da Abay Kültür Evi’ni kurdu. 2000 yılında Uluslararası Abay Kulübünü kurdu. 2000 yılında Amanat Dünya Edebiyatı Dergisini ve derginin kütüphanesi statüsünde 200 ciltlik Dünya Edebiyatı serisini yayınlamaya başladı. 2005 yılında R. S. Yayınevi’ni kurdu. 2012’den bu yana Kazakistan Ulusal Farabi Üniversitesi bünyesinde Dünya Halklarının Edebiyatı Enstitüsü başkandır. Halen Uluslararası Abay Kulübü ile Amanat Dergisi Yayın Kurulu başkanlıklarını yürütmektedir. Kazakistan’da 4 üniversitedenn onursal doktora almış olup, Dünya Kültür Sanat Akademisi Üyesidir. R. Seysenbayev’in eserleri Kazakistan dışında Rusya, İngiltere, ABD, Almanya, İtalya, Macaristan, Polonya, Japonya, Küba gibi birçok ülkede de milyonlarca adet yayınlanmıştır. Edebiyat alanında hizmetleri dolayısıyla yazar Kazakistan’da defalarca devlet ve sivil toplum kuruluşlarınca defalarca ödüllendirilmiş, ayrıca dünya kültür mirasına katkılarından dolayı Polonya, Macaristan ve Küba’nın devlet nişanlarını almış, birçok ulusal ve uluslararası edebiyat ödülüne layık görülmüştür. R. Seysenbayev’in eserleri üzerine çok sayıda makale yazılmış ve birkaç kitap yayınlanmıştır. Edebiyat dünyasına giriş yaptığı ilk günlerden başlayarak Kazak edebiyatının hep ön saflarında yer almış, aynı zamanda Kazak Türklerinin toplumsal ve kültürel sorunlarına eğilmiş, bu alanda önemli katkılarda bulunmuştur. Çok sayıda hikâye, piyes, roman yazmış, güncel konularda onlarca makalesi yayınlanmıştır. 70-80’li yıllarda yayınlanan hikâyelerinde ve kısa romanlarında genellikle Kazak Türklerinin yakın tarihine damgasını vuran olaylar ile aynı dönemde yaşanan sosyokültürel değişim süreçleri işlenmektedir. Beş yıl boyunca üzerinde çalıştığı ve 1980’lerin başında bitirdiği kalın romanı Şeytanın Tahtı ise Sovyet yayın politikaları koşullarında uzun süre yayınlanamadı, ancak dönemin sonuna doğru başlatılan ideolojik yumuşama ortamında yayınlanabildi (1988). Hemen birkaç yabancı ilkede (Almanya, Finlandiya, Bulgaristan vs.) de çevirisi basıldı. Şimdilik son önemli romanı Ölüler Çölde Dolaşır ise 2006 yılında yayınlandı. Romanda olayların arka planında çağımızın muazzam çevresel ve toplumsal felaketleri yer almaktadır. Aral Gölünün kuruması ve çölleşmesi, Semey Nükleer Deneme Poligonunun çevreye verdiği ekonomik zararın yanı sıra bölgede hemen tüm canlıların geçirdiği mutasyonlar, sürekli artmakta olan küresel terörizm ve nükleer savaş tehdidi gibi konular geniş felsefi bağlamda ele alınmaktadır. Bu roman da birçok yabancı dile çevrildi ve uluslararası çapta ün kazandı.
KAÇIŞ
Bugün yine deniz kıyısına geldi. Tanıdık granit kayanın üzerine oturdu, funda dalından yapılmış eski piposunu sert tütünle tıka basa doldurdu ve uzun uzun ama aslında hiçbir şey görmeden denizin enginliklerine baktı. Bir şey görmüyordu, çünkü buranın uçurumlu kıyılarından, gri renkli soğuk sularından, ona yeni bir memleket olamayan bu huzursuz yöreden uzaklara götürüyordu düşünceleri onu.
Kendi anlaşılmaz durumuna, son zamanlar tüm varlığına hâkim olan, canını sıkan ve inciten bu duruma bir ad bile bulmuştu; “bilinmezlik içinde şaşkınca dolaşmak.”
Bir zamanlar ama çok çok eskilerde sapsarı, yavşan kokulu acıklı… Yer yer o eski yılların anılarıyla bezeli sıla hasreti arada bir içinde hafifçe kıpırdar ama dışarı çıkmaya tereddüt ederdi. Sonunda da geçmişin tamamına sırt çevirmek, onu tamamen gömmek gibi anlamsızca bir duyguya dönüşürdü. Ama tam da o an ruhunun derinlerinden bir korku… Kuşku ve tedirginlik dolu hayvani bir korku… Hatta korku bile değil, gözleri tıpkı baykuş gözleri gibi berelmiş gerçek bir dehşet boy gösterirdi. Böyle durumlarda uykudayken bağırır, iç gömleğinin yakalarını yırtar ve uyanınca da uzun uzun anlamsızca boşluğa bakar dururdu.
Yıllar içinde bu keder kayboldu, hayat denizinde eriyip kaybolan bir tuz tanesi gibi, ama işte yeniden peydahlandı, yeni bir güçle ortaya çıktı… Artık içinde kıpırdanmakla kalmıyordu… Hayır, hayır, otoriter, kaba ve sabırsız bir tavırla kendini belli ediyordu. Yılların ağırlığı altında sıkışıp kalmış olan bulanık, belirsiz, dağınık düşünceler aniden canlanmış, ruh bulmuştu. Ve yaşlı adamın göğsüne sığamayıp özgürlüğe, ışığa çıkmak için çırpınıyorlardı.
Artık dört duvar arasında oturması imkânsızdı. İçindeki duygular onu insanlara doğru çekiyordu ve de insanlardan uzaklara itiyordu.
Ve bu uçurumlu sahile gelir, tanıdık granit kaya üzerine oturur, sonra aniden yerinden fırlar, sahil boyunca saatlerce durmadan yürür yürürdü, ayakları yorgunluktan titreyinceye kadar yürürdü.
İçinin henüz huzura kavuşamadığını biliyordu. Günlük gaileler içinde ezilen yaşlı kalbinin artık bu denli çıldırmaması gerekirdi, eski yarası bu denli acıtmamalıydı ama hayır… Kalbi yerinden fırlıyor, ruhu bir yerlere can atıyor, bilinmeyen uzak yerlere akıyordu. Yaşlı adam zorlukla el salladı. Böyle zamanlarında yaşını hissediyordu; binlerce iğne batıyormuş gibi başı ağrıyor, sırtı katı terden sırılsıklam oluyor, gömleğinin altına yılan girmişmiş gibi itici bir titreme vücudunu sarıyordu.
Israrla ve engellenemez biçimde üzerine saldıran düşüncelerle baş başa kalmaya korkuyordu. Ama bir yandan da bu yalnızlık onu çekiyordu; granit kaya üzerine oturarak, denizin ıslak ufuklarına bakıp da görmeyerek uzun uzun konuşabiliyordu. Kiminle konuşuyordu? Bu anlaşılmaz gevelemeler kime yönelikti? Kime neyi itiraf ediyor, içini kime boşaltıyordu? Bu soğuk Uzakdoğu denizine mi? Bulutları hiç eksik olmayan gökyüzüne mi? Yaşlı adam zaman zaman “acaba şeytan mı karıştı, o mu dolaştırdı beni” diye düşünmüyor da değildi. Olur mu, olur.
Ama son günler artık bahar havası esmeğe başlamıştı, Uzakdoğu’nun nemli soğuğu gücünü kaybetmekteydi. Şehir sokaklarındaki kar alalılaşmış, erimekte olan kalın kar katmanı üzerinde hafif buğulanma görülmeğe başlamıştı. Kış aylarında gökyüzünü sıkıca kaplayan butlular seyrelmekte, aralarından zaman zaman güneş görünmekteydi.
Yaşlı kemiklerinin güneşi özlediğini hissediyordu. İşte bu yüzden şimdi geldi canlanmakta olan doğanın ortasına kuruldu; uzun uzun esnedi, eklemlerini kıkırdatarak gerindi. Arkasına yaslanarak gökyüzüne baktı, baktı. Ama yaşlı ve zayıf gözleri güneşin parlak ışınlarına dayanamadı, yaşardı ve yaşlı adam devasa elleriyle gözlerini silerek, başını aşağı eğdi, eski piposuna yeniden tütün koydu.
Geriye dönerken, bazen heves eder limandaki birahaneye uğrar, yangısını bir bardak ekşimsi birayla yatıştırmaya çalışırdı. Bazen de tanıdık gözlerden saklanarak, limandan uzaklaşan gemilerin peşinden uzun uzun bakardı. Bazen tren garına gider, irice çizmeleriyle gürültü çıkararak, hareket etmeğe hazırlanan trenin başından sonuna kadar yürürdü, trenin boyunu ölçüyormuş gibi.
Dün güneş sanki tam başının üzerinde duruyordu, ama bugün sanki inadına bulutların arkasından çıkmıyordu, sanki yaşlı adamla saklambaç oynuyordu. İşte bahar bu, kızlar gibi değişken ruh haliyle. İşte batıdan soğuk ve endişe dolu bir rüzgar esti, işte deniz… Hemen dalgalandı, seslendi şırıl şırıl. Devasa dalgalar sahile abandı, martılar olabildiğince yükseklere çıktılar, oysa daha sabahleyin deniz sessiz, sakindi. Dalgalar… Dalgalar ise tembelce, hafiften ses çıkararak sahilin çakıl taşları üzerinde yok oluyorlardı.
Yaşlı adam belini düzelterek ayağa kalktı. Sönmüş piposunu elinin tersiyle çırparak boşalttı ve süzülmüş eski paltosunun cebine soktu.
Boyu uzundu, güçlü ve hâlâ dinçti. Kısa kesilmiş sakalında, gür bıyıklarında beyazlar, iri ve sürekli sulanan gözlerinin kenarlarında kırışıklar görülmekteydi. Kırışıklar zinciri… Kırışıklar ağı. Çoktular, çok fazlaydılar bu kırışıklar.
Ve ruhu sakin değildi, dudakları sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. İşte malum atasözünün bilgeliği böylece ortaya çıkmaktaydı: “Şaşkın kurt kapana çabuk yakalanır.” Ne yapmalı? Neler olacak? Onun yaşlı kemiklerini bu yabancı denizin kıyısına mı gömecekler, yoksa başka bir son mu bekliyor kendisini?
Yaşlı adam denize son bir kez baktı ve yine onu tanıyamadı… Alacakaranlıkta deniz artık tamamen sisle ve bulutların kapladığı gökyüzüyle bütünleşmişti. Görmek imkansız, hiçbir şey görünmüyor… Anlaşılmıyor. Burunlarını iskeleye yaslamış devasa gemiler artık görünmez olmuş, demek ki bugün denize çıkmayacaklar. Onlarca yıl limanda çalışmış olan Kudaybergen bu konuda yanılamazdı. Dalgakıran boyunca sis içinde çizgilerini kaybeden gemilerin, renksiz ve umursamaz gövdeleri karşısına çıktı ve beklenmedik bir fikir yaşlı adamın bilincini bir flaş etkisiyle aydınlattı… Neden? Neden insan da bu gemiler gibi bozuk havanın düzelmesini bekleyemez? Neden şaşırıyor? Neden mutsuzdur? İnsan muazzam bir güç… “İnsan” kutsal bir sözcük, insan- büyük bir mutluluk. Belki… Belki onun da ne kadar acısı, azabı, derdi var ise bir o kadar da gücü, mutluluğu ve hatta azizliği var? Mutluluk yanlış yapmamak mıdır? Yoksa başka bir şey mi… Uzun arayışlar ve şaşkınlıklar sonrasında kendine ait olan o tek yolu bulabilmek midir?
“Ama kim kendinin tam olarak doğru yoldan yürüdüğünü iddia edebilir ki? Küheylan bile yoldan kenara çıkınca binicisini başka bir yöne götürür. Ya ben? Ben? Benim küheylanım nerede, atım nerede? Benim bir küheylanım yok, atım yok, benim eşeğim var… Ben kendimim eşek. Her şeyiyle insana benzeyen iki ayaklı bir varlık sırtıma binmiş ve biz bilinmeyen bir yere doğru tırıs tırıs gidiyoruz.”
Kafası çatlayacaktı. Yaşlı adam başını elleriyle sıktı ve nasıl olup da diz çöktüğünü kendisi bile fark etmedi.
“Allah’ım”, diye göğsünün derinlerinden bir inleme çıktı.
Büyük kargaşa yıllarıydı…
Çoğu insan Kulundu’ya, Çin’e ve daha başka yerlere sürüklenmişti. İnsanlar kaçıyor, Kazakistan’ın kızıl kumlarında kayboluyorlardı… Aptalca, ürkütülmüş saygak1 sürüleri gibi kaçıyorlardı.
İnsanlar neden kaçıyorlardı, neden korkuyorlardı? Kaçıyor, bağırıyor, gürlüyor… Kendi kendilerini kışkırtarak koşturuyorlardı, sanki gürültü ve bağırtı birer kurtuluş aracıydı.
Yaşam emaresinin görülmediği bozkırın başı üzerini boğucu sıcaklık kaplamıştı, bozkırın yakıcı şilde2 günleriydi, bu günlerde her nefes alışta hava insanın göğsünü yakarak delip geçer.
Kimse yok…
Ama hayır… İşte orada, uzaklardaki yalnız tepenin başında bir atlı göründü. Atını durdurup etrafa göz gezdirdi; karşısında kuru, sapsarı, güneşin ezdiği çöl uzanmaktaydı. Bütün yaz boyunca tek bir damla yağmur yağmamıştı. Kudaybergen kızıl atını her ne kadar zapt etmeğe çalışsa da, tay durmuyor, sürekli ileriye koşmak için çabalıyordu; daha kısa süre önce yarışmalarda ödüller alan (öyle miydi?) kızıl küheylan şimdi ürkekçe koşabilir miydi?
Atlı adam bir daha dikkatlice etrafa baktıktan sonra batıya, Jalgızbiik’e doğru yöneldi, dağın yamacına varınca da atını yavaşlattı, eğerin kaşından torsık’ı3 açıp eline aldı. Kımız katı, yağlı ve iğrenç denecek kadar sıcaktı, ama yine de içti; susuzluğu bir biçimde yatıştırıldı ama ağzının içine sanki katı bir yapışkan sürüldü.
Dar bir derenin içinde Kudaybergen attan indi. Dizginleri çıkarttıktan sonra, kolanları gevşetti, ama eyeri almaya cesaret edemedi. Çölün ortasında bir başına bitmiş olan karaağacın altında kurumak üzere olan bir pınar gördü. Suya yumuldu, ama su çok sıcaktı, kusmak istedi. Daha sonra tiksintiyi yenerek yine içti… Kokmuş suyun içinde haşere kaynaştığını fark edinceye dek içti.
Sık otların arasına dalarak, kepeneğini yere serdi ve uzandı. Unutmak… Yorgunluğu unutmak, yolların yıprattığı vücudun acılarını unutmak, onu bu yanık ve çıplak çöllerde kovalamakta olan korkuları unutmak. Unutmak.
Uyudu.
Yolcu bir de güneş battıktan sonra uyandı. Dirseğine yaslanarak etrafı gözledi, çölün sessizliğini dinledi. Ayağa fırladı, kurumuş dudaklarını yaladı, yeniden pınar başına geldi. Su hissedilecek kadar soğumuştu. Uzun uzun ve açgözlülükle, arada bir haşereleri tükürerek içti. Başını ıslattı, boynunu, ellerini yıkadı. Atını tekrar dizginledi, kolanları sıkıştırdı ve yola koyuldu.
“Allah’ım benden şansı esirgeme.”
Karanlık, tam anlamıyla hırsıza yarayan bir geceydi. Gökyüzünü kara bulutların kaplamış olduğunu Kudaybergen ancak şimdi fark etti. Batı yönünden taze bir rüzgâr esmekteydi. Atını yarın altına çekti, yabancı gözlerden sakınmak gerekirdi.
Artık iki aydan beri bozkırda saklanıyordu ve bugün ilk defa atın yönünü evine doğru çevirmişti. İnsan kendi evine gizlice gelmemelidir. Bundan daha öte bir aşağılanma olabilir miydi? Neden bu dünyada yalnız değilsin? Sonsuz bozkırlarda yaşar, aynen senin gibi serseri çerçöplere, kuru ve acı otlara karışarak bozkırlarda sürünürdün. Ama senin evin var ve bu ev yanı başında olduğu sürece sana rahat yok.
Yavrularının kendisine doğru nasıl koştuklarını, sevinçten solukları kesilerek: “Ake!, Ake!4” diye nasıl bağırdıklarını korkulu rüyalarında üç kere görmüştü. Ve at onu eve doğru götürdü.
Sık erkeçsakalı çalıları arasında yağmura yakalandı. Batı yönünü takip ederek atı dörtnal koşturdu. Obanın rüzgâr alan tarafından girmek istedi. Küheylan sahibinin niyetini mi anladı, evin yakınlığını mı hissetti nedir, daha güvenle koşmaya başladı.
Atı çalılıklar arasında bıraktı ve obaya yayan yürüdü. Çadırı en kenardaydı. Çadırın yanına geldiğinde eğildi, artık kaçıncı kez etrafı dinledi, obanın köpekleri sessizdi; yağmur mu, rüzgâr mı yoksa tembellikleri mi, neyse insan kokusu almalarını engellemişti.
Yalnız eli çadırın kapısına dokunduğunda tazı ayaklarına dolaştı, şirinlik yaptı, sızlandı.
“Ss-ss.”
Kudaybergen bir elini babacan bir tavırla tazının başına koydu, diğer eliyle kapıyı itti. Kapı açılmadı, anlaşılan içeriden sıkıca kapatılmıştı.
“Aklime” diye fısıldadı: “Aklime.”
Evden hışırtı sesi duyuldu.
“Kim o? Kim?”
“Ben”, Kudaybergen sesinin titrediğini hissetti: “Sessiz ol Aklime.”
Aklime kapı kayışının düğümünü telaşla açtı, dışarıdaki adam ise onun hareketlerini hissediyor, kadının heyecanlandığını, sevindiğini ve endişelendiğini fark ediyordu.
Kudaybergen içeri girince bir daha etrafa göz gezdirdi ve yalnız bundan sonra karısına doğru yürüdü, onu kucakladı; karısı da tamamen ıslanmış, yıpranmış kocasını kucakladı ve hüngürtüyle ağladı. Gözyaşlarından ve heyecandan titriyordu:
“Yaşıyorsun! Yaşıyorsun sen! Büyük Allah’ım.”
“Ağlama Aklime, ağlama”, kendisini kucaklayıp öylece kalmış olan kadınını şefkatle okşadı.
Şimdi kendi evinde sırtındaki kepeneğini çıkarabilecek, ama neden anlaşılmaz ve küt bir acı kalbini deliyor, neden gözleri yaş doluyor? Acıklı, utanç verici gözyaşları… Zaafiyeti üzerinden atabilmek için omuzlarını silkti, göğüs dolusu nefes aldı.
Karısı onu tekrar kucakladı, acıklı ve aç bir yalnızlıktan yakında geçici de olsa kurtulma duygusunun verdiği heyecan sıcak bir dalga gibi adamın vücuduna çarpıp geçti.
“Seni çok özledik, gözlerimiz yollarda kaldı.”
“İçecek bir şey ver, boğazım kurumuş”, karısının kolları arasında hâlâ titremekte olan Kudaybergen beklenmedik bir kabalıkla söyledi.
“Vay, gidim bir şeyler getireyim.”
“Çocuklar nasıl? Sağlıklılar mı? Uyuyor benim kuzularım” yüzünü çocuklara dönen Kudaybergen yumuşadı: “Bırak, hiç olmazsa öpeyim bunları. Bak nasıl da yayılmış, yatıyorlar.”
Çocukları öptü, yorganlarını düzeltti.
“Beni soruyorlar mı?”
“Olmaz mı? Uzaktan bir atlı görününce hemen karşısına koşuyorlar, “babamız geldi” diye.
“Ah, afacanlarım.”
“Geçenlerde beyazlar geldi, bunlar da” kadın başıyla çocukları işaret etti, “onların karşısına koştular.”
“Beyazlar mı diyorsun”, Kudaybergen telaşlandı: “Peki ne yaptılar? Kimseyi öldürdüler mi?”
“Atlarına su bile vermediler, hayvanlarımızı yağmalamak için öylesine acele ediyorlardı.”
Bizimkileri de aldılar mı?”
“Bizimkiler yerindedir.”
“Aferin karıcığım.”
Aklime tek ineklerini bile beyazların aldığını, hayvan adına evde sadece bir keçi ile yavrusunun kaldığını kocasından saklamanın iyi bir şey olup olmadığını düşünmeğe fırsat bile bulamadı, ancak kocasının takdirine karşılık başını aşağı eğdi.
“Aferin, aferin” sevindi Kudaybergen, ama birden sanki kendine geldi: “Ya şimdi obada yabancı var mı?”
“Hayır, yok. Şimdi oba dediğin nedir ki? Sade adı kalmış. Halkın yarısı Çin’e gitti.”
“Evet, böyle işler”, belirsizce söyledi Kudaybergen. Yanındaki çuvaldan kocaman bir antilop budu çıkardı: “Bu sizin, pişirir yersiniz, yine biraz katkı olur.”
Aklime memnunlukla başını salladı yarı karanlıkta. Kocasının önüne bir kâse ayran ve bir parça pide koydu. Kudaybergen hepsini hızlıca bitirdi, kafasını omzuna yaslamış duran karısına yeniden sordu:
“Başka ne haberler var? Benimle ilgili ne diyorlar?”
Seni aradılar? Melise5 evin yanı başında nöbet tuttu ama şimdi bıraktılar. Seni yakalarlarsa ne yapacaklar?”
Adam sıradan bir ses tonuyla sorulan bu korkunç soruyu duyunca ürperdi. Bir de derler ki, fakir fukara hükümeti halktan yanadır. İşe bak. Onu neden yakalamak istiyorlar ki? Artık kaç günden beridir evinden kaçmış, saklanmak zorundadır. Ne yani o bir zengin mi? Ya da molla mı? Eski rejim zamanında bölge ağasının hayvanlarına çobanlık yapmak dışında ne gördü ki? İlk ateş açtığı için suçlu mu? İki yiğit silaha sarıldı mı, silahların ateş alması lazım. Ateş ettiği yiğit kızıl askermiş, nerden bilecekti, bu suç mu? Neden ona saldırdılar ki? Huzurunu ve rahatını neden kaçırdılar ki?
“Olsun, önce bir yakalasınlar da” diye terslendi: “Nedense pek beceremiyorlar. O zaman bakarız ne yapacaklarına.”
Aklime korktu, ona sarıldı ama kocası sakin gibiydi. Sadece bıyıklarının uçları titriyordu.
“Beksultan’ın adamları geldi. Seni sordular. Beksultan senin nerede olduğunu öğrenmelerini buyurmuş.”
“Ama Beksultan burada mı?” Kudaybergen şaşırdı: “Ben onun çoktan Çin’e geçmiş olduğunu duydum.”
“Önceki gün bir adamı geldi” az sonra söyledi Aklime ve aniden sessizce ağladı: “Onu çeteci diyorlar… Kasabada aktivistleri öldürmüşler.”
“Dur kadın” sabırsızlıkla dedi Kudaybergen ama kendisi düşünceye daldı. Kasabadaki aktivistlerin çoğunu tanırdı. Hepsi de kendisi gibi fakirlerdi.
“Sonunda bu yeryüzünde haklı kim haksız kim?” Kudaybergen bu soruyu karısına bile sormak istedi, hatta yüzünü ona döndü ama son anda durdu: “Karı işte… Ona ne denir ki? Saçı uzun aklı kısa.”
“Yatak açayım mı?”
“Aç, yatmak zamanı”, dedi ve düşündü: “Yine de benim Aklime çok iyidir. Müşfiktir, düşüncelidir. Ağlamadı, zırlamadı, kaçmak zorunda kaldığımda eteklerime yapışmadı. Eve iyi bakmış, çocuklar pırıl pırıl. Ya ben? Ben neyim? Koşullar böyle olmasaydı yalnız kurt gibi dağlarda dolaşır mıydım? Evimi bolluk içinde tutup, karımı çocuklarımı sevindirmez miydim? Ah insanlar, Kudaybergen’i ne yaptınız?”
Yatak için yorganları açan, yastıkları çırpan karısının yumuşak hareketlerini severek izledi. Çoktan unutulmuş zarif bir duygu yeniden onu esir aldı, vücuduna bir sıcaklık yayıldı. Onu hiçbir zaman şimdiki yalnız ve zor günlerinde olduğu kadar özlememişti.
“Yardım et, çizmelerimi çıkarayım”, diyecekti ki, aniden durdu: “Duyuyor musun?”
“Ne var?” Aklime kulak kabarttı: “Bir şey yok… Yağmur yağıyor… Damlalar…”
“Dur… Duyuyor musun? Takırtı var. Atlar.” Yerinden fırladı, kepeneğini sırtına aldı, silahını kaptı.
“Bırakma? Bizi de yanına al”, sessizce ağladı karısı.
Kudaybergen sertleşmiş eliyle onun ağzını kapattı.
Atların ayak sesleri sürekli yaklaşıyordu. Şimdi artık Aklime de duyuyordu bu sesleri. İşte hayat… Bir elde silah, diğerinde boş bir hurç, karısı omzuna asılmış, çocukları dünyadan habersiz yataklarında, terk etmek zorunda kaldığı öz evi… Ve zifiri karanlık gece, yağmur, atların korkunç ayak sesleri… Karanlık, değersiz, amaçsız bir yaşam.
“Elveda Aklime. İnşallah yine gelirim. Benimle ilgili bir şey söyleme. Çocuklara iyi bak.”
Sessiz ağlayışını bastıramayan kadın eşikte donup kalmıştı.
Atını bırakmış olduğu çalılıklara saklanan Kudaybergen yeniden etrafı dinledi ve eyere zıplayarak, küheylanın yelesine eğildi… Atlı bir grup tepeden obaya inmekteydi.
“Ne demeli, iyi saatte olsunlar”, içinden diyerek gülümsündü, çukurlar ve tümseklerle dolu başka bir yoldan çekip gitti.
Yağmur aynen devam ediyor, aralıksız yağıyordu; giysileri de eyer de yeniden sırılsıklam ıslandı. Az önce içini ısıtmış olan ev sıcaklığından eser bile kalmadı.
Öz evi…
Aklime…
Çocuklar…
“Sonunuz nasıl olacak, canlarım benim.”
Eyerde dik durup, yüksek sesle küfretti:
“Bok yakalarsınız beni” diye bağırdı. “Mallar sizi… Sizden kaçtım ve yüz kere daha kaçarım, iyi belleyin bunu. Yaşadığım sürece size teslim olmam” diyerek yemin etti. Sonra fısıldadı: “Ah bu köpekçe yaşam.”
Gökyüzünü hedef alarak ateş etti. Ateş sesi yıldırım gürültüsünden önce geldi ve uyku sersemi oba yerinden silkindi.
Yağmur ise aralıksız yağmaktaydı.
Ne başlangıcı vardı ne de sonu.
* * *
Yaşlı adam evinde dolambaçlı yoldan geldi.
Telgraf direğinin altında durdu, cebinden piposunu çıkardı ve yeniden tıka basa sert tütünle doldurdu. Özenle, sonuna kadar doldurdu.
Kenardan bakıldığında hiç acelesi yoktu. Yol boyunca ara sıra karşısına çıkan insanları bile sanki görmüyordu. Bir tayfa kendisinden kibrit istedi. Yaşlı adam kibrit kutusunu uzattı ve yoluna devam etti.
“Ey, dede, kibriti al”, diye peşinden bağırdı tayfa, ama yaşlı adam arkasına bakmadı bile.
Tayfa şaşkınlıkla omuzlarını silkti, tam çekip gidecekti ki merak etti ve dönüp geriye baktı. Yaşlı adam caddeyi geçiyordu ve neredeyse kamyonun altında kalacaktı. Şoför oturduğu yerden azacık dışarıya sarkarak, el kol hareketleriyle adamı tehdit etti ama yaşlı adam bu enerjik hareketlere aldırmadı bile– düzgün adımlarla yoluna devam etti, şoförün küfürleri havada kaldı. Tayfa bir eliyle kız arkadaşının omzuna sarıldı, sigara tuttuğu öteki elini şakağının üzerinde gezdirdi: “Babalık bir miktar o söz galiba” dedi.
Kız bu sözlere gülümsündü.
Bu arada yaşlı adam tren garının küçücük restoranına geldi, en uzak köşedeki masanın arkasında koltuğa kuruldu. Pencereden bildik gar manzaralarına göz attı; peronda bir tren vardı, etrafı çocuklar ve kızlarla çevrili kızıl kafalı zayıf bir genç elinde gitar bir şarkı çığırıyordu.
Garsın kız kendisine bir menü verecek oldu, yaşlı adam almadı ve sordu:
“Bira var mı?”
“Vaar” diye garsın kadın tavırlı bir cevap verdi.
“Dört şişe ver.”
“Meze de alın” dedi garson kadın, ama yaşlı adam pipodan bir nefes çekip, tekrar yönünü pencereye döndü.
Neşeli gençler ortalıktan kaybolmuşlardı. Peronda sadece zayıf bir yaşlı amca vardı; vagondaki gence, herhalde oğluydu, ciddi ciddi bir şeyler söylüyordu. Muhtemelen son öğütlerini, son zil sesinden önceki son talimatlarını veriyordu.
Tren hareket etti. Genç adam kondüktörü bir tarafa iterek perona fırladı, babasına sarıldı, öptü ve hareket halindeki trene atlamak için koşmaya başladı.
Yaşlı adamın kalbi sıkıştı, gözlerini pencereden çekti. Sıcak avuçlarıyla bardağın soğuk camını kavradı ve sırtından terler aktığını fark etti. Bardağı bir hamlede başına çekti ve yeniden doldurdu.
“İşte yaşam” geç kalmış pişmanlık… Ve hayıflanma… Ve hüzün. Gülünecek bir durum yok, yaşanmışlıklar birer taş gibi kalbe oturmuş durumda. Gözlerini mendille silen baba… Oğlundan ayrılmak onun için zordur, acı vermektedir, ama anlaşılan artık gözyaşları da yok. Artık olmayacak da, uzun yaşamı süresinde bu çeşmeleri çoktan tüketmiştir. Garip adam… Yavruyu yuvada tutabilir misin? Ve kanatları serpilince hangi oğul yuvasından uçup gitmez ki?
Ama Allah’ım, mutluluk denen şey de onun bir oğul olması değil mi zaten? Bırak onu, bir yerlerde yaşasın, bırak babası onu yıllarca görmesin, ama o var işte, oğul mu oğul, ciğerparesi. Bu yeterli bir teselli değil mi, ruh için bir huzur kaynağı değil mi?
Yaşlı adam birdenbire gözlerine haince gözyaşlarının gelmeğe başladığını hissetti. Derinden nefes aldı, alnını avuçlarıyla ovaladı, ayaklarını kıpırdattı. Gözlerinden boşanmak üzere olan gözyaşı durdu: “Bugün bana neler oluyor ya?”
Yaşlı adam etrafa göz gezdirdi. Restoran ağzına kadar dolmuştu. Akıcı, huzur verici bir müzik çalıyordu. Yer yer neşeli yer yer hüzünlü ezgiler tam da onun ruh haline göreydi. Yaşlı adam koltuğa iyice yayıldı, ayaklarını uzattı. Arkadaşlarını yolcu eden kızlar oğlanlar komşu masanın etrafına sıkışıp oturmuşlardı. Şenliğin odağında yine gitarlı o genç vardı. İşte bu güzel şarkı sesi nereden geliyormuş… Oysa radyodan geldiğini sanmıştı. Şarkılar seslensin, içimizde ümitler canlansın. Eh, ümit edilebilecek bir şeyler olsaydı bari.
Fu… Hayır, değil, bu şarkı o şarkı değil yine de. Bozkırda atın dizginlerini gevşeterek, yavaş adımlarla ilerleyen ozanların söylediği şarkı değil. Bozkırda şarkı söylemek için kalaylı bir gırtlağa sahip olmak gerekir ki, seslenince otlar eğilsin.
Birden başka bir ezgi, çoktan unutulmuş olan ve şimdi bir başına oturduğu restoranın gürültüsü içinde hiç beklenmedik biçimde canlanan bir ezgi yumuşakça, hiç fark edilmeden içini doldurdu. Ezgi sesleniyordu, sanki son gücünü toplayarak, sanki istemeden sesleniyordu, kayıtsızca sesleniyordu sanki… Evet, sesleniyordu, tel tel sesleniyordu. Ve birden bunun bir dombra olduğunu anladı. Bozlak… Ünlü dombracı Kerimkul’un ünlü bestesi… Evet, barut kokulu, savaş acılarının, kan ve gözyaşının sinmiş olduğu beste.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.