Kitabı oku: «Bulgaristan Türkleri Edebiyatında; Hiciv ve Mizah», sayfa 2
Siyasi fıkralar
Sosyal fıkralar
En önemli fıkra yazarlarımız: Ahmet Tımış, Hasan Karahüseyin, İsmail Cambaz, Yusuf Kerim, Bahri İbrahim, Kazım Memiş, Salih Baklacı, Mehmet Bekir, Mustafa Bayramali, Aliş Sait, Mustafa Çete, Celil Yunus, Dinçer Haliçov, İbrahim Beyrullah vs.
Siyasi fıkra örneği:
VAHŞİ-EHLİ
(İsmail CAMBAZ)
Türkiye maliye ministri (bakanı) Ferit Melen, bu yıl vergilerin yükseltilmesi dolayısı ile malların fiyatlarının da pahalanacağı hakkında ki söylentileri yalanlamak için söylediği bir nutukta, ”Bazı malların fiyatlarında değişiklik olacaktır, fakat bu zamlar vahşi olmayacaktır”, dedi.
Bu nutuktan sonra bazı malların fiyatlarında şöyle değişiklikler yapıldı. Metre küpü 40 kuruş olan suyun fiyatı 80 kuruşa, 45 kuruş olan hava gazı 60 kuruşa, 26 kuruş olan elektrik 99 kuruşa çıktı. Umumiyetle malların fiyatında yüzde 20 den, yüzde 100 bir artış oldu.
Haklı Ferit Melen. Bunlar tamamıyla ehli, normal artış. Zira vahşi olmaları için hiç değilse, yüzde 500 veya 1000 artmaları lazım.
İsmail Cambazof, 1963, Sofya, “Yeni Hayat”, dergi, Sofya, 1963, N: 3
Sosyal fıkra örneği:
TÜTÜN TARLASINDA
(Mustafa Bayramali HASAN)
1.
Adam, şerbete azıcık daha fazla koy şu amonia selitre gübresini de tütünlerimiz boylansın.
Olmaz karı, akşama mastikayı neyle soğutacağım?
2.
– Kızım, gölde suyun azaldığını görmüyor musun?
– İşletmenin arabaları ile getireceğiz baba.
– Başkanın, brigadirlerin ahbaplarından ( yöneticilerin dostlarından) sıra bize gelince, tütün dikimi biter, kızım.
Mustafa Bayramalief “Yeni Işık”, gazete, hiciv ve mizah sayfası, ”Topuz”, Sofya, 1967, N: 67 (3 Haziran 1967)
IV. MİZAHİ HİKÂYELER
Edebiyatımızda hikâyeye paralel olarak mizahi hikâye de XX. yüzyılın ikinci yarısında yer aldı. Bugüne kadar yapılan edebiyat tarihi araştırmalarına göre bizde ilk mizahi hikâye yazarımız Yusuf Kerim’dir. Bu dalda daha sonra birçok yazarımız kalem oynattı. Onları eserleri ve kaynakları ile sayalım:
Yusuf Kerim, “Yeni Hayat”, sayı: 1, 1965, “Hep Sülmanız’’, Mehmet Bekir, “Antoloji”, 1964, “Sihirli Mektup”, Kazım Memiş, “Yeni Hayat”, sayı: 6, 1966 “Her İşin Usulü Varmış”, Naci Ferhat “Yeni Hayat”, sayı:8, 1966, “Telden Tele”, Faik İsmail, “Yeni Hayat”, sayı: 10, “Arkan Sağlam mı?”, Yusuf Ahmet, “Yeni Hayat”, sayı:3, “Kumandan Halime”, Ahmet Tımış, “Yeni Hayat”, sayı:8-9, “Yuva Tamiri”, Sayit Kerim, “Rodoplardan Yankılar”, 1968, “Tahta Ayşe”, Süleyman Gavaz, “Yeni Hayat”, sayı:5, 1967, “Tranzistör”, Sabri Con, “Yeni Hayat” sayı:7, “Kedi Gözü”, Halit Aliaosman, “Yeni Hayat”, sayı:6, “Dışı Forma İçini Sorma”, Hüseyin Kösev, “Hak ve Özgürlük”, sayı:2, 1993, “Deli Mariya”, vs.
GEL KISMET, GEL
(Mehmet BEKİR)
Kel Mahmut’ un ikizi Leylâ yirmi yaşıma bastığı halde bir türlü koca bulamıyordu. Pek öyle çirkin de değildi. Etli butlu, boyu postu yerinde bir kız. Amma yok mu şu açgözlü babası! Anasından emdiği sütü bile hesaba katarak, yüklüce baba hakkı istiyordu. Eve gelen dünürcülerin hepsi, Kel Mahmut’un is-teklerini duyunca: „ Allah daha hayırlı bir kısmet versin!“ duasıyla çekilip gidiyorlar, bir daha evin semtine uğramıyorlardı. Fakat ümit kapısı kapanır mı hiç? Leylâ da, anası da, babası da, her zaman kapı çalındıkça, yerlerinden sıçrıyor kulak kabartıyor, “Görücüdür“ diye bekliyorlardı.
Bir gün böyle, iki gün böyle, derken haftalar, aylar, seneler gelip geçti. Nihayet bir pazar sabahı kapı yine tıklatıldı. Anası, babası ve Leylâ cama üşüştüler, baktılar. Kız hafif bir çığlık kopardı:
–-Vay ana, ben bu adamı tanırım. Geçen hafta Cımbız Hurilerin düğününde peşime takılmıştı. Başka biriyle usul, usul yanıma sokularak: „Ben onun gerdanına bir leblebi koyarım. Leblebinin yuvarlandığı, yere kadar da sarı lira dizerim“, demişti.
Eh, öyleyse hiç şüphe yok, delikanlı, Leylâyı düğünde görmüş, beğenmıiş, sevmiş, arkasından koşmuş, evi öğrenmiş, nihayet kapıya dikilmiş, kızı istemiye gelmiş.
Hepsi sevinçten dolup taştı. Ana, küçük kıza bağırdı:
Fatme, koş kapıyı aç, bir adam geldi, içeri misafir odasına al, koş!.. Sonra kocasına dönerek:
– Şapşal şapşal bakıp durma… Sen de git, kendine biraz çeki düzen ver. Bu kıyafetle misafir karşısına çıkılmaz, dedi.
Kel Mahmut giyinmeye gidince, Leylâ ile anası misafir odasının kapısına gelerek, anahtar deliğinden nöbetleşe, nöbetleşe gözletmeye başladılar. Yakışıklı bir adama, delikanlıya benzemiyordu. Otuz beşinde vardı. Alafıranga biçimi giyimine bakılırsa, kasabalı olmalıydı. Bir boydan, bir boya odayı arşınlıyor, tıknefes beygirler gibi başını sallıyor, ara sıra büyük bir gürültüyle burnunu çekiyordu.
Leylâ anasının kulağına fısıldadı:
– A… Bu herif sümüklü, ana!
Anası hemen tersledi:
– Sus kız… Nesi var adamcağızın? Biraz sümüklü de olsa ne çıkarmış? …
Tam bu sırada Kel Mahmut geldi. Karısı ile kızını paylayarak kovdu, kapıyı yavaşça açıp içeri girdi. Misafir ayaktaydı. Ev sahibini görünce, koştu, iki büklüm bir selâm çaktı. Kel Mahmut misafirin selâmını kurula kurula alırken, bu defa hiç aldanmadığına emindi. Karşılıklı oturdular. Misafir yutkundu, utangaç bir tavırla tırnaklarına baktı, bir öte, bir beri kıpırdandı. Nihayet derin bir nefesten sonra başladı:
– Mahmut aga, seni rahatsız etmekten maksadım…
Kel Mahmut bu müşteriyi de elden kaçırmamak için büyük bir nezaketle muhatabının sözünü kesti:
– Rica ederim, niye rahatsız olayım. Burasını eviniz gibi bilin, her zaman gelebilirsiniz, başımızın üstünde yeriniz var…
Misafir hiç ummadığı bu nezaket karşısında şaşırdı, sustu neden sonra kendini toplayarak sözüne devam etti:
– Ne de olsa, insan gayet lüzumlu, gayet mahcubiyetle ziyarette bulunduğu taktirde, âdeta .. . derin bir mahcubiyet..
Kel Mahmut yine adamın lâfını ağzından aldı:
– Estağfurullah, hiç sıkılma kardaş. Dedim ya, bu işler utanmakla olmaz. Hepimizin başından geçmiştir.
– Acaba maksadımı anlatabiliyor muyum bilmem, ama
– Anlıyorum, peki anlıyorum. Güle güle, birlikte yaşarsınız inşallah. Allah hastalık, dert yüzü göstermezse .. .
– Yok, canım, hastalıktan yana korkma. Ben kendime gayet iyi bakarım.
– Senin menfatınadır, oğlum.
Misafir biraz durdu, burnunu çekti, düşündü ve tereddütle sordu:
– Kendisini görebilir miyim?
Kel Mahmut suratını ekşitti. Kızını yabancılara gösterilmesi âdeti değildi, amma reddetmek de istemedi:
–-Hele biz aramızda pazarlığı yapalım da, görmen kolay iş .. dedi.
Misafir yine biraz düşünerek sordu:
– Hastalıklı mı?
– Amma da dedin ha! Anasından doğdu doğalı burnu bile çilememiştir. Sapasağlamdır maşallah.
– İyi cinsten mi?
– Cinsine, sülâlesine diyecek yok. Namusludur, tertemizdir.
– Ağır başlı mıdır?
– Kuzu gibidir. Ne dersem onu yapar, eline ayağına çeviktir.
– Çalışkan demek?
– Çalışkan! Hiç üşenmez. Güçlü kuvvetlidir. Hani bir lâf var, arabaya koşsan, manda gibi çeker. Ama sen bir namuslu, kültürlü adama benziyorsun, onu köle gibi kullanman yakışmaz. Sana nur topu gibi. . .
– Aman, Mahmut aga, hiç can sıkma, gül gibi bakarım ona.
– İnanıyorum, oğlum, inanıyorum dedik ya, ama her şeye rağmen hatırlatayım da, ne olur ne olmaz.
– Günde kaç kilo süt verir?
–—Ne sütü?
– İneğin günde kaç kilo süt verir?
Kel Mahmut bu tepeden inme soru karşısında kekeledi:
– N-n-ne, i-i- ineği b-b-be?
– Affedersin… Ben… Satılık bir ineğin olduğunu işittim. Buraya onun için geldim…
Kel Mahmut, hızla ayağa kalktı. Kafasının iki yanından kazan kulpu gibi dışarıya doğru fırlayan iki kocaman kulağı kıpırdanmaya, daha sonra bıyıkları kelebek kanatları gibi pırpır etmeye başladı. Öfkesinden ateş püskürüyordu. Misafiri kolundan yakalayıp, kapı dışı etmesi bir oldu. Boğazında kalan bir lokmayı kursağına indirmek istiyor gibi, adamcağızın ense köküne iki yumruk basarak, bağırdı:
–-Ulan, terbiyesiz, satılık inek bitişik komşuda. Oraya git!
Sonra kendi kendine:
Seninle iki saat boşu boşuna kafa patlattığım için asıl inek benim! İnek değil, öküz, öküz! . . Dedi.
Mehmet BEKİROF, 1962, Sofya, Tuğrul Deliorman, “Hikâyeler- 1962- 1963”, derleme, Narodna Prosveta yayınevi, Sofya, 1963
FAKİR DELİKANLI ARANIYOR
(Sabri M. CON)
Kadın, günlerdir kendini yiyip didiniyor, kızı hakkında ağzına geleni savuruyordu:
–Vay huuu! Bu kızın aklını karıncalar didiklemiş be! Ne din tanıyor, ne iman. Aman Allahım, bunu da bana evlât diye mi verdin? Biz onu at damına çekiyoruz, o ise eşek damına kaçıyor. Vay benim kara kaderim!…
Kızı direnmekte ısrarlıydı:
– Yeter artık, anne! Boğazıma kadar doydum sizin bu peynirli lâflarınıza. İstemiyorum! Hayır, istemiyorum!
– Ama kızım, siz dünküsünüz, aklınız ermez. Sen uluyu dinle! Uluyu dinlemeyen ulur kalırmış. Bilsen, biz sizin kadarken, böyle bulguru pilâvı bol hanelere kul olmak için Allaha yalvarırdık, Allaha! Oğlanın ne eksiği var sanki? Evleri han gibi, parası pulu var. Soylarının evvelden ezelden adları şanları var. Dumbaz Hasanlar denildi mi, herkes babasının adını işitmiş gibi olur. Az mı çırakları, çobanları var adamların? Haydi, şimdi kızım, razıyım deyiver!
– İnat etme, anne. Ben o haneye gelin olursam, mutlu olmam.
Kadın tekrar kibritlendi:
– Kafa, kafa değil, sanki kelek, karpuz. Sen öyle bilirsen biz de böyle biliriz. Sen orada kuş sütüyle besleneceksin, kızım. Bu kötü mü?
– Vallahi, anne, anla beni! İstemiyorum. Ben bu Dumbaz Hasan’ın oğluna yastık arkadaşı olamam. Ha, şimdi sen geçenlerde onlarda neler gördüğünü tekrar anlat da her şeyi kendin anla!
– Ne gördükse gördük ama kusurlu bir şey görmedik ki! Şöyle, damadımız olacak oğlan efe gibi sigarasını yakmak için kalkıp kibrit bile aramıyor, oturduğu yatağın baş, ucunda elektrik sobasının düğmesini çevirip sigarasını yakıyor. Sonra da kendisini serinletmek için kalkıp pencereyi açmak zahmetine bile katlanmıyor. Yine başucunda bulunan elektrikli pervaneyi salıveriyor. Bir yandan televizyonu açtı mı, seyreden olmasa da onu gün boyunca çalıştırıyor. Hatta, içeceği birayı soğutmak için buzdolabının yanına bile varmıyor. İçerdeki çeşmeyi bir çeyrek saat açtı mı, tamam. Bira buzlanıyor. Yedikleri içtikleri de bol mu dersin! Yedikleri bir yana, yemedikleri çöp sepetine. Işıyan lâmbaları gündüz bile kapatmıyorlar. Yanan derdine yanar deyip boş veriyorlar. Yine de bizi pire ısırdı demiyorlar. Bir sözle, bolluk içinde yaşıyorlar, kızım, bolluk!
– Anladın mı şimdi anne? Bana bu kadar söz yetti de arttı bile. Anlayana sivrisinek…
–Ben sana kraliçe gibi yaşayacağını anlatmaya çalışmıyor muyum be kızım! Sen neden bunun tam tersini anlıyorsun?
– Hayır, anneciğim, olacaksa bana bir fakir çocuğu olmalı. Fakir olmalı ki, ekmeğin, suyun, elektriğin ve her şeyin kıymetini bilsin. Bu nimetlerin kıymetini bilen benim de kıymetimi bilir elbet. Anladın mı? Bir hoş olsalar, hani bir kuş olsalar, uçacaklar da oğlunun omzuna konacaklar ama nerde? Hiç imkânı yok bu işin.
Ya Bircan? Sorar mısınız? O, atı almış, aşmış Üsküdar’ı bir kere. Ne anadan oldum der, ne babadan. Bir varmış, bir yokmuş, onun da anası, babası ya varmış, ya yokmuş. Gelenler geliyor, gidenler gidiyor da bir o kıpırdatmıyor saçının bir telini. Ana baba ah edip ağladıkça, o, vah edip gülüyormuş kıs, kıs. Demezler mi, Edirne çeşmesinden su içmiş adam, ardında ne bıraktıysa çekmiştir kırmızı kalemi üzerine.
Bir defasında çakır keyifli buldum Bircan’ı evinde. Düşüncesi yoktu. Derdi ise hiç yoktu. Sordum:
– Anan baban senin için yanıp kül oluyor. Onları gidip görmek istemez misin?
Dobra, dobra cevap verdi:
– Nesini göreyim onların? Görmek istediğim zaman şu çekmecedeki fotoğrafa bakıp görüyorum onları. Baksana, hep öylece genç, genç bakıyorlar.
–Helâl sana Bircan! Sen de hep böyle genç kalırsın, inşallah.
Sabri Mehmet CON 1991, Gorna Hubavka, Tırgovişte Öykü, 2 Mayıs 1996 tarihinde müellif tarafından Şaban M. Kalkan’a gönderildi.
V. FEYLETEONLAR
Mizah edebiyatının feyleton türü Bulgaristan Türkleri Edebiyatına XX. yüzyılın ikinci yarısında girdi. Gerçek bir olayı hiciv ve mizah katarak öykü biçiminde anlatmak. Bulgaristan Türkleri edebiyatına, araştırmacıların ortak fikrine göre Türkçe ilk feyleton 1960 yıllarında Mehmet Bekir tarafından yazıldı. Bu dalda başarılı yazarları kaynakları ile dile getirelim:
Faik İsmail, “Öteden Gelen Kalem”, “Yeni Hayat” sayı:6, 1965, Ahmet Tımış, “Aptaldan Paşa, Tahtadan Maşa”, Yeni Hayat”, sayı:5, 1965, “, İsmail Yakup, “Yazık Hindilere” “Yeni Hayat” sayı:5 1965, İsmail Cambaz, “Bakar Kara”, “Yeni Hayat” sayı:7, 1965, Yusuf Ahmet, “Yalabık Zehra”, “Yeni Hayat” sayı:4, 1966, Yusuf Kerim, “Yeni Hayat”, sayı:2, 1977, Feyleton dalında eser veren diğer yazarlar: Sait Kerim, Cemal Mehmet, Salih Baklacı, Yunus Hasan, Enver İbrahim, Şevket Feyzullah, Ali Pir, Celil Yunus ,İsmail Çavuşev vs.
AMMA DA ALDANDIK HA
(İsmail YAKUP)
Brigadir(kooperatifte yönetici) Ahmet sıcak yatağından kalktığı vakit tanyeri ağrıyordu. Göbeğini kaşıya, kaşıya pencereye vardı. Perdeyi aralayıp dışarı bakınca keyfi birden bozuldu. Her taraf bembeyaz olmuştu.
Kar! Diye haykırdı telaşla. Kar!
Hemen gömleği, pantolonu, pamukluyu sırtına geçirerek dışarı attı kendini. İlk soluğu sokağın öteki ucunda ki evde aldı.
–Tık, tık, tık
–Kim o?
–Agronum yoldaş, çabuk kalk, kar yağıyor kar.
Haberi duyunca agronom Mehmet de attı kendini dışarı. İkisi birdn koşmaya başladılar koştular, koştular başka bier evin penceresine dayandılar.
–Tık, tık, tık
–Kim o?
–Zooteknik yoldaş, kar yağıyor kar!
Zooteknik Ali donca, gömlekçe fırladı dışarı. Üçü birden koşmaya başladılar. Koştular, koştular başka bir evin penceresine dayandılar.
–-Tık, tık, tık
–– Kim o?
–– Muhasebeci yoldaş, Kar yağıyor kar!
Yine bir koşu
Koştular, koştular diğer bir pencereye dayandılar.
–-Tık, tık, tık
–-Kim o?
–-Başkan yoldaş, Kar yağıyor kar!
Demeye kalmadı, başkan şampanya tıkacı gibi fırladı dışarı.
Artık birin ikin sokaklarda belirmiş olan kooperatorlar (kooperatifte çalışanlar) yöneticilerin başkanın ardı sıra koştuklarını görünce:
–-Başkan sabah jimnastiğine çıkarmış adamlarını, dediler.
Bazıları ise:
–-Hayır be! Dediler. Spartakiyada sözünü duyduğunu yok mu? İşte ona hazırlanıyorlar.
Koşucular aynı hızla kooperatif avlusundan geçtiler ve kançelaryaya daldılar. .Öyle bir kalkıp inmeyle bir solumak soluyorlardı ki, zannedersen onlarca şimendifer bir araya toplanış. Başkan da demirci körüğü gibi bir kalkıp bir inen, göbeğini iki elle tutarak kesik, kesik konuşmaya başladı:
–-Derhal! Umum seferberlik ilan ediyorum! Kançelaryada, iş hanede, fermada kimse kalmasın. Herkes mısırların, pamukların kuruculuğu yarıda kalmış fermanın başına. Haydi Marş! Yaşar, sen okula koş. Müdüre söyle, talebeleri mısır tarlasına göndersin. Yarın biz de ona lazım oluruz. Haydi, çabuk ol. Tam bu anda hademe İbrahim girdi içeriye:
–-Breh! Dedi, ellerini ovuşturarak, amma da kırağı düşmüş ha! Kar gibi!
–-Hııı? Sahi mi be? Diyerek ötekiler mıhlanıp kaldılar. Sonra hep beraber pencereden baktılar. Gözlerine inanamıyorlardı. Gerçekten de kırağı düşmüştü. Henüz doğan güneşin ışıkları altında par, par parlıyordu. Az sonra eriyip gitti.
Başkan derin bir iç çekti:
–-Tüüüuu, amma da aldandık ha! Yazık hani, bu kadar koştuk, telaşlandık. Hadi herkes işine baksın. Seferberliği kaldırıyorum, dedi ve bir sigara yaktı, sakin, sakin solumaya başladı.
İsmail YAKUBOF, 1968, Krumovgrat, “Yeni Işık”, gazete, hiciv ve mizah sayfası, “Topuz”, gazete, Sofya, 1968, N:116 ( 28 Eylül 1968)
ÖLEC EKMİŞ
(Ali Rıza Hasan)
Bahçe peykesine bir oğlan ve kız oturuyorlar. Tanışmadıkları belli. Oğlan bir hayli düşünüp öteye beriye kıpırdadıktan sonra:
–Af edersiniz Sizden bir ricada buluna bilir miyim? Diye kıza döndü.
–Lütfen
– Bakın, ben öleceğim. Beni bir defacık öpmenizi istiyorum. Dedi oğlan ciddiyetle.
–Sizi öpersem ölmeyeceksiniz, öyle mi? Diye kurnazca sordu kız.
– samimi olmamamı istiyor musunuz?
–Evet!
–Öpseniz bile yine öleceğim. Dedi genç ve derin br göğüs geçirdi.
–Faydası olmayacaksa niçin Sizi öpeyim?
–Faydası olmayacak ama ne kadarsa içim ferahlayacak ve olacakları daha sakin karşılayacağım. Bu kadar güzel bir kız insanı öperse gözleri ardında gider mi hiç?
Oğlan bir defa daha göğüs geçirdi.
Biraz sonra:
–Öyleyse, Sizi öpeyim. Dedi kız ve bayağı uzunca oğlanı öptü.
Araya bir hayli sükunet gidi.
–Size, can sıkıcı olmazsa, neden öleceğinizi bana söyler misiniz?
– Bakın, bunu bilmiyorum.
– E… Ne zaman öleceksiniz?
– Bunu da bilmiyorum.
Bir hayli, ikisi de birbirlerine bakıştılar. Sonra birden bire kahkaha ile gülmeye başladılar.
Ali RİZA 1993, Silistre “Gülmece”, hiciv ve mizah dergisi, Silistre, 1993, N: 1
A BE MURAT NE BU SURAT
(Celil YUNUS YENİKÖYLÜ)
Bizim Suhodol (Yeniköylü) köyünde biri var, adı Murat. Çobanlık eder. İşine diyecek yok. Her çoban gibi o da sabahın erken saatinde sürüyü önüne katar, kıra bayıra çıkar. Akşamın geç saatinde döner. Güz, kış mevsimleri geçti, ilkyaz gelince koyunlar kuzuladı. Muradın sürüsünde kendinin de birkaç koyunu var. Bir kaç da kuzu sahibi oldu. Bilmem neden ama onun kuzulan iriydi. Gün, hafta dersen koyunların yanı sıra kuzuları da meraya çıkardı, çayır aldırdı. Muradın kuzulan herkesin göz okuna dokunmaya başladı. Bir gün Aptulla aga gelip Murada demiş.
İyi cins koyanların var. Hiç olmazsa kuzulardan birini satılık etsene, damızlık büyütürüm.
Murat şöyle cevap vermiş:
– Hiç satmadım, şimdi de satılık etmem. Diyeceğim, bir şey var. Razı gelirsen belki bu iş olur. O senin eşek sana kalsın. Kodiğj1 getir bana, al git kuzunu.
Aptulla aga razılık (rıza) gösterir. Pazarlık baş başadır. Aptulla ağa kodiği bırakıp, kuzuyu alıp gider. Üç beş gün geçer geçmez kuzu Aptalla ağadan yok olur. Öte arar, beri arar bulamaz. Murada gidip:
–Nerede kaldı bu kuzu. Bizim mahalle sürüsünden ayrılıp size gitmesin, der. Murat başını atar.
Muradın altı, yedi yaşlarında bir oğlu var. Boydaşlarıyla güreş yapmayı sever. Bir defasında yenilince seyircilerden biri şakadan tutturur:
–Sen babana söyle de sana tavuk, kuzu kessin, yedirsin. O zaman bak kimse yenebilecek mi seni.
Saklıyı küçükten öğren derler ya. Muradın oğlu da dilinden düşürüvermiş: Hadi hadi, babam bana geçen akşam bir kuzu kesti. Ben onu yiyeyim de göreceksiniz nasıl tıkızla-nacağım.2
Kulağı delik olanlar kayıp olan kuzunun aslına vardılar. Bu olay köye dağılır. Muradın foyası meydana çıktı. İşi anlayan Aptulla aga Murada varıp:
A be Murat, sende ne hu surat, der ve kodiği alıp döner.
Celil YUNUSOF, “Ziya”, gazete ,”Kirpi”, adlı hiciv ve mizah sayfası, Silistre, 1969, N: 16
VI. TAŞLAMALAR
Edebi tür olarak 1960 yıllarında Bulgaristan Türkçe basının Hiciv ve Mizah sayfalarında yer almaya başladı. Halk Edebiyatının etkisi ile yazılı basında gelişerek şekillendi. Yazar birkaç satırla alaycı bir üslup ile yanlış bir olayı tenkit eder. Başarılı taşlama yazarları arasında şu isimleri sayabiliriz: İbrahim Beyrullah, Nihat Behçet, Ahmet Tımış, Nevzat Halit, Turhan Rasi, Mehmet Bekir, Aliş Sait, Latif Karagöz,
(Ali DURMUŞ)
OLMADI
“Benim” dedi kaldırdı baş
Olmadı bir yapıya taş.
TAŞLADI
Dün yazmaya başladı
Bu gün rasgeleni taşladı.
YORULMADAN
İşler karım hiç durmadan
Ben dişlerim yorulmadan.
“Yeni Işık”, “Topuz” adlı hiciv ve mizah sayfası, gazete, Sofya, 1970, N:13 (31 Ocak 1970)
(İsmet OSMAN)
TEPELERİN FETHİ
Kartallar azaldıkça azaldı
Tepeler sülüklere kaldı.
ALKOLİK
Hep içini gıdıklar
Şarap dolu fıçılar
ŞUNA BAKIN
El alem çıktı Aya
O, hala inanır muskaya.
ÖBÜR TÜRLÜ
Ne bilginin derini
Ne de kültürlü
Çözümler işlerini
Hep öbür türlü.
ELEŞTİRİ
Şair arkadaş
Bu iş böyle olmaz
Yazacaksan yaz
Yazamazsan kaz.
BAĞ BOZUMUNDAN SONRA
Bükmedi hiç belini
Ama çekiyor “Pelin” i
DEVELERİN DERSİ
Develer dedi: Artık yetsin
Neden bizi hep eşekler yetsin!
HESAP KARIŞMASIN
Bir kişi kazıyor
Üç kişi yazıyor.
DAİRE VE GÖNÜL
Çok geniş daireleri var
Ama, gönülleri dar.
YABANCI MİSAFİR
Ne midesi doldu, ne gözü
Kessek yiyecek koca öküzü.
İsmet Osmanov, “Öbür Türlü”, epigramlar ve taşlamalar, Sofya, 1993
(Celil Yunus YENİKÖYLÜ)
TAŞLAMALAR
Eskiden beri çünkü
Eskiden beri dünkü
Yaldızlı, kirli tezgâh
Kime besi bu günkü.
Güne göre örtü dür
Gününe göre şükür
Önünü gördüğü yok
Tfü de, yüzüne tükür.
Gün gün eksilsin aşı
Çatırdar, çatlar başı
Gök gürültüsü içrek
İçrek yağsın gözyaşı.
ZEVK AĞACI
Ulu orta ne işti
Betin beti yağcı
Pişirdi işi, pişti
Yedin say, zevk ağacı.
Allah var, ağızın yandı
Yuttun, boğazın yandı
Canı tatlı, dayandı
Yedin say, zevk ağacı.
Görgü, görenek, töre
Zevk ağacına göre
Gündüz göz göre
Yedin say, zevk ağacı.
Yeniköylü, Silistre, 1996, 27 Haziran 2015, tarihinde müellif tarafından, Şaban M. Kalkan’a gönderildi
VII. MONOLOGLAR
Edebiyatımıza 1956 yılında Hasan Karahüseyin tarafından getirildi. İlk monolog “Yeni Işık” gazetesinde “Fenerli” adı ile yayınlandı. Kısa bir zamanda yazılı edebiyatımızda rağbet Mustafa Çete, Ali Riza, İsmet Osman, Mümin Bekir, Mümin Mustafa, Mustafa Mutkov, Dinçer Halicov, Ahmet Tımış, Firdevs Mehmedali, Zeliha Seyit, Leman ilyas vs.. buldu. Daha sonra da monologlar sahne eseri olarak yıllarca tiyatrolarımız tarafından istifade edildi. Hiciv ve Mizah yazarlarımızın çoğu yaşantımızda ki sosyal aksaklıkları monolog tarzı ile ifade etmeyi uygun gördü. En başarılı monolog yazarlarımız arasında şu isimleri saymak doğru olur. Hasan Karahüseyin, Raif Taib, Halit Dağlı, Ali Durmuş, Yusuf Kerim, Mehmet Bekir, Nevzat Halit, Mustafa Mutkov, Şaban Mahmut, Hüseyin, Lütfi Demir, İsmail Bekir, Naci Ferhat, Sabri İbrahim, Sayit Kerim vs.
TÖVBE
(Raif TAİB)
Oturmasını beceremeyen erkek pantolonunun ağ yerinin dar olmasından bahsedermiş derler ya. Bende söz aramıza kalsın bu takım erkelere benzedim tıpkı. Hatta daha üstün bile çıktım onlardan. Dinleyin de anlatayım. Sofya’ya varmıştım geçenlerde. Dönüşte trende bir hadise vuku buldu. Rezil rüsva oldum. Yolculuk yaptığım küpede(1) tam karşıcığımda (karşımda) bir kadın oturuyordu. Beraber yolculuk yapacağız ya. Dur dedim kendi kendime, şunun yaşını sorayım ilkten. Vay başıma gelenler. Bir köpürmesin mi o kadın, kupe (vagon) dar geldi bana kuzum, vallahi dar geldi. Keşke yaşını soracağıma bir çimdikleseydim kadını, bu kadar darılmazdı sanırım. Babasını öldürmüşüm sanki bir kükredi, bir söylendi. Dinle dinleyebilirsen. Kültürlü değilmişim, dünyadan haberim yokmuş ve saire. Bak ben darılır demezdim. Kültüre gelince abla dedim ona, söylediklerin iftiradır. Ben her hafta “Halk Kültürü” gazetesini okurum.
Neyse, bir küpede yapayalnız yolculuğa devam ediyorum. Ama yalnız oturmaya gelmedik ya dünyaya, şöyle treni kupe, kupe bir dolaşayım dedim. Belki konacak bir dal bulurum. Derken, yedinci küpede Düdük Ali ile Şebek Sali’ yi görüverdim. İçim rahatladı birden. Oy oy bir de kızcağız oturmuş köşede. Hani kanatları olsa güzelliğinden uçuverecek. Yan geldim yanlarına. Bir de lafa karışır ümidiyle uçura yakın fıkralar anlatmaya başladım hiç istifini bozmadı ki.
–Kıza kır bir buçuk ker maşallah, dedim. Şeker elması gibi allanmış yanakları, ballanmış. Böylesi bir geçmeli elime.
Keşke dememiş olsaydım, kuzum kardeşim. O evvelce susan kız bir başladı bana:
–Sen nerelisin be balkan ayısı, ayılar ne zamandan beri ipsiz dolaşır hem?
Vay halime, vay! Yerin dibine battın sanki o anda. Kırağıda yanmış pırasa gördüğünüz varsa bilirsiniz. Tıpkı ona benzedim ben de. Hadi olan oldu. Orada utandığımızla kalsak neyse, ama şu Düdük Aliyle, Şebek Saliyi görür müsün? Trenden iner inmez yaydılar şu olayları. Şimdi beni gören
–Nasıldı o kız … Amma da iyi yolculuk, diyorlar.
Oysa ben uslu bir kişiyim. Kediyi sütten kovmayanlardanım, ama nereden de aklıma gelmişti o gün trene binince birkaç yüz gram rakıcık yutmuştum lokantada. Artık konuşan ben değildim, rakı konuşuyordu. Ama git de anlat insanlara. Kim inanır?
Raif TAİBOF 1967, Ardino “Yeni Hayat”, dergi, hiciv ve mizah sayfası, Sofya, 1967, N: 11
VIII. FABL (BASNE)
Fabllerde toplumun hataları canlı hayvanların veya cansız eşyaların dili ile dile getirilir ve tenkit edilir. Hiciv ve Mizah edebiyatında yıllardan beri kullanılan fabl (basne) büyükler için yerli edebiyatımıza 1955 yılında Niyazi Hüseyin tarafından getirildi. Latif Karagöz bu yolda ısrarla devam etti. Küçükler için daha sonraları da İshak Raşit tarafından fabl denemeleri yapıldı. İlk fabl basınımızda yer almasından sonra birçok şair ve yazarımız bu edebi türde kalem oynatmaya başladı. Onlar arasında en başarılı şu isimleri sayabiliriz. Latif Karagöz, Şaban Mahmut, Turhan Rasi, Hüseyin Köse, Memiş Mustafa, Mustafa Mutkov, Ali Tiryaki, Tahsin Ebazer, Mustafa Keloğlan vs.
TOPRAK İLE ELMA AĞACI
(Şaban M.KALKAN)
Elma ağacı bir sabah gururlu, gururlu
Onu besleyen kara toprağa
Şöyle anlatıyordu.
Ben çok güzel bir ağacım
Yazık oldu bana yazık
Düştüm senin kara çamurlu koynuna
Sarıldın köklerime senden arınamadım
Şimdi boynum bükük, içim ezik
Elmaların olgunlaşıp koynuna düşer.
Onların kıymetini anlayınca sen
Çürürler birer, birer…
Anlatıyorlar yeşil dağlar varmış
0 dağlarda da ak, gök topraklar…
Düştüm senin kara çamurlu koynuna
Elmalarım kız yanağı gibi tatlı
Beyaz çinilere konmalı, elmalarım.
Konmalı da gümüş bıçaklarla soyulmalı
Burada elmalarım koynuna düşer
Düşe de çürüyüp gider…
Bırak beni utanıyorum senden
Kara toprak çirkin toprak
Söyle ne istiyorsun benden?
Kara toprak bu sözleri dinledi
Elma ağcına şöyle bir cevap söyledi:
Köklerin bana sarıldı, unutma sen
Bu kara çirkin topraklardır
Seni büyütüp besleyen!
Aramızda bazıları her gün
Gerçekler önünde kör
Ve bu elma ağacı gibi
Değil mi nankör!
Şaban MAHMUDOF “Yeni Işık”, gazete, ”Topuz”, hiciv ve mizah sayfası Sofya, 1967, N: 148
KARPUZ KABUĞU
(Mustafa KELOĞLAN)
Sadece geceleri avlanan baykuş
Arıyorken fare, yılan, yumurta, kuş
Bekçisi uyuyan bir bostana ermiş
Düşünüp taşınarak kararı vermiş
Bırakmaya gelmez bu bolluğu malı
Hem yerim hem de doldururum çuvalı
Toplayıp doldurmuş ve kesip doğramış
Alıp giderken felakete uğramış
Görememiş basmış karpuz kabuğuna
Olanlar da işte o an olmuş ona
Ağır yükün altında hendeğe kaymış
Acı sancılar içinde birden aymış
Debelenmiş ve çabalanmış bir iki
Ama güç kuvvet bulup çıkamamış ki
Ağrıları çoğalmış sararıp solmuş
Sonun sonunda bekçiye teslim olmuş.
Mustafa KELOĞLAN “Hoşgörü”, dergi, Razgrat, 2003, N: 1
IX. AFORİMLER (VECİBELER)
Aforizmler, bir duyguyu veya düşünceyi kısa, ince bir hivciv veya mizah ile etkili bir şekilde anlatan, söyleneni belli olan, bir veya birkaç cümledir. Bulgaristan Türkleri edebiyatına 1960 yıllarda Turhan Rasi tarafından getirildi. Bu edebi türde devamlı ürün verenler arasında şu isimler ilk akla gelenledir. İsmet Osman, İslam Beytullah, Servet Tatar, Hüsmen Mutaf, Lütfi Demir, Şaban Mahmut, Latif Karagöz, Fahri Tahir, Baki Ali, Hasan Bilal vs
(Hasan BİLAL)
HATİP
O, bütün ömrünü konuşmakla geçirdi, fakat dünyada adını yaşatacak bir söz söylemeden öldü. İsmini de beraberinde sürükledi gitti.
VEZNEDAR
Hayatında o kadar güç ve korkunç hesapları yuttu, bazen yeni adalet yarattı, çoluk çocuk, hısım akrabasının geçimini yoktan var etti ama kendi ömrüne fazla tek bir gün bile ekleyemeden ölüp gitti.
CERRAH
Ömrünü insanların sağlığına hasretti. Ölüleri diriltti, ama kendisine yedek bir kalp saklayamadı.
HIRSIZ
Dünyada çalmadığı tek bir şey kalmadıysa da ömre el süremeden gitti.
Hasan BİLALOF Kalova, Razgrat “Yeni Hayat” ,dergi, Sofya, 1965, N:7
(İsmet OSMAN)
Karaya kara aka ak diyenler, ak gün görmezler…
Ölümden korkanlar ölümsüzlük sevdasına tutulmasınlar!
Yarım yüzyıl sosyalizmin değişik biçimlerinde /az gelişmiş, çok gelişmiş, yerleşmiş vb./yaşadık. Şimdi dileniyoruz…
Kellesini torbaya koyamaz, ekmeği oradadır…
Temiz vicdanla kirli para alınamaz.
Bana diş bilermiş, altındansa dişi, varsın bilesin…
Çok konuşanların dinleyicisi az olur.
Bir elle alkış olmaz, ama çamur atılır…
Kendi fikri olmayanlar, hep halk adından konuşurlar.
Kendini beğenmişler güzellikten anlamaz.
Bir at kırk yıl koşmaz deseler de, bir eşek bize kırk yıl önderlik etti.
Başımın üstünde yeri dar.
Gönül dediğin karaya da konar ama en çok paraya konar.
Balayında zehirlenen aileler de vardır.
İsmet OSMANOV 1995 Popovo “Öbür Türlü”, taşlamalar ve aforizmler, “Güven- Dovrie” yayın evi, Sofya, 1996
X. EPİGRAMLAR
BULGARİSTAN TÜRKLERİ EDEBİYATINDA: EPİGRAM
İki veya dört mısralı hiciv ve mizah yüklü şiirlere epigram denir. Edebiyatımızda yeni bir nazım şeklidir. Bulgaristan Türkleri Edebiyatına 1956 yılında İsmail İbişoğlu tarafından yeni bir edebi tür olarak Bulgar edebiyatından getirildi. Kısa zamanda Hiciv ve Mizah edebiyatımızın sevilen ve aranan bir edebi türü haline geldi. Bulgaristan’da Türkçe epigram yazarları iki ve dört mısralı epigramların dışında üç mısralı, beş mısralı epigram yazdıkları gibi manilere ve türkülere ekledikleri isyanı, öfkeyi, özlemi hiciv ve mizah yüklü fikirlerle örerek türde değişiklik yaptılar.
Epigramları iki büyük bölüme ayırıyoruz:
A. Siyasi Epigramlar
B. Sosyal Epigramlar
A. Siyasi Epigramlar
Siyasi epigramlar rejimin baskısı yüzünden edebiyatımızda uygun zemini bulamadığı için gölgede kaldı. Rejim dolaylı olarak ve yumuşak bir şekilde tenkit edildi. Merkez basında örnek bulmakta bile güçlük çekiyoruz. Bizde ilk siyasi epigram Türkçe basında 1962 yılında Zavet Belediyesinin, “Zora-Şafak”, adlı Bulgarca-Türkçe neşredilen şehir gazetesinin Türkçe, “Şafak” sayfasında Şaban Mahmudov’ un “Başta ki” adlı epigramıdır. Şair, Todor Jivkov’un adını söylemeden tenkit ateşine tutuyor. Epigram şöyle:
BAŞTAKİ ADAM
Kendimi bildim bileli o başta
Anladım ki hiç bir şey yok o başta.
B. Sosyal Epigramlar
Çürüyen toplumun sosyal dengesizliğini dile getiren sosyal içerikli bir epigramı da İsmail İbişoğlu’ nun kaleminden okuyalım:
ŞİİR TÜCCARI
Bakın bizim şair Şerif
Vara yoğa şiir yazar
Sırasını bulmuş herif
Cep doldurur azar azar.
Diğer taraftan tek tip insan yetiştirme sevdasına kapılan sosyalist rejimin yöneticileri varlıklarını bir gün daha sürdürebilmek için aydınlar arasında yobaz yetiştirme yarışına girdiler. Bunu gören İsmail Bekirov, toplumu şu epigramı ile ilk uyaranlar arasında yer aldı:
YOBAZLAR
Elinden geleni komaz
Yobazların piri yobaz,
Yetiştirir yılda en az
Üç yüz altmış dokuz yobaz.
Bulgaristan Türk basınında “Epigram”, türüne en çok şu gazeteler ve dergiler hiciv ve mizah sayfalarında yer verdi: “Yeni Işık”, gazete, “Topuz” ve “Isırgan”, Sofya, “Yeni Hayat” dergi, ”Dön Gül Dön Ağla”, Sofya, ” Halk Gençliği”, gazete,” Sivirisinek”, Sofya, “Emek Davası “, gazete, Sofya, ”Eğlence”, “Dostluk”, gazete, Razgrat, “Rende”, “Tuna Gerçeği, gazete, “Sarıca Arı” ,Rusçuk, “Ziya” gazete, Kirpi, Silistre, “Ziya, gazete, Şumnu, “Hak e Özgürlük”, gazete, Sofya ”Gül Diken”, ”Zaman Bulgaristan”, gazete, Sofya, “Eğlence,”, “Hoşgörü”, dergi, Razgrat, “Eğlence”, “Deliorman”, dergi, Razgrat, “Eğlence”, “Komunizm Bayrağı”, gazete, Tırgovişte, “Çuvaldız”.vs
Epigram yazarları arasında en başarılı olanlar: İsmail İbişoğlu, Turhan Rasi, Şaban Mahmut, Nevzat Halit, Latif Karagöz, İsmet Osman, Hüseyin Ali Köse, Aliş Sait, Mülazım Çavuş, Lütfi Demir, Ali Riza, İsmail Bekir, Hüsmen Mutaf, Mustafa Şaban, Hüseyin Rasim, Tahsin Ebazer, Ali Bayram, Eşref Recep, Nurettin Eyüp, Zeliha Seyit, Firdevs Mehmedali, Tahsin Kara, Zait İsmail vs.
Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.