Kitabı oku: «100 büyük romancı»
ÖNSÖZ
Dünyada yapılmış ve yapılacak her liste, her zaman tartışmaya açıktır. Bu nedenle, kitapta yer alan veya yer almayan isimlerin sorgulanması doğaldır. Ama herhangi bir konuda liste hazırlayan biri bu eleştiriyi baştan zaten kabul eder…
Listemizde özellikle dikkat etiğimiz bazı kıstaslar vardı: Örneğin Avrupa kökenli yazarların gereğinden fazla olmamasını istedik. Avrupa’nın yanı sıra Güney Amerikalı ve Japon yazarlara da yer verdik. Ayrıca, kadın yazarları da listeye almaya özen gösterdik. Çünkü, genelde bu tür listeler (sanki anlaşmışlar gibi) Anglo-Sakson ve erkek yazarlara hizmet etmek için hazırlanmış gibi. Biz bunun dışına çıkmaya çılıştık.
Yerli romancıların biyografilerini hazırlarken Türkçe kaynak konusunda ne kadar zorlandığımızı görmek bizi hem üzdü hem de şaşırttı. Bu nedenle araştırmalarımızı daha çok, İngilizce metinler üzerinden gerçekleştirdik.
Bazı yazarlar hakkında temel bilgiler ilk kez bu kitapta yer alıyor. Konsept olarak yerimizin sınırlı olmasına rağmen bilgi açısından tatmin edici bir kaynak ortaya çıkardığımızı umuyoruz.
MAYA KİTAP
Yerli Romancılar
1
Namık KEMAL
(1840 – 1888)
Bir Tanzimat aydını olarak Türkiye’deki aydınlanma çağının öncülerinden olan Namık Kemal yazdığı şiirler, tiyatro oyunları ve romanlarla aslında “ulusal” bir edebiyatı başlatan yazarlardandır. Yapıtlarıyla; hak, adalet, özgürlük, millet, Millet Meclisi gibi kavramların önce aydınlar, sonra da halk katında yayılmasına büyük katkıda bulunmuştur.
“Vatan Şairi” olarak anılan ve düşünceleriyle Atatürk başta olmak üzere, yeni Türkiye’yi kuran herkesi etkilemiş olan şair ve yazar Namık Kemal 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya geldi. Babası Yenişehirli Mustafa Asım Bey, annesi bir Arnavut olan Fatma Zehra Hanım’dır. Tekirdağ’daki evlerinin civarında bulunan tekkenin şeyhi Tokatlı Hafız Ali Rıza Efendi kendisine “Mehmed Kemal” adını verdi. Çocukluğu annesinin babası Abdülatif Paşa’nın yanında geçti. Namık Kemal dedesi Abdülatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam edemedi. Özel dersler aldı ve kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Arapça ve Farsça öğrendi.
1855’te babasının Bulgaristan’da Filibe mal müdürü, dedesinin de Sofya kaymakamı olması dolayısıyla Sofya’ya gitti. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Binbaşı Eşref Bey şiirlerini okuduktan sonra Mehmed Kemal’e “yazıcı, katip” anlamlarındaki “Namık” adını verdi. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başladı. 18 yaşına kadar kaldığı Sofya’da komşuları Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Feride ve Ulviye adında iki kızı ve Ali Ekrem adında bir oğlu dünyaya geldi.
1857’de İstanbul’a döndü ve Bab-ı Ali Tercüme Odası’nda stajyer olarak memurluğa başladı. 1858’de büyükannesi Mahmude Hanım’ı, 1859’da büyükbabası Abdülatif Paşa’yı kaybetti. Babasının ikinci evliliğini yaptığı Dürrüye Hanım’ın Kocamustafapaşa’daki evinde yaşadı. Babasının bu evliliğinden Naşit adında bir kardeşi oldu. 1859’da Gümrük Kalemi’nde çalışmaya başladı.
İlk şiirlerini Sofya’da yazan Namık Kemal İstanbul’a geldiğinde şairler arasında kısa sürede tanınmıştı. Henüz Batı edebiyatı ile bir teması yoktu. İstanbul’da Divan Edebiyatı geleneğini takip eden şairlerle tanıştı. Arap ve Fars edebiyatlarını öğrenmeye çalıştı. Leskofçalı Galip Bey adlı şair ile yakın dostluk kurdu. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şuara adlı şairler topluluğuna katıldı.
1863’ten itibaren dört yıl yeniden Tercüme Odası’nda görev aldı. Bu yeni görevi sırasında Batı’yı tanıyan kimselerle tanışma imkanı buldu ve gözlerini Batı kültürüne çevirdi. Edebiyatta Batılılaşmanın ilk adımlarını atan İbrahim Şinasi ile tanışması hayatını değiştirdi. Sanat ve hayat görüşü değişti. Batı edebiyatını öğrenmeye başladı, ilgisi nesire yöneldi. Tarih ve hukuk alanında kendini geliştirmeye çalıştı. Tercüme odasının bir katibinden Fransızca dersleri aldı. Tasvir-i Efkâr’da fıkra ve tercüme yazılar kaleme aldı. İlk defa Şinasi’de gördüğü “hak, millet, vatan, hürriyet, millet meclisi” gibi kelimeleri yaygınlaştırdı.
1865’te Şinasi Tasvir-i Efkâr Gazetesi’ni kendisine bırakarak Fransa’ya gidince Namık Kemal tek başına gazeteyi çıkardı. Aynı dönemde (daha sonra “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adını alacak olan) İttifak-i Hakimiyet adlı gizli derneğin kurucuları arasına girdi. Derneğin amacı bir anayasa hazırlanmasını ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulmasını sağlamaktı. Namık Kemal gazetesinde bu görüşler doğrultusunda ve hükümet aleyhine şiddetli makaleler yayımladı. “Şark Meselesi” üzerine yazdığı bir makale gazetenin 1867’de kapatılmasına ve kendisinin Erzurum vali muavini olarak atanmasına yol açtı.
Namık Kemal hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Paris’e kaçtı. O ve arkadaşlarını Paris’te yaşayan Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. M. Fazıl Paşa’nın desteğiyle Londra’da “Muhbir” adlı gazeteyi çıkardılar ancak Namık Kemal, Ali Suavi ile yaşadığı anlaşmazlık üzerine Muhbir’den ayrıldı. Aynı yıl Sultan Abdülaziz Uluslararası Paris Sergisi’ni görmek üzere şehre gelince Fransız hükümeti Genç Osmanlılar’ı ülkeyi terk etmeye davet etti. Namık Kemal bazı arkadaşlarıyla birlikte Londra’ya gitti ve orada “Hürriyet Gazetesi”ni çıkardılar. Bir süre sonra arkadaşları ile arası bozulan Namık Kemal 1870’te Sadrazam Ali Paşa ile barışıp yurda döndü.
Siyasetten uzak durmak, yazı yazmamak koşuluyla affedilmiş olan Namık Kemal İstanbul’a döndükten sonra “Diyojen” adlı mizah dergisinde imzasız fıkralar yazdı. Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra 1872’de “İbret Gazetesi”ni çıkararak yeniden muhalefete başladı. Gazete sık sık kapatıldı ve sonunda sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı eleştiren yazılar yüzünden Namık Kemal İstanbul’dan uzaklaşması için mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atandı.
Birkaç ay kaldığı Gelibolu’da “Vatan yahut Silistre” adlı oyunu ile “Evrâk-ı Perişan” adlı eserini tamamladı. Gelibolu’nun bazı sorunları ile ilgilendi ve su davasını halletti. Rumeli fatihi Gazi Süleyman Paşa’nın Bolayır’daki kabrini ziyaret etti. Ebüzziya Tevfik Bey’e burada gömülmeyi vasiyet etti.
Osmanlı hükümeti tarafından açığa alınan Namık Kemal 1872’nin son günlerinde Gelibolu’dan İstanbul’a döndü ve İbret gazetesininin başına geçti. Çok geçmeden bir makalesi nedeniyle hakkında soruşturma açılıp gazetesi tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. Vatan yahut Silistre oyunu 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda sahnelendi. Oyunun sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden oldu. Bu konuda İbret’te yayımlanan yazılardan sonra gazete, bir daha çıkmamak üzere kapatıldı; Namık Kemal ve dört arkadaşı yargılanmadan sürgüne gönderildiler.
Namık Kemal’in Magosa (Kıbrıs) sürgünü 38 ay sürdü. Magosa’da son derece olumsuz koşullar altında yaşamak zorunda kaldı, pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalandı. Birkaçı dışında eserlerinin tamamını, bu dönemde Kıbrıs’ta yazdı.
Bu dönemde yazdığı iki roman İntibah (1876) ve Cezmi (1880) Türk edebiyatının Batılı anlamdaki ilk başarılı romanları arasında sayılmaktadır. (Batıda da romanın yenileşme çağına denk gelen bu eserler, elbette Batılı romanlarla kıyaslanarak değil, ulusal edebiyatımız içindeki yerleri göz önüne alarak değerlendirilmelidir.) Bu açıdan bakıldığında her iki roman da kendinden sonra yazılan Türk romanlarına yeni kapılar açmış yapıtlardır.
Namık Kemal, sürgün dönüşü İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. Tahta çıkışından 93 gün sonra akıl sağlığının bozuk olduğu gerekçesiyle tahttan indirilen V. Murat’ın yerine Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamit ilk Osmanlı Anayasası’nı oluşturmak için bir komisyon kurdu. Namık Kemal bu komisyonun üyelerinden biri oldu. Ancak şair, padişahın aleyhine bir beyit yazıp bunu mecliste okuyunca mahkemede yargılandı. Söylediği Arapça beyit ”Bir şey ikilendi mi muhakkak üçlenir de.” anlamındaydı ve tıpkı Abdülaziz ve V. Murat gibi Abdülhamit’in de tahttan indirilebileceğini ima ediyordu. Namık Kemal asayişi bozduğu gerekçesiyle suçlu bulunup altı ay hapis cezasına çarptırıldıysa da sonradan beraat etti. Girit Adası’nda ikamete mecbur edildi. Kendi isteği üzerine ikameti Midilli Adası’na çevrildi. İki buçuk yıl sonra Midilli mutasarrıfı olarak görevlendirildi. Midilli’de tanıdığı genç yaştaki Hüseyin Hilmi Paşa’yı ömrü boyunca koruyup destekledi. Hüseyin Hilmi Paşa yıllar sonra 1909’da sadrazamlığa kadar yükselmiştir.
1879’dan itibaren Midilli’deki beş yıl süren görevi sırasında kaçakçılığı önledi; hazine gelirini artırdı. Yirmi Türk ilkokulu açtı. Türklerin hayat seviyesini yükseltti. Adalarda yaşayan Türk ahalisinin sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bab-ı Âli’ye sundu. 1882’de Nişan-i Osmanlı madalyası ile ödüllendirildi. “Vaveyla”, “Murabba”, “Vatan Mersiyesi” gibi şiirlerini burada yazdı. Magosa’da yazmaya başladığı Celaleddin Harzemşah adlı eserini tamamlayamadı.
Namık Kemal’in Midilli’de kaçakçılıkla mücadelesinden çıkarları zarar görenlerin şikayetinden sonra 1884’te Rodos mutasarrıfı oldu. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rodos’ta Osmanlı tarihi hakkında bir eser yazmaya başladı. İngiliz ve Yunanlıların şikayeti üzerine 1887’de Rodos’taki görevi sona erdi ve Sakız Adası mutasarrıfı oldu.
Sakız Adası’nın havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında vefat etti. Adada bir caminin haziresine defnedildi. Arkadaşı Ebüziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme arzusunu padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledildi. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömüldü. Birkaç yıl sonra Sultan Abdülhamit, planını Tevfik Fikret’in çizdiği bir türbe yaptırdı. 1912 Mürefte-Şarköy depreminde sütunlar zedelendiği için halen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır.
Seçme Romanları: İntibah (1876), Cezmi (1880)
2
Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
(1864 – 1944)
Türkiye’de romanı Hüseyin Rahmi Gürpınar başlatmamıştır, ama romanın tüm kitleler tarafından okunan ve sevilen bir edebiyat türü olmasında yazarın çok büyük bir payı vardır. Yazdığı romanlarda son derece gerçekçi karakterler çizen, halk ağzına yakın bir dil kullanan ve her zaman halkın ilgisini çekecek konuları bulup onları ustalıkla kaleme alan yazar. Türk romanının eskimeyen ve eskimeyecek yazarlarının başında gelir.
Türk romanının en üretken yazarlarından olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, 17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da doğdu. Padişah yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu olan Hüseyin Rahmi, üç yaşında iken annesinin ölümü üzerine, Girit’te bulunan babasının yanına gönderildi. İlkokula başladı, ancak babasının evlenmesi üzerine altı yaşında tekrar İstanbul’a anneannesinin yanına gönderildi ve eğitimine burada devam etti. Çocukluğunun büyük bölümünü anneannesi, teyzesi ve komşu kadınlar arasında geçirdiği için daha çocukken onların bitmez tükenmez mahalle muhabbetlerini dinlemek, Hüseyin Rahmi’nin esin kaynağı oldu. Yakubağa Mektebi, Mahmudiye Ortaokulu’nda okuyan Hüseyin Rahmi, tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye’ye girdi (1878). Bu dönemde bir yandan da özel dersler alarak Fransızca öğrendi. Okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçiren Hüseyin Rahmi buradaki öğrenimini yarıda bıraktı (1880). Yazar çok küçük yaşlardayken yazmaya başladı; ortaokul öğrencisi iken on iki yaşında yazdığı Gülbahar adlı oyunu yangında kayboldu, “Bir Genç Kızın Avaze-i Şikayeti” adlı ilk yazısı ise Ceride-i Havadis’te yayımlandı (1884). Adliye Nezareti Ceza Kalemi’nde memur ve Ticaret Mahkemesi’nde aza mülazımı olarak çalışan Hüseyin Rahmi, Nafia Nezareti Tercüme Kalemi’nde çalışırken Meşrutiyet’in ilanı üzerine memurluğu bıraktı ve hayatını kalemiyle kazanmaya çalıştı. Hüseyin Rahmi’nin ilk romanı Şık (Ayine) Ahmet Mithat Efendi tarafından beğenilince Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başladı (1886).
1894’te İkdam ve Sabah gazetelerinde yazar ve çevirmen olarak çalışmaya başladı. İkdam’da arka arkaya yayımladığı altı romanla ünü birden arttı. Meşrutiyet döneminde Ahmet Rasim’le birlikte 37 sayı süren Boşboğaz ve Güllabi adlı bir mizah dergisi çıkardı (1908). Bu dergi yüzünden mahkemeye verildi ve beraat etmesine rağmen dergisi kapatıldı. İbrahim Hilmi Bey ile birlikte çıkardığı Millet gazetesi de uzun ömürlü olmadı. Bundan sonra çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yayımladı. Cumhuriyetin ilanından sonra, 1924 yılında yayımladığı Ben Deli miyim? adlı romanı yüzünden mahkemeye verildi, ancak bir kez daha beraat etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5. ve 6. dönemlerinde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada’daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde vefat etti ve oradaki Abbas Paşa Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Seçme Romanları: Şık (1989), İffet (1896), Mürebbiye (1899), Metres (1899), Şıpsevdi (1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1912), Hayattan Sayfalar (1919), Son Arzu (1922), Efsuncu Baba (1924), Ben Deli miyim? (1925), Billur Kalp (1926), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu? (1927), Kokotlar Mektebi (1928/1929), Şeytan İşi (1933), Utanmaz Adam (1934), Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür (1943), Ölüm Bir Kurtuluş mudur? (1949), Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı? (1949), İnsanlar Maymun muydu? (1968), Ölüler Yaşıyor mu (1973), Namuslu Kokotlar (1973)
3
Halit Ziya UŞAKLIGİL
(1867 – 1945)
Batı tarzı Türk edebiyatının ilk önemli yazarlarından Halit Ziya “sanat yapmak” uğruna zaman zaman ağır bir dil kullansa da anlattığı konuların sahiciliği ve anlatımındaki ustalık nedeniyle her zaman en çok okunan yazarlarımızdan biri oldu. “Mai ve Siyah”ın ilk yerli klasik romanımız olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Türk romancılığının ilk ustalarından Halit Ziya Uşaklıgil 1867’de İstanbul’da doğdu. “Uşakizadeler” olarak tanınan İstanbullu bir ailenin oğluydu. Mahalle mektebinden sonra Fatih Rüştiyesi’ne gitti. Tüccar olan babasının işlerinin bozulması üzerine, 1879’da İzmir’e yerleştiler ve yazar İzmir Rüştiyesi’ne girdi. Özel Fransızca dersleri aldı. Avusturyalı Katolik rahiplerin yönettiği Mechitariste Okulu’na devam etti. 1884’te son sınıftan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı. Fransızcadan ilk çevirilerini bu yıllarda yaptı. Tevfik Nevzat ile 1884’te Nevruz dergisini, 1886’da da Hizmet gazetesini yayımladı. İlk romanlarını bu gazetede yayımladı. Okulu bitirdikten sonra bir yandan İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaparken bir yandan da Osmanlı Bankası’nda memur olarak çalıştı. 1893’te Reji İdaresi’nde başkatiplik göreviyle İstanbul’a geldi. Hüseyin Siret, Mehmet Rauf, Rıza Tevfik, Hüseyin Cahit, Ahmet Rasim gibi yazarlarla dostluk kurdu ve 1896’da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılarak Servet-i Fünun dergisinde kendine geniş ün sağlayan romanlarını yayımladı. 1901-1908 arasında yazarlığı bıraktıysa da II. Meşrutiyet döneminde yeniden başladı, ancak yazdıklarını 1923’e kadar yayımlamadı. Bu arada, Darülfünun’da estetik ve Batı edebiyatı dersleri verdi. V. Mehmed’in tahta geçmesi üzerine onun mabeyn başkatipliğine atandı, dört yıl bu görevde kaldı. Daha sonra Reji İdaresi’nde yönetim kurulu başkanı oldu. Son yıllarını, Yeşilköy’deki evinde anılarını yazarak geçirdi.
Uşaklıgil’in İzmir’deyken yazdığı Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı gibi ilk yapıtları karşılıksız sevgiyi konu alan, acıklı ve duygusal kısa romanlardır. İstanbul’a geldikten sonra Servet-i Fünun dergisinde yayımladığı Mai ve Siyah (1895) ile acemilik dönemini geride bıraktığı görülür. Daha önceki yapıtlarında ön planda bulunan acıklı aşk serüveni, burada ikinci plana atılmıştır. Şairler, gazeteciler, yayınevi sahipleri ve yazarlar arasında geçen olayları ele aldığı bu romanda, hem o dönemin Bab-ı Ali dünyasını hem de bu dünyanın gerçekleri karşısında yaşama yenik düşen Ahmet Cemil’in hayalci kişiliğinde bütün bir Edebiyat-ı Cedide kuşağının bakış açısını yansıtmıştır. 1898-1900 arasında yazdığı Aşk-ı Memnu (1900) ise ilk büyük Türk romanı kabul edilir. Sağlam bir yapısı ve tekniği olan yapıtta; zengin bir adamla evlenen genç ve güzel bir kadının yaşlıca kocasına sadık kalmak kararına karşın, elinde olmayarak yasak bir aşka sürüklenişi, olayın psikolojik nedenleri üstünde de durularak, gerçekçi bir biçimde anlatılmıştır. Roman, 1975 yılında yönetmen Halit Refiğ tarafından sinemaya uyarlanarak TRT’nin ilk yerli dizisi olarak çekildi ve büyük bir ilgiyle karşılandı. 2000’li yıllarda tekrar televizyona uyarlanan dizi, yine büyük ilgi gördü ve iki yıl boyunca ekranlarda yer aldı.
Uşaklıgil pek çok öykü de yazmış ve Batı tarzı öykü anlayışının Türkiye’de yayılmasında rol oynamıştır. Öykülerinin konusunu ve kahramanlarını daha çok halkın yoksul kesiminden almış, bu insanların acılarını dile getirmeye çalışmıştır. Romanlarında, Uşaklıgil’in ilgi alanı dardır. Kahramanlarını ve onların sorunlarını işlerken sınırlı bir yaşantı çerçevesinin dışına çıkmaz. Duyarlı genç kadın ve erkeklerin aşkta uğradıkları hayal kırıklığı, başlıca teması olmuştur. Ancak aşk konusundaki görüşünün romantiklikten gerçekçiliğe doğru bir değişim geçirdiği gözlemlenir. İlk romanlarında daha platonik ve romantik olan aşk ilişkileri son iki romanında yasak aşkla noktalanan cinsel bir tutkuya dönüşür.
Uşaklıgil, Türk romanının öncüsü sayılmıştır. Çünkü ondan önce, romanı bir sanat yapıtı kabul ederek onun kadar ciddiye alan, bir sanatçı titizliğiyle romanın yapısına ve tekniğine bu denli önem veren başka bir Türk yazar bulmak zordur.
23 Mayıs 1945’te İstabul’da vefat eden Halit Ziya Uşaklıgil’in mezarı Bakırköy’dedir.
Seçme Romanları: Nemide (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897), Aşk-ı Memnu (1900), Kırık Hayatlar (1923)
4
Halide Edip ADIVAR
(1884 – 1964)
Halide Edip Adıvar, halkın büyük çoğunluğunun okuma yazma bilmediği bir ülkede doğup da İngilizce romanlar yazabilecek derecede bir kültür birikimine sahip olan bir romancı olarak yetişmeyi başarmış bir kadındı.
Ülkemizin ilk önemli kadın edebiyatçısı olan Halide Edip Adıvar İstanbul’da doğdu. Dönemin Tekel Bakanı Mehmet Edip Bey’in kızıydı. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi. Aile içinde Arapça, Kur’an-ı Kerim, Türk musikisi, matematik (Salih Zeki’den), felsefe ve edebiyat (Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan) dersleri alarak özel öğrenim gördü. 1901’de matematik hocası Salih Ze-ki ile evlendi. 31 Mart Olayı üzerine Mısır’a kaçtı. Oradan İn-giltere’ye geçti. Eğitimle ilgili yazıları beğenildiği için 1909’da Darü’l-Muallimat (Öğretmen Okulu) pedagoji öğretmenliğine getirildi. 1917’de ikinci evliliğini, sonradan Sağlık Bakanı olan Dr. Adnan Adıvar ile yaptı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Batı edebiyatı dersleri verdi. Yunanlıların İzmir’i işgal etmesini protesto için yapılan meşhur Sultanahmet Mitingi’nde heye-can dolu bir konuşma yaptı. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine kocası ile Anadolu’ya kaçarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Sa-karya Muharebesi’ni takip eden günlerde savaşa fiilen ka-tılıp hastabakıcılık yaptı. Kendisine “onbaşı” ve “çavuşluk” rütbeleri verildi. Bu nedenle “Halide Onbaşı” olarak da anılmaktadır. O dönemde Anadolu Ajansı’nın da kuruluşuna öncülük yaparak gazeteciliğin ülkemizdeki önderlerinden biri oldu. Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. Dört yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1964 yılı başında İstanbul’da hayata veda eden Halide Edip Adıvar’ın mezarı İstanbul Merkezefendi Mezarlığı’ndadır.
1910’da yayınlanan ilk romanı “Seviye Talip” ile 1911’de yayınlanan ilk öykü kitabı “Harap Mabetler” edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarında Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlara yer verdi. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. “Yeni Turan”, “Ateşten Gömlek” ve “Vurun Kahpeye” bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı “Sinekli Bakkal”, yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi II. Abdülhamit döneminin farklı toplumsal kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye, bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimat’tan beri süren Doğu-Batı çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, “Sinekli Bakkal”da Doğu’nun değerlerini bulup çıkarmak ve Batı’nın karşısına koymak amacındaydı.
Halide Edip, Türk kadınının iş, düşünce ve edebiyat alanında başarılı olan bir örneğidir. Kadın haklarının ateşli bir savunucusu olarak yıllarca mücadele verdi. Gördüğü eğitim nedeniyle, Doğu-Batı sentezini en başarılı şekilde yapabilen yazarlarımızdan biri oldu. Yazı hayatına gazete ve dergilerde yayımlanan makale, sohbet ve denemelerle başladı, bu eserlerinde kız çocuklarının eğitimi ve psikolojisi üzerinde durdu, aşk konusunu ön plana aldı. İlk romanlarında da aşk konusu ağır bastı. Kurtuluş Savaşı onun düşünce dünyasını değiştirdi, ideolojik romanlar yazmasını sağladı. Bazı romanları gelenek ve görenekler üzerine kurulmuş, sosyal hayatımızı çok canlı çizgilerle yansıtan töre romanlarıydı. Bu türden olan Sinekli Bakkal, 1943 yılında CHP Roman Yarışması’nda birincilik kazandı. Yazarın kısa ve fiilsiz cümleleri, sade bir dili vardı. Bu bakımdan yazarlığını eleştirenler de oldu. Kadın kahramanlarını, bütün eserlerinde kuvvetli ve canlı bir şekilde yansıttı. Halide Edip Adıvar, özellikle karakter yaratmada çok başarılıydı. Cumhuriyet döneminin en çok okunan eserlerini yazmış olan Halide Edip Adıvar’ın kitaplarının bir kısmı Batı dillerine çevrildi. Sanatçının eserlerinden çoğu sonraları sinemaya ve TV dizilerine de uyarlandı.
Seçme Romanları: Handan (1912), Ateşten Gömlek (1923), Vurun Kahpeye (1923), Kalp Ağrısı (1924), Sinekli Bakkal (1936), Yolpalas Cinayeti (1937), Tatarcık (1939)