Kitabı oku: «Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri»
ÖNSÖZ
“Bunlar güzel sözler öyle değil mi, kuzum?” diyerek övünür Rudyard Kipling, Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) adlı kitabının bir bölümünde. Aklınızda kalacak olanlar bu hikâyeler değil; içindeki anlamlı sözler (“sonsuz bilgi ve beceri”, “Doğu üslubunun ihtişamından daha fazlası”) ve güzel, ahenkli cümleler (“Ben Tek Başına Dolaşan Kedi’yim ve her yer benim için aynı.”) olacaktır.
Kipling’in “sihirli kelimeler” ile ilgili yoğun duyguları Hindistan’da “umut ederek ve hayal kurarak” geçirdiği çocukluk yıllarının, onu derinden etkilemiş olmasıyla açıklanabilir; o ve kız kardeşi Trix, sürekli olarak, “Anne-babayla İngilizce konuşun!” uyarısıyla karşı karşıyaydılar. Ana dilinde söylenen bu küçük uyarı, onun dikkatini daha da keskinleştiriyordu. Onun bu konudaki hünerini kendi ağzından dinleyelim: “Ağırlıkların, renklerin, parfümlerin ve kelimelerin, diğer kelimelerle olan ilişkisiyle ilgili kendi kendime yöntemler geliştirdim; kelimeleri çok yüksek sesle söylüyordum, bu yüzden kulaklarını tıkıyorlardı. Şiirlerimin ya da düz yazılarımın bir çizgisi yoktu, dilim pürüzsüzleşene kadar birçok ifadenin defalarca tekrarlanmasından sonra, hafızam mekanik bir şekilde su yüzüne çıkmıştı.”
Kipling, 1865 yılında, Hindistan’ın Bombay şehrinde dünyaya gelmiştir ve beş yaşına kadar “The Potted Princess” adlı hikâyesindeki gibi pastoral ve kapalı bir hayat sürmüştür. Ancak altıncı yaş gününden hemen önce, hayatı tamamen değişmiştir. Âdet olduğu üzere Ruddy ve Trix, yetiştirilmek üzere İngiltere’ye gönderilirler. Yabancı bir ailenin yanında pansiyoner olarak kalırlar; bu yabancılar, Kaptan ve Bayan Holloway’dir. Kipling, yaşadığı o beş yılı “işkence yılları” olarak hatırlayacaktır ve o günleri “Mee mee Kara Koyun” (Baa Baa, Black Sheep) adlı kısa hikâyesinde yazarak yeniden şekillendirmiştir. Acısını gizlice tedavi etmiştir Kipling; ona göre “Kötü muamele gören çocuklar, hapishane tarzı hayatlarıyla ilgili sırlarından kurtulmak için, onları anlatmaları gerektiğini bilirler.”
Bu yoğun mutsuzluk duygusu, Kipling’in, çocukluk dönemine ait anıları ilginç bir şekilde taze tutmasına yol açmıştır ve belki de bunlar, çocuklara karşı hissettiği şefkat duygularının da anahtarı olmuştur. Kuzeni Florence Macdonald, “Onu bir çocukla oynarken görmek büyüleyici bir şeydi, çocukla çocuk olurdu ve oyunu, bir çocuğun bakış açısıyla oynardı.” diye anlatır. Çocukların yaratıcı oyunlarının ritüellerine ve kurallarına gösterdiği bu canlı ilgi “The Story of Muhammad Din” gibi bazı hikâyelerinde açıkça görülür.
Kipling daha çok çocuk hikâyeleri yazarı olarak anılır. 1894-1910 yılları arasında her biri klasik sayılabilecek sekiz cilt kitap yayımlamıştır: The Jungle Book ve The Second Jungle Book; Captains Courageous; Stalky&Co., Kim; Just So Stories; Puck Pook’s Hill and Rewards ve Fairies. Kim kitabının, yetişkin edebiyatının zirvesinde olmasının yanında küçük çocuklar için orijinal açıklamalı olan Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) kitabı, daha genç okuyuculara hitap eder ve onların ergenliğe geçişine yardımcı olur.
Öylesine Hikâyeler (Just So Stories)’i ithaf ettiği “biricik” kızı Josephine (Effie), Brattleboro, Vermont’ta Aralık 1892’de doğmuştur. Kipling, 1897 yılında St. Nicholas’ta hikâyelerini tanıtırken şöyle söylemiştir; “Sevdiği başka bir hikâyeyle değiştirilebilecek günlük hikâyelerinin aksine; bu hikâyeler, Effie’yi uyutmak’ anlamına geliyordu ve kesinlikle bir kelimesini bile değiştiremezdiniz. Olduğu gibi anlatılmalıydılar yoksa Effie, yerinden doğrulur ve kaçırdığım kelimeyi söylerdi. Sonunda bu hikâyeler tılsımlı hâle geldiler.” Josephine, üç hikâyede, güçlü baba-kız ilişkisine örnek olan “Taffy” olarak çıkar karşımıza.
Hadi ne istersen yapalım baba, yeter ki ikimiz kalalım baş başa Gerçek bir keşfe çıkalım ve çay saatine kadar kalalım dışarıda!
Daha sonra, bu hikâyelerin dinleyicileri arasına Effie’nin, 1896’da dünyaya gelen kız kardeşi Elsie ve 1897’de dünyaya gelen erkek kardeşi John da katıldı. Kipling’in kuzeni Angela Thirkell şöyle demiştir: Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) Kuzen Ruddy’nin derin ve huzur veren sesinden dinlenildiği zaman, yazılı hâli onun yanında çok vasat kalıyor. Onlarla ilgili bir ritüel var; her kelimenin özel bir ses perdesi var, ki bu her seferinde kesinlikle aynıydı ve bu özel ses perdesi olmadan hikâyeler kuru mısır yaprakları gibi kalırdı. Benzeri olmayan bir ritim, belli başlı bazı kelimelerin vurgusu, tamlamaların abartılması bir tür tonlamaydı ve onun anlatımını eşsiz kılıyordu.” Bunlar Kipling’in tabiriyle “yüksek sesle” okunmalıydı.
Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) 1897’de medyada yer almaya başladı ve birçok kişi tarafından resimlendirildi. 1902 yılında, on iki klasik hikâye, kitap hâline getirildi; Kipling’in, Hint mürekkebiyle yazdığı süslü başlıklarla beraber.
Elinizdeki bu baskıya iki hikâye daha eklendi: Taffy’nin üçüncü macerası olan ve çok sonra yazılan “Tabu Hikâyesi” (The Tabu Tale) ile “Ham ve Kirpi” (Ham and The Porcupine). Ama Just So Stories, Kipling’in yazdığı son hikâye kitabı oldu.
Kitap yayımlandıktan sonra Kipling ailesi ağır bir darbe yedi. 6 Mart 1899’da Rudyard, New York’ta bir otelde kaldığı sırada, 6 yaşındaki Josephine, şiddetli bir zatürre sonucu hayatını kaybetti. Angela Thirkell bu konu hakkında şöyle yazmıştır: “Josephine’in ölümüyle, çok sevgili kuzenim Ruddy ile sahip olduğumuz çocukluk anılarımız da yok olup gitti ve o olaydan sonra, onu bir daha hiç, normal bir insan gibi görmedim.” Belki de bu yüzden “Tabu Hikâyesi” (The Tabu Tale) diğer hikâyelerle birlikte yayımlanmadı; çünkü bu hikâye, “Babasının gittiği her yere gitmiş.” diye yazılmış acıklı, unutulmaz bir finalle bitmiştir. Kipling’in unutulmaz “They” (Onlar) adlı hikâyesi de acılarla dolu kaderiyle ilgilidir; Taffy’nin hikâyelerine eşlik eden “Merrow Down” (Merrow Tepesi) şiiri gibi:
Uzak çok uzak
Duyurmak için sesini
Koşar gelir onu aramaya Tegumai
Çünkü kızı onun her şeyi
Öylesine Hikâyeler’in tarzı, hikâye anlatıcısı ile dinleyiciler arasındaki o özel duyguyu her okuyucuya geçirememiştir. Dolayısıyla güldürü dergisi “Punch” espriyle karışık dokundurmuştur Kipling’e: “Ruddikip’in Büyük Poposu Nasıl Oluştu”yu anlatan Samimi Hikâyeler. Ruddikip de şöyle cevap vermiştir: “Şimdi küçük bir çocuğa dönüşeceğim ve onlarla heceleye heceleye konuşacağım.”
Yorgun Ruddikip kalemini alır ve “Bu yüzden kuzum, vs. vs. vs.” diye yazmaya başlar. Daha sonra da onlar “yorgun Ruddikip”in bu hikâyelerini alıp güzelce, büyük siyah puntolarla basarlar. Çünkü “paha biçilemeyen” bu hikâyelerin tam sizlerin beğenisine göre olduğunu ve her seferinde bu şekilde hikâyeler yazdığı için Ruddikip’e teşekkür edeceğinizi bilmektedirler.
F. J. Harvey Darton, İngiltere’deki Çocuk Kitapları adlı eserinde, Öylesine Hikâyeler’in basit, amcavari tarzından dem vurur.
Ben ise “Kişiye özel ‘esprilerine’ rağmen Öylesine Hikâyeler, kâğıda dökülmüş masalların en mükemmellerinden biridir.” diyen Darton’ın editörü Brian Alderson’la aynı fikirdeyim.
Hikâyelerin canlılığına kanıt olarak “Çocuk Fil” (Elephant’s Child) adlı hikâyeyi açın ve “Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyılarına…” diye başlayan büyülü cümlelerle hayal dünyasına dalın. Çünkü bu tarz bir anlatım, hiçbir zaman akıllardan çıkmaz.
Neil Philip
BALİNA’NIN BOĞAZI NASIL OLUŞTU?
Evvel zaman içinde, denizlerde bir Balina yaşarmış ve bu Balina, balık yiyerek beslenirmiş, canımın içi. Kalkanları, sazanları, denizyıldızlarını ve zarganaları, yengeçleri ve pisi balıklarını, tırpanaları ve onların eşlerini, orkinosları ve turna balıklarını ve hatta kıvrım kıvrım yılan balıklarını bile yermiş. Yani denizde bulduğu bütün balıkları koca ağzıyla yutarmış bir tanem! Gel zaman git zaman koca denizde sadece küçük bir Cingöz Balık kalmış. Güvenli olduğu için Balina’nın sağ kulağının arkasına saklanarak yüzermiş. Günlerden bir gün, Balina, kuyruğunun üzerinde doğrulmuş ve “Ben acıktım.” demiş. Küçük Cingöz Balık kısık sesle “Haşmetli ve asil Balina Efendi, siz hiç insan etinin tadına baktınız mı?” demiş kurnazca.
“Hayır.” demiş Balina. “Neye benziyor tadı?”
“Güzeldir.” demiş küçük Cingöz Balık. “Güzeldir amma hazmı biraz zordur.”
“O hâlde bana derhâl birkaç tane insan bul!” demiş Balina ve kuyruğunu sallayarak denizi köpürtmeye başlamış.
“Her yemekte bir insan yeterli olur.” demiş Cingöz Balık. “Eğer elli derece kuzey enlemi ve kırk derece batı boylamı boyunca yüzerseniz efendim (Çünkü bu bir büyüdür.), denizin ortasında bir kayık göreceksiniz. Bu kayıkta; üzeri çıplak, ama altında mavi bir pantolonu ve pantolon askısı olan (Bu pantolon askılarını aklında tut cimcimem.) ayrıca bir tane de bıçağı bulunan kazazede bir Denizci var. Ama bilmelisiniz ki bu Denizci, sonsuz bilgi ve beceri sahibidir!”
Bunun üzerine Balina var gücüyle elli derece kuzey enlemi ve kırk derece batı boylamı boyunca yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş… Sonunda kayıkta oturan, ayaklarını suya sokan (Eğer annesi izin vermeseydi ayaklarını suya sokmazdı, çünkü o sonsuz bilgi ve beceri sahibi bir denizciydi.), mavi pantolonlu ve pantolon askılı (Bu askıları aklında gerçekten tutmalısın kuzucuğum!), bir de bıçağı olan kazazede Denizci’yi görmüş.
Tabii Balina hemen açmış ağzını; açmış, açmış, açmış -öyle ki neredeyse üst çenesi kuyruğuna değecekmiş- ve kazazede Denizci'yi yutuvermiş. Onunla birlikte kayığını, mavi pantolonunu, pantolon askısını (Hani şu unutmaman gereken askılar!) ve bıçağını da bir lokmada atmış ağzına; ıslak ve karanlık midesine indirmiş, dudaklarını bir güzel şapırdatmış, sonra da kuyruğunun üzerinde üç kere dönerek dans etmiş.
Amma velakin Denizci, sahip olduğu sonsuz bilgi ve beceriyle Balina’nın ıslak ve karanlık midesinde başlamış tepinmeye; hoplamış, zıplamış, oradan oraya atlamış, ağlamış, zırlamış, en son olarak da denizci horonu tepmiş ve sonunda Balina’nın midesi bulanmaya başlamış (Bu arada, pantolon askılarını unutmadın değil mi?).
Cingöz Balık’a “Midem bu adamı öğütemedi herhâlde, baksana hıçkırık tuttu beni. Ne yapacağım ben şimdi?” demiş Balina.
“Ona çıkmasını söyleyiniz efendim.” demiş Cingöz Balık.
Böylece Balina kendi boğazından içeriye doğru, kazazede Denizci’ye seslenmiş: “Hey sen! Rahat dur artık ve çabuk dışarıya çık. Senin yüzünden hıçkırık tuttu yahu!” demiş.
“Ha ha ha!” demiş Denizci. “O kadar kolay değil. Şimdi beni İngiltere’deki doğduğum, beyaz kayalıklı sahile götür bakalım, sonra bir şeyler düşünürüz.” Ondan sonra da eskisinden daha fazla tepinmeye başlamış.
“İyisi mi siz onu evine götürün efendim.” demiş Cingöz Balık, Balina’ya. “Onun sonsuz bilgi ve beceri sahibi olduğu konusunda sizi, daha çok uyarmalıydım.”
Balina başlamış yüzmeye; iki yüzgeci ve kuyruğuyla yüzmüş yüzmüş yüzmüş… Tabii bu arada da durmadan hıçkırıyormuş! Sonunda Denizci’nin doğduğu beyaz kayalıklı sahile varmış ve karnına kadar sudan dışarı çıkmış. Ağzını kocaman açarak seslenmiş Denizci’ye: “Doğduğu beyaz kayalıklı sahile giden yolcu için son durak!”
Daha Balina’nın ağzından “son” lafı çıkarken Denizci fırlamış yerinden. Ama sonsuz bilgi ve beceri sahibi olduğu için, Balina yüzerken çakısıyla oturduğu kayığı yontarak birbirine çapraz uzanan tahtalardan kare biçiminde bir parmaklık yapmış ve pantolon askılarıyla iyice sağlamlaştırmış bu kafesi (Artık askıları neden unutmaman gerektiğini biliyorsun kuzum değil mi?). Dışarı çıkarken de peşinden Balina’nın boğazına kadar sürüklemiş ve tabii parmaklık Balina’nın boğazına takılmış. Denizci o sırada şu sözleri mırıldanmış:
Bu parmaklıkla
Tıkadım boğazını koca balıklara!
Bu Denizci hepsinden daha kurnazmış. Çakıllı sahilden seke seke geçmiş, ayaklarını suya sokmasına izin veren annesinin yanına gitmiş; evlenmiş ve hayatının sonuna kadar mutlu mesut yaşamış; tabii Balina da. Ama o günden sonra boğazında takılıp kalan, ne tükürebildiği ne de yutabildiği parmaklık yüzünden çok küçük balıklar dışında hiçbir şey yiyemez olmuş. O nedenledir ki, Balina’lar, insanları, küçük kız ve erkek çocuklarını yemezler canımın içi.
Küçük Cingöz Balık ise kaçmış ve çok uzaklarda, denizin dibinde çamurların içine saklanmış. Balina ona kızacak diye ödü patlıyormuş.
Denizci, çakısını eve götürmüş. Sahilde yürürken üzerinde mavi pantolonu varmış; ama bildiğin gibi pantolon askısı yokmuş artık. Bu hikâye de böylece bitmiş.
KAMARANIN PENCERELERİ KARANLIK VE YEŞİL İKEN
Dışarıdaki deniz yüzünden
Gemi düdüğü vooop diye öttüğünde (Bir yandan da sallanırken)
Kamarot çorba kazanına düştüğünde,
Bavullar yuvarlanmaya başladığında,
Bakıcın yere boylu boyunca uzandığında,
Annen sana susmanı söyleyip uyuduğunda,
Uyandırılmadığında,
Seni yıkamadıklarında ya da giydirmediklerinde,
Neden olduğunu (ki hâlâ anlamadıysan)
O zaman anlayacaksın.
Sen “elli derece kuzeyde ve kırk derece batıdasın!”
DEVE’NİN HÖRGÜCÜ NASIL OLUŞTU?
Şimdi sırada ikinci hikâyemiz var ve bu hikâye, Deve’nin hörgücünün nasıl oluştuğunu anlatıyor kuzum.
Çok eski zamanlarda, dünya daha yeni oluşmuşken ve hayvanlar insanoğlu için yeni çalışmaya başlamışken Uğultulu Çöl’de yaşayan bir Deve varmış. Bu Deve, çalışmayı hiç sevmiyormuş ve o da tıpkı çöl gibi sürekli uğulduyormuş. Aylak aylak dolaşıp kuru otları, dikenleri, bitkileri ve kaktüsleri yiyormuş. Biri yanına gelip konuşmaya çalıştığında da “Of!” diyormuş. Sadece ofluyormuş.
Bir pazartesi sabahı At kardeş, ağzında gemi, sırtında da eyeriyle Deve’nin yanına gelmiş ve “Hey Deve kardeş, hadi sen de gel bizim gibi çalış ve şaha kalk.” demiş.
Deve bunun üzerine “Of!” demiş, At kardeş de olan biteni gitmiş Âdem Baba’ya anlatmış.
Ardından Köpek kardeş ağzında bir tahta çubukla gelmiş Deve’nin yanına ve “Hey Deve kardeş, gel de bizim gibi sen de atılanları yakala ve getir.” demiş.
Deve yine “Of!” demiş, Köpek kardeş de olan biteni gidip Âdem Baba’ya anlatmış.
Bu sefer boynunda boyunduruk olan Öküz kardeş gelmiş ve “Hey Deve kardeş sen de bizim gibi tarlayı sürsene.” demiş.
Tabii Deve her zamanki gibi “Of!” demiş, Öküz kardeş de diğerleri gibi olan biteni Âdem Baba’ya anlatmış.
Derken akşam olmuş ve Âdem Baba; At kardeşi, Köpek kardeşi ve Öküz kardeşi yanına çağırmış. “Dostlarım sizin adınıza çok üzgünüm. Dünya yeni kurulmuş olmasına ve yapılacak onca iş olmasına rağmen çölde yaşayan şu “Of ’lu Deve” çalışamıyor, çalışabilse herhâlde burada olurdu. Kısacası onu kendi hâline bırakacağım; ama siz, onun yapmadığı işleri de yaparak iki kat daha fazla çalışacaksınız.” demiş.
Bu haber üç arkadaşı da çok kızdırmış. Çölün kuytu bir köşesinde oturup kendi aralarında konuşmaya başlamışlar; tartışmışlar, oylama yapmışlar; ama bir sonuca varamamışlar. Bu sırada Deve ağzında kuru bir otla geviş getirerek yanlarından sallana sallana geçmiş ve kıs kıs gülmüş onlara. Bir de üstüne oflamış ve oradan uzaklaşmış.
O zamanlar yeni kurulmuş olan dünyanın bütün çöllerinden sorumlu bir Cin varmış. Bu Cin, bir toz bulutunun içinde yuvalanarak gezermiş (Cinler hep böyle yolculuk ederler; çünkü bu bir çeşit büyüdür.). Cin, bu üç arkadaşı görünce onlarla konuşmak için durmuş.
At kardeş hemen sormuş: “Bütün Çöllerin Cini, dünya daha yeni kurulmasına rağmen aylak aylak dolaşmak sence doğru mu?”
“Kesinlikle doğru değil.” demiş Cin.
“İyi o zaman.” demiş At kardeş. “Senin Uğultulu Çöl’ün var ya hani, işte onun tam ortasında uzun bacaklı ve uzun boyunlu bir Şey var. İşte bu Şey pazartesi sabahından beri kılını kıpırdatmadığı gibi, tırıs gitmeyi dahi kabul etmedi.”
“Bak sen!” demiş Cin. “Arabistan’ın tüm altınları adına, bu benim Deve’m olmalı! Ee başka ne yaptı?”
“Ofladı.” demiş Köpek kardeş. “Ayrıca atılan şeyleri de yakalayıp getirmedi.”
“Peki, sonra bir şey söyledi mi?” diye sormuş Cin.
“Sadece ofladı; ayrıca tarlayı sürmeyi de istemedi.” demiş Öküz kardeş.
“Demek öyle.” demiş Cin. “Siz burada usulca bekleyin, ben de gidip ona oflamak neymiş göstereyim!”
Cin, toz bulutu kaftanına sarınmış, çölde yuvarlanarak ilerlemiş; aylak Deve’yi bir su birikintisinde kendi yansımasını hayran hayran seyrederken bulmuş.
“Uzun boylu, heybetli arkadaşım benim.” demiş Cin. “Çalışmadığına dair söylentiler geldi kulağıma, hem de dünya daha yeni kurulmuş olmasına rağmen.”
Deve, karşılık olarak sadece “Of!” demiş.
Cin yere oturmuş, çenesini avcuna dayamış. Büyük bir Sihir düşünmeye başlamış. O sırada Deve hâlen hayran hayran sudaki yansımasını seyrediyormuş.
“Senin aylaklığın yüzünden pazartesi sabahından beri üç arkadaşın da fazladan çalışmak zorunda kaldılar.” demiş Deve’ye ve çaresizce çenesi avcuna dayalı bir şekilde düşünmeye devam etmiş.
Deve cevap olarak yine “Of!” demez mi?
“Yerinde olsam bir daha oflamazdım!” demiş Cin sinirlenerek. “Fazlasıyla oflamışsın zaten. Bak heybetli dostum, senin de çalışman gerek.”
Ve Deve yine “Of!” demiş; ama der demez o çok gurur duyduğu dümdüz sırtı şişmiş şişmiş ve koca bir hörgüce dönüşüvermiş.
“Bak! Gördün mü?” demiş Cin. “Çalışmayarak kazandığın bir ‘Of ’un oldu. Bugün günlerden perşembe ve sen pazartesi gününden beri hiçbir iş yapmamışsın. Şimdi gidip çalışacaksın.”
“Ama…” demiş Deve. “Bu ‘Of ’ sırtımdayken nasıl çalışabilirim ki?”
“Bütün bunlar, çalışmadığın o üç gün yüzünden geldi başına.” demiş Cin. “Bundan sonra üç gün boyunca yemek yemeden çalışabilirsin; çünkü sırtındaki bu ‘Of ’u yemek deposu olarak kullanacaksın. Bu iyiliğimi de sakın unutma, tamam mı? Şimdi çölden çık, doğruca üç arkadaşının yanına git ve uslu uslu otur. Bundan sonra istediğin kadar ‘Of ”layabilirsin artık.”
Deve çaresizce oflaya puflaya üç arkadaşının yanına gitmiş ve onlara katılmış. O günden beri Deve’ler sırtında hep ‘Of ’ taşırlar; tabii biz onları incitmemek için ona, Hörgüç diyoruz. Ama canımın içi Deve’ler, dünya henüz yeni kurulmuşken çalışmayarak kaybettikleri o üç günü hâlâ telafi edememişler ve akıllı olmayı öğrenememişlerdir.
DEVE’NİN HÖRGÜCÜNÜN BİÇİMSİZ ŞEKLİNİ
Hayvanat bahçesinde görebiliriz,
Ama yoksa yapacak bir işimiz,
Oluruz Deve’den daha da biçimsiz şekilli.
Çocukların da büyüklerin de,
Yoksa yapacak işleri, olur onların da birer “Of ”ları.
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Sinirle kalkarız yatağımızdan,
Öfkeyle çıkar sesimiz sıkıntıdan,
Banyomuz, ayakkabılarımız,
Ve hatta oyuncaklarımız,
Patlatır bizi sıkıntıdan.
Ama benim için olmalı bir kaçış yolu bundan,
(Tabii senin için de)
Bizim de bir “Of ”umuz olmadan,
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Bunun ilacı artık oturmamaktır.
Bir çapa ile kürek alıp elimize,
Şıp şıp terleyene kadar toprağı kazmaktır.
O zaman güneşi ve rüzgârı buluruz,
Ve tabii Bahçelerin Cini’ni de.
Onun sayesinde kurtuluruz sıkıntıdan
Hani şu Deve’nin “Of ”undan
Siyah ve mavi olanından
İşte böyle!
Olmayınca yapacak bir işimiz,
Senin de benim de,
Çocukların da büyüklerin de,
Şu Deve gibi oflar puflarız,
Hörgüç varmış gibi üstümüzde.
GERGEDAN’IN DERİSİ NASIL OLUŞTU?
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar Kızıldeniz’in kıyılarında, ıssız bir adada bir Zerdüşt varmış ve yalnız yaşarmış. Güneşin ışıkları şapkasından Doğu’nun bütün ihtişamını yansıtırmış. Bu Zerdüşt’ün şapkasından, bıçağından ve kesinlikle dokunmamamız gereken fırınından başka hiçbir şeyi yokmuş. Günlerden bir gün, kendisine yarım metre genişliğinde ve bir metre yüksekliğinde bir kek yapmak için un, su, kuş üzümü, erik, şeker ve başka malzemeler bulmuş. Bu kekin çok faydası varmış; çünkü sihirliymiş. Zerdüşt keki bir güzel yoğurmuş sonra da fırına vermiş. Tabii bunu yapmak için önceden annesinden izin almış. Keki, altı ve üstü iyice kızarana ve mis gibi kokana kadar pişirmiş. Tam oturmuş güzel güzel yiyecekken ıssız adanın ıssız bir köşesinden Gergedan çıkıp gelmez mi! Üstelik pek terbiyeli de değilmiş bu Gergedan; burnunda küçük bir boynuz ve domuzlarınkine benzeyen kara gözleri varmış. Ha bir de o zamanlar Gergedan’ın derisi çok gerginmiş. Öyle ki, hiçbir yerinde ufacık bir kırışıklık yokmuş. Aynı Nuh’un Gemisi’ndeki Gergedan’lara benziyormuş; bir farkla, bu Gergedan çok büyükmüş. Ama dedim ya Gergedan, o zamanlar da şimdi olduğu gibi, pek terbiyeli değilmiş; galiba hiçbir zaman da terbiyeli olamayacak.
Gergedan’ımız sessizce Zerdüşt’ün yanına yaklaşmış ve kulağının dibinde “Heyooo!” diye bağırmış. Zerdüşt korkudan öyle bir zıplamış ki kendini palmiye ağacının tepesinde buluvermiş, bu arada başında da güneş ışıklarını Doğu’nun bütün ihtişamıyla yansıtan şapkası varmış. Haylaz Gergedan, Zerdüşt’ü korkuttuktan sonra burnuyla Zerdüşt’ün fırınını devirmiş, kekini de kumların üzerine düşürdükten sonra parçalayıp bir güzel yemiş. Ardından da kuyruğunu sallaya sallaya geldiği yere geri dönmüş. Zavallı Zerdüşt de ağacın tepesinden inmiş, yere düşen fırınını kaldırmış ve o söylerken senin duymadığın, şimdi okuyacağım şiiri mırıldanmış:
Kim almışsa bu keki,
Hani şu Zerdüşt’ün pişirdiğini,
Bilsin ki almıştır başına büyük bir derdi!
Bu kısacık şiir aslında düşündüğünden çok daha anlamlıymış biriciğim. Çünkü beş hafta sonra, Kızıldeniz’de hava o kadar ısınmış ki, herkes üzerindeki giysileri çıkartmış; tabii bizim Zerdüşt de şapkasını çıkartmış. Gergedan ise denize girip serinlemek için o pek gergin derisini çıkartıp bir köşeye atmış. O zamanlar Gergedan’ın derisi tam göbeğinin altında üç düğmeyle ilikleniyormuş ve su geçirmiyormuş. Ondan sonra Zerdüşt’e kekle ilgili de hiçbir açıklama yapmamış; çünkü biliyorsun hepsini yemiş terbiyesiz olduğu için. Derken Gergedan derisini sahilde kuytu bir köşeye bırakarak denizin serin sularına girmiş, burnundan baloncuklar çıkartarak yüzmeye başlamış.
O sırada sahilde gezen Zerdüşt, Gergedan’ın kuytuya bıraktığı derisini bulmuş ve o kadar sevinmiş ki, ağzı kulaklarına varıncaya dek gülmüş. Gergedan’ın derisinin etrafında dans ede ede üç kere dönmüş ve ellerini ovuşturmuş. Sonra aceleyle kampına dönmüş şapkasının içine yerde kalan kek kırıntılarını doldurmuş; çünkü Zerdüşt kekten başka bir şey yemezmiş ve yere dökülen kırıntıları da ziyan etmezmiş. Gergedan’ın derisini de almış sallamış sallamış, sonra içini kuru, bayat ve yanık kek kırıntılarıyla doldurmuş. Ondan sonra da palmiye ağacının tepesine çıkıp Gergedan’ın denizden çıkıp giyinmesini beklemiş.
Gergedan tam da onun beklediği gibi davranmış. Denizden çıkınca derisini giymiş, üç düğmesini iliklemiş ve nasıl ki yatağımıza dökülen kek kırıntıları bizi gıdıklar, işte o da öyle gıdıklanmaya başlamış. Kaşınmış kaşınmış; ama kaşındıkça kırıntılar daha da çok batmış. Kumların üzerinde yuvarlanmaya başlamış, yuvarlanmış yuvarlamış; ama kırıntılar daha da çok kaşındırmış. Koşmuş, palmiye ağacının gövdesine sürtünmeye başlamış. Ama o kadar çok sürtünmüş ki derisi omuzlarından sarkmış, eskiden göbeğinin altında duran düğmelerin olduğu yerde büzüşmüş ve düğmeleri kopmuş. Bacaklarındaki deri bile bollaşmış. Gergedan bu duruma çok sinirlenmiş; ama bir türlü kek kırıntılarından ve kaşıntıdan kurtulamamış. Sürekli kaşınıyor ve gıdıklanıyormuş. Sonunda öfkeli bir şekilde, kaşına kaşına evinin yolunu tutmuş. İşte o günden beri bütün gergedanların derileri kek kırıntıları yüzünden kaşınmaktan boğum boğum ve kat kattır. Bu yüzden de hepsi öfkeli ve aksidirler.
Bu arada Zerdüşt de palmiye ağacından inmiş, güneş ışıklarını Doğu’nun ihtişamıyla yansıtan şapkasıyla, fırınını, bıçağını ve neyi varsa toplamış ve daha fazla insanın yaşadığı kalabalık yerlere doğru yol almış.
BU ISSIZ ADA
Açıklarındadır Guardafui Burnu’nun,
Civarındadır Socotra sahilinin,
Yakınlarındadır Pembe Arap Denizi’nin,
Sıcaktır oralar,
İkimiz için,
P.&O.’nun güvertesinde, gitmek o bölgeye,
Zerdüşt’e ve kekine bakmak için.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.