Kitabı oku: «Gülsüm», sayfa 2
Şairin yüreğini her nasılsa belirsiz bir huzur hissi kaplıyordu.
– Tukay Bey, mektupları yüksek sesle okuyunuz, diyen gençlerin şamataları onu ancak gerçek hayata döndürdü.
– Müsaade ederseniz, ben mektubun sahibine bir şiirimi okuyayım.
Gençler, Tukay’ın ağzından çıkacak mucizevî sözleri bekleyerek, sustular.
Can feda eden fakirim, aşkın kelebeğiyim;
Gel, güzel, görkemin göster: Yanayım, gel, yanayım.
Ey Allah’ım, akıl ver, zindanda kalmayayım.
Bu kıza aşkımdan divaneyim, divaneyim.
İşte şimdi ise o gün kendine mektup getiren “şairi tedavi ettireyim” diye çırpınıyor. “Kırım’a gitmek için para topluyorum” diye kendine ait olan tüm süs eşyalarını, kıymetli incili kalpaklarını sattı. Ondan görüp, yine birçok kız sevdiği küpe ve bileziklerinden vazgeçti. Şair bu durumu bilse, onu odasından kovardı. Ümmü Gülsüm de nasıl aşk dolu bir ruhla yaşadığını göstermek istemiyor o şair. Bir hafta önce ise, ondan daha mutlu kimse yoktu herhalde. Beklemediği, hayal etmediği bir anda Tukay’ın Petersburg’a geldiğini kendi gözleri ile görünce, sevincinden ne yapacağını bilememişti. Hem de kimlerde kalacakmış? Ümmü Gülsüm’ün eniştesi, Petersburg’un mollası, tanınmış din âlimi Musa Bigiyev’lerde!
Tukay’ı Petersburg’a çağıran yazar Musa Bey olduğu için şair, tren istasyonundan doğru onlara geliyor. 1912 yılının başında Petersburg’un bir grup aydını Petersburg’da “Söz” ya da “Haber” isimli gazete çıkarmak için toplanıyorlar. Yeni gazeteye editör olarak Tukay’ı çağıran bir mektup yazıyorlar. Ancak gazete yayınlanamıyor. Tukay, bahar başında Petersburg’a gelince bu mesele gündemden kalkmış oluyor. Yalnız önceden haber verilmemesi sebebiyle biraz huzursuzluk çıkıyor. Tabii ki, evde kargaşa kopuyor. Musa Bey’in çalışma odasını misafir için boşaltıyorlar. Güneşli divanda yatak hazırlanıyor. Yolda mı hastalandı yoksa daha önce mi olmuş, Tukay durmadan öksürüyordu. Ağzına hiçbir şey almıyordu. Ümmü Gülsüm, sabah yandaki lavaboya girerken şairi görüp hayran kalıyor. Kızın gözlerini istemsizce gözyaşları kaplıyordu. Dışarıdan zayıf ve delikanlı gibi görünen şair, bu dakikalarda ona son derece yakın ve acınacak hâlde geliyordu. Konuşmak, teselli etmek istiyordu onu, ancak Esma ablası onu da Ümmü Gülsüm’e çöpçatan olacak Meryem’i de Tukay’ın yanına yöresine yaklaştırmıyordu. Esma Hanım’ın emri kesindi: “Edepsizleşmeyin”, şairi rahatsız etmeyin! Ablasından duyduğu, durdurmaya yeter mi Ümmü Gülsüm’ü? O şimdiden, şairin dikkatini çekecek iyi planlar kurup onu iyileştirmenin yollarını aramaya başlamıştı bile. Mesela, şair iyileşmeye başlayınca o, ona Puşkin’in gezdiği sokakları gösterecek. Çabucak meşhur şarkıcı Şalyapin’in konserine götürecek. O da sabahın ilk ışıklarıyla bilet almak için sıraya girecek… Derslerden sonra böyle güzel hayallere dalıp Bigiyev’lere gittiğinde, açık kapıdan boş divanı görünce Ümmü Gülsüm sessiz kalkaldı.
–Nerede o?
– Nerede mi? Bayazitov’un adamları geldi ve onu alıp gittiler, dedi ablası Esma. Eniştenin dönmesini de beklemek istemediler. Ablasının keyfinin kaçtığı görünüyordu. Eskiler boşuna: “İyilik yap, kötülük bul” dememişler…
– Abla, ne söylüyorsun? Ne kötülüğü yine? Tukay çok hasta. Onu doktora götürmüşlerdir herhalde değil mi?
– Enişten ne ile uğraşıyor sanıyorsun? Üç gündür Yahudi bir profesörün ardından koşuyor. İşte o, şimdi profesör ile gelse, ne yaparız? Misafirimizin yerinde yeller esiyor.
O, keyifsizce çıkmış. Eniştesinin misafiri ayağa kaldırmak için canını verecek kadar çabaladığını Ümmü Gülsüm görmedi mi? Petersburg Tatarları arasında Musa Bey gibi okumuş, itibarlı birini bulmak zordur. Şehirdeki Tatar öğrenciler için o vazgeçilmez bir danışman ve hocadır. Onun bulunduğu yere, âlimin vaazını dinlemek için şehrin en uzak köşelerinden toplanıyorlar. Tukay, belki onun ne derece bilim sahibi olduğunu düşünmemiştir. Yoksa Musa Bey ile konuşmadan bu işi yapmazdı. Ayaz ağabeyin Petersburg’da zamanı olsaydı, üç büyük şahsın görüşmesi tamamen başka türlü olurdu. Birkaç ay önce, Ayaz İshakî varken Petersburg kaynıyordu. Şehir gerçek bir Tatar hayatı yaşıyordu. Yazarın yeni yazılmış eserlerini birlikte okumak mı dersin, müzikal geceler düzenlemek mi… Hapishaneden kaçıp Petersburg’da saklanan Ayaz İshakî’yi çok geçmeden tekrar yakaladılar. O, hapishaneden Ümmü Gülsüm’e mektuplar yazıyordu. Petersburg haberlerini soruyor. Ah, bu Tatarların kaderi! Ah, bu acı kader rüzgârları! …
Ümmü Gülsüm, boş divana oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neden, neden onun mukaddes düşünce ve niyetleri yıkılıp duruyor? Neden böyle? O, hasta şair için canını feda etmeye bile hazırdı. Şimdi onun tek çaresi kalıyordu: Nur Gazetesinin ofisine gidip, Tukay’ın nerede kaldığını öğrenmek. Onun aceleyle çıkıp gitmek için toparlandığını görünce, ahretliği Meryem, ona şairin unuttuğu sigara kutusunu ve saç tarağını uzattı. İnce ruhlu Meryem! Tukay’ın yanına gitmek için bunlar harika bir bahaneydi tabii ki.
Bahane… O, Tukay ile görüşünce, utancından ölecek gibi oldu ve yine Bigiyev’lere döndü. Meryem ile ablası Esma’ya ne söyleyecek şimdi? Tukay beni dinlemek istemedi mi diyecekti? İyi ki evdekiler onun hâlini görünce, gereksiz sorularla sıkıştırmadılar.
– Üzülme nazlı ceylanım. Alnına yazılmamışsa, ne yaparsan yap olmaz. Çistay’da Tukay ile ilgili: “Bizim Haydar ağabeyin kızı Zeytune’yi seviyormuş” diye laflar dolaşıyordu. Hiç kulağına çalınmadı mı ?
– Zeytune, Zeytune mi dedin, abla? Ne zaman, hangi arada başarmış ki o Tukay’ın gönlünü fethetmeyi?
– Pek yaman kız, senin gibi okuma arzusunun büyük olduğunu ve okumak için Egirci bölgesindeki Bubiylar okuluna gittiğini söylüyorlar.
Ümmü Gülsüm için bu daha da öldürücü bir haberdi. Uzaktan akrabası olan Zeytune’yi küçük bir kız çocuğu gibi görüyordu. O ise, işte büyüyüp yetişmiş, Tukay gibi bir şairi de kendine âşık etmiş. O sevimli kız, Haydar Ağabey’in küçük kızı. Onun okuma hevesini görünce, Ümmü Gülsüm ona düzenli olarak dergi ve kitap veriyordu. Aşırı yoksul yaşantılarını bildiğinden giyim kuşam yardımı da yapıyordu. Son döndüğünde onlar Çulman’da doyasıya suya girdiler. Bak hele, Tukay’ı bir kez diline alsın! Ne, ne, sadece böyle bir dönüş beklememişti Ümmü Gülsüm.
Ertesi gün o Senato Meydanına gidip gitmemek arasında uzun süre ikilemde kaldı. Bu halde kimseye görünesi gelmiyordu. Ancak kendi başladığı işi sonuna getirmeye alışmış kız, gitmeden nasıl yapsın?
O gün, tüberkülozdan mustarip insanlara yardım etmek isteyen çoktu. Tukay’ı da alıp geldiler. Avrupaî giyimli şair, bugün hiç tanınacak gibi değildi. Etrafını saran öğrencilerini sakince dinliyor, ara sıra öksürüyordu. Ümmü Gülsüm’ün tarafına yanlışlıkla bile göz atmadı. Ondan sonra onu alıp kim bilir nereye götürdüler. Tukay ile en son görüşmesi kız için böyle beklenmedik ve hüzünlü bitiyordu.
Ümmü Gülsüm, birkaç gün sonra Musa Bigiyev’den, Tukay’ın Petersburg’dan ayrılmak için hazırlandığını duydu. Musa Bey, Tukay’ın yanına gidip görüşmüş. Şairi uğurlama meclisine de katılmış. Ama nedense, onu uğurlamak için tren garına gelmemişti. Kız arkadaşları ne kadar çağırsalar da Ümmü Gülsüm de tren garına gitmemişti. Daha sonra Nevskiy caddesinde karşılaşıp, Tukay’ı Petersburg’dan Moskova’ya kadar uğurlayan gazeteci Kebir Bekir ona:
– Tukay, kendisini uğurlayanlar arasında seni görmeyince çocuk gibi huysuzlandı. “Çok gururlu bir kız oldu sizin “Cokonda’nız” dedi.
– Başka bir şey söylemedi mi?
– Onun günleri sayılı. Dua et… Bunu doktor da söyledi.
– Nasıl? Dua mı?…Söyle ne olur? Allah aşkına söyle. Onu nasıl bulabilirim?
– Sen geç kaldın “Cokonda”. Biz, hepimiz geç kaldık…
Bu sözleri ile Kebir Bekir, kızı caddenin ortasında, yüzlerce kişi arasında yapayalnız bırakıp gitti. Bu haberden sonra enstitüye gidip nasıl oturulabilir? Ümmü Gülsüm, çok yakınındaki postane binasını görüp oraya girecek oldu. Çabucak durumu anlatıp, Fatih Emirhan’a mektup göndermeliydi. Ne de olsa o düşünüp bir şeyler yapardı. Dur, neden Fatih Emirhan’a? Dünyada hâlâ saf bir çiy damlası gibi Zeytune var ya. Sarsın sıcacık sevdası ile şairin yüreğini. Bütün her şeyi biliyor. Şairin ruhundaki tüm öfke ve kırgınlıkları yok etsin! Sadece Tukay sağ olsun! Beyaz kâğıda “Zeytune, nazlı ceylanım” yazınca Ümmü Gülsüm gözyaşlarını tutamadı. Yok, o bu mektubu yazamadı. En yakın sırdaşı, ablası Şemsi Nisa’yı araya soktu. Ondan Zeytune’yi çabucak hazırlayıp yol ve yaşam masrafları için para verip Tukay’ın yanına Troitski’ye göndermesini istedi. Şemsi Nisa’nın cevabı çok bekletmedi. Ablası, Ümmü Gülsüm’e Zeytune’yi Çistay’da da Kazan’da da bulamadıklarını haber veriyordu. Kaderin sinsi bir oyunu mu bu? Senato Meydanında Tukay’ı son görüşü müydü Ümmü Gülsüm’ün? Hayır hayır, öyle olamaz…
Sanki aşkın, bir kilise, ben de onun çanıyım.
Ben sesimi yükselterek ah vah edip yanayım
Bizim aramız ayrılık perdesi ile kaplanmış;
Ey Allah’ım! Kaldır üzerimizden bu karanlık perdeni.
Şair böyle kederlenip yazmış. Ümmü Gülsüm, onları öyle tükene tükene tekrarlıyor ve Tukay için yalvarıyordu. “Sevda bekçisi” bu kez, kaderin yumuşak rüzgârı olup, Ümmü Gülsüm’ün güzel kestane rengi saçlarını sevgiyle okşamak istiyordu.
***
…Günlerden bir gün bu karanlık perde gerçekten de yükselir. Şair sonsuzluk seferine çıkmadan önce uzun seferlerden sabırsızlanıp hasret çekip dönen beyaz melek peyda olur. Ve…
Ama şimdi önümüzde son beyana götüren sınavlarla dolu uzun bir yol ve elini uzatsan tutacak kadar yakın hüzünlü bir yıl bekler.
Hemşire
Ey Allah’ım! Yeryüzünden al lütfen bu altını, al,
Bu yakıcı kutsal toprak, al bu alevleri al!
Gülsüm, gerçekten de Tukay’ın tahmin ettiği gibi “kara gecenin beyaz meleği”dir belki de. İşte o “sevda bekçisi”nin kendi dilinde düşünüyor. Saf, samimi, sevgi ve merhamet sahibi olmak, meleklerin dili, meleklerin sıfatı, meleklerin eylemleridir. Şairane sevgi ve aşklar, çoğu zaman gökteki melekleri yere, yerdeki melekleri göğe ulaştırır. Yine de güz mevsiminin, karlı buzlu yağmuru onların yoluna da engel olabilir. Rüzgârı da boydan boya eser, boydan boya keser. Canlısı, cansızı hepsi donar. Öyle zamanlarda Gülsüm’ün aklını farkında olmadan Tukay kuşatır. “Belki o da üşüyordur. Yine öksürüğü içini, bağrını yakıyordur. Hemşire ise hiçbir şey yapamıyor. Hemşire kader karşısında güçsüz…”
Güçsüz mü? Düşünürsen şaşılacak şey: “Kara gecelerin beyaz meleği” yaralı kara geceleri, yaralı tenleri, yaralı yürekleri tedavi etmek için savaşa gidiyor.
Ümmü Gülsüm’ün beklenmedik bu ani karara varması kaderin bir sınavı, bir macerası mı? Yoksa onu daima heyecanlandıran yenileşme, kahramanlık ve kendini daima ispatlamak, millî bağımsızlık duygusu mu barındırıyor? Belki, belki… Yoksa Petersburg’da kadınların yüksek pedagoji okullarına girmek için ne kadar büyük zorluklarla mücadele ettiklerine rastlamadı mı? Gece gündüz demeden Rus, Fransız ve Alman dillerini öğrendi. Klasikleri susamışçasına okudu. Çabucak ezberleyip, Tukay şiirlerini gönlünün en değerli köşesinde biriktirdi. İlham aldı, rüya kanatlarında uçtu.
Ümmü Gülsüm, önce Çistay’ın Rus Kız Lisesinde okudu ve ardından Kazan’daki ünlü Aleksandra Kotova Lisesinin dışarıdan imtihanlarına girdi.9 Büyük ve tanınmış Kamalov ailesinde liseyi bitiren ilk kız o idi. Ailede küçük kız kardeşleri için kendi okulunu kurup kendi derslerini veren ağabeyi İbrahim de küçük kız kardeşinin bu kadar zeki ve yetenekli oluşuna hayret ediyor ve içtenlikle seviniyordu. İşte şimdi gayritabii bir hevesle fizik ve matematik bölümünün üçüncü sınıfında okuyan Ümmü Gülsüm, okulundan gözünün görmediği tehlikelerle dolu bir memlekete gitmek niyetindeydi.
Seyahati şöyle başladı. Birkaç gün önce onu, Petersburg Müslümanlarının şehir idaresinde düzenlenecek toplantısına çağırdılar. O, buraya geldiğinde kürsüde Nur Gazetesi yazarı Kebir Bekir, Balkan savaşında yenilgiye uğrayan Türk Müslümanlarına yardım etmek için gençlik grubu oluşturma zarureti hakkında hararetli hararetli konuşuyordu.
Elbette Ümmü Gülsüm, Balkan Savaşlarından haberdardı. Balkan savaşının başlamasıyla: “Hıristiyanlara Yardım için” diye burada “halk milisleri” toplanmaya başlamıştı. Gerçekte ise bu, Rus askerlerini Türkiye’ye sokmanın bir yoluydu. Balkan yarımadası her zaman böyle Osmanlı Türkiye ile Rus emperyalizmi arasında savaş ve çekişmeye neden olmuştur. Bununla ilgili tüm gazeteler kendi taraflarından bakarak tehlike çanlarını çaldılar. İşte “Yalt Yult”un 13 Ekim sayısındaki karikatürün altında “Balkan’da” diye isimlendirilmiş ve şu sözler yazılmıştı:
Korkmuyorum, hatta sallanmıyor bile fes püskülü;
Al, gerekiyorsa, dördüne dört yumruğum!
Kız o satırları okuyunca: “Tukay!” demişti. Nedense aklına yeniden Tukay gelecek oldu, hatta sitemli sözlerine kadar yankılanır gibi oldu.
Kebir Bekir’in son cümlesi ise onu yere serdi:
– Hemşireleri de bu kutsal davaya çekebilsek, Türk kardeşlerimizi çok sevindirirdik, deyip etkilenip salona göz attı ve bakışları Ümmü Gülsüm’de durakladı.
Sonra birbiri ardına III. Devlet Duma’sının Müslüman Grubu milletvekilleri konuşmalar yaptılar. Onlar da bu kutsal iş ve eylemleri, canı gönülden desteklediklerini bildirdiler. Konuşmalar tamamlanınca Türk kardeşler için yardım toplandı.
Kebir Bekir’in “‘Kızıl Haç cemiyetinin yaralı askerlere yardıma gelmeleri gerekli” sözlerini daima tekrarlamasında kendine has bir hususiyet vardı. İstanbul adındaki rüya şehri görmek, oradaki aydınlar ile görüşüp tanışmak onun en mukaddes dileğiydi ve onu hayata geçirmek için fırsat da çıktı. Tatarların cesur gençlerini, özellikle de soylu, yardımsever, Avrupaî tarzda eğitim görmüş, aydın hemşirelerini Türklere tanıtma fikri tamamen olgunlaşmıştı. O yine kürsüye çıktı ve bu kez kendisi ile üç delikanlının Balkan Savaşına gitmeye hazır olduğunu haber verdi.
Tukay’ı Musa Bigiyev’lerden izinsiz götürdüğü için Ümmü Gülsüm, bu delikanlıdan pek hoşlanmasa da o anlarda kendisini onun yanında hissetti. Sanki görünmez bir güç onu yerinden kaldırıp kürsüye doğru ittirdi. Bu sevimli, mağrur sıfatı, güzel boyu posu görünce salon bir anda sessizleşti.
– Ben Ümmü Gülsüm Kamalova. Bundan iki ay önce “Tsarskoye Selo” Hastanesinde iki aylık hemşirelik kursunu tamamladım. Türkçeyle de biraz anlaşabiliyorum. Beni de gidecekler grubuna yazınız, dedi yankılı ve kendinden emin bir sesle.
Salon, kızı alkışa boğdu. Bazıları hayranlıktan “ah” etti, bazılarının kalbi “patlayacak” gibi acıdı. Ümmü Gülsüm, yerine tekrar döndüğünde, ikinci sırada oturan eniştesi Musa Bigiyev’i görünce başından aşağı kaynar sular döküldü. Ne söyleyecekti ona Musa Bey? Karşı partinin vekili Kebir Bekir’e takılıp savaşa gitmeme müsaade eder mi? Musa Bey her zamanki gibi büyüklüğünü gösterdi. İlim, edep ve entelektüellik kazandı.
– Yolun açık olsun, Gülsüm10, diyerek kızın ellerini sıktı.
Ama Esma ablasının Petersburg’da olduğu dönemde olsa, Ümmü Gülsüm’ün hayatında böyle bir değişiklik olabilir miydi? Yok, göndermezdi ablası onu böyle korkunç ve tehlikeli bir yola!
Esma Hanım çocukları ile Çistay’da annesi Bibifatma’nın yanındaydı. Musa Bey ailesine bakmak için iş bulduktan sonra o, buraya uçup gelecekti. Eniştesine üniversitenin Doğu Dilleri Fakültesinde bir görev vaat ediyorlar etmesine ancak ne zaman olur o? Musa Bey’in hizmetlerini kabul etmeyenler oraya da ulaşmaz mı? Gülsüm, Sak ile Sok11 gibi hasretle ayrı ayrı yaşamaya mecbur kalan ablası ile eniştesine çok üzülüyordu. Musa Bey’in ağarmaya başlayan saçlarına gözü takılınca, yüreği sıkıştı. O topu topu sadece 34 yaşındaydı. Birbirlerini ne kadar seviyordu onlar! Ayrı yaşamaları ne kadar ağır gelir.
Çocukları ile Çistay’a dönmeden önce Esma ablası ile Gülsüm arasında ağır bir konuşma olmuştu. Sebebi, Tukay idi. Şair, Petersburg’dan Kazan’a döner dönmez Yalt Yult Dergisinde (1912 yılının eylül sayısı) “Makale-i Mahsusa” ismi ile seyahatnamesini yayınlatıyor. Petersburg hayatını anlatırken Bigiyev ailesini de atlamıyor. Elbette ki Tukay, kendine has dikenli kalemini de göstermiştir. Bu duruma çok üzülen Esma ablası, Gülsüm’ü fazlasıyla eleştirmiş:
– İyiliğe kötülük ile cevap veren bu adam için hala mı yanacaksın? Sen yoksa kendinin Şeyh Muhammed Zakir’in kızı olduğunu da mı unuttun, demişti, o öfkesini dizginleyince.
Gülsüm dört yaşında bir bebekken yetim kaldığı için babasını tam olarak hatırlamasa da , Gülsüm kimin evladı olduğunu tüm hücreleriyle hissederdi. Ne kadar hissediyordu acaba! Sahip olduğu enerjisi, çoğu insanı hayran bırakacak kararlılık ve cesareti babasından gelmiyorsa nereden gelecekti ona? Muhammed Zakir’in kızı olmasaydı, bugün burada oturabilir miydi? Savaş, oyun değil. Genç olsa da Gülsüm ayrılık acısını bilir. Gülsüm’ün savaşa gideceğini duysa, Tukay ne derdir? Onun ateşler içine gitmesini “ufak tefek bir iş” diye mi düşünürdü?
Salonda yine alkış sesleri yankılandı. Gülsüm düşüncelere dalıp oturduğu sırada kürsüye yine üç kız çıktı. Gülsüm bu kızların üçünü de iyi tanıyordu. Geleceğin doktoru Rukiye Yunısova, Petersburg mollası Muhammed Zarif Yunısov’un kızıydı. Taşkent kızı Meryem Yakupova da onun gibi yüksek tıp kursları alıyordu. Postav şehrinden gelen Meryem Pataşova da doktor olacaktı. O, Nöropsikiyatri Enstitüsünde okuyordu. Gülsüm elinde olmadan: “Onlara da bana da kolay olmayacak” diye düşündü.
Sabahtan yola koyulmak için sözleştiler. Tarih, 7 Kasım 1912 idi.
Şehrin Müslümanları, sabahleyin bayram namazını kıldıktan sonra tren garında toplandılar. O gün Kurban Bayramının birinci günüydü. Sarıklı adamların çokluğundan dolayı diğer yolcular birbirlerine garipseyerek baksalar da şüphelenen olmadı. Uğurlamaya gelenler arasında Musa Bigiyev de vardı12. Uğurlayanlar adına o da, bu yardımsever ve oldukça zorlu bir sefere çıkmaya cesaret eden yolculara minnettarlıklarını bildirip, her birinin onlara hayır dualarda bulunduğunu iletti.
Gülsüm, eniştesinden savaşa gideceğini akrabalarına söylememesini rica etti. Musa Bey, “Öyle daha doğru olur” der gibi, yalnızca başını salladı ve razı olduğunu bildirdi.
… Düşünceler, epeydir yolda. Onlar bir uçarlar, bir koşarlar, bir dururlar, geçmişe geri dönmek için çırpınırlar. Akıl dedikleri ise onları gözünün önünden bile ayırmadan koruyordu sanki.
8 Kasım günü onlar Odessa şehrindeydiler. Burada Türkiye’ye yardıma gelen gençleri Orenburg’un Vakıt Gazetesi yayıncısı, editörü, yazarı, âlim Fatih Kerimî karşıladı. Yaklaşık kırk gencin önünde duran bu adamın etkileyici bir yüzü vardı. Sesi, konuşma tarzı yüreğe hoş geliyordu. O, kızları Fransızca selamladı ve onlara birbiri ardına sorular yağdırmaya başladı. Amacı, onların bu dile ne kadar hâkim olduğunu anlamaktı sanırım. Kerimî’nin Gülsüm ile sohbeti çok uzadı. Kızın Fransızcasına laf edilecek gibi değildi.
Seslerinin kendine özgü yankısı, melodik söylenişinden dolayı özellikle severek öğrenmiş bu dili Gülsüm. Fransızcayı onlara bütün Petersburg’da tanınmış Lyarond Hoca öğretmişti. Almanya’dan gelip Alman dilini okutan Profesör Kleynber de tanınmışlardandı.
– Siz Kazan kızı mısınız, matmazel, diye sordu Fatih Bey. O, memnuniyetle gülümseyip Tatarca’ya geçmişti.
– Çistay’danım ben, Mişer kızıyım.
– Durun hele, Çiştay’ın ünlü şeyhi Muhammed Zakir Kamalov hazretlerinin kızı mısınız yoksa?
– Ta kendisi!
– Hangisi?
– En küçüğü, Gülsüm’üm ben.
– Maşallah! İşte görüştük! Ben Çistay’a gelmeyeli çok uzun yıllar oldu…
– Siz “Komedi Çistay’da” eserinin yazarısınız. Sizi Çistay’da iyi tanıyorlar.
Kerimî, rahatlayıp güldü: “Epey tanınacak olay oldu ama onların çoğu henüz yazılmadı” diyerek Ümmü Gülsüm’ün gözünü boyamaya çalıştı ve “gülümsemesi ne kadar gizemli ve kederli” deyip, kendisine hayran olarak onu gönül defterine yazdı.
Kızlar gönüllerince gemiye yerleştikleri sırada Fatih Kerimî, Çistay’ı, Gülsümlerin ailesini tek tek aklından geçiriyordu. Muhammed Zakir Gabdilvahab oğlu, Rusya çapında meşhur şeyh, önemli eğitimci ve II. Lonca tüccarıdır. 1882 yılında Çistay’da kendi parası ile medrese yaptırmıştı. İki cami onarıp ömür boyu imamlık yaptı. Rızaeddin Fahreddin, Ayaz İshakî… ve Fatih Kerimî’nin kendisi de orada okumuştu. Ailedeki sekiz kız ve anne babanın gururu olan İbrahim, bugünkü gibi hatırındaydı.
Mükemmel derecede terbiye ve ilim alarak yetişmeleri harikulade. Arap, Fars, Türk, Tatar ve Batı klasiklerinin toplandığı zengin kütüphaneleri de dünyalara bedeldi! Halk doğrusunu söylüyor: “Yuvasında ne görürse, uçtuğunda o olur”. İbrahim de ilk eğitimini babasının medresesinde aldı. Ondan sonra Kahire’de Şark dünyasının en tanınmış El Ezher Üniversitesinde okudu. Musa Bigiyev ile dostlukları da o yıllardan geliyordu. İşte şimdi İbrahim’in sevgili kardeşi Esma ile büyük Tatar aydını Musa Bigiyev’in evlenmeleri talih değil de nedir?
İbrahim için kız kardeşleri, gözü gibi kıymetliydir. Onlar, her zaman sevgili ağabeylerinin kanatları altındadır. Şemsi Nisa, Hetime, Gülsüm ve yine eğitim alanında tanınmış isimleri olacak Çistay’ın başka birkaç kızını da İbrahim kendisi okutuyordu.
“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” derler ya. Bu kavuşma, yazarın gönlünü ansızın kanatlandırıp Çistay’ı kuşatıp, gençliğinde seyahat ettirip döndürdü. Bak hele sen, deniz gibi farklı yönlere serilmiş Çulman da, onun kıyılarını ara sıra okşayan dalgaları da, martıların durmadan uçup oynamaları da canlandı diyorsun. Eskiden Cistav’ın üstünde, göz alıcı yıldızlı gökyüzünde tam yıldız kaydığında kabul olacağına inanılan, dilek ve hayallerin parlak görünümleri yoktu elbette.
Hesaplasan, görünüşe göre, yirmi yıldan fazla zaman geçmişti. “Kamaliye”13 medresesinden kovulsa da Fatih, o yıllara, o aileye çok minnettardı. İşte dünya ne garip, İbrahim’in gözünden sakındığı küçük, nazlı kardeşi, güzel matmazel savaş meydanına gidiyordu.
İnşallah Fatih, kızlar için elinden geleni yapar.
Fatih Kerimî, yurtdışında gezip çok şey öğrenmiş, saygın, asil bir aydındı. Tatarların tanınmış zenginlerinden olan arkadaşı Şakir Remiyev14 Bey ile birlikte, tercüman ve gazeteci olarak beş ay süren sadece “Avrupa Seyahati” bile çok önemliydi: Moskova, Petersburg, Berlin, Brüksel, Paris, Nisa, Monte Carlo, Milan, Viyana, Budapeşte, İstanbul. Her biri şehir hakkında geniş ölçekli, resim ve tasvirli, çok yönlü yazılarla Tatar dünyasını dalgalandıran şahıs. İstanbul’a giden vapur kalkmadan önce, konuşup görüşmek için vakit yeterliydi. Yazar, kızlara Türkiye’nin nasıl bir memleket olduğunu, örfünü âdetini, en önemli hassasiyetini kısa ama akılda kalacak şekilde anlatmaya çalıştı. Söz bazen, Türk ya da Fransız edebiyatına gelince de Gülsüm’ün onların edebiyatını tanıyor olması yazarı tekrar tekrar şaşırttı. “Bunlar bizim Tatar kızları mı ?” der gibi Kerimî, sürekli kıza şaşkınlık ve hayranlıkla baktı.
Kızların Avrupaî tarzda kıyafetleri ve birbirlerine karşı davranışları da onun kalbini gurur hissiyle kaplıyordu. Ama bakıldığında, Türkiye’ye gidenlerin hepsi de imam çocuklarıydı. Dinini, imanını koruyarak kolları yeniliğe sıvamak ve bu sonsuz karmaşık dünyayı anlamaya çalışmak. Bunların hiçbiri kolay olmayacaktı. Evet, yıllar önce o da ilk kez denizleri aşıp İstanbul’a gitmişti. İstanbul’a iner inmez limandan dosdoğru ünlü yazar Ahmet Mithat’ı aramıştı. Delikanlı, Çistay’ın Kamaliye Medresesinde okurken ona sürekli mektuplar yazardı. Ne garip, yazar da onların her birine cevap verirdi. İstanbul’a geldiğinde ise bu öğrenciyi evinde akrabası gibi misafir etti. Ahmet Mithat Efendi, okuma arzusuyla dolup taşan Fatih’i İstanbul’un en tanınmış çocuklarının okuduğu Mülkiye Mektebine yerleştirdi. Nezaket, yabancı dillere ve Türkiye’ye saygı, sevgi nereden gelir! O burada edebiyat işini de sürdürüyordu. Şimdi burada onun arkadaşları fikirdaşları yaşıyor. O, bu kez Türkiye’ye Vakıt Gazetesi için makaleler hazırlamak niyetiyle geliyordu. Daha doğrusu, bir zamanlar kendisini yetiştiren memleketin yenilme sebeplerini açıklamak, ona destek olmak ve içinde bulunduğu bu ağır durumu paylaşmak için geliyordu. Ama bu dönem yalnız Türkiye’nin kaderinde değil, belki de Tatarlar da dâhil, bütün Türk halklarının kaderini belirleyen tarihî bir devirdi.
Gazeteci, filozof, siyasetçi, yazar Fatih Kerimî’yi15 kadın özgürlüğü, geleceğin yetenekli annelerinin kaderi; iktisadî, askerî, siyasi meseleler kadar hatta onlardan daha fazla ilgilendiriyor. Bu nedenle de o, bu cesur Tatar kızlarını gözünün önünde ayırmamaya çalışıyordu.
…Şimdilik… Şimdilik yol. Karadeniz akşamı. Gülsüm, gönülden dualar okuyup dilekler diliyordu: “Allah’ım, Ya Rabbi, sağ salim varıp, sağlıkla dönmeyi nasip et!” Yok, yok karanlıkta aklından kötü düşünceler geçiyor. Tukay’ın söylediğine göre:
Gökte ne olmaz, dersen, o uçsuz bucaksız gök!
Ey, ey aziz Tukay’ım, sadece sen iyi ol. Bahane çıktı: Gülsüm’ün yanaklarından dizi dizi yaşlar süzüldü. “Ah, gönül şairini alıp Kırımlara götürüp iyileştirecekti… Gülsüm yine son görüşmelerini gözünün önüne getirdi. Lütfen sonuncu olmasın! O, şaire iğne ucu kadar bile kızgın veya öfkeli değildi. Tukay gibi biri, kızların ellerinden tutup Kırım’a gider mi hiç! Gülsüm’ün yanaklarını yine dizi dizi sıcak yaşlar yıkadı. İyi ki sen varsın Tukay! İyi ki gönül yandığında, sevgiye susayınca, özleyince “söyleyip söyleşmek” için sen ve bağrında saklanan şiirlerin var.
Gülsüm yavaşça kabin kapısını açarak güverteye çıktı. Yüzüne hemen soğuk Karadeniz rüzgârı, kaderin rüzgârı çarptı. Deniz de epey dalgalanıyor, sallıyordu. Yakında Karadeniz’in milyonlarca yıldan beri süregelen hikmetli kanunu yine yürürlüğe girecekti. Deniz acımasız bir güç ile altını üstüne getirir, çalkalanır, rüzgâr eser, dalgalar birbirine beyaz köpüğe batırıp koşar, yoluna çıkan her şeyi yok eder…
Çıktı rüzgâr,
Koptu tufan
Milletin gemisini yel sürer!…
Hangi yollar,
Nasıl girdaplar
Çeker bizi can isteyip!
Tuhaftır, Gülsüm’ün ruhu bugün şiirsel dalgalardaydı. İşte kederli, hüzünlü Derdmend’in Gemi’si karşıdan geliyor ve gönlü, derin felsefî düşüncelerle, kederlerle doluyordu. O da Gülsüm’ün sevdiği bir şairdi: Derdmend, Zakir Remiyev de İstanbul’da okumuştu. Tukay’ın “İstanbul’a gidip bir görsem iyi olurdu” diye bir düşüncesi varmış. Çoğu aydının gönlünde yatan, sığınacak liman, kardeş ülke. Zor zamanlarda yardıma gelmek, büyüklük ve asalet timsalidir. İşte öyle seyahat süresince isyan ettiler. Şimdi sakinleşip dinlenmek gerek.
Gülsüm’ün dikkatle kabin kapısını açmasıyla Meryem’in iç çekerek ağlaması duyuldu:
– Gülsüm, burada ölüp kalsak? …
– Kim sana ölmeye gittiğimizi söyledi? Canım arkadaşım, bizim ölüleri diriltmemiz gerekiyor, öyle değil mi? Bu yüzden bizi orada dört gözle bekliyorlar. Bu çirkin düşünceleri güzel başından at deyip yumuşacık saçlarını okşayıp anne şefkatiyle kucaklayıp, Meryem’i sakinleştirmeye çalıştı.
– Ah ah Gülsüm, Allah sana öyle bir irade gücü vermiş ki sen her zaman hayret verici, mukaddes bir ruhsun.
– Ben de sana hayranım.
– Sadece sen böyle söylüyorsun, Gülsüm kardeşim. Teşekkür ederim.
– Meryem, Tukay’ın şiirlerini okuyayım mı sana?
Meryem’in gönlü yine doldu taştı. Kız sadece başını sallayarak cevap verdi ve gözlerini kapatıp Gülsüm ile birlikte şiir deryasına daldı.
Sevda
Yer yeşermez, çiçek açmaz, düşmezse yağmur damlası,
Nereden bulsun şiiri şair, olmazsa ilham meleği.
Bir güzelden hangi şair, söyleyin ilham almamış?
Bayron mu, Lermontov mu, Puşkin mi, hangisi?
Faydasız bir et parçasından ibarettir yürek,
Pare pare kesmezse aşk sevda makası,
Dişlerinin cevherinden yaktım işte,
Ben bu şiiri, söylesenize inciden neresi eksik kalır?
– Tukay o kadar âşık bir şair mi, Gülsüm?
– Dinle, sorular sonra:
Olmasa
Kim bilir kıymetini, canım, dertli gönül olmasa?
Naz eder kimlere çiçek, karşısında bülbül olmasa?
Suretinin en gerçeği bil ki, şairin gönlündedir.
Aynalardan gerçek görüntünü göremezsin o olmasa.
Vermedi Leyla gibi sevdiğine dünya değeri;
O sadece bir kız olur, karşısında Mecnun olmasa.
Hiç yakıştırmıyorum sen gibi güzellik şahına,
Hiç değilse, duygusal bir şair gelip kul olmazsa.
– Gülsüm, bu şiir sana mı yazılmış?
– Yok, Meryem. O kalbinde sevda olan herkese ithaf edilmiş. Bana göre gerçek şiir işte tam da böyle olur.
– Petersburg’a gelince Tukay bizimle görüşmek istemedi ki.
– Ah, ah Meryem, Tukay o günlerde çok hastaydı. Ben o günleri aklıma getirince hala yüreğim kan ağlıyor.
– Sen Tukay’ı gerçekten seviyorsun galiba, Gülsüm?
– Eğer Tukay’ı da sevmezsek, biz kimiz, nasıl millet oluruz? Ancak hiç yardım edemiyorum. Yaşasın yeter… O benim yüreğimin yarası…
– Sen gerçek bir evliyasın, dedi Meryem. Çünkü şimdi onun gönlünde de sevdaya çeken bir nur parlıyordu.
Komşu kabindeki?? Meryem ile Rukiye’nin de duygu ve düşünceleri, sohbet koyulaştırarak, bir arada devam etti. Onlar da uzun süre sohbet edip, sonra biraz ağlaşıp birbirlerine gönül sırlarını açtılar. Şimdi o büyülü dalganın kucağında huzurla yüzüyorlardı.
Fatih Bey, delikanlılara ve kızlara iyi geceler diledikten sonra namazını kılıp duasını edip yatsa da gözüne hiç uyku girmedi. Karadeniz de hatıralarını dalga dalga gönül kıyılarına çıkardı. Bundan on üç yıl önce Avrupa seyahatinin on üç gününü İstanbul’a ayırmıştı. Gezip gördüğü yerlerden, görüşüp tanıştığı insanlardan çok memnun bir şekilde Mayıs ayının güneşli bir sabahında Karadeniz kıyılarına dönüş yolunda, vatana doğru yüzdüler…
Bugün ise, gidilecek yola doğru. Bu taraf için söz edilen düşünceler de kişiler de, durumlar da daha başka. Balkan Savaşının ateşi sarmış. Memleketin selameti pamuk ipliğine bağlı. Neden, niçin, bu sayısız soruya cevap aramak, bulmak ve halkın gönlüne girmek? Gerçek bir aristokrat, asil insanlar sınıfından savaşçı tabiatlı Fatih Kerimî tam o vakitte, kendine işte böyle büyük bir sorumluluk yükleyip ateş hattına gidiyordu.
Yıllar sonra İstanbul ile bu seferki görüşmenin etkilerini Fatih Kerimî kendisinin meşhur “İstanbul Mektupları16” kitabında şöyle beyan edecekti:
“9 Kasım Cuma günü akşam, vapurumuz İstanbul boğazına geldiğinde, seyrek seyrek top sesleri duyuluyordu. Odessa’da, “Bulgarlar İstanbul’u topa tutuyorlarmış”, haberlerini duymaları insanlara yetmişti. Yolcular:
– Mahvolduk, gidip topların altına giriyoruz, demeye başladılar. Ama İstanbul’un durumunu bilen gemideki Rum ve Ermeniler:
– Korkmayın efendiler, bugün Müslümanların Kurban Bayramıdır. Onlar bayramın dördüncü gününde her namaz vaktinde top atarlar, diyerek korkan insanları sakinleştirdiler.
Sıcak güneşin altında, iki tarafı da yemyeşil bahçeler ve ağaçlardan ibaret boğazın içine girince zannediyorum ki, bir kişinin bile kalbinde savaş korkusu kalmamıştı. Boğazın iki yakasındaki eşsiz manzaralar herkesin gönlünü de, gözünü de, özünü de cezbetti. Yüz defa gören insanlar bile yüz birinci kez, yine ilk defa görüyormuş gibi aynı hevesle seyrediyorlardı.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.