Kitabı oku: «Yosun Kokusu»
“Yosun Kokusu” romanı ilk bakışta Afganistan’da hususi çıkarları olan dış güçlerin kurduğu siyasi oyunların acılarını yaşayan Afgan halkının zorlu hayatını yansıtan aşk hikâyesidir. Eserin derin katmanlarında Sovyetler Birliği’nin sebep olduğu sıkıntıların bütün siyasi detaylarının yanısıra emparyalizmin acımasızlığı da tasvir ediliyor.
Yazar romandaki acı hadiselerinin arka planında Afganistan’daki Türk sorunun tarihini ve mevcut durumunu, halihazırda en büyük küresel problemlerden biri olan göç akınını, su havzalarında boğulan insanların imdat çığlıklarını yülseltiyor ve bütün dünyayı bu iniltiye ses vermeye davet ediyor.
Kitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez
YOL AYRIMI
Yollar. Beni ben eden yollar… Beni bana tanıtan, anlatan, kimliğimi kavratan yollar. Ve sonunda beni benden alan yollar. Yol var ki taşlı, topraklı, çakıllıdır ama insanı mutluluğa götürür. Yol var ki düz ve pürüzsüzdür ama sonu her şeye boyun eğmek ve mutsuzluktur. Bir de bazen pürüzsüz yollar kaygan olur. Topraklı yolun tozu, gözlere dolunca üstüne su çarparsın temizlenir, çamura batan ayakları ise yıkarsan temizlenir. Hangi yolda gittiğin önemli değil, önemli olan nasıl gittiğindir… Önemli olan gittiğin yolda düşmemektir. Tabii ki düşmek farklı sebeplerden olur!
Evimiz Kabil’in eteklerinde bulunuyordu. Kapımızdan çıkınca çatallaşan küçük bir yol kavşağı ile karşılaşırdınız. Hangisi ile gitsen ileride yol yine çatallaşırdı. Yollar o kadar birbirine benziyordu ki insan şaşırıyordu. Yolların hepsi bizim evimizin sağından solundan geçiyordu.
Anneme göre, babam bu bölgeyi onun isteği üzerine düğünden önce satın alarak iki katlı bir bina inşa etmiş. Binamız yüksek ve geniş bir bahçe içindeydi. Üç katmanla birbirinden ayrılan avludan baktığınızda Darul Aman Sarayı1 açıkça görünüyordu. Babam, dağın yamacındaki bu yeri aldıktan sonra, traktörle adım adım düzleştirmiş, sonra bahçemize yüz arabaya yakın kara toprak getirtmiş. Buna ek olarak ırmaktan alınan alüvyonlu toprak karıştırıldığı için toprak çok verimli hale gelmişti. Anama göre, kuşun gagasından düşen her şey bizim bahçede yeşerirdi. Gerçekten de haklıydı. Evimizin önünde çeşit çeşit gül ve süs bitkisi vardı. Orta alanda meyve ağaçları ve yedi tane de meşe ağacı vardı.
Bu ağaçları diken olmamıştı. Doğal bir şekilde büyümüşlerdi. Burada Kabil’de yetişen tüm meyve ağaçlarını görmek mümkündü. Alt kısma sebze ve bostan ekilirdi. Yemek için kulladıklarımızından arta kalanlar kurutulurdu. Hem kurusu, hem yeşili, insanın dilini kabartacak kadar tatlı olurdu.
Geniş bahçemiz ve güzel evimizden başka, Kabil’den biraz uzakta 107 hektarlık bir nar bahçemiz vardı. Bu büyük bağın yanındaki su arkının etrafına farklı farklı ağaçlar, bağın dört tarafına ise çınar ağaçları dikilmişti. Bu çınarlar bağımızı koruyan yüksek duvarlar gibi her taraftan görünüyordu. Komşu çocuklardan “çınar duvarlı bahçe” sözünü, çok duymuştum
İlkbahar başladıktan sonra babam sık sık bağımızı kontrol etmek için oraya giderdi. Bağın tüm işlerini ise Munis Bey yapıyordu. Bağın üst tarafında kamıştan yaptığı küçük kulübede ailesiyle beraber yaşayan Munis Bey, meyveler toplandıktan sonra Kabil’e göçüyordu. Munis Bey işine o kadar bağlıydı ki serçeler bile bağımızdan hiçbir şey götüremezdi. Bahçedeki kulübenin yakınında güneş altında parlayan bir araç–gereç vardı. Bunlarla, sıcaktan patlayan narların suyu alınarak büyük tahta fıçılarda toplanıyordu.
Henüz olgunlaşmayan ve yere dökülen narlar ise temizlenip, tuzlanarak turşu olarak kuruluyordu. Sirke ile yapılan turşular bunlarla karıştırılmazdı. Burada hiçbir zaman ikiden fazla tahta fıçı görmedim. Dolan fıçı hemen götürülüyor, yerine boş bir fıçı konuyordu. Doğrusu ben bunların nasıl satıldığını bilmiyordum. Tek bildiğim bu nar bağının bize bol kazanç getirmesiydi. Bahçeye her geldiğimizde Munis Bey bize, nar suyu ikram ederdi. Bir sonraki ziyaretimizde “Ne içersiniz?” diye sorunca babam yavaş bir sesle: “Soğuk olsun!” dedi. Munis, ağır adımlarla yanlarına basa basa arka tarafa gitti ve az sonra geri geldi. Elinde üç tane 250 gramlık cam şişe tutuyordu. Annemle babam iştahla nar suyunu içtikten sonra “Mahsülümüz bol olsun!” diye dua ettiler.
Ben ne narı ne de suyunu severdim. Ancak annemin ısrarıyla yüzümü ekşiterek nar suyunu içtiğim, Munis Bey’in oğlunun dikkatinden kaçmamıştı. Bir kez daha öğlen sıcağında bağa geldik. Nar suyundan kurtulmak için bir bahane arıyordum. Ama o zamana kadar “dilsiz çocuk” olarak bildiğimiz Munis’in oğlu arka tarafa geçerek elindeki şişelerle geri döndü. İlk şişeyi bana verdi. Mecburen şişeyi başıma çektim. Fırsat bulsam yere boşaltacaktım ama buna gerek kalmamıştı. Çünkü “dilsiz çocuk” olarak tanıdığımız Nevid, bana verdiği şişenin içine nar suyu yerine çay koymuştu. İlk kez az şekerli soğuk çay içiyordum. Bu çayın nasıl olduğunu hiç düşünmedim bile; Çünkü nar suyu içmediğim için çok memnundum. Tahminen aynı yaşta olduğumuz Nevid’in bu hareketi çok hoşuma gitmişti. Ona güvenebileceğimi hissediyordum.
Çocukluğumdan beri sevmediğim bu nar bahçesinin, sonsuz merağıma ve şaşkınlığıma sebep olan sayısız hatırası vardı. Annem arabadan iner inmez bahçenin sağ tarafındaki itburnu ağacının altına girerdi. Hem de yalnız! Hatta beni bile yanına almazdı. Bazen ağacın yapraklarını, bazen çiçeklerini bazen de dallardan sallanan meyvelerini öperdi.
Bir süre sonra hepimiz o ağacın altındaki eski tahtadan yapılmış bir masanın etrafında oturuyorduk. Annemin ağacın altında ağladığını fark etmemek imkansızdı. Annelerin gözyaşlarını çocuklarından gizlemesi mümkün değildi.
O çocuk aklımla, itburnu ağacının kökünden değil, meyvesinden, çiçeklerinden veya filizlerinden su içtiğini düşünüyordum. Hem de annemin gözyaşları ile birlikte.
Ben bir kenarda durarak gizlice annemin yaş içindeki ışık saçan gözlerine bakardım. Ancak biz de ağacın altında toplanınca annem birden neşelenirdi. Bir gözü bende, digeri ağaçta olurdu…
Evin ve bahçenin işlerini ise orta yaşlı bir kadınla bir erkek yapıyordu. Adil ve Şabran diye çağırdığımız bu insanlar kardeşti. Sessizce içeri girip işlerini yaparlardı ve sessizce giderlerdi. Biz konuşturmadığımız müddetçe onlar da konuşmazdı.
Babam, onlara yaşayabilmeleri için bahçemizin altındaki arsada küçük bir kulübe yaptırdı. Bu insanları tanıdığım günden beri ne ağladığını ne de güldüğünü görmüştüm. Onlar için anladığım tek şey, hizmetçiliği kaderleri olarak benimsemiş olmalarıydı. Yaşı olgunlaştıkça onların kaderi ile Afganistan’ın kaderini aynı görüyordum.
Belki de bu yüzden hiçbiri evli değildi. Annem onların bu durumuna çok üzülüyordu. Bu konuda babama sessizce bir şeyler söylediğini defalarca duymuştum.
Şabran her zaman çarşaflı gezerdi. Bağda, bahçede çalışırken de çarşaflıydı. Annem ona fazla görünmememi söylüyordu. Büyüdükçe, Şabran’ın bizi nazar etmesinden annemin korktuğunu anladım. Şabran beni çok severdi. Onun için meyve ağaçlarının ve bostanın ilk ürünlerini bana verirdi. Onun yüzünde, yaşlı gözlerindeki hüzün ifadesinden başka bir ifade görememiştim. Aslında Afganistan halkı tarafından normal karşılanan bu durum milyonlarca insanın acı kaderine teslim olma haliydi. Şabran’ı bir defa gülümserken gördüm: Sol gözünde kan toplanmıştı. Annem ona dikkatlice bakarak: “Ani sevinç, gözlerine kan getirmiş!” dediğinde Şabran gülümseyerek cevap verdi:
–Dün ineğimizin ikiz doğurmasından etkilendim. Ağa’mın bundan mutlu olacağını düşünerek ben de sevindim, dedi.
Babam, kendi annesini babasını hatırlamıyordu. Ben de bu konuyla ilgili onlara bir şey sormasam da, dedemi ve ninemi mahkeme binasının karşısında Zahir Şah’ın düşmanlarını öldürdüğünü biliyordum. Dedem uluslararası hukuk eğitimi almış, bir müddet krallıkta çalıştıktan sonra Zahir Şah’la tanışmıştı. Genç yaşta kralın güvenini kazanan dedem öldürüldükten sonra Zahir Şah, babamın devlet korumasında okuması için özel emir vermiş. Ancak babamı amcası büyütmüş. İşte onlar arasındaki soğukluk konusu ise bir başkaydı.
Annem ise kendi deyimiyle hem yetimmiş hem de esir. Babamdan farklı olarak o, anne ve babasının yüzünü bile görmemiş. Yetimhanede büyümüş. Babamla da orada tanışmışlar. Çünkü o zamanlar medresede okuyan öğrencileri sık sık yetimhaneye götürerek oradaki çocuklara manevi destek olmasını sağlamak istiyorlarmış. Annemin dediğine göre babamla tanışıp evlenmeseymiş, diğer sahipsiz kızlar gibi, ya bir mollanın yada bir zenginin imam nikahlı üçüncü, dördüncü belki de beşinci karısı olacakmış. Babam biraz da yüzsüzlük ederek amcasından ricada bulunarak annemi evlerine getirmesini istiyormuş. Ta o zamanlardan beri Zühre Hala’mla annem arkadaş olmuşlar. Amcam bir de farkına varmış ki babam aşık.
Annem her defasında bu konuyu anlatırken kederlenirdi. Konu babamın kendisine nasıl aşık olduğuna gelince yüzü aydınlanırdı. Öyle zamanlarda annem gül gibi etrafa koku salardı. Ben de bunu bildiğim için her çocuk gibi sohbeti annemle babamın aşk hikayesine getirmekten zevk alırdım. Annem, Nizami Gencevi’nin kendi aşklarını Leyla ile Mecnun’da yazdığını anlatırdı. Bu destanı okumasam da hakkında çok şey biliyordum.
Annem doktor, babam mühendisti. Ancak her ikisi de saatlerce siyasetten konuşurlardı ama yorulmazlardı. Sohbetin konusu genelde Afganistan’dı. Büyüdükçe, vatan sevgisinin onların aşkına ilave güç kattığını anlamıştım. Annemin çok nadir hallerde kahkahayı andıran gülüşü olurdu. Böyle zamanlarda yanaklarında oluşan gamzeleri ona farklı bir güzellik verirdi.
Kestane renkli saçları açık olunca yüzünün büyük bir bölümünü kapatırdı. Onun çok güzel göründüğü bu halini sadece evde ve babamla konuşurken görürdüm. Boyları aynı olsa da annemin zayıf oluşu bazen de yüksek topuklu ayakkabı giymesi onu babamdan daha uzun gösterirdi. Her zaman bu boy meselesinin farkına varınca elimde olmadan içimde tuhaf bir gülümseme oluşuyordu. Afgan anlayışı ile dersek, kadın erkekten uzun olmamalıydı. Babamı ise aslen bir Afganlı gibi düşünüyordu: Heybetli duruşu, sert bakışları, oldukça kuvvetli elleri vardı. İri gövdeli olsa da çevik hareketleri ile insanı şaşırtıyordu. Çoğu zaman resmi, yani Avrupalılar gibi giyinirdi. Nadiren giydiği Afgan milli kıyafetleri de ona çok yakışırdı. Başında pakol2 görünce, kendimi güvende hisseder, sevinirdim. Bu sevinci bana yaşatan medresedeki çocukların kendi aralarında devam eden konuşmalarıydı.
Ülkede medeni hayat tarzı ile yaşayanların az olması nedeniyle onların medeni giyim tarzları dikkat çekiyor, bu nedenle ben sürekli olarak diğer çocukların baskılarına maruz kalıyordum. Kendim Afgan milli elbiseleri giymeme rağmen babamın kravat takması nedeniyle ülkeye ihanet etmiş gibi bir tavır görüyordum.
Çikolata rengindeki pakol babamın heybetini biraz daha artırıyordu. Bana göre babam milli kiyafetler içinde olunca bedeni, demir zırh gibi ok geçirmez oluyordu. Alışkanlık gereği evde milli kiyafetlerde dolaşırdı. Veya çok nadir hallerde araba ile uzak bir yolculuğa çıkınca yerel kiyafetler giyerdi. Medresedeki çocuklar, onu bu kıyafetle görmedikleri için çok üzülürdüm. Çünkü babamın, medresede veya sokakta millilikten, vatan sevgisinden konuşanlardan çok daha vatansever olduğundan emindim. O, Afganistan’ı çok severdi. Ülkemiz için canından bile vaz geçebilirdi. Bütün bunları aklım erdiğinden beri biliyordum. Çünkü babamla ilgili acı–tatlı bir sürü hatıralar aklımdaydı. O, sadece annemin karşısında ipek kadar yumuşak olurdu. Bunun asıl sebebini ergenliğe vardığımda anlamıştım: Onu annemin huzurunda mum gibi eriten aşktı.
Ailemizin büyüğü, babamın amcasıydı. Aile denince, o kadar da kalabalık değildik. Annemle babamın tek çocuğu, amcamın ise bir kızı ve bir torunu vardı. Uzak akrabalarımızın her birisi ise Afganistan’ın farklı yerlerinde yaşıyorlardı. Belki de bizden uzaklaşmışlardı. Ülkeden kaçmaya mecbur olanları ise hiç anlatmıyorum. Amcamın uzak akrabalarından bazıları ise farklı şehirlerde yaşadıkları için gidiş–gelişimiz yok gibiydi.
Sonsuz bir saygıyla sevdiğim bu akıllı insanı başkaları da benim gibi “Ağa” diye çağırırdı. Yüksek okul eğitimi almak için Ağa’mla birlikte Moskova’ya gidince onun pasaportuna tesadüfen baktığımda onun adının “Ağa Mehdi” olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Ağa’mın Zühre adlı çok sevdiği bir kızı vardı. Onu da “Bibi3” diye çağırırdım. Ağa’m kızı Zühre ile babamın evlenmesini çok istemiş. Ancak babam, anneme aşık olduğu için annemle evlenmiş.
Ağa’m bu nedenle babama kızgın olsa da dedemden kalan mirası zamanı gelince babama vermişti. Annemin dediğine göre amcasının kızı da babamı sevmiyormuş. Belki de böyle değildi; annem kendisini haklı çıkarmak için böyle söylüyordu. Ağa’mın kızı, babamla evlenmediği azmış gibi evlendiği diğer adamın kaderi de iyi olmamıştı. Kocası, ordusu komutanıyken, mayına basarak ölmüştü. Bu olayların ailemizde yarattığı travmayı ergenlik çağlarımdan beri biliyordum. Buna rağmen konu ile ilgili kimseye birşey sormamıştım.
Biz, sık sık Ağamlara giderdik. Kar gibi beyaz sakalı ona tuhaf bir görünüm kazandırmış, nurani bir yüzü vardı. Yazın bunaltıcı sıcağından, kışın ayazından yüzleri bozaran Afgan erkeklerinin, mangalda yeni kızaran kebap gibi kırmızı suratlarının Ağa’ma benzemesini çok istiyordum. Onun gibi beyaz sakallı ve nur yüzlü olmasını bekliyordum. Yaşım ilerledikçe Ağa’mın babasının ve kaynatasının Nogay Türk’ü4 olduklarını öğrendim. Bütün bunları annem bana anlatıyordu. Ancak Ağa’m kendisini Türk olarak görmüyordu. Çünkü bazen “Elhemdülillah ki ma temiz Afgan ve Müslüman estim”5 derdi. Onun kendi ağzından hiçbir zaman “Türk” olduğu ile ilgili tek kelime duymadım. O gerçek bir Müslüman olmakla beraber, sanki insanlarda Müslümanlığa karşı ilgi yaratmak için yaratılmıştı. Onun akıllı davranışları, güzel sohbetleri, başkalarını sabırla dinlemesi, her zaman bana zevk verirdi.
Ağa’m bilgili ve akıllı olduğu gibi, kısa ve somut şeylerden konuşmayı başarıyordu. O, Ruslarla ilgili olarak: “Rusların gelişi6 İslam’a hakarettir. Buraya yerleşebilseler facialar, gitseler felaketler olacaktır,” derdi. Bu dediği üç şeyin hepsi de gerçekleşti. Hem de aralıksız ve birbirinin devamı olarak gerçekleşti. Hem de Ağa’mın söylediği gibi… Bazen de Ağa’mın fikirlerini değil, arzusunu söylediğini düşünüyordum. Belkide böyle olması için dua ediyordu. Bazen de böyle düşündüğüm için kendime kızıyordum. Çünkü, Ağa’m Afganistan’ın geleneklerinin yaşamasını, halkın refahını herkesten daha fazla isterdi ve hiçbir zaman Afganistan’a beddua etmezdi.
Ağa’mın kalbinin derinliklerinde anneme ve babama karşı kırgın olduğu onun her hareketinden belli oluyordu. Belki de böyle değildi: Ben olayları bildiğim için Ağa’mın her hareketine bir anlam yüklüyordum. Babam onunla her görüştüğünde neredeyse onun ayaklarına kapanacaktı. Babam hiçbir zaman Ağa’ma karşı saygıda kusur etmiyordu. Ağa’m da babama karşı kötü davranmıyordu ama onu affetmediği belliydi. Ağa’mın eşi rahmetlik olalı çok olmuştu. Ağa’m hiçbir zaman evlenmedi. Bu durum Afganistan’da görülmüş bir şey değildi. Konuşulanlara göre komşumuz Hasretadlı adam, karısını mezarlığa gömüp evine döndüğünde, çoktandır göz koyduğu bir kadını kendisi ile beraber evine getirmişti.
Psikolojik rahatsızlık yaşayan kızı Ağa’ma azap veriyordu. Ağa’m inançlıydı. Defalarca: “Allah’ım, beni bu beladan rahat bir ölüm vererek kurtar,” diye dua ettiğini kulaklarımla duymuştum. Her defasında ellerini havaya kaldırıp fısıltı ile dua ettiğini görünce ona kulak veriyordum: Acaba aynı şeyleri söyleyecek miydi? Evet, söylüyordu. Ancak iki sebepten dolayı bu duanın yürekten okunduğuna inanmıyordum: Birincisi Ağa’mın dindar olduğunu bildiğim için onun duasının kabul edilmemesine, ikincisi ise, o ölürse kızının yetim kalacağı için bu dua gerçek olamazdı. Bütün bunlardan çıkardığım sonuç; Ağa’m kızının kaderi ile barışamıyordu. Bu yükü taşımak günden güne ona zor geliyordu. Yaşlılık her geçen gün Ağa’mı güçten düşürüyor, hastalık ise hergün bibimin derdini ağırlaştırıyordu. Böylece onların varlığı arasındaki uyumsuzluk gittikçe güçleniyordu.
Suçlu babam mıydı? Beni uzun yıllar düşündüren bu sorunun cevabını bulamasam da anlıyordum ki, hem babam hem de annem benim geleceğimden korktukları için Ağa’mın huzurunda mum gibi oluyorlardı. Zühre Hala’m hergün değişik bir şekilde Ağa’mın yakasından tutup, rahatsız ediyordu. Aslında bu durum annemle babam için de geçerliydi.
Ağa’m akıllı bir ihtiyardı. Onun şahsiyetinin, toplum üzerinde etkisinin göründüğünden daha büyük olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Onun ağzından çıkan her söz sanki hiçbir zaman solmayan, her zaman yemyeşil kalan bir fidan gibi yerinde yeşeriyordu. Ağa’mın fikirleri, kararları hem devlet adamları hem de toplum arasında saygı ile karşılanırdı. Maddi zenginliği ona cömert olma imkanı da veriyordu. Gerektiği zaman alışveriş konusunda taviz vermez, kararlı olurdu. Önceleri babamın huyu da onun gibi diye düşünüyordum; Ancak babamın biraz çılgın, bazen de Ağa’mdan daha sert olduğunu hissediyordum. Çünkü, düşündüğünün tersi olunca hemen yumruklarını sıkıyordu.
Ağamların bahçesine girerken, hemen sağ tarafta birbirine bitişik üç tane kulübe vardı. Bahçe duvarının hemen yanında da dört tane ayva ağacı yükseliyordu. Sonuncu ağaç birinci kulübenin hemen kapısının önündeydi. Bu kulübelerde evin hizmetçileri yatıyordu. Hepsi de Hazara’ydı.7 Bahçenin baş tarafında yapılan biraz daha büyük bir kulübede ise hizmetçilerin başı eşiyle birlikte kalıyordu. Çocukları olmayan bu çift ise Peştun’du.8 Adamın asıl adını hiçbir zaman öğrenemedim. Herkes onu “Dursun” diye çağırıyordu. Karısının adı ise Zübeyde’ydi. Yuvarlak yüzü, iri burnu ve kısık gözleri olan bu kadın hiçbir zaman halinden şikayet etmezdi. Çocuklarla olan ilişkisine gelince, yaramazlık yapanları cezalandırmak için özel metotları vardı.
Yazın hep birlikte yaylaya giderdik. Dursun ne pazarda, ne yaylada ne de başka bir yerde hizmetçileri tek başına bırakmazdı. Ağa’nın verdiği emirleri uygulamak için elinden geleni yapardı. Ağa’m hizmetçilerinin Hazara olduğu için Afganlılar tarafından rahatsız edilmesini istemiyordu. Evet, Ağa’m kendi ailesini koruduğu gibi, hizmetçilerini de koruyordu. Hem de onun bu savunmasında büyük bir samimiyet vardı.
Zübeyde, hiç kimseye hayır demese de benim Hazara çocuklarla oyun oynamama engel oluyordu. Sadece Zühre Hala’mın kızı Kumru ile oynamama izin veriyordu. Onun bu davranışının altında annemle babamın isteği olduğunu rahatlıkla anlayabiliyordum. Kumru, kötü bir oyun arkadaşı değildi ama sakin görüntüsüne rağmen biraz umursamazdı. Hele sık sık ağlamasından nefret ediyordum. Tek kelimeyle kendisini sevdiremiyordu. Sadece kahkaha ile gülmesinden hoşlanıyordum. Ayda–yılda bir defa gördüğüm bu gülüş şekli Afganistan’da kadınlar için ayıp sayılırdı. Bu nedenle büyüdükçe bu gülüş şekli ağırlaşan bedeninin altında ezilip yok olurdu. Özetle hiçbir halini beğenmiyordum. Hal böyle olunca o, benim için nasıl değerli olabilirdi?
Ağa’m medresede aldığım dini eğitimin bana yetmeyeceğini biliyordu. Onun için boş zamanlarında bana kitap okuyarak beni heveslendiriyordu. Medresede ne öğrendiğimi merak ederek bana sorduğu her soruya aynı cevabı verince, ister istemez mutsuz bir şekilde başını sallıyordu. Sonunda benim de isteğimle Farsça bilen bir özel öğretmen tutuldu. Öğretmen her şeyi o kadar güzel anlatıyordu ki medrese birden gözümden düşmüştü. Çünkü bu özel öğretmen bağırmıyor, ödevleri yapmadığımda veya bir suçum olduğunda bana tokat atmıyordu. Kemerinin altında ders çalışmayan, ya da yaramazlık yapan öğrencilerin ayaklarının altına vurmak için kamçı taşımadığı onu daha çok sevdim.
Bir defasında Ağa’mın elinde farklı harflerle yazılmış bir kitap gördüm. Eskimiş kalınca bir kitabın karton kapağında orakla çekiç resimleri vardı. Orağın bir tarafındaki renkler iyice solmuştu. Tam olarak bu alet ölçüsünde olan ile bizim elllerde haşhaş kozası kesmek için kullanılan araca benzettim.
Komuşumuzda gördüğüm alete de benziyordu. Benim yaşımdaki oğlu, dağda haşhaş tarlalarının olduğunu söylüyordu. Ağa’m, benim onlardan uzak olmamı istiyordu. Büyüdükçe bunun sebebini anladım. Onlar ailece uyuşturucu ticareti yapanlardandı. Ağa’m, benim dikkatli bir şekilde kitabı incelediğimi görünce:
–Beğendin mi, diye sordu.
Ben kitaptan daha çok üstündeki orak resmini merak etmiştim. Ağa’mın karşısında kendimi ezdirmedim. “Evet,” diyerek başımı dik tuttum. Ağa’m sol tarafında duran kağıtla tükenmez kalemi eline alıp kitabın üstüne koydu. Kağıdın yukarısına bir tane, aşağısına iki tane nokta koyarak bunları bir çizgi ile birleştirdi. Ardından bir daire çizerek sağ tarafına bir kol çıkardı. Sonra defteri bana uzatarak:
–Bunları sen çiz, bakayım, dedi.
Beni bir gülme tuttu. Sanki toprak yolda dere tepe giden bir motosiklet gibi hırıltılı bir ritimle gülüyordum. Neyseki bu defa kendimi hemen toparladım. Ağa’mı kızdırmamak için hemen ciddileştim. Bir hafta sonra Rusça büyük ve küçük “a” olduğunu öğrendiğim bu harfleri Ağa’mdan daha iyi çizmiştim. Hem de nokta falan koymadan başarmıştım yazmayı.
Kendi ağzımla başımı belaya sokmuştum.
Ağa’m:
–İstersen sana Rusça bilen bir öğretmen tutalım, dedi.
İçimden “hayır” desem de sahte bir gülümseme ile mutlu olduğumu belirttim. Hemen ertesi günden başlayarak Rus öğretmen ders için gelmeye başladı. Rusça öğretmenim de dindar birisiydi. Rusça’yı düşmanla tartışmak için öğrendiğini söylüyordu. Ben ise bu yabancı dili öğrenmek istediğimi söyleyip, kendi kendime düşmanlık yapmıştım.
Ben Rusça öğrenmeye başladığımda Ruslar henüz Afganistan’ı işgal etmemişti. O zaman düşman olarak yerli Komünistleri görüyorduk. Öğretmen o kadar güzel anlattı ki iki ay içinde bütün harfleri öğrenmiştim. Bu öğretmenin sevmediğim tek şeyi, ders anlatırken ağzından etrafa, elimin üstüne, yüzüme hatta bazen ağzımın içine kadar gelen tükrükleriydi.
Bir gün ders bitmiş öğretmen gitmeye hazırlanıyordu. Yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:
–Afganistan’ın geleceği sizin elinizde. Bu dili ne kadar iyi öğrenirsen, düşmanla o kadar rahat mücadele edersin, dedi.
Biraz tedirgin bir şekilde etrafa baktı ve “Ağa, bu söylediklerimi öğrenmesin, olur mu?” dedi. Korkmadığını göstermek istiyordu ama Ağa’mdan çekindiği açıkça belliydi. Ben “Bilse ne olur?” diye sorunca iyice panikledi. Biraz tereddüt ettikten sonra: “Belki kızar!” dedi. Sözlerinin benim üstümdeki tesirini ölçmek için yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:
–Belki de beni kovar, yeni bir öğretmen bulur.
“Başka bir öğretmen bulur!” sözcüğü beni de öğretmen kadar heyecanlandırdı. O anda gözlerimin önüne medresedeki Molla Cabir’in korkunç yüzü geldi. Sağ dirseği ile hırkasını geri itti, elini yan tarafına dayayarak şişman karnının üstünde dik duran kırbacını gözlerimin önünde canlandırdım.
Onun acımasız “kamçı” vurulması ile ilgili kararları, ve sırtımızda patlayan kamcı sesleri kulaklarımda çınladı. O, hiç bir zaman Ağa’mın korkusundan bana kamçı vurdurmasa da, titrediğimi hissettim. Yavaşça, “Söylemem” dedim. Öğretmen de sakinleşmişti. Gülümseyerek eliyle saçlarımı okşadı. Sonra tombul dudaklarını saçlarımın üstüne yapıştırıp öptü. Bana öyle geldi ki tükrükleri saçlarıma yapışmış, ağzındaki sular derime kadar akmıştı. Öğretmen gider gitmez, hemen bahçedeki çeşmenin altına kafamı sokarak iyice yıkadım.
Farsça öğretmenim aynı zamanda Kabil’in kenarındaki İmam Hasan Camisi’nde imamlık yapıyordu. Onun da Ağa’m gibi bembeyaz sakalı vardı. Bıyıkları ise dibinden kesikti. Kafasındaki saçlar her zaman ustura ile kazınmış olurdu. Masmavi gözleri ile nisbeten parıltılı sakalı arasında her zaman bir uyumsuzluk hissederdim. Yazarken sol elini kullanırdı. Nedense sağ elini fazla kullanmazdı ama tam bileğinde tuhaf bir kesik izi vardı. Herkes onu, İranlı Molla Haşim olarak bilirdi.
Halk arasında Molla Haşim’in büyük saygınlığı vardı. Pürüzsüz ve sağlıklı yüzü onun yaşından daha genç gösteriyordu. Her zamanki gibi Rusça öğretmenim gittikten yarım saat sonra o gelirdi. Bu defa geldiğinde Rusça öğretmenimin saçlarımdaki tükrüğünü yeni temizlediğim için saçlarımdan sular akıyordu. Defterimi koltıuğumun altına sıkıştırmış merdivenlerden çıkarken Molla Haşim’le karşılaştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken koltuğumun altındaki defteri çekerek: “Defter ıslanacak!” dedi.
İçeri geçip saçımı kuruladım ve geri döndüm. Molla Haşim, Rusça yazdığım defteri okuyordu. Öylesine dalmıştı ki beni fark etmesi epey zaman aldı. Başının üstünde dikilip kendisine baktığımı fark ettiğinde irkilerek defteri yanına bıraktı. İş üstünde yakalanan hırsızlar gini renkten renge girdi.
***
Zahir Şah’ın devrilmesinden sonra ülkede siyasi durum oldukça kötüye doğru gitti. 1970 yılından başlayarak ard arda devam eden kuraklık, sonunda kıtlık yaratarak sosyo-ekonomik dengeyi bozmuştu. Şimdi ise manevi kuraklık yaşıyorduk. Aynı yıllarda babamında çok etkilendiğini annem yeni yeni anlatıyordu. Çünkü Zahir Şah’ın yakın adamları siyasi takibe uğruyor, tutuklanıyor ya da ortadan kaldırılıyorlardı. Zahir Şah, İtalya’da tedavi olurken darbe yapan amcası oğlu ve kayın biraderi Davud Han’ın da Ağa’ma büyük saygı beslediğini sonradan öğrendim.
Rusça öğrendiğim zamanlarda sık sık Ağa’mı ziyarete gelen insanları bir köşede oturarak dinlerdim. Siyasi sohbetler beni mıknatıs gibi çekiyordu. Bazı kelimeleri anlayamıyordum: Milli Sosyalizm, sağcılar, solcular, libareller, demokratlar, muhalifler gibi kelimeler, beni epeyce düşündürüyordu.
Bu kelimeler arasında en fazla “cihat” kelimesini duyuyordum. Ağa’m konuştukça evde bulunan misafirler not alıyorlardı. Anladığım kadarıyla cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili tavsiyeler veriyordu. Bazen siyasi tartışmaların en ateşli bir yerinde konuşmalar Arapça’ya dönüyordu. Ancak, konuşmalarda geçen “cihat”, “şürevi”, “cengi cihan” gibi kelimelerden konunun ne olduğunu anlayabiliyordum.
Evimizde sık sık şiir geceleri ve ilmi konuşmaların yapıldığı toplantılar da düzenleniyordu. Kabil’in yüksek tahsilli insanları bu toplantılara katılıyordu. Bazen Afganistan’ın değişik şehirlerinden gelen misafirlerimiz de oluyordu. Ağa’mın teklifi ile her dafasında bir misafir, toplantıyı yönetiyordu. Toplantının en sonunda Ağa’m bütün konuşmaların bir özetini yaparak toplantıyı bitiriyordu.
Bir gün doğa olaylarının konuşulduğu ilginç bir sohbetin şahidi oldum: İmam Cevahir, yağmur ve rüzgarın oluşması ve onların birbirlerine etkisi konusunda yaklaşık yarım saat konuştu. Ben, toplantının başından beri kafama takılan bir soruyu sormak için fırsat kolluyordum. İmam Cevahir’in sözleri biter bitmez, ayağa kalkarak, meclis adabına uygun elimi kalbimin üstüne koyarak titrek bir sesle:
–Sahip İmam, bulutlar süzülerek nereye gidiyorlar?
Ağa’mdan başka herkes gülmüştü. Hatta yüksek sesle kahkaha atanlar bile vardı. Bu gülüşmelerden o kadar sıkıldım ki, yüzüm kızarmaya başladı, ateş yavaş yavaş vücudumun her tarafına yayıldı. Sanki altıma kaçıracaktım. Bacaklarımı sıkarak bir Ağa’ma bir de İmam Cevahir’e bakıyordum. Sonra toplantıdaki insanları süzerek, beni bu sıkıntıdan kimin kurtaracağını anlamaya çalışıyordum. Neredeyse “imdat” diye bağıracaktım. Birden, toplantı bitince herkesin birbiriyle el sıkışarak vedalaştığı o an aklıma geldi. İçimden “Keşke şimdi herkes vedalaşsa!” diye geçirdim.
Tam o anda İmam Cevahir, yaşlı bedenini kilimin üstünde toplayarak nargilesinin marpucunu eline alıp ağzına götürdü. Ağa’m ise her zamanki sakinliği ile oturuyordu ama ben onun ruhunun çaresiz bir şekilde nasıl çırpındığını hissedebiliyordum. Daha önceki toplantılarda son sözü demek için herkesten izin isterdi ama şimdi aceleyle konuşmaya başladı:
–Öncelikle alimlerin huzurunda saygısızlık eden oğlumun sorusunu cevaplandırayım.
Ağa’m bana ilk defa “oğlum” diye hitap edince duygusallaştım ve vücudumun ateşi daha da arttı. Ancak, bu defa sevincimden ateşim yükselmişti. Altıma kaçırdığımı unutmuş, Ağa’m sözlerinin öncesinde ne dediğini anladığımda o devam etti:
–Biz “buluş” denilen her yeniliğe dikkat edecek olursak, insanın her şeyi doğadan aldığını görürüz. Eğer uçak, kuşların teknolojik modeli ise gemiler de balıkların demirleşmiş şeklidir. Ağır silahlar, Japonya’ya atılan atom bombası, volkan ile mantarın ortak şekli değil midir? Mantar zehirlenmesi mide ve bağırsakları aynı radyasyon zehirlenmesi gibi etkiler. Sadece Allah, her şeyi insan için ve onun devamlılığını sağlayan kainat için yaratmıştır. İnsan ise bunların benzerini kötü niyetler için yapmıştır. Biraz daha net konuşursak, buluşu yapanlar değil, o buluşu kullananlar kötü niyetli oldular.
Bulutlar aşıktır, onlar kendi maşuklarını toprakta kaybedip, göklere çıkmışlar. Bütün dünyayı dolaşıp maşukları bulamayınca gözyaşı akıtmaktan başka yolları kalmamış. Toprak yeşerttikçe yeşertiyor ki, belki bulutların maşuklarını onlara gösterebilsin. Ulu Rumin’in dediği gibi: “ Bulutlar ağlamasa, çimenler gülmez!” Alah insanı kendisine hem de doğaya borçlu yarattı.
Ağa’mın sözleri her zamanki gibi dua edilerek alıkşlandı. Ben sevinç içinde çırpınıyordum. Ağa’m gibi güçlü bir koruyucum olduğu için gururluydum. Bu tarihten sonra bulutların hareketini izlemek benim en önemli işim oldu. İzlediğim beyaz, siyah, gri, hatta nadiren de olsa kırmızı renkli bulutlar gerçekten de ağlıyorlardı.
Ben büyüdükçe, Ağa’mın Afganistan hakkında dedikleri bir bir çıkıyordu. Gerçekten de İslamiyet hakarete uğramıştı. Çünkü Sovyet ordusu Afganistan’daydı. Bundan iki yıl sonra ben 10 yaşına girmiştim. O yıl doğum günümü komşumuzun iki oğlunun aynı anda şehit olması nedeniyle yapamamıştık. Sonraki iki yılda da durum aynı oldu; çünkü bizim sokakta hep şehit çadırı vardı. Bu yıl ortalık daha sakindi; çünkü Sovyet kurşununa hedef olacak kimse kalmamıştı. Kalanlar ise farklı sebeplerden dolayı bu kavgaya katılmıyordu. On üç yaşındaydım ve sanki bu yıl doğum günü kutlayacaktık. Doğum günüme günler kalsa da evde hummalı bir hazırlık vardı. Annemle babam, benim doğum günüm nedeniyle Ağa’mın bize geleceğini umuyorlardı. Bütün bunları onlardan duymasam da hareketlerinden hissediyordum. Çünkü konuşmalar genellikle fısıltı halindeydi ve benden gizlenirdi. Ağa’mın bize geleceğini ümit etseler de ikisi de buna pek inanmıyordu. Bunu ya zeki olduğum için ya da ailemin saf olması nedeniyle anlıyordum.
Nihayet Dursun bize geldi. Yüz ifadesi pek hoş olmasa da zorla gülümsemeye çalışıyordu. Avluda duran babamın yanına gitti. Ayakta yapılan konuşmalardan durumun iyi olmadığını anlamıştım. Dursun günahkar adamlar gibi neredeyse iki kat eğiliyordu. Ağa’m doğum günü kutlamasının kendi evlerinde yapılması için haber göndermişti. Sanırım gelen sipariş olumlu değildi. Pür dikkat babama ve biraz geride onları dinleyen anneme bakıyordum. Babam birkaç defa “Başım üstüne!” diyerek verilen kararı saygı ile karşılayacağını belirtiyordu.