Читайте только на Литрес

Kitap dosya olarak indirilemez ancak uygulamamız üzerinden veya online olarak web sitemizden okunabilir.

Kitabı oku: «Tarihimizdeki garip olaylar 2», sayfa 2

Yazı tipi:

Ölüm Meleğini Kandırma

Yakutlar, aileye dadanan ölüm ruhunu aldatmak için çocuğu komşulardan birine satarlar. Urenha (Tifba)’lar doğan çocuğu bir kazan altına saklarlar. Kazanın içine, arpa unundan yapılmış bir bebek şekli bırakırlar. Kam,ayini bu yalancı bebek üzerinde yapar. Kam’ın duasıyle hamur canlanır ve ağlarmış. (Aslında, canlanma ve ağlamayı şamanın kendisi temsil ediyor.) Şaman, hamur bebeğin kamını yarar, parçalar, sonra bu bebeği uzak bir yere götürüp gömer, ölüm ruhu bumu görür; çocuğun öldüğüne inanır ve aileyi rahat bırakır.

Moğollar ise bebeği kazan altında üç gün saklarlar. Ana, hep hamur bebekle uğraşır. Sonra bu hamur bebek ölür. Ana ve baba: ‘Çocuğumuz öldü!’ diye ağlaşırlar. Hamur bebeği bir çukura gömerler. Kötü ruh böylece aldanır ve çocuğu rahat bırakıp yoluna gider.

Başkutlar Müslüman olmalarına rağmen, onlar da bu konuda ölüm meleğini aldatmaya çalışırlar. Çocuk doğar doğmaz ebe eline alıp dışarı çıkar. Bebeği birkaç evde dolaştırır. Son- ra, bebeğin doğduğu evin önüne gelip içeri seslenir: “Yabancı ülkeden bir çocuk getirdim. Satın alan var mı?”

Pazarlık başlar. Çocuğu, kendi ağırlığında bir demir verip satın alırlar. Çocuğa ‘Demir’ ya da ‘Satıpaldı’, ‘Satılmış’ gibi adlar verilir.

Çocuğun yaşamasını sağlamak için Yaşar, Dursun, Ölmez-bay, Taştan, Kurç (çelik) gibi adlar verildiği gibi, bunun tersini uygulayıp, çocuğa kötü adlar takmak âdeti de vardır. Nedeni şu; kötü adı olanlardan ölüm meleği nefret eder, onun yanına gelmez. Kırgızlarda İtalmas (yani melek değil, köpek bile almaz!), Çoçkabay (Domuzbay), Kalbanbay (yabanıl domuz) gibi adlar hep bu inanca göre verilmiş adlardır. Troytsk yakınlarındaki Kıpçaklarda, Rus bilgininin biri, Rusça Andrey adını taşıyan bir çocuk görmüş. Kazakların anlattıklarına göre, çocuğu yaşamayan Cetpisbay Ağa, oğluna, Azrail gelmesin diye, bu Rus adını bile bile vermiş.

Çocuğa ad veren yaşlı kişi, gerek şamanlarda, gerekse Müslümanlarda, şu alkışı (duayı) söyler:

“Adın Yaşar olsun. Beşik bağın berk olsun!

Arkanda küçük, önünde büyük kardeşlerin olsun!

Beşik bağın kopmasın! arka eteklerini davar, at sürüleri bassın! ön eteklerini çocuklar bassın!

Benim gibi ak sakallı, sarı dişli ol!

Ak dişlerin Sararsın, kara saçların ağarsın!”

Bu dua sonunda Müslüman Türkler ‘Amin’, şamancı Türkler ateşe yağ atarak ‘opkuruy!’ derler.

Cenaze Töreni 1

Eski Türklerde ataya tapmak (Manizm) yoktu. Ancak, ölmüşlerin ruhlarının yakınlarına çok tehlikeli olabileceği düşünülür, ölen için topluca ağlaşılırdı. Buna yuğ adı verilirdi. Yuğcular bir araya gelerek kendi kendilerini yaralarlar, yüzlerini yırtarak kan içinde bırakırlardı. Bilge Han’ın yuğuna Çin’den, Kırgız’dan, Tatar’dan, Türkeş’ten özel yuğcular gelmişti. Tabut, ölenin toplumdaki durumuna göre, çeşitli değerli taşlarla süslenir, mezara giderken hizmetçileri, adamları, cariyeleri eskisi gibi onun hizmetine hazır bulunurlardı. Cenaze götürülürken genç yiğitler de onunla birlikte giderler, ortalık kararıp ay görünür görünmez savaş oyunu oynamaya başlarlar ve bunu ayın batışına kadar sürdürürlerdi.

Cenaze Töreni 2

Göktürkler, ölen kişi ömründe bir tek adam öldürmüşse, mezarı üzerine bir taş koyarlar. Kimi ölülerin mezarlarında bu taş sayısı yüzü, bini bulur.

Eski şaman Türklerin gömme törenlerine ilişkin birçok gelenek, göçebe Türk uluslarının destanlarında derin izler bırakmıştır. Şamanlık izlerini en çok koruyan Manas destanında üç yerde gömme töreninden söz açılır. Bunlardan biri Han Köketey’in gömme törenine ilişkin söylentidir.

Ölüm döşeğinde yatan Han Köketey, halkına şunları vasiyet eder:

“Halkım, ilim! Gözlerim yumulduğunda, vücudumu kımızla yıkayınız. Etimi keskin kılıçla sıyırınız, zırhımı giydiriniz, deriye sarıp beyaz kefenimi başımın altına koyunuz. Başımı doğu’ya yöneltiniz! Kızıl buğralara (erkek develere) kızıl çuha (kumaş), kara buğalara kara kadifeler yükletiniz. Kırk buğradan kurulmuş bir kervanla benim çatma haneme (kütüklerden yapılan evime) geliniz. Küme küme kadınlar gelir; onlara kumaşları dağıtınız. Kervanbaşı, kara sert seksen keçinin yağıyla karıştırın tuğla hazırlansın. Büyük ve küçük yolların kavşaklarında aya benzer ak saray, göğe benzer gök saray yapınız.

İlim, halkım! Bana hizmette kusur etmeyiniz.”

Ölü Aşı

‘Ölü aşı’ töreninin en ilkel biçimi, Tayga ormanlarında kalmış olan şaman boylarda görülmüştür. Bunlar arasında öyle kocakarılar vardır ki, koyunlarına ya da çocuklarına bir hastalık geldiği zaman yemek ve içki alıp gider kocasının mezarına koyar. “Ye, iç! Bize dokunma! Hain seni! Hâlâ doymadın!” diye bağırır.

Ölü aşının amacı, ölülerden gelebilecek zararlarından kurtulmak için baş vurulan bir kurban, bir adaktır.

En büyük aş törenleri, ölüm yıldönümlerinde yapılır. Bütün akraba ve dostlar toplanır, mezara gelirler. Mezar üzerine yemekleri, içkileri koyarlar, kendileri de yiyip içerler, ölünün kocası ya da karısı, mezar başında üç kere, güneşin geçişi yönüne göre dolaşır ve, ‘Ben seni bırakıyorum!’ der. Bundan sonra dul kadın ya da erkek evlenebilir.

Genellikle Moğollarda ölüler kültü, onunla bağlı şamanlık ayinleri, göçebe Türk kavimlerine göre daha ilkel ve daha barbarca bir karakter taşırdı. Han’ın öldürdüğü ya da onun için öldürülen adamlar öbür dünyada ona hizmet edeceklerdir. Orhun Türklerinde bu düşüncenin yankısı olarak, Han tarafından öldürülen adamların heykelini (balbal) dikmek âdeti vardı. Moğollarda ise bu inanç, Han’ın öldüğü yerden mezarına kadar ölüsünü götüren alaya rastlayan adamları öldürmeleriyle ifade bulurdu. Marko Polo’nun anlattıklarına bakılırsa, böylece öldürülen adamlara: ‘Bizim Hakanımıza hizmet etmek için öbür dünyaya git!’ diyorlardı. Marko Polo, Mönke Han’ın ölümünden sonra bu nedenle öldürülenlerin sayısının 20 bin kişiyi bulduğunu söylüyor.

Oğuzlar, Anadolu’da, kahramanları ölürken: ‘Ak-boz atımı boğazlayıp aşımı veriniz!’ diye vasiyet ediyorlardı.

Demir Bayramı

Ergenekon’dan çıkan Oğuz Türklerinde her yılın belli bir gününde demir bayramı kutlanırdı. Bir demir parçası ateşte kızdırıldıktan sonra Hakan’a özgü altın örs üzerine konulurdu. Hakan, elindeki altın çekiçle demire vurarak demirci taklidi yapardı. Bundan sonra oyunlara, koşulara, yarışlara geçilirdi.

Potlaç

Eski Türklerde bir boyun bir boyu, bir kavmin bir kavmi boyunduruk altına alması iki biçimde olurdu.

1) O kavmi veya boyu, savaş sonunda yenerek,

2) O kavme veya boyu, karşılığını yapmaktan yoksun kalacağı ölçüde gösterişli ve meydan okuyucu bir şölen çekerek.

Bu son derece masraflı şölene ‘potlaç’ denir, PotIaç’a karşılık veremeyen kavmin totemi elinden alınırdı. Toteminin elinden alınmasına razı olmuş kavim, diğerinin buyruğuna girmiş, buyruk altında yaşamayı kabul etmiş sayılırdı.

Yağma Şöleni

Yağma şöleni, potlaç’ın en üst derecesidir. Şöleni yapan Bey, çağrılılarını yedirip içirdikten, giydirip donattıktan ve borçlarını verdikten sonra, hatununun koluna girerek otağdan çıkardı. Bütün çağrılılar, çağrı sahibinin otağını, sürülerini ve öbür mallarını yağma ederlerdi.

Dede Korkut kitabının on ikinci hikayesinde, Salur Kazan’ın malını nasıl yağmalattığı şöyle anlatılır:

“Üç ok, Boz ok yığınak olursa, Kazan evini yağmalatırdı. Yine evini yağmalattı. Ama, Dış Oğuz birlikte bulunmadı. Yalnız İç Oğuz yağmaladı. Ne zaman Kazan evini yağmalatırsa, helalinin elini alır, dışarı çıkardı. Ondan sonra bütün mallarını yağma ederlerdi.”

Günlük Hayat

Eski Türkler, günlerini toylarda, şölenlerde geçirirlerdi. Bundan dolayı, en yoksullar bile güzel giyer, güzel yer, güzel içerdi. Aralarında borçlu bulunmazdı. Av etleri birlikte yenilirdi. Er, malına kıymadıkça adını çıkaramazdı. Millet devleti beslemez, devlet milleti beslerdi.

Orhun yazıtlarında Göktürk Hakan’ı şöyle der: “Zengin bir millete gönderilmedim. Türk milleti azdı, çoğalttım. Açtı, doyurdum. Çıplaktı, giydirdim kuşattım.”

Kadınların Statüsü

Eski Türkler’de kadınların toplumda üç derecesi vardı: Hatun, kunçevi, kuma.

Kunçevi, hatunluğun bir derece altı, kuma da kunçeviden aşağı bir dereceydi. Bir hakanın oğlunun hakan olabilmesi için, anasının hatun (yani kendi İline bağlı prenseslerden) olması şarttı. Hem baba, hem ana tarafından prens olmayanlar soylu sayılamazdı. Kumaların oğulları mirasa katılamazlardı. Onlara, yaşayabilmeleri için, doyacak kadar bir mal verilirdi.

Hakanların gerçek eşleri ‘Melike’ niteliğini de alırdı. Melike’nin Türkçedeki karşılığı ‘Türkan’ sözcüğüdür. Selçuk devletlerindeki ‘Türkan Hatun’lar, ancak Melike oldukları için bu unvanı alıyorlardı. Bu söz, onların kişisel adları değildir.

Yuğ

Eski Türklerde yas ayinlerine (Yuğ) denirdi. Cenaze törenine özel yascılar ve ağlayıcılar gelirdi. Bunlar tören boyunca sürekli ağlarlar, yüzlerini ve birçok yerlerini yaralıyorlardı. Bütün bu davranışlar, ölüye tapmaktan çok, ölünün öfkesini gidermek, yatıştırmak içindi. Çünkü bu öflke toplum için tehlikeliydi.

Yine bu öfkeyi giderebilmek için, ölünün evinde Kara Şaman koyu renkli bir hayvan kesip kunban ederdi. Bu ayin, eski yurdundan ayrılmak istemeyen ölünün ruhunu bu yurttan çıkarmak ve böylelikle yurdu tehlikeli bir ruhtan kurtarmak içindi.

Yemekli Senato

Eski Oğuzlar çok geniş bir alana yayılırlardı. Fakat bütün hanların ve beylerin her gün toplanmaları da gerekirdi. Bu nedenle, nerede divan kurulacaksa, yemeğin de orada yenilmesi icap ederdi. Bundan dolayıdır ki, çoğunlukla Han ile Beylerbeyi’nin, başka günlerde de öbür Bey’lerin otağlarında yemekli divanlar kurulurdu.

Şölen, aristokratik bir divan olduğu için, Senato’ya benzerdi. Bütün üyeleri Bey’lerdendi. Her Beyin bir mabutu, bir damgası vardı.

Şölen, Kurultay’ın küçüğüdür. İlhanlığa oranla Kurultay neyse, İl’e oranla Şölen de odur. Bağımsız aşiretler döneminde, bağımsız aşiret meclisi, gerçekten bir halk meclisiydi. Devletin dairesi büyüdükçe demokratlığı da gittikçe azaldı.

Serdarlık

Teke’lerde resmi örgütün dışında, serbest ve bağımsız bir serdarlık örgütü vardı. Büyük zaferler kazanmış olan bu doğal komutanlar, diğerlerinden sıyrılarak, kendi kendine yetişir ve iş görürlerdi. Serdarlardan biri çadırının önüne bir bayrak dikince, bunu görenler, yeni bir akına çağrıldıklarını anlarlar, katılmak isteyenler, serdara başvurarak toplanma zamanını öğrenirlerdi. Yalnız, hedefin neresi olduğu sorulmaz ve söylenmez, bunu ancak serdar bilirdi.

İpek Yolu’nun Güvenliği

İlhanlık döneminde, Çin’le Avrupa arasındaki ipek ticareti yolu Türklerin ellerindeydi. İlhanlığın kendisi de aslında bu yolla varoluyordu. Deniz yolu ticareti nasıl Venedik ve Cenova gilbi devletleri yarattıysa, kara yolu ticareti de Büyük Türk İlhanlıklarını ortaya çıkardı. Mançurya’dan Macaristan’a kadar olan büyük ülkede, güvenlik en yüksek derecesindeydi. Sayısız hayvan sürüleri uçsuz bucaksız çayırlarda güvenle otlar, ticaret kervanları Çin’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Çin’e güvenle gidip gelirlerdi.

En Önemli Edebi Eserler

Göktürk Yazıtları’ndan, yani Yuluğ Tekin’in eserinden sonra bütün Türk edebiyatının en önemli ürünleri olan iki eser, Divanu Lûgaati’t-Türk ile Kutadgu-Bilik, Karahan’lılar çağında yazılmıştır.

Kutadgu-Bilig, «kutlu bilgi» demektir. Yazarı, Karahanlılar Saray Nâzırı Yusuf Has Hâcib’tir. 1070’te tamamlanmıştır, 7000 beyte yakındır. Kitapta 4 kişi konuşmaktadır:

Adaleti temsil eden «Gündoğdu» adında bir hükümdar. Devlet fikrini simgeleştiren ‘Aytoldu’ adında bir vezir, bu vezirin aklı canlandıran ‘öğdülmüş’ adındaki oğlu ve yine bu vezirin kanaat fikrini temsil eden ‘Udgurmuş’ adlı kardeşi.

Eserin, ‘Fergana Nüshası’, ‘Viyana Nüshası’ ve ‘Mısır Nüshası’ olmak üzere, üç yazma nüshası ele geçmiştir. Bunlardan ikisi Arap harfleriyle, biri Uygur harfleriyle yazılmıştır.

Kullandığı dile örnek iki beyit:

 
“Körü-berse imdi bu Türk beğleri
Ajun beğlerinde bular yeğleri.”
 

(Görüverse şimdi bu Türk beyleri – Dünya beyleri içinde bunlardır en iyileri.)

 
“Bu bir edgü erat anı öğdüler
Biri ısız erdi anı söğdüler.”
 

(Bu bir iyi idi, onu övdüler – Biri kötü idi, ona sövdüler.)

Divânu Lûgaati’t-Türk’ün yazarı Kaşgarlı Prens Mahmud ise, Kutadgu-Bilig’in kendisine ithaf edildiği Karahanlı İmparatoru Hasan Hakan’ın amcasının oğlu Prens Hüseyin Han’ın oğludur.

Yusuf Has Hacip


Daha sonraki döneme ilişkin olup, yazarı bilinemeyen ‘KITAB-I DEDE-KORKUT’ da, başlı başına bir değerli yapıttır. Günümüz edebiyatında değeri ve önemi gittikçe büyümektedir.

Kutadgu-Bilig ile Kitab-ı Dede Korkut, Türkler Müslüman olduktan sonra yazılmışlardır.

Önemi bakımından bunları Türk destanları, Uygur edebiyatı metinleri, Babur Şah’ın anıları (Bâbur-Nâme), Nevâî’nin Divan’ları, Hamse’si, Muhakemetu’l Lugaateyn’i ve öbür mensur eserleri izler.

Attila’nın Mezarı

Muncuk’un oğlu Attilâ, Hun yabgularından Çiçi Yabgu’nun on ikinci kuşaktan, Mete’nin (Oğuz Han’ın) ise on sekizinci kuşaktan torunudur.

Avrupa Türk-Hun (Kun) imparatoru Attilâ, ağabeyisi Bleda’nın öldürülmesi üzerine 445 yılında tahta geçti, sekiz yıllık bir saltanattan sonra, ikinci eşi Ildike (ya da Ildi- ko) ile evlendiği gece (453) öldü. Attilâ ilk gençliğini bir Roma sarayında geçirdi. Roma kültürünü ve Latince’yi öğrendi, özellikle Roma İmparatorluğu’nun bütün zaaflarını öğrendi ve tahta çıktığı zaman bunlardan dâhice yararlanmasını bildi.

Önce Doğu Roma (Bizans) üzerine yürümüş ve İmparatorluğu yıllık vergiye bağlamıştı. Kendisine çok ağır gelen bu durum dolayısıyla birkaç yıl sonra Bizans İmparatoru vergiyi kesmişti. Attilâ, Belgrad-Niş-Filibe gibi önemli şehirleri alarak Bizans üzerine yürüdü. Gelibolu yarımadasına geldiğinde Bizans ordusu karşısına çıktı ve korkunç bir yenilgiye uğradı. İmparator, eskisinden de ağır bir vergi yükünü kabullenmek zorunda kalarak onu İstanbul kapılarından uzaklaştırabildi.

Bir süre sonra yeniden Bizans’la arası açılan Attilâ, Balkan’larda 70 Bizans şehir ve kasabasını Hun Imparatorluğu’na kattı. Mora’ya ve İstanbul kapılarına kadar Doğu Roma topraklarını çiğnedi. Attilâ’dan son derece ürken Bizans, başkaca kurtuluş yolu göremeyerek, Türk Hakanını zehirletmek üzere bir suikast hazırladı. Ama, bu cana kıyma yarıda kaldı; anlaşıldı. Attilâ, kalın surlarla çepeçevre kuşatılmış Bizans’a elçi gönderdi. Gözdağı vererek, suikastın başı olan Bizanslının teslimini istedi, işin sarpa sardığını anlayıp savaşmaktan çekinen Bizans İmparatoru, suikastı kendi emri ile hazırlamış olan Bizanslının başını kestirip Attilâ’ya yolladı.


Atilla


Avrupa uygarlığının Hun Türklerinden aldığı başlıca öğeleri büyük Fransız tarihçi ve coğrafyacısı Fernanda Grenard şöyle özetler:

“O zamana kadar Avrupalı, iç çamaşır nedir bilmezdi. At koşumları nedir bilmezdi. At eyerlemesinde, askerlikte, binicilikte bilmediği çok şey vardı. Coğrafya kavramı eksikti, bilmediği birçok coğrafya adı, yeri vardı. Batı Roma’nın son İmparatoru olan Romulus’un adına Batı İmparatorluğu’nu yöneten babası Oreste, Attilâ’nın eski bir subayıydı. Askerlik eğitimini Türklerden öğrenip almıştı. İtalya’ya egemen olan ünlü Odoacre da, Attilâ’nın nazırlarından birinin oğluydu.”

Attilâ, tarihin en büyük hükümdarlarında biridir. Amacı, kendisinden önce gelmiş büyük İskender ve Mete gibi, bütün dünyaya egemen olmaktı. Geride, akılların zor kabul edebileceği genişlikte bir imparatorluk bıraktı. Avrupalı ona ‘Tanrının Kırbacı’ demişti. Gerçekten de, Avrupa’nın üzerinden bir kırbaç gibi esti, geldi geçti. Avrupa kavimleri arasında küçük bir azınlıktı Türkler; Attilâ’dan sonra bu geniş toprakları elden çıkardılar. Avrupa Hun İmparatorluğu’nu gösteren harita, Attilâ’nın orta İsveç’ten kuzey Kafkasya’ya, Ren kıyılarından Hazar Denizine kadar uzanan bir devleti gösterir. Bu sınırlar dışında kalan İtalya, Fransa, Balkanlar gibi geniş ülkeler de, Türk cihangirinin bilinegelen akın yerlerinden olmuştur. lldiko adlı bir genç kızla evlenen Attilâ, zifaf gecesinin sabahında yatağında ölü bulundu. Ağzından, burnundan fışkıran kanlarla yatağı kıpkırmızı kesilmişti. Genç karısı, korkudan aklını kaçırmış durumda, odanın bir köşesine büzülmüştü, ölümün şiddetli bir burun kanamasından mı, hastalıktan mı, zehirlenmeden mi ileri geldiği anlaşılamadı. Attilâ, çok büyük bir törenle gömüldü, cenaze altın bir tabuta konuldu. Altın tabut, gümüş bir tabut içine kondu. Gümüş tabut, demir bir tabut içine yerleştirildi. Gömüldüğü yerin belli olmaması için, mezarı kazanlar okla vurulup öldürüldü. Mezarın yanından geçen çayın akma yeri değiştirildi, sular başka yöne akıtıldı.

Din Değiştiren Kağan

Büyük Türk Hakanlığı’nı Göktürklere kaptıran Avarlar (Apar’lar), bir yüzyıl önceki Hun İmparatorluğunun yıkıntısı ve toprakları üzerinde İmparatorluklarını kurmuşlardı. İlk İmparatorları Bayan Kağan’ın beş oğlu vardı, dördünü birden savaşta Bizanslılar öldürdü. Sonuncusunun soyundan gelen Tudun Kağan, 796 yılında Hıristiyanlığı kabul etti. Baktı ki Frank hükümdarları Türk düşmanlığından bir türlü vazgeçmiyor, üç yıl sonra, yani 799’da yeniden atalarının dini olan Şaman dinine döndü.

Din Değiştiren Kavim

Doğu Avrupa’da imparatorluk kurmuş kavimlerden biri de Hazarlardır. Hazar İmparatorluğu 468 yıllarından 965’e kadar, hemen hemen altı yüzyıl hakimiyetini sürdürmüştür. Başkent, 468-723 yılları arasında Belencer, 723-965 yılları arasında (242 yıl) şimdiki Astırhan şehridir. Ilk önceleri Şaman olan Hazarlar, 700`lü yıllarda bir taraftan Arap etkisiyle İslam dinine, diğer bir taraftansa Hristiyanlık dinine yakınlaşmaya başlamışlardır. Nihayet, 800’lü yıllardan itibaren Hakanlarının buyruğu gereğince Musevilik inancında karar kılmışlardır.

At Kuyruğunu Bağlamak

Hun Kurganları’nın mezarlarından çıkartılan at cesetlerinin kuyruklarının kesik ya da düğümlü oldukları görülmüştür. Bu, eski çağlardan beri Türkler arasında yaygınlaşan yas geleneğinin bir belirtisidir. Bu geleneğin sürekliliğini İç Asya’da Türk topluluklarının Göktürk çağında kaya üzerlerine yaptıkları sayısız resimlerden izlemek mümkündür. İslam kaynaklarının verdiği bilgiye göre, Malazgirt savaşı başlamadan önce, Alp Arslan duasını yapmış, sonra kendi eliyle atının kuyruğunu bağlamıştır. Askerleri de onun gibi yapmışlar, atlarının kuyruklarını düğümlemişlerdir.

Kazaklarda at kuyruğunu kesmek atı tullamak, yani dul yapmaktır. Sahibi ölmüş olan bu ata artık hiç kimse binemez. Kırgızcada ise tuldamak, yas tutmak anlamına gelir.

Kurbanın Cinsiyeti

Türklerde kanlı kurban törenlerinin çoğunda hayvanların erkek cinsi kullanılırdı. Dede Korkut kitabında da belirtildiği gibi, kesilecekse koç, erkek deve, boğa, aygır kesilirdi.

At, değerli kurbandı, o ancak Gök-Tanrı’ya ve az sayıda kurban edilirdi. Oysa, aşağıdaki dünyanın ruhlarına karşı insan sürekli olarak kendini koruyup kollamak zorunda olduğundan, bol sayıda koç ve dağ koyunu kurban etmek gerekirdi.

Çerh-i Felek (Çarkı Felek)

Felek, durmadan üzerimizde dönen gök kubbeden başka şey değildir. Bu astronomik inanış, aslında Ptolame, yani Batlamyus’un inanç ve kuralına dayanıyordu. Arap ve Acemler, gök kubbenin durmadan döndüğüne inandıklarından, bu dönüş haline ‘Çerh-i Felek’ demişler. Türkler bu deyimi Türkçeleştirerek ‘Çarkı Felek’ yapmışlardır.

Eski Türkçede ‘çığrı’, değirmen, su dolabı gibi aletlerin çarkları için kullanılan bir sözdü ve Türkler, durmadan dönen bu gök kubbesine ‘Gök Çığrısı’ diyorlardı. Gök çıkrığının durmadan dönmesi, insanlara iyi ya da kötü baht getiriyordu.

Bütün kötü alın yazıları ‘Kahpe Feleğin’ bir oyunuydu.

Sonradan, Karahanlı Devleti zamanında, gök çıkrığı ile Felek’e ‘Evren’ denildi. ‘Evren evrilûr’, yani ‘döner’ di. Ayrıca, Türkler ‘Gök Çıkrığı’nı bir ‘yay’ biçiminde tasarlıyorlardı.

Güneş ile Ay

Altay Türklerinde gündüzleri ışıtan Güneş, ‘sıcaklığın’; geceleri görünüp de hiçbir ısı vermeyen Ay ise ‘soğukluğun’ simgesidir. Kimi geceler tepsi gibi yuvarlak ve parlak, kimi geceler kavun-karpuz kabuğu dilimi gibi ince ve sönük olan ayı, belli zamanlarda her halde yukardaki kutsal kurtlar yiyip bitirmekteydi. Ay böyle ince bir dilim halini aldığında, kurtlar ve ayılar, onu yemeği bırakırlar, ay da inine gider yatar dinlenir, yarasını sarar, sonra yine ortaya çıkıp parlamaya başlardı.

Gök ve Yer Kaç Kattır?

İslam tasavvufunda gök dokuz kattır. İlk yedi kat, görüp bildiğimiz gök katlarıdır. Sekizinci kat, yıldızların ve burçların bulunduğu, döndükleri kattır. Dokuzuncu kat “arş”tır, dokuzuncu katın yukarısı “Atlas”tır.

Gök tepemizde durmadan döner ve bu dönüşten şunlar çıkar: 1. Sıcak, 2. Soğuk, 3. Kuruluk, 4. Yaşlık.

Tanrı, göğün mavilikleri içinde yok olmuş sonsuz bir bölgede, ‘uzay’da oturur.

Göğün kat sayısı Batı Türklerine göre ‘yedi’, Doğu Türklerine göre ‘dokuz’du. Gök gibi, yer de yedi kattır. Hepsi 14 kat eder. Bir Şaman’ın beşinci kattan yukarıya gitmemesi gerekirdi. Beşinci katta kutup yıldızı ve göğün kapısı bulunuyordu. Bundan sonra da ruhlar ve Tanrılar âlemi başlamaktaydı. Bu âlemde insanların yeri yoktu. Şaman bu kapıda ancak Tanrının gönderdiği elçilerle konuşabilirdi.

Ücretsiz ön izlemeyi tamamladınız.

₺99,53

Türler ve etiketler

Yaş sınırı:
0+
Litres'teki yayın tarihi:
03 temmuz 2023
Hacim:
20 s. 35 illüstrasyon
ISBN:
978-625-8068-68-9
Telif hakkı:
Maya Kitap
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre
Metin
Ortalama puan 0, 0 oylamaya göre